42-43-44
, Ahmet,
“İzin alalım mı yarın?” dedi. “Aylardır dışarıda yemek yemedim...” Ahmet’in her sözüne olduğu gibi buna da itiraz etmedi Ayşe.
Bir mazeret uydurup aldılar izni. İş çıkışında, ikisi de çocuklar gibi hür hissettiler kendilerini. Çarşıları dolaşıp alış veriş yaptılar. Sonra deniz kıyısına gittiler. Mevsim kıştı. Kimsecikler yoktu sahilde. Keyiflerince şakalaştılar. Ayşe ilk defa kuş gibi hafif hissediyordu kendini. Bir kanatları eksikti. Sonra bir kır kahvesine uğradılar. Üzerleri kalın olduğundan dışarıda oturmak istediler. Bembeyaz kar vardı yerde. Beyaz bir deniz gibi uzanıyordu önlerinde. Rüzgar saçlarını uçuşturuyordu Ayşe’nin. Onları tutan tokaya isyan ediyorlardı.
Ahmet uzandı, tokayı açtı. Şimdi özgürdüler. Her teli karda koşuşturan çocuklar gibi uçuşmaya başladı. Aşk Ayşe’nin gözlerine bambaşka bir parlaklık katmıştı. Hiç bu kadar heyecanla bakmamıştı dünyaya Hasan’ı kaybedeli. Yıllardır dökülen göz yaşı nihayet dinmişti.
Ahmet onun yüzündeki mutluluğu okuyunca uzattı elini onun yüzünü okşadı parmaklarını çenesinin altında gezdirdi. Sonra dudaklarının kenarına yüzüne gülücük çizmek istermiş gibi dokundu.
Ayşe öptü, yüzüne gülücük çizen parmağı. Ahmet de en az Ayşe kadar heyecanlanmıştı.
İçleri ürpermiş, üşümüşlerdi. Kalktılar. Hava soğumuştu. Ayşe titriyordu. Baş döndürücü duyguların heyecanından mıydı titremesi, yoksa dışarıda oturmuş olmalarından mıydı... bilemiyordu. Onun titrediğini gören Ahmet attı kolunu Ayşe’nin boynuna kendine doğru çekip başını göğsüne doğru, ısıtmak istermiş gibi bastırdı.
Onun bu hareketi Ayşe’ye öyle bir güven vermişti ki, iyice sokuldu ona. Onun koruyucu kanatları altında sıcak bir yere girmeliydiler. Tenha bir köşede ufak bir lokanta gözlerine çarptı. Onların lokantaya doğru geldiklerini gören lokantacı çıktı kapıya kadar, buyur etti onları.
Girdiler. Etraf kırık döküktü. Eski sandıklarla derme çatma yapılmış, köy lokantası tipli bir yerdi. Eskimiş tahta sandalyelere çöktüler. Lokantacının her hareketinden telaşlandığı gözleniyordu. Belli ki kimsenin bu mevsimde uğramadığı bir yerdi ve hazırda pek bir şeyler yoktu. Kendilerinden başka hiç müşteri yoktu içeride. Ortada eski bir soba çıtır çıtır yanıyordu. Oturdukları yer pencere kenarıydı. Çatlamış camdan dışarısı gözüküyordu. Bahçedeki karlar kürenmiş, toprak ortaya çıkmıştı. Ağaçların tek tük kalan yaprakları rüzgarın etkisiyle bahçeye dökülmüş, ara sıra da birkaç yaprak uçarak konuyor aralarına, yaprakları, üfleyen rüzgar bir beri bir öte uçuşturup duruyordu.
Ağacın son kalan yapraklarına takıldı ikisinin de gözü. Ayşe, pencerenin hemen önündeki çatı altına gizlenmiş dalda yan yana kalmış iki tek yaprağı göstererek,
“Bak, bu iki yapraktan birisi sen, birisi ben. Nasıl da birbirlerine sokuluyorlar.” Ahmet baktı yapraklara, güldü. Ayşe’nin ellerini avucuna aldı, öptü. Tam o sırada yapraklardan birini uçurdu rüzgar,
“Bak bak!” dedi Ayşe heyecanla “birisi uçtu, o benim!” o bunları söylerken öbür yaprak da koptu dalından.
“Bak!” dedi Ahmet “Bu da ben, seni hiç yalnız bırakır mıyım!”
Lokantacı tek çorba olduğunu söylemişti girerlerken. Geldi ısıtılan çorbalar. Ekmekleri sobanın üstünde gevretmişti. Mis gibi kokuyordu gevretilmiş ekmekler.
Çok acıkmış oldukları ekmek kokusunu aldıklarında akıllarına gelmişti ancak. Aceleyle çorbalarını içtiler.
Çıkarken lokantadan,
“Bizim evde içelim mi çaylarımızı? Diye sordu Ayşe’ye. Ayşe hiç nazlanmadı. Onun yaşadığı yeri çok merak ediyordu.
Beraber, el ele taksiye bindiler. Ayşe, arabada başını onun omzuna koydu. Başı Ahmet’in omzundayken, uzun zamandır başını koyacak bir omuz bulamadığını düşündü. Araba karlar arasında açılmış engebeli kır yolunda beşik gibi sallanarak ilerliyordu. Ahmet baktı omzuna yaslı yüze, hafifçe gözlerini aşağıya doğru kaydırarak. Uyumuş olduğunu görüp Ayşe’nin içinden binbir güzel duygu geçirdi bir saniyede. Sonra daldı onun yüzünün detaylarına. Onu hiç bu kadar yakından görmemişti bu güne kadar. Ne kadar güzel bir yüzü vardı. Uzun, siyah kirpikleri ok gibiydi. Kalbine saplanıyordu sanki. Dudakları kırmızı, rüzgarda uçuşup üst üste konmuş iki gül yaprağını andırıyordu. Aslan yelesi siyah saçları arabanın sarsıntısıyla boynuna sürtündükçe onu çıldırtıyordu.
Eve geldiklerinde, utanmasa arabayı sabaha kadar durduracak kapıda, onun başını omzundan kaldırtmayacaktı. Bir iki saniye durdu şoför. Yüzüne baktı Ahmet’in.
Ahmet mecburen omzuna yaslı bu meleği uykusundan uyandırmak zorunda kaldı:
“Kalk Ayşe eve geldik!