işallah...beğendiğinize sevindim
işallah...beğendiğinize sevindim
130-131-132-
Araba büyük bir bahçe içinde olan evin önünde durdu.
Büyük demir kapı gıcırdadı. Sevgi kapıdan girip, içinde her türden ağacın bulunduğu ön bahçeden geçerken, yüreğinde oluşan cızırtı kapının gıcırtısından daha beterdi. Evin giriş kapısının önünde büyük bir çardak vardı. Çardağın üzerini sarmış bulunan dallar ilk filizlerini vermiş, tabana döşeli renkli mermer zemini gölgelemeye başlamıştı. Yemyeşil, yeni doğmuş taze yapraklara takıldı Sevgi’nin gözü. Yeşil yaprakların hafif esen rüzgarla kıpır kıpır sallanışı ona el eder gibiydi.
Yaprakların kıpırtısına dalıp, adımlarını yavaşlatmış olan Sevgi’ye seslendi Selim bey:
“Hadi Sevgi, acele edelim. Annem bizi bekliyor.”
Adımlarını hızlandırdı Sevgi ve içinden, “acaba beni ne bekliyor!?” diye geçirdi.
Elinde hazırladığı anahtarla kapıyı açtıktan sonra, “anne, anne, bak sana kimi getirdim!?” diyen Selim beyin arkasında elinde çantası içeri girdi Sevgi. Kalbi küt küt atıyordu.
Geniş bir antre ve sağlı sollu açılan kapıları olan ev oldukça geniş, eski konaklara benziyordu.
Kapılardan birini açtılar. Burası tek kişilik düzenlenmiş bir yatak odasıydı. Odada, kırk yaşlarında, oldukça bakımlı bir kadın yatağının içinde oturmuş onları bekliyordu.
“Bak Sevgi, bak bu annem. Nasılsın anneciğim?” diyerek onun elini öptü. Sonra, “bu cici kızın adı da Sevgi” diyerek ona tanıttı.
Sevgi çekinerek kadının elini öptü. “nasılsınız efendim?” dedi. Kadın ona dikkatle bakarak “sağ ol kızım” deyip başını okşadı.
O an Sevgi içinden tarif edemeyeceği bir kıpırtı hissetti. Annesini kaybedeli beri bir kadın tarafından saçı okşanmamıştı bu güne kadar. Başını kaldırdı ve kadının gözlerinin içine baktı. “ne güzel bir kadın” diye geçirdi içinden. Yatağının içinde hiç hareket etmeden duran kadın sağ eliyle yatağın kenarını işaret etti. Sevgi oturdu işaret edilen yere.
Selim bey annesine heyecanla anlatıyor, anlatıyordu. Sevgi ise, onlar konuşurken kadının yüzüne dalmış, hiçbirini duymuyordu sanki Selim beyin anlattıklarından. Oğlunun heyecanlı konuşmaları sırasında kadın arada bir Sevgi’ye bakıp gülümseyerek oğlunu dinlemeye devam ediyordu. Bir ara düşünceye dalmış, “annesi olsa da o da böyle heyecanla başından geçenleri anlatsa” hayalinden kadının kendisine dönüp konuşmaya başlamasıyla ayrılabildi:
“Benim adım Melek kızım. Emekli öğretmenim. Gördüğün gibi yatağa bağlıyım. Bir kaza işte... ne oldum dememeli, ne olacağım demeli. Bu kocaman konakta tek başıma canım sıkılıyor. Bana arkadaşlık eder misin? Seninle ders çalışır, oyunlar oynarız. Ne dersin?”
Sevgi başını salladı. Bir iki yutkundu, sesinin çıkabileceğine hükmettikten sonra “olur efendim” diyebildi sadece.
“Bana yıllardır efendim der dururlar. Bana anne demen hoşuma gider. Eğer içinden gelmezse Melek teyze de diyebilirsin. Çünkü bilirim, anne sözcüğü göstermelik kullanılacak bir sözcük değildir.”
“Peki Melek teyze” sözü çıktı Sevgi’nin ağzından.
Uyumun sağlandığı kanaatine varan Selim bey rahatladı ve, “anneciğim karnımız acıktı. Fatma teyze ne pişirdi acaba?” diyerek konuyu değiştirdi.
“Hazırda bir şeyler olsa gerek. Kendisi pazara çıktı. İsterseniz gönlünüzün çektiğini kendi elinizle hazırlayıp yiyin.”
“Gel kızım Sevgi. iş başa düştü. Ellerimizi yıkayalım ve kendimize sofra kuralım... ne dersin. Ben hazırda olanlardan yanayım”
Sevgi kalktı yatağın üzerinden, Selim beyi izleyerek, çıktılar odadan.
Mutfağa girdiklerinde, Selim bey usta bir aşçı gibi masayı donatmaya başladı hemen. Sevgi’ye de kaşık çatalların yerini göstererek yardımını istedi. On dakika içersinde sofra servise hazırdı. Sonra annesini bir tekerlekli sandalyeye oturtarak sofraya getirdi.
Melek hanım, mutfağa girer girmez, “bu sofrayı Sevgi kızımı hazırladı... ne kadar güzel olmuş!” diyerek sofrada yerini aldı.
Selim bey sofrada şen şakrak, Melek hanım gerçek bir melek gibi, Sevgi ise, ilk aile sofrasında bulunmaktan şaşkın, ortama uyabilme çabasındaydı. Utana sıkıla yemeğini yedikten sonra Selim beyle birlikte sofrayı topladılar.
O sırada Fatma teyze alışverişten gelmişti. Selim beyle aralarında samimi bir konuşma başladı:
“Hoş geldin Selim. Nasılsın?”
“Hoş bulduk Fatma teyze. Ben iyiyim de sen yorulmuşa benziyorsun. Bakıyorum pazarda bir şey koymamışsın...”
“133-134-135
Ne yapayım oğlum. Bana böylesi kolay geliyor. Her seferinde bakkala git gelden kurtarıyor beni.”
“Bak teyze, sana yoldaş getirdim. Artık Sevgi de sizinle yaşayacak.”
“Aaa... öyle mi! hoş gelmiş, hoş gelmiş” dedi Fatma kadın sevgi’ye dönüp.
Sevgi gece yarısı olmasına rağmen bir türlü uyuyamıyordu. Karmaşık duygular içindeydi. Acaba bu aileye ayak uydurabilecek miydi? “Ya Ahmet abi gelirse, ya annesinden haber getirirse, beni nasıl arayıp bulur!?” Düşüncesi kafasını kurcalayıp duruyordu.
O gece annesini gördü rüyasında. Annesi önde, kendisi arkada koşuyor, ama bir türlü yetişemiyordu ona.
Uyandığında yastığının ıpıslak olduğunu gördü. Bu yabancı evde, nasıl davranacağını henüz bilemediğinden uzun süre yatağında sessizce ağlayarak bekledi. Gördüğü rüyanın etkisinden bir türlü kurtulamıyordu.
Kalktı yatağından. Çantasını açtı. Annesinin resmini çıkardı. Bantla yapıştırılmış resmi öptü kokladı. Tam bu sırada Fatma teyze içeri girdi.
Kapısı tıklatıldığında bir an ne yapacağını şaşırmış ve fotoğrafı ani bir hareketle arkasına saklamakta bile gecikmişti. Fatma hanım, “Hadi kızım, Melek hanım uyandı. Kahvaltı hazır. Biz her gün sekizde kahvaltı ederiz” dedikten sonra, “arkana sakladığın o fotoğraf kimin... bakabilir miyim?” diye ekledi.
Sevgi, fotoğrafı gösterip göstermemekte biraz tereddüt etti. Ama sonra korkak, ürkek bir şekilde uzatarak ona.
Fatma teyze baktı resme ve “kim bu kızım?” diye sordu ona.
“Annem. Öbürü de üvey babam.”
Fatma hanım, Sevgi’nin bunları söylerken sesinin titrediğini sezmişti.
“Bak kızım. Bu resim yıpranmış. Eğer her seferinde cebinden çıkarıp çıkarıp bakarsan bir süre sonra tanınmaz hale gelir. Gel onu şu dolabın içine koyalım. Yıpranmasın. İstediğin zaman çıkarıp bakarsın. Olur mu?”
“Olur... bebeğimi de koyabilir miyim?”
“Tabii koyabilirsin. Bu oda, bu dolaplar senin artık.”
Sevgi çantasını açtı bebeğini çıkardı. Yıllardır elinden düşürmediği bebek, yıpranmış ve kirlenmişti. Fatma hanım bebeğe baktı ve “eskimiş bu? Bunu atalım.sana pazardan daha iyisini alırız!?”
Bebeği göğsüne bastırarak bir adım geriledi Sevgi ve “olmaz! O annemin hatırası. Atmam onu. Annemi bulursam ona göstereceğim. Onu annemin yerine koydum.” dedi.
Bunları söylerken mavi gözleri kocaman kocaman açılmıştı. Kadıncağız beklemediği bu tepki karşısında şaşırmıştı:
“Pekala öyle olsun. Hadi dolaba koy da kahvaltıya gidelim. Şimdi Melek hanım sıkılmıştır. Gecikirsem kızar. Daha onu yataktan kaldırmam lazım.”
Sevgi, Fatma hanıma göstermeden tekrar çantasına yerleştirdi bebeğini. Yatağını topladı. Elini yüzünü yıkadı, mutfağa girdi. Masa hazırdı. Çay pişmiş, çaydanlık ıslık çalıyordu. Demlikten çıkan buhar nefis bir çay kokusu salıyordu havaya.
Melek hanımın arabasıyla getirilişi bu sıcak mutfağa daha da sıcak bir hava katmıştı.
İlk kahvaltılarını yaptılar beraber. Melek hanım Fatma hanıma günlük emirlerini veriyor, ondan ev hakkında rapor alıyordu. Bu arada Sevgi, annesiyle birlikte yaptıkları eski günlerdeki kahvaltıları hatırlamış, dalıp gitmişti: nasıl da naz ederdi annesi onun ağzına lokmaları sokmaya çabalarken. Ya ona ayırdıkları küçücük odacığını hazırlarken ne yorulmuştu. Ya sonra çektikleri acılar... “aah annem!” demesiyle Melek hanımın aniden ona doğru dönmesi ve “efendim Sevgi... bir şey mi dedin kızım!” demesiyle seslice konuşmuş olduğunun farkına varmış ve telaşlanmıştı.
“Hiç efendim... annem geldi aklıma” dedi çekinerek.
“Tamam Fatma hanım. Bu günlük bu kadar. Beni salona götür. Pencerenin önünde içmek istiyorum kahvemi bu gün. Gel Sevgi... seninle de biraz sohbet edelim” dediği andaki Melek hanımın yüzündeki hüzün çok etkilemişti Sevgi’yi. Kendisine anne dediğini sanmış olsa gerek diye düşünüp üzüldü ve “Fatma teyze, ben götürebilir miyim Melek Hanım Teyze’yi” dedi ona. Şaşıran kadın, “bilmem ki kızım... ama becerebilir misin!? istersen beraber götürelim bu gün. Sonra alışırsın” diyerek gözlerini Melek hanıma çevirdi. Melek hanımın gözlerinin içi gülüyordu. Arabayı birlikte itmeye başladılar.
Salon sanki ayrı bir dünyaydı. İçeriyi tatlı bir güneş ışığı doldurmuş, sıcacık yapmıştı odayı.
Baharın ucu görünmüştü. Ama ortalık hala soğuktu. Pencere bahçeye bakıyordu. Ağaçlar ufacık ufacık açmış yapraklarını, ortada havuz başındaki salkım söğüt iyice yeşillenmiş bir şemsiye gibi örtmüştü havuzun üstünü.
hocam her gün yenı yazı atmanızı sabırsızlık beklıyoruz...
Aşkı Ya Yaşarsın Yada Yazarsın...
Diyen Şair Sonra da
Ne Yaza Bildik... Ne de Yaşayabildik...
Demiş...
SaRıma LaRciverRt Ol...
136-137-138-
“Bu bahçede her tür meyve bulunur sevgi. birkaç ay sabırla cennet olur burası. Arkada da kümes var. Ben meraklıyım. Küçükten çokça alır büyütürüz. Yakında kesime gelir horozlar. Tavuklar yumurtada şimdi. Taze taze yersin. Bana pek yaramaz. Çiçeklerimiz de açar bir aya kalmaz. Bahçedeki çiçekler açıncaya kadar şu cam arkasındakilerle idare ederim. Bak ne güzeller” diyerek pencere kenarındaki çiçekleri gösterdi ona Melek hanım.
Bu arada kahve kokusundan Fatma hanımın odaya girdiği hemen anlaşıldı.
Melek hanım kahvesini pencere kenarına iyice yanaşıp yudumlarken, Sevgi odanın dört bir tarafını gözleriyle tarıyordu. Odaya zevkle yerleştirilmiş, vişne rengi oymalı mobilyalar, yerde eski, temiz bir halı, koltuklar üzerinde dantelli kırlentler vardı. Eski, modası geçmiş bir radyo, üzerinde antika sayılacak, yıkanmaktan erimiş bir örtü, radyonun konulduğu, üç çekmeceli dolabın dayandırıldığı duvarda siyah beyaz eski resimler asılıydı. Belli ki, eski anıların korunmaya çalışıldığı bir köşeydi burası.
Sevgi dalmış duvarda asılı olan resimlere ve Melek hanımın kahvesini bitirip, onun duvardaki resimleri ilgiyle izlemesini takibe aldığından hiç haberi yoktu.
“Nasıl buldun kızım?” sözü onu uyandırdı hayalinde canlandırmaya çalıştığı aile tablosundan.
“Çok beğendim. Sizi onların arasında yürürken gördüm sanki. Bana o hissi verdi.” Melek hanım, “canım...” dedi ona ve konuşmasını sürdürdü:
“Tabii o zamanlar ben de yürüyordum. Öğretmendim. Kız kardeşimin düğününe giderken oldu ne olduysa. Kocam oğlum ve ben arabadaydık. Karşımıza aniden çıkan bir köpeği ezmemek için direksiyon kıran kocam kontrolü kaybetti ve karşıdan gelen bir kamyonun altında kaldık. Bu kaza beni eşimden oğlumdan ve mesleğimden ayırdı. O sıralar tahsilde olan oğlum Selim olmasa hiç teselli bulamazdım. Acılarına katlanmak çok zordu. Senelerce çektim. Unutamadım hala onları. Fakat ölenle ölünmüyor kızım. Hayat devam ediyor. Bütün acılarıma rağmen yaşıyorum işte. Halimi görüyorsun... Fakat hayatta küçük mutluluklar da var. mesela şu an senin gibi güzel bir kız var yanımda. Ya olmasaydın... dünden daha iyiyim bu gün. Az şey mi...”
“sevgi’nin içi burkulmuştu. Gözleri yaşardı. Onun çok etkilendiğini gören Melek hanım, “gördün mü, seni de üzdüm...” diyerek elini saçlarına uzattı onun. “ben her şeyin iyi yönünü görmeye çalışıyorum. Sen de çalışmalısın. Birlikte oynayalım gel seninle şu hayat oyununu. Poliannacılığı bilir misin?”
“Evet, okumuştum Poliannayı”
“Yaa... bak işte! Hadi bahçeye koş. Bahçenin duvar dibine yakın yerinde hala dalda kalmış portakallar var. Demek onlar seni bekliyormuş bu güne kadar. Kopart onları. Fatma teyzen yardım etsin sana.”
Sevgi’nin içini çocukça bir sevinç kapladı Melek hanımın bu sözlerinden sonra. İçindeki ağlama isteği gitmiş, yerini hop hop zıplama isteği almıştı. Hemen, “peki!” diyerek koştu Fatma hanıma.
“Fatma teyze, portakal varmış bahçede, Melek hanım kopartın onları diyor. Bana yardım eder misiniz?”
“Tabii kızım” diyen Fatma hanımla çıktılar bahçeye hemen.
Bahçedeki ağaca tırmanırken sevincine diyecek yoktu. Hayatında hiç ağaca tırmanmamış, bu güne kadar, hiç dalından meyve koparmamıştı. Acemice tırmandığı ağacın sağını solunu çizmesine hiç aldırmadan portakallara uzandı.
Fatma hanım altta belinden çıkarmadığı mutfak önlüğünü iki eliyle tutup açmış, “at, at!” diyordu. O da Sevgi gibi çocuklaşmıştı sanki. Son portakalı da dalından koparıp indi. Ellerini dirseklerinin altında birleştirip yasladı karnına ve portakalları kucağına kümeleyen Fatma hanımı geride bırakıp merdivenleri tırmandı.
