serdar tuncerin satır arası hikayelerinden alıntı yapmaya çalışıcam bunun yanı sıra paylaşmak istediğiniz satır aralarını yazabilirsiniz...
kaynak=
serdar tuncerin satır arası hikayelerinden alıntı yapmaya çalışıcam bunun yanı sıra paylaşmak istediğiniz satır aralarını yazabilirsiniz...
kaynak=
Konu Mustafa Bilici tarafından (07.05.07 Saat 19:36 ) değiştirilmiştir.
Anzakli Ömerİn Hİkayesİ
Türk olmanın nasıl bir şey olduğunu unutanlara hatırlatmak için, Türk olmanın tadına varmak için, lütfen okuyun.
Bu hakiki hikayeyi aktaran, sayın Dr. Ömer Musoğlu 85 yaşındadır ve halen MODA/ İstanbul'da oturmaktadır.
Anzaklı Ömer'in Hikayesini 1957 Yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden doktor Ömer Muşluoğlu, görev yaptığı hanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:
Amerika 'ya gittiğim ilk yıllar.. New York'da Medical Center Hospital'da görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler.. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor .Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında..
-Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?" dedim.
Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı.. Kolunu açtım, baktım pazusunda bir Türk bayrağı dövmesi var. Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim:
-Siz Türk müsünüz?
-Kaşlarını yukarıya kaldırarak "hayır" manasına bir işaret yaptı.
-Ama ben hala merak ediyorum. "Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?"
-Aldırma öylesine bir şey işte, dedi.
Ben yine ısrarla:
-Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım...
Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
-Siz Türk müsünüz?
-Evet Türk'üm...."
İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı.. Anlatmaya başladı:
"Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de..Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben, Avustralya Anzaklarındanım. İngilizler bizi toplayıp dediler ki:
-Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda.. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. '
Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katıldık.. Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevk ediyormuş. Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler, orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler.
Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler gibi geceyi gündüze çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş.
Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz, bizi püskürtüyorlar.. Tekrar taarruz ediyoruz, bizi gene püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz..
Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum. Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı sarmışlar. İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok olmuştum doğrusu..
Dedim ki kendi kendime:
-'Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler, ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi.. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler..' Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla 'Yazıklar olsun bana' dedim. 'Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış' diyerek pişman oldum.. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce.. Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın *****ı bu işte.."
Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: Talihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya'dan Amerika'ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum. Peşinden nemli gözlerle
-Bana adınızı söyler misiniz? dedi.
"Ömer" cevabını verdim.
Merakla tekrar sordu:
-Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?"
-Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.
-Senin adın Müslüman adı mı?
Ben
-Evet, Müslüman adı" deyince yüzüme baktı,doğrulmak istedi. Onun yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
-Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi, şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun.
-"Olsun" dedim.
-"Peki doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?"
Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş..
-"Tabii" dedim.. "Müslüman olmak çok kolay." Sonra kendisine imanın ve İslam'ın şartlarını anlattım, kabul etti. Hem kelime-i şahadet getiriyor, hem de ağlıyordu.. Mırıldandı:
-Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden tespih çekerek Allah'ımı ansam olur mu?
Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk'ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Hemen bir tespih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih çekiyor, biz de tedavisiyle ilgileniyorduk. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti.
-Beni yalnız bırakma olur mu?"
-Ne gibi Ömer amca?
-Ara sıra gel de bana İslamiyet'i anlat!.. Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor." O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum;
"Doktor Ömer, lütfen 217 numaralı odaya gidin!
Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum, kendisine kelime-i şahadet söylettirdim, o şekilde kucağımda ruhunu teslim etti...
Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. Ne yalan söyleyeyim, ağladım... "
Madem ki; düşünceyi zindana koymayan, hakikat sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur ve adil Türkler var, üzerinde hakikatin, adaletin ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir güneş ülke neden vücut bulmasın..."
Kerpicin Etkisi
Bir inkarcı, alimin birine şu üç soruyu sorar:
1- Allah varsa bana göster.
2- Her işi Allah yaratıyor da neden suçlu ceza görür?
3- Şeytan ateşten yaratıldığı halde ona cehennem ateşi nasıl etki yapabilir?
Alim bu soruları soğukkanlılıkla dinler. Sonra da yerden bir kerpic parçası alıp inkarcının başına vurur. Başı yarılan inkarcı soluğu mahkemede alır. Hakim, alime sorar:
- Bunun başına kerpic vurmuşsun öyle mi?
- Bana üç soru sormuştu, ben sorularına karşılık kerpici vurdum.
- Nasıl?
- Anlatayım. Allah varsa bana göster demişti. Başının ağrıdığını iddia ediyorsa göstersin. İkinci olarak da her şeyi Allah yaratıyorsa suçlu neden ceza görsün dedi. Madem ki niçin beni mahkemeye veriyor. Üçüncü olarak da ateşten yaratılan şeytana cehennem ateşi nasıl etki yapar diye sordu. Cevabını aldı. Topraktan yaratılan kendisine, yine topraktan olan kerpic nasıl etki yapıyor?
Bu cevaplardan sonra alim beraat eder.
DERMAN KİMDEDİR?
Adam amansız bir derde tutulmuştu. Günden güne eriyip tükenmekte, artık Azrail Aleyhisselam'ın yolunu gözlemekteydi.
Gittiği bütün tabiplerden eli boş dönmüş, çaldığı her kapı yüzüne kapanmıştı. Yemeden içmeden kesilmiş, bir deri bir kemik kalmış, gözleri günlerdir uyku görmemişti. Bir tek, filan yerde bir hekim daha var, dedikleri vakit dizlerine biraz derman geliyor, son bir ümitle gidiyor ama oradan da bir çare bulamıyordu. Bütün hekimler ağız birliği etmişti sanki. Bu hastalığın çaresi yok, diyorlar, başka bir şey demiyorlardı.
Boynunu büküp kaderine razı olmaya çalıştığı sırada Lokman Hekim'i duydu. Kimsenin derdine çare bulamadığı hastalar onun elinden şifa buluyor, ölümün pençesinde kıvrananlar onun ilaçlarıyla yeniden doğmuş gibi oluyorlardı. O hekimlerin hekimiydi.
Adamın ne nefes almaya mecali vardı, ne de yürümeye takati. Dağların ardındaydı Lokman Hekim. Ama ne yapıp-edip, ölüm gelmeden bir de ona gitmeliydi.
Yol azığını, asasını, dostlarının dualarını aldı yola koyuldu. Mecali kalmayıp yere yığıldığı zamanlarda Lokman’ın şifalı elleriyle iyileşeceğini düşünerek tekrar kalktı. Her adımda dermana biraz daha yaklaştığını hissederek güç-kuvvet buldu. Yaklaştıkça ümidi arttı Lokman Hekim'e dualar etti, o olmasaydı ne yapardım diye düşündü, gülümsedi, yürüdü dağlar boyunca.
Lokman Hekim'in kapısına geldiğinde yolculuğunun yedinci günü bitmek üzereydi. Son bir gayretle kapının eşiğine geldi, oracığa yığıldı kaldı. Lokman Hekim onu içeri aldı, dinlenmesi için yer gösterdi. Adam kurtarıcısının yüzüne güldü, solgun dudaklarını kıpırdatıp, fısıltıyla dualar etti.
Hekimlerin Hekimi adamı muayene etti, sorular sordu, ne olduğunu anlamadığı bir şeyler yaptı. Sabaha doğru hastasını incelemeyi bırakıp alnındaki teri sildi, bir köşeye oturdu, düşünceye daldı. Adam gözlerini aralayıp yalvararak kurtarıcısına baktı. Bir güzel söz bekledi, bir ümit kırıntısı, yaşayacağına dair bir tek söz, bir tebessüm hiç olmazsa...
Oturduğu yerden yavaşça doğruldu Lokman Hekim, hastasının elini tuttu, gözlerini gözlerine dikti. Adam yalvarırcasına bakmaya devam ediyor, gözleri yaşlı, nefesini tutmuş bekliyordu.
— Evlat, dedi Hekimlerin Hocası, senin derdinin dermanı bende yok!
O anda zaman durdu sanki, hasta adam bir ah çekti, boynu yan tarafa düştü.
Öğleye doğru kendine geldi, zorlukla ayağa kalktı hiçbir şey söylemeden asasına dayanarak kapıdan çıkıp gitti. Nereye gittiğini bilmiyordu, nereye kadar gidebileceğini de... Burada, son ümidini de yok eden bu adamın yanında kalmak istemiyordu, o kadar. Ölüme gidiyordu adam.
Akşamüstüne kadar hiç durmadan yürüdü. Dizlerinde derman tükenince bir ağaca doğru sürünerek ilerledi, sırtını ağaca yasladı. O anda uyku hücum etti gözlerine, direndi. Gözleri kapanırsa bir daha açılmayacak gibi geliyordu. Biraz ilerideki koyun sürüsünü izlemeye başladı. Kuzulara baktı, annesinin etrafında oynaşan kuzulara. Gözünün önüne çocukları geldi, gözlerini aralamaya çalıştı. Peh, dedi, Lokman Hekim'miş, güya hocaların hocası!..
Kuzuları seyretmeye koyuldu tekrar. Göz kapaklarını ellerinin yardımıyla açık tutmaya çalışıyordu ki, o da ne, simsiyah bir yılan kuzularla beraber kara bir koyunun memelerinden süt emiyordu. Gözlerini ovuşturdu, daha dikkatli bakmaya çalıştı, evet öyleydi. Adam şaşkınlık ve merakla seyrederken, karayılan kara koyunun memelerinden emeceği kadar emdi, kıvrıla kıvrıla sürüden uzaklaştı, sonra ak bir taşın üstüne emdiği bütün sütü kustu.
Düşündü adam. Bu bir işaret miydi? Belki... Ölümü beklemek, ölüme gitmekten daha zordu. Sürünerek ak taşın yanına vardı, kararını verdi, yılanın kustuğu sütü içip ölecekti. Taşın üstündeki siyahlaşmış süt birikintisine baktı, bir an durakladı, sonra içiverdi. Lokman'mış, dedi, Lokman!.. Bir daha içti. Gözleri kapanıyordu, engel olmadı gözlerine, kuzulara baktı son kez, başı dönüyordu. Ak taşın üstüne yığılıp kaldı adam.
Güneşin ilk ışıklarıyla gözlerini açtı, etrafına bakındı. Akşam neler olmuştu? Ak taşa ilişti gözü, hatırlamaya çalıştı. Ölmeyi bile becerememişti.
Ağaca doğru yürüdü, eğilip asasını aldı, dönüp bir ak taşa, bir asaya baktı. Ama ağaca kadar asasına dayanmadan nasıl yürüyebilmişti? Nasıl olurdu bu? Kendini şöyle bir kontrol etti, nefes alıp verdi, bir başkalık vardı vücudunda, iyi hissediyordu kendini.
Köyüne doğru yürümeye başladı. Yürüdükçe açıldı, açıldıkça kendine geldi, asayı attı. Eskisi gibiydi. Sanki dün akşam sürünerek ölüme giden adam kendisi değildi. Elindeki çıkını fırlatıp attı, sevinç içinde köyüne, çocuklarına doğru koşmaya başladı.
O anda Lokman Hekim aklına gelince durdu, dönüp geldiği yola baktı, kararını verdi, geri dönüp onu görecekti. Hani benim derdimin dermanı yoktu, hani sen hekimlerin hocasıydın, bak işte sapasağlamım diyecekti. Sen de tabipsin öyle mi, hadi canım!.. Bak bir yılanın zehri... Yok yok, söylemeyecekti nasıl iyileştiğini, bilmesin di o kendini hekim zanneden adam. Lokman Hekim'le nasıl alay edeceğini düşündükçe dizleri daha bir kuvvetleniyor, adımları hızlanıyor, vücudu biraz daha canlanıyordu.
Lokman Hekim'in evinin önüne gelip durdu. Bu defa başkaydı, eşiğe baktı, kahkaha attı, var gücüyle kapıyı çalmaya başladı. Lokman'mış, dedi bir kez daha, daha hızlı çaldı kapıyı. Lokman kapıyı açtı nihayet, içeriye buyur etti. Adam kapıyı omuzlarcasına girdi içeri.
— Bak, diyordu vücudunu göstererek, oradan oraya zıplıyor, yerinde duramıyor, hey Lokman Hekim, diyordu, bütün dertlerin dermanı varmış sende! Bir de beni muayene etsen, hocaların hocası, hah hah ha...
Lokman Hekim adama yaklaştı, omuzlarından tuttu, dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme, tane tane konuşmaya başladı:
—Ah evlat ah, senin derdinin dermanı bende yok dedim, ben nereden bulaydım karayılanı, kara koyunu, kendi rızasıyla nasıl emzirseydim, ak taşın üstüne nasıl kustursaydım...
Adam şaşırmıştı, gözlerini yerden kaldıramıyordu, ellerine sarıldı Lokman Hekim'in, af diledi yüreği yanarak.
Dermanın sahibini bilmişti adam. Gerçek derdi bilmişti...
Made İn NizipLi
PAPAZI DÖVDÜRMEYECEKTİK
Üç arkadaş var. Bu üç arkadaş bir yaz günü yaya olarak yolculuk yapmak zorunda kalıyorlar. Biri Türk, biri Kürt, diğeri de Ermeni. Ama Ermeni olan aynı zamanda papaz. Sıcak, bir süre sonra yolda susuyorlar. Etrafta su yok. Bağların olgun zamanı. "İki salkım üzüm yiyelim de ağzımız ıslansın," diye bir bağa giriyorlar. Bağın sahibi bir Türk ama onu görememişler. "Kaç paraysa veririz," diyerek yemeye başlamışlar. Bu sırada bağın sahibi gelmiş. Bakmış üç kişi üzümünü yiyorlar. Fena bozulmuş ama üç kişiyle de başa çıkamayacağını düşünmüş. Birine bakmış, kıyafetinden Ermeni ve papaz olduğu belli. Diğerine bakmış, konuşmasından Kürt olduğunu anlamış. Üçüncüsü de Türk.
Dönmüş Ermeni'ye, "Bak bu adam Türk, yesin malımı. Benim kanımdandır. Helali hoş olsun. Bu da Kürt'tür ama din kardeşimdir. Sen niye yiyorsun benim üzümümü?" demiş. Bu laf, üzerlerine sorumluluk yüklenmeyen Türk ve Kürt'ün hoşuna gitmiş. Adam, papazı bir güzel dövmüş. Kıpırdayacak hal bırakmamış, yere uzatmış.
Bağ sahibi biraz sonra Kürt'e dönmüş. "Müslüman'sın da niye sahipsiz bağa giriyorsun. Bu adam benim kanımdan yediyse afiyet olsun, çünkü o Türk'tür. Kardeşimdir," diyerek bir güzel onu da dövmüş ve yere uzatmış. Bu durum Türk'ün hoşuna gitmiş.
Biraz sonra Türk'e dönmüş ve "Tamam anladık Türk'sün, aynı kandanız, aynı dindeniz ama sahibi olmadan başkasının bağına girilir mi?" diyerek Türk'e de vurmaya başlamış. Türk yumrukla yere yuvarlanınca Kürt'e dönmüş ve "Biz," demiş "papazı dövdürmeyecektik" .
paylaşımlar çok güzel.ellerinize sağlık devamını bekliyoruz.
TŞKLER FAKAT HEP SÖYLÜYORUM. BU İŞLER GOOGLE YAZIP BULUNP KOPYALAMA İLE OLMUYOR. ALINTI YAPILAN YERİN ADINI SON SATIRA YAZALIM. ALINTI DEĞİL ÇALINTI OLUR
HAYAL DÜNYASI
Bir insan varmış.Daima insanca yaşamