Hafýz Hamo yani Mehmet Çevik.
Ýri cüssesi, kemikli yapýsý, heybetli duruþu, tebessümle hüzün arasý duran yüz hattý, elinde asasý, sýrtýnda veya omzunda çantasýyla bana nedense Abdullah b. Ümmü Mektum’u hatýrlatýr.
Buna sebep olan, her ikisinin de a’ma oluþu, bilgiye olan arzusu mudur, yoksa Hafýz’ýn sahip olduðu maneviyat mýdýr, bilemiyorum. Ama ben onu görünce hep Abdullah b. Ümmü Mektum’u hatýrlardým, hatýrlarým…
Bilindiði gibi Ümmü Mektum, gözleri görmeyen, ilk dönem müminlerden ve Peygamberimizin, Bilal-ý Habeþi’den sonraki müezzini idi. (Peygamber Efendimizle yaþadýðý çok enteresan bir olayý da vardýr. Bu konu için Abese Suresi’ne bakýlabilir.)
…
![]()
Hafýz Hamo dünyanýn en ilginç iþini yapardý. Kuru ekmek toplar, satýn alýr, sonra da koyun/inek besleyenlere satardý. Uzun müddet geçimini böyle saðladý. Bu iþi baþka yapan var mý(ydý) bilmiyorum.
Sýrtýnda çuval, mahalle mahalle dolaþýr, kuru ekmek toplardý. 1956’dan 1986’ya kadar tam otuz yýl bu iþi yaptý. Haftada ortalama 800-1000 kg. kuru ekmek topluyordu.
Kârý çok fazla deðildi ama iþini zevkle yapýyordu. Müþterileri kendisine hep dua ediyordu. Çünkü hem az da olsa para alýyor hem de israftan, ekmeði çöpe atmaktan, bunun vebalinden kurtuluyorlardý. Gerçi ender de olsa verdiði parayý yetersiz bulanlar oluyordu. Bir defasýnda yaþlý bir kadýn, kendisine az para verdiðini söyleyince, Hafýz Mýhemed acýklý konuþur:
-Teyze eðer seni kandýrýyorsam, az para veriyorsam iki gözüm kör olsun.
-Aman oðlum, Allah korusun, niye gözün kör olsun ki… ben sana inandým.
Fakat parasýný alýrken dikkat edince, gerçekten iki gözünün de görmediðini anlar, o da güler.
Onun bu iþte çok yorulduðunu gören Cemil Hoca, Hafýz’ý, takvim, kitap iþine dâhil etti. Bu hem daha kolay, az yorucuydu. Zaten eski iþini artýk götüremiyordu. Çünkü 70-80 kg.lýk çuvalý Saraç yokuþunda sýrtlamak artýk kolay deðildi.
Çok kitap sattý Hafýz Mýhemed.
Sattýðý kitaplar genelde namaz hocasý, ilmihal türü idi. Ancak popüler dini kitaplar da satardý. Mesele bir dönem eserleri yok satan Emine Þenlikoðlu’nun kitaplarýný çok sattý. Hem de en çok, bir ara yasaklanmýþ olan Gençliðin Ýmanýný Sorularla Çaldýlar kitabýný. Ama o bundan büyük keyif almýþtý. Çünkü yasaðýn yersiz ve hukuksuz olduðuna inanýyordu her Müslüman ve demokrat gibi…
Kitaplarý genelde Ýstanbul’dan alýrdý. Alýrken para vermez, ne zaman satarsa, eksiksiz olarak ödemesini yapardý. Kitapçýlarda iyi bir kredisi vardý.
![]()
Çocuklarý çok severdi. Ben Ýmam Hatip’te okurken, bizim evde çok oturduk. Bize geldiði zaman küçük kardeþlerim sýrayla ellerini öperlerdi. O da, elini öpenin baþýný sýkar, saçýný yoklar, eðer saçý topuz þeklindeyse uyarýrdý: “Çocuklar saçýnýzý topuz yapmayýn, yoksa cennet kokusu alamazsýnýz. Benden de sakýz alamazsýnýz.” Sonra çýkarýr sakýz verirdi.
…
Zekiydi Hafýz Mýhamed. Çoðu a’malar gibi bazý hassasiyetleri geliþmiþti.
Ben kendisiyle, ülke, þehir, nehir, deðiþik isimler, tarihi konularla ilgili çok bilgi alýþveriþinde bulundum, yarýþtým. Beni çoðu zaman yenerdi.
Arapça’ya meraklýydý. Bazý kalýplar ezberlemiþti.
Hatta bir ara Kuran hafýzlýðýna da niyet etmiþti ama ekonomik sebepler buna imkân vermedi.
A. Rýza Gürses anlatýyor: Kitabevine her gün uðrardý. Bir defasýnda yine geldi. Her zamanki gibi elleriyle saðý solu yoklamaya baþladý. Yeni bir cihaza takýldý, heyecanlandý. Elleriyle iyice kontrol ettikten sonra bir tahminde bulundu:
-Ben daha ikisini de görmedim (yani dokunmadým) ama bu cihaz ya bilgisayardýr ya da fotokopi makinesidir.
Tahmini doðruydu, fotokopi almýþtým.