Açık olan kapıdan içeri girince sanki kaybetti kendini ve kucağındaki portakalları bir an önce Melek hanıma gösterebilmek için koşmaya başladı. Kucağındaki portakallardan biri düşüyor, eğilip onu almak isterken bir başkası yuvarlanıyordu yere. Portakallarla top oynarmış gibi saça saça nihayet salona ulaştı ve sevinçle, “kopardım!” diyerek Melek hanıma gösterdi onları.
“Ne kadar güzeller değil mi?” diye ona gülümseyerek bakan Melek hanımın yüzündeki o ifadeyi gördüğü andan sonraki Sevgi, daha dün bu eve korku ve kuşkuyla giren o eski Sevgi değildi artık. Hele portakalları birlikte neşeyle soyup yedikleri an birbirlerine bakarak gülümsemeleri Sevgi’yi bambaşka duygulara uçurmuştu.
Ara sıra, annesinin yırtılmış da yapıştırılmış resmine baktıkça içi öfke doluyor, huysuzlaşıyordu. Fakat Melek hanım onunla konuşuyor, böyle haller yaşadığında ve onu tatlı diliyle yeniden yumuşatıyordu.
Böylece günler geçip gidiyordu. Artık Melek hanım ona kitaplar okuyor, çeşitli konularda tartışıyorlar beraber, değişik yorumlar üretiyorlardı.
139-140-141-
Sevgi’nin mutlulukla uykuya daldığı bir gündü. Her gün yaptığı gibi annesinin fotoğrafını öpmüş de uyumuştu.
O gece rüyasında annesini gördü: yıldızlı bir gecede camdan dışarıyı seyrediyordu. Ay solgun ışığını salmış yeryüzüne, dışarıdaki her şey seçiliyordu. Birden gökyüzünde yıldızdan daha parlak bir ışığın süzülerek yere indiğini gördü. Işık onun penceresine kadar geldi. Işıkla konuştu Sevgi:
“Hoş geldin parlak şey... sen melek misin?”
“Gel benimle.”
“Nereye gideceğiz.”
“Nereye istersen oraya...”
Işığın bir ucuna tutundu Sevgi. Gökyüzüne birlikte süzülmeye başladılar. Yıldızlar arasında uçtular uçtular... bir ara sevginin ellerini bıraktı ışık. “beni bırakma, beni bırakma!” diye yalvardı Sevgi. birden bire fark etti ki, kendisi melek olmadan da tek başına uçabiliyordu. Binlerce güneş doğmuş gibi ortalık aydınlandı birden. Mavi bir okyanus içinde buldu kendini. Uzaklardan annesinin sesini duydu.
“Ne olur... ne olur bir tanem, bizi bırakma!” sevgi bu sese cevap veriyor, “ben buradayım anne! Ben buradayım anne!” diye bağırmasına rağmen annesi onu bir türlü duymuyor, ha bire, “bizi bırakma! Bizi bırakma!” diyerek ağlamasına devam ediyordu.
“ Neden ağlıyorsun anne! Sus, ağlama ne olur. Ne oldu sana?” diyor, hıçkırıklar içinde gökyüzünün derinliklerinde uykuya dalmış, kabuslar içinde çırpınan annesini ne yapsa uyandıramıyordu. Kalbinde annesine duyduğu büyük sevgiyi elle tutulur bir şeymiş gibi hissediyor, annesinin onu sevdiğini de aynı şekilde duyuyordu.
Ne yapmışsa, sürekli aynı sözleri, tekrarlayıp duran annesini bir türlü uyandıramamıştı.
Tam bu anda uykudan silkinerek uyandı. Etrafına bakındı. Ne yıldız vardı, ne gökyüzü ve ne de annesi. Henüz sabah olmamıştı. Terlemiş, saçları tel tel olmuş, yüzüne yapışmıştı. Rüyanın etkisinden kurtulamamıştı. Aylar var ki annesini görmüyordu rüyasında. Gözlerini tekrar kapatarak aynı rüyayı bir daha görmeyi ve annesine doya doya bakmayı umarak uzun süre bekledi. Hayır, bir türlü uyuyamıyordu. Uyumaktan umudunu kesince yatağının içinde doğrulup yüzünü avuçları arasına alarak ağlamaya başladı.
O gün kahvaltıda onun çok yorgun ve bitkin olduğu gözünden kaçmayan Melek hanım, neşesiz oluşunun sebebini sordu ona.
“Akşam bir rüya gördüm. Annem, ne olur bizi bırakma, diye yalvarıyordu. Çok etkilendim” diyerek ağlamaya ve anlatmaya başladı Melek hanıma.
Melek hanım, bu güne kadar Sevgi’ye özel hayatıyla ilgili hiçbir şey sormamıştı. Hep kendiliğinden anlatacağı bir fırsat beklemişti. İşte fırsat şu anda çıkmış, Sevgi kendiliğinden, geçmişiyle ilgili şeyleri birer birer anlatmaya başlamıştı.
Bazen ağlıyor, bazen gülüyor, bazen iç geçiriyordu anlatırken.
Melek hanım büyük bir ilgiyle, arada bir ustaca sorular sorarak onun içini dökmesine yardımcı oluyor, o da ha bire anlatıyordu.
Sevgi, tüm hayatını sanki bir daha capcanlı yaşamıştı.
Melek hanım ise, onu bir kat daha sevmiş ve ona acımıştı. “Meğer bu minik kalbin içinde ne acılar varmış” diye düşünerek ona, “anneni aramak ve onu bulmak için, okuyup, çok güçlü bir insan olmalısın kızım. Anneni bulamasan bile, annenin istediği gibi biri olmalısın mutlaka” diyerek onun bu duygusal anından sıcağı sıcağına faydalandı.
Ayşe düşündü. Gözlerini kapadı. Onları birbirinden ayıran o kötü günü hayal etti. Annesini o soğuk yüzünü, giderken arkasından nasıl bakakaldığını. Dışarıdaki soğuk havaya yarı çıplak kendisini nasıl attığını, o soğuklarda ne hallere düştüğünü canlandırdı zihninde.
Titreyen elleriyle, ıslanan yanaklarını sildi. Derin bir nefes aldı. Gözlerini tekrar kapattı. İncecik ellerini açtı göğe ve “bana güç ver Allahım... senin güç verdiğin zavallıları hiçbir kuvvet yıkamaz!” diye dua etti.
Melek hanım, onun dua ettiğini görünce, söylediklerinin etkisini gösterdiğine emin olup sevindi ve içinden, “onun dualarının kabul olması için neler veririm bir bilse...” diye geçirdi.
Melek hanım, işin tılsımını bozmamak için izin isteyerek Sevgi’nin yanından ayrıldı. Yorulmuştu. Oysa gün daha yeni başlıyordu. Tahammül edemediği bir yük varken omzunda bir yük daha binmişti ki, taşımak için büyük bir azim gerekiyordu. Şakaklarını zonklatan bir baş ağrısı başlamıştı. Fatma hanıma, kendisini odasına götürmesini söyledi.
Komodinin üzerinde hep hazır duran limon kolonyasını döktü avuçlarına şakaklarını ovdu. Uzanabileceği mesafedeki pencerenin bir kanadını açtı. Sıkıntılı zamanlarında hep böyle yapardı. Rüzgarın
artık kıtabın ortalarını gectik
142-143-144-
böyle yapardı. Rüzgarın yüzünü okşaması sanki ruhunun derinliklerine işliyormuş gibi bir ferahlık verdi ona. Gökyüzüne baktı. Güneşin ışıkları dünyaya tebessüm etmeye başlamıştı.
Sevgi de Melek hanım gibi, kendini aşırı yorgun, bitkin ve garip hissediyordu. O da odasına gitti. Yatağının içine oturdu. Binlerce dua geçirerek içinden annesinin yüzünü aklına çizmeye çalıştı. Bir yandan da Melek hanımın dediklerini düşünüyordu.
Sonra kalkıp, yüzünü rüyasındaki meleğin kendisine göründüğü pencerenin camına dayadı. Gökyüzüne baktı. Açtı balkon kapısını. Serin hava ıslak gözlerine vurduğunda, mavi sonsuzluk içinde olduğunu rüyasında gördüğü annesi onu gözlerinden öpüyormuş gibi bir duyguya kapıldı. Gökyüzü büyüdü, büyüdü, Sevgi bir nokta gibi küçücük kaldığını hissetti. Sonra her şey büyük bir sessizliğe büründü sanki, sadece Sevginin yüreği konuşmaya başladı. O yürekte biriken ne varsa üfler gibi savurdu gökyüzüne. İçindekiler boşalmış, rahatlamıştı.
Parlayan güneşe doğru döndü yüzünü. Göz yaşlarını kuruttu. Balkondan eğilip portakal topladığı ağaca baktı bir süre. Dünkü neşesi, bu günkü hüznünü karşılaştırdı. Öylece düşünceye dalarak bekledi epey zaman. Bir ara bedenini hissetmeyecek kadar yorulmuş olduğunun farkına vardı. Kendini bir an evvel yatağa atmalıydı. Yoksa yere yığılabilirdi. İçeri girip, balkon kapısını kapattı ve bebeğini alıp, ona sıkı sıkı sarılarak uykuya daldı.
Bu arada Melek hanım odasında hala düşünceden beynini sıyıramamıştı: bu, çok yaramaz olduğunu söyledikleri kızı sırf kendi nasihatleri bu kadar kısa zamanda bu kadar etkili olamazdı. İlk defa onun ellerini açarak dua etmesine şahit oluyordu. Neydi onu bu derece değiştirmeyi başaran şey!? Biraz daha düşündü ve buldu. Bunun adı Sevgi’ydi... Annesine duyduğu derin sevgi. Nasihatleri, bir tılsımlı ana denk gelmiş ve anne sevgisiyle kaynaşıp beynine işlemişti.
Melek hanım bu kıza gün geçtikçe daha sıkıca bağlanıyordu. Öyle ki, bir iki saat önceki halini de gördükten sonra, artık onsuz yapamayacağına hükmetmişti. İçinde uzun zamandır duymaya hasret kaldığı bir sıcaklık hissetti. Nedir bu duygunun adı? diye düşündü ve hüküm verdi: Adı Sevgi’ydi bu duygunun.
O gece, yine her günkü saatte yatağına yatırdı onu Fatma hanım. Ama, çok yorgun olmasına rağmen neredeyse hiç uyuyamadı. Kendi dertlerini çilesini, acısını unutmuş, “bu kıza hayatı nasıl sevdirebilirim!? Nasıl eder de, onu çevresine iyilik ve yardım saçan biri olarak yetiştirebilirim!?” ve buna benzer bir yığın duygular geçirerek içinden sabaha karşı ancak uykuya dalabildi.
Ertesi gün, Sevgi bir gün evvel gün boyu uyumuş olduğundan erkenden kalktı. Fatma hanım onu uyandırmadan, mutfağa onun yanına geldi. Melek hanım uyanmadan birlikte kahvaltıyı hazırladılar. İlk kez, Melek hanımın giyinmesine yardım etti. Onu giydirdikten sonra perdeleri açtı. Harika bir güneş vardı. Odanın içine doldu ışık.
“Aydınlık bir gün değil mi kızım... bu gün nasılsın? Dün çok kötüydün. Beni de hüzünlendirdin. Hiç uyuyamadım.” dedi ona Melek hanım.
“Ben de öyle. Ama bu gün iyiyim.”
“Canım kızım, hep seni düşündüm dün gece... ve bir karara vardım. Mutlaka okumalısın sen. Ben öyle istiyorum. Eminim, bunu annen de baban da isterdi. Başarılı olursan beni çok mutlu edersin. Ne dersin?”
Okumasını öneren sözlerinden çok, “dün gece hep seni düşündüm” demesinden çok etkilenmişti Sevgi. Onun ellerine sarıldı ve öperek, “çok iyisiniz. Ben hiç kimseden iyilik görmedim. Onun için bütün insanlardan nefret ediyorum. Ama siz başkasınız” dedi. Melek hanım, “ben sana nefret etmekten nefret etmeyi öğreteceğim güzel kızım. Hayatın acımasız olduğunu bu yaşında zaten öğrenmişsin. Ama ben, hayatın her şeye rağmen yaşamaya değer olduğunu öğreteceğim sana. Zaten hep güllük gülistanlık olan hayat güzel bir hayat olmaz ki... acılar arttıkça, ardından gelen ufacık mutluluklar insanın içinde büyüdükçe büyür. Mutlu olacaksın, eğer dediklerimi yaparsan ve beni de mutlu edeceksin.”
“Kendimi bilemem de, sizi mutlu etmeyi isterim Melek teyze” dedi Sevgi.
“Öyleyse yarın sen okuluna başlıyorsun, ben mutluluğuma... tamam mı!”
“Tamam!”
Fatma hanım, kahvaltıdan sonra hemen çarşıya! Ne gerekse alın sevgi kızıma ve hemen kaydını yaptıralım okula.
O gün kahvaltının tadı bir başkaydı. Fatma hanımla birlikte topladılar sofrayı. Giyindi ve çarşıya çıktılar beraberce.
Sevinçle çarşıya çıkışın tadını unutmuştu Sevgi. O mağazadan o mağazaya heyecanla koşturuyordu. Bir ara bir el yapıştı Sevgi’nin koluna. Korkuyla arkasından kolunu kavrayan elin sahibine baktı. Gözlerine inanamadı. Zehra hanım karşısında duruyordu. Bir an şaşkınlıktan konuşamadı. Sonra hemen “canım Zehra teyze!” diyerek sarıldı ona.
“Ne yapıyorsun Sevgi. Bu kadın kim?” diye sordu ona Zehra hanım.
Fatma hanım Sevgi’nin yanında hiç konuşmadan onları seyrediyordu.
“Bu Fatma Teyze. Onlarda kalıyorum. Alışverişe geldik” diyerek sürdürdü sözlerini sonra, Zehra Fatma hanıma dönerek,
“Merhaba Fatma hanım. Ben Sevgi’nin çok yakını sayılırım. Şöyle yakın bir pastaneye girsek de biraz konuşsak, vaktiniz var mı acaba?” diye sordu ona.
Yakında bir pastane bulup oturdular. Zehra hanım, bir iki kez daha sarıldı Sevgi’ye ve sonra ciddi ciddi konuşmaya başladı:
“Seni uzun süre aradık, bulamadık. Sonra Ahmet’i bulduk. Ahmet’ten öğrendik başınıza gelenleri. Çok üzüldük. Anneden hâlâ bir haber alamadınız mı?”
“Onu bulamadık..”
Sevginin yüzünün ağlamaklı hale geldiğini gören Zehra hanım hemen lafı değiştirdi:
“Sen maaşını alıyor musun?”
“Ne maaşı?”
“Annen babandan dolayı bağlanan maaşını bir bankada biriktiriyordu. Sen tahsile başlayınca harcayasın diye, haberin yok mu?”
“Hiç haberim yok!?”
“Fatma hanım, bunu bir araştırın. O bir şehit çocuğu ve babasına bağlanan maaş bir bankaya her ay yatırılıyor.
iyi aksamlar..nasılsınız....
146-147-148
Annesi onun doktor olmasını isterdi. Zavallı kadıncağız, bütün hayalleri yıkıldı.”
Fatma hanım, “onu Melek hanım okutacak merak etmeyin. Size rastladığımızda okul için eşya alıyorduk” diyerek söze karıştı.
“Hah!” dedi Zehra hanım. “Sen de söz ver bana, okuyacaksın, annenin isteğini yerine getireceksin... tamam mı!” diyerek onların adreslerini aldı ve onlara adres bırakarak, Ayşe’den kim haber alırsa birbirlerine haber vereceklerine söz alıp vererek ayrıldı.
Aradan aylar geçmiş, Sevgi tamamen değişmişti. Derslerine çok çalışıyor, hep övgü alıyordu öğretmenlerinden. Ayrıca evde de melek hanım onun eksik bilgilerini tamamlıyor ve eseriyle övünüyordu.
Yıllar geçti böylece, Sevgi serpilip büyümüş, açılmış bir çiçek gibi herkesin ilgisini çeker olmuştu. O artık aklı başında, çok başarılı bir son sınıf öğrencisiydi.
Ortaokul bitmişti nihayet. Yaşları kendisinden epeyce küçük olan arkadaşlarıyla fazla bir yakınlık kuramamış, kendini hep derslerine vermişti. Arada bir komşularının oğlu Sedat’la konuşurdu o kadar. Sedat onu babasının arabasıyla, Melek hanımın ricası üzerine okula bırakırdı. Bazen okul dışı faaliyetler olduğu zamanlar onu kapıda bekler arabayla ve evine bırakırdı.
Sedat hoş bir çocuktu. Ama o kadar işte. Sevgi doktor olacaktı. Bütün enerjisini bu iş için yönlendiriyordu. Orta okulda olmasına rağmen, Melek hanımın da desteğiyle sanki bir lise öğrencisi gibi çalışıyordu. Zaten yaşı onu lise öğrencisi gibi gösteriyordu.
Diplomasını almaya girmişti Sevgi. Sedat onu yine kapıda bekliyordu. Sedat, babasına işlerinde yardım zorunda olduğundan yaşı oldukça geçmiş olmasına rağmen yine de okumak istiyor ve dışardan bitirmeler için çalışıyordu. Sevgi’den iki sınıf aşağıda, ancak Sevgi’den iki yaş daha büyüktü.
Sevgi’nin sonradan okula başlamış olması, onu da okula başlamaya teşvik etmişti. Çünkü, onu ta ilk gördüğü günden beri yüreği onun için çarpmaya başlamış, ancak onun görkemi ve başarısı karşısında bir türlü duygularını belli edememiş, sadece onu getirip götürürken bu güzel kızı yakınında hissetmenin mutluluğuyla yetinmeye karar vermişti.
Şu an kapıda onu beklerken, bir başka göz onu görür, bir gün bir başka el onun elinden tutup onu uzaklara götürür korkusu yaşıyordu.
Sevgi okuldan çıkar çıkmaz, diploma sevincini bir abi gibi gördüğü Sedat'la paylaştı. Anlatılamaz bir sevinç içersindeydi. Sedat onu daha da yüreklendirecek şeyler söylemek dışında hiçbir şey diyemedi ona. Ona sarılıp bağrına basmak isteğini içine gömdü ve onu evine getirdi. Kapıyı bir hanımefendiye açar gibi açtı ve “buyurun diplomalı hanımefendi” diyerek, kendi diplomasızlığının acısını duydu yüreğinde.
Sevgi, elinde diplomasıyla, kapıyı kırarcasına açtı. Koşarak onu heyecanla bekleyen Melek hanımın odasına daldı. Ellerine sarıldı ve öptü:
“Melek anneciğim... anne, annem benim! Bak diplomamı aldım. Ver ellerini bir daha bir daha öpeyim!” dedi ona.
“Kızım, ne yapıyorsun! Sakin ol... biliyorum çok mutlusun!” derken içinden “öğretmenliğinin başarısının ve kendisine nihayet anne denilmiş olmasının müthiş gururunu yaşıyordu.
Sevgi doyasıya ellerinden yüzünden Melek annesini öptükten sonra, ciddi bir şekilde yanına oturttu Melek anne artık öz kızı saydığı Sevgi’yi ve Sevgi’nin hiç unutmayacağı kulağına küpe edeceği sözlerini sıraladı:
“Siz olmasaydınız başaramazdım sözünü kabul etmiyorum kızım. Ne başardıysan kendi özünü zorlayarak, inancına dayandırarak yaptın. Benim kendime şeref saydığım şey ise, sendeki bu azmi mesleki tecrübelerim ve-daha çok da-seni öz evlat gibi sevmem sayesinde ortaya çıkarmak olmuştur. Şunu bil ki, esas olan sendeki azim ve iradedir ve biliyorum, hatta eminim, kendini bir gün doktor olarak da göreceksin.”
O akşam sofrası başka bir sofra, o sofrada oturanlar başka insanlardı sanki. Onlara Selim bey de katılmıştı. Selim bey yemekten sonra her zaman yaptığı gibi hemen ayrıldı aralarından. O artık annesinin rahat ve huzur içinde olduğunu biliyor ve yılda bir iki kez uğrayıp gidiyordu annesine. Başka bir ilde büyük bir iş adamı olmuştu.
Sofra kaldırıldıktan sonra Melek hanım özellikle Sevgiyle yalnız kalmak istedi. Bir odaya geçtiler beraberce. Sevgi bir sürprizle karşılaşacağını seziyor ve seviniyordu. İçerde, büyük masanın üzerinde daha önceden yerleştirilmiş büyükçe bir paket duruyordu. Masanın üzerindeki paketi işaret ederek, “Aç şu paketi Melek hanımın melek kızı. Bakalım beğenecek misin...” dedi ona.
Hocam keşke en ön sayfaya bir kapak koyabilsek
Osman Demir Istanbul
Bu resim kitabın orjinal kapagı....resim tasarımı bana ait.....RESİM GALERİDE VAR......YANLIZ BÜYÜTEMEDİM .....
149-150-151
Sevgi’nin heyecandan elleri titriyordu. Paketi açtı. İçinde mavi bir tuvalet vardı. Sanki denizin rengini giydirmişlerdi kumaşa. Ne tam mavi, ne tam yeşil, turkuvaz renginde, uzun askılı,üzeri boncuk işli, kupür apliklerle süslenmiş harika bir elbiseydi.
Sevgi’nin gözleri ayrıldı. Böylesi güzelini hiç görmemişti çünkü.
“Bu benim kızlık elbisem. Yıllardır kıyamayıp sakladım. Sana kısmetmiş. Bunu bir giy. Eğer büyük gelirse usta bir terziye düzelttiririz” diyen Melek hanımın bu sözlerini duyar duymaz hemen koştu odasına ve giydi sırtına. Saçlarını düzeltti. Elbisenin yanındaki şifonu da boynuna bağlayıp boy aynasının karşısına geçti.
Aynada kendini seyrederken sanki dili tutulacaktı. Usulca dışarıya çıkıp melek hanımın yanına gitti. Sanki bir su perisiydi. Odanın ortasında dönmeye, şarkılar söylemeye başladı.
Melek hanım, “dur deli kız, dur! başımı döndürdün! Şimdi heyecandan kalbim duracak” diyesiye kadar odanın ortasında dönüp durdu.
Elbise sanki Sevgi’nin üzerine biçilip de dikilmiş gibiydi.
Bu heyecanlı seyirden sonra yine bir ciddi konuşma yaptı ona Melek hanım:
“Sevgili yavrum, sen benim tutmayan ayaklarıma ayak oldun. Evimizin neşe kaynağı, gül bahçesisin. İnşallah üniversiteyi de bitirirsin. Şimdi, seni kendim sandım ve o elbiseyi ilk giydiğim gün geldi aklıma. O güzel günler, gençlik yıllarım... aah ne kadar güzeldi.”
Sevgi onun gençliğini merak ediyordu. Ne anlattıkları arasında o günlerine değinmişti, ne de fotoğraflar arasında o günlere ait bir fotoğrafına rastlamıştı çünkü. Merakla sordu ona:
“Benim yaşımdaki halini çok merak ediyorum. Anlatsana, anlatsana...” diyerek şirinlikler yapmaya, etrafında dönmeye başladı. Melek hanım kıramadı onu:
“Çocukluğumun ve genç kızlığımı bir sandığa koyup kilitledim. Fotoğraflarım. Günlüklerim ve yazdıklarım... hepsi hapis şimdi ve hiç kimse ziyaret etmedi onları.”
“Ne olur, ne olur!? Görmek istiyorum!?”
Kendisine annem!” diyen bir kız hiç kırılır mıydı... Getirtti Fatma hanımı çağırarak odanın ortasına ve açtı sandığı melek Hanım.
Etrafı bir küf kokusu sardı birden. Sevgi, birer birer sandıktakileri çıkarırken Melek hanım da bir yandan anlatmaya başlamıştı:
“Selim beyle benim aşkım bir başkaydı.” Kulğı Melek hanımda, yakışıklı, genç bir adamın fotoğrafını tutuyordu bu arada Sevgi. devam etti Melek hanım:
“Çok zengindik o zamanlar. Köklü bir ailemiz vardı. İstanbul’un en eskilerinden. Selim’le ikimize Romeo-Jüliet derlerdi çevremizden. Sosyete takımındandık ya... Kerem ile Aslı’yı küçümserlerdi. Babam ve ağabeylerim kumaş ve iplik ithalatı, ihracatıyla uğraşırlardı. Küçük yaşta İngilizce ve Fransızca öğrendim. Kendimi bildim bileli hep kitap okurum. Hiç tahsil yapmadan da hayatımı fevkalade yaşama şansım olmasına rağmen tahsil yaptım. İyi ki de yapmışım.”
Sevgi eşyaları karıştırırken onu can kulağıyla dinliyor, ama asıl merak ettiği konuya, yani Selimle olan aşkına hiç girmediğinden içi içini yiyordu.
Melek hanım ise, bunu kasten yapıyor, onu okumaya motive etmek fırsatı olarak kullanıyordu. Tabii Sevgi bunun farkında değildi.
Sonunda dayanamadı Sevgi, “bana aşkınızı anlat ne olur! Ben tecrübesiz bir kızım... beni o konuda da eğit!”
Melek hanım diyeceğini demiş ve duygusal dünyası ile ilgili diyeceklerine başlamıştı onun bu yarı çocukça heyecanına dayanamayıp:
“Sen de benim gibisin. Ben de anneme aynı yaşlardayken aynı baskıları yapardım. Dinle!” dedi.
Sevgi amacına ulaşmış, kulaklarını açtığı sıra, o yaşlı kadın, sürdü arabasını duvarda asılı duran büyükçe tablonun yanına doğru. Tabandan bir adam boyu yüksekliğindeki tabloyu bir kapı açar gibi açtı ve arkasında küçükçe bir çiviye asılı anahtarı alıp eline, duvarın içinde gizlenmiş bir dolap kapağını açtı. Dolapta, tüller, pullar, boncuklar ve altın sırma tellerle işlenmiş kumaşlar, yine bir ağır küf kokusuyla ortaya çıkıverdi. Tüllerin üzerinde sararmış, bir defteri aldı. Tekrar kapattı dolabı ve defterin tozunu alarak Sevgi’ye uzattı.
Sevgi donakalmıştı. Şaşkınlığından dili tutulmuştu sanki.
“Aç... okumaya başla!” dedi Sevgi’ye. Sonra, arabasını pencereye doğru döndürerek, bir genç kızmış da utanıyormuş gibi, anlatmaya başladı:
“Sevgi okudu şiir ve anıların karışık olarak yazılmış olan defteri satır satır. O okurken, Melek Hanım arada bir o konuyla ilgili açıklamalar yapıyor, sonra ağlamak ihtiyacı duyarmış gibi, ara ara duralıyordu.”
hocam çok saolun sıteye gırdıgım de ilk yaptıgım iş sızın yazınızı okumak![]()
Aşkı Ya Yaşarsın Yada Yazarsın...
Diyen Şair Sonra da
Ne Yaza Bildik... Ne de Yaşayabildik...
Demiş...
SaRıma LaRciverRt Ol...