…
Ýyi bir seyyahtý da. Zaten iþi gereði Nizip’te hep dolaþýrdý ama o bununla yetinmezdi. Sýk sýk Ýstanbul’a da giderdi. Orada da durmaz, her tarafý gezer, alýþveriþini yapardý. Ýstanbul’a gideceklere yer tarifi bile yapardý.
“Þurdan bineceksin, þurda ineceksin, yirmi adým gittin mi tamam iþte orasý…”
Latif Karadað anlatýyor: Küçükken babamýn dükkânýna gelir, biraz dinlenir, sonra ben onu evine kadar götürürdüm. Ama çocukluk iþte, bazen kaytarmaya çalýþtýðýmda, bunu hisseder, elini iyice sýkardý. Ýstanbul’da öðrenciyken çok rastladým ona. Bir defa, yoðun bir trafikte, yoldan karþýya geçmek üzereyken koluna girdim. “Ýlla burada da mý seni geçirmem gerek” deyince, “Latif, yine mi sen?” diye beni hemen tanýdý.
1989 yýlýnda yine Ýstanbul’dadýr.
O zamanlar Topkapý’da olan otobüs terminalinden biletini alýr. Daha kalkmaya birkaç saat kaldýðý için, biraz dolaþýr. Gezinirken iki kiþinin konuþmasýndan, baþörtüsü yasaðýna karþý, Sultanahmet Meydaný’nda bir eylem olduðunu duyar. Hemen gidip biletini erteletir. Ertesi gün yapýlan mitinge katýlýr, imza kampanyasýna mührünü basar ve öyle döner.
…
Bir çiðköfte gecesine kendisi de davet edilir. Çiðköfteler yenir, çaylar içilir. Bu arada baklava gelir. Hafýz Mýhemed, kendi hissesini yer. Yanýnda bulunan Hüseyin Özkaya, “Hafýz aðzýný aç!” der ve bir baklava verir. Hafýz bir lokmada eritir ve sevincini belirterek “Allah” der.
Hüseyin Özkaya ile Hafýz aralarýnda anlaþýrlar. Hafýz her “Allah” dediðinde bir baklava verilecektir. Ýki, üç, beþ, yedi… her Allah demeye bir tane iner boðaza. H. Özkaya bakar ki, Hafýz Allah demeyi çok seviyor, baklavalar da azalýyor, aklýna geleni uygular.
Hafýz yine Allah deyip beklerken, H. Özkaya kenarda bir tabak içinde kalan, çok acý olduðu için kimsenin yiyemediði biber turþusunu alýr Hafýzýn aðzýna atar. Baklava beklerken biber yutan Hafýz can havliyle ama içten baðýrýr: “Allaaaah!”
…
Tabi askerlik yapmadýðýný hemen belirtelim. Ancak askerlik yoklamasý için askerlik þubesine gittiðini hatýrlatalým. Üç kiþi, askerlik þubesi dönüþü Argýl kasabasýna uðrarlar. Bir bekçinin yanýna giderek biraz yarenlik ederler. Nerden gelip nereye gittiklerini söyleyen yolcular bekçi sorar:
-Askerliði hangi birlikte, ne olarak yapacaksýnýz? Ýki arkadaþý söyler, Hafýz Mýhemed de altta kalmaz:
-Ben de pilot olacaðým.
Bekçi anlayamaz:
-Pilot da nedir?
-Tayyareleri süren þoför.
-Haaa iyiymiþ senin için.
-Tabi iyi ya, beni özellikle pilot yaptýlar, çünkü hava yolunda ne kaldýrým var ne de çukur.
Bekçi espiriyi ancak anlar…
…
Çarþý Camiinde kýlýnan bir namaz sonrasý, her zamanki gibi, bir þeyler satmaya çalýþýyor. Kimileri alýþveriþ için, kimileri de sohbet için yanýna gelir. A. R. Gürses ile Cafer Yüce de namazdan çýkar ve gelip selam verirler.
-Ve aleyküm selam Cafer, der. Cafer takýlýr:
-Hafýz sen körsün, beni nasýl tanýdýn?
Cevap çok anlamlýdýr:
-Kardeþim ben kör deðilim. Benim gözüm, dýþ dünyayý görmüyor.
Asýl kör olanlar; varlýkta Allah’ý görmeyenler, O’nun gönderdiði hakikatleri kabul etmeyenler, nuru, Kur’aný görmeyenlerdir. Ben kör deðilim Cafer’im, kör deðilim!...
Evet, o kör deðildi. Ýçi aydýnlýk, dýþý aydýnlýk bir mü’mindi.
Mehmet Çevik 1939’da Halfeti’de doðdu. Dört yaþýnda çiçek hastalýðýna yakalandý ve dünyaya açýlan penceresi kapandý. Ayný yýl ikinci bir hüzün daha yaþadý, babasý öldü.
On yedi yaþýnda bir genç iken Birecik’e geldi. Orada kuru ekmek toplama iþine baþladý ancak kýsa bir müddet sonra Nizip’e göç etti. Ve ayný iþi sürdürdü. Otuz yýl kuru ekmek toplayýp sattý. 1992’de vefat etti.
Allah mekânýný cennet eylesin.***
(Bu yazý Sevgili Davut Özgül’e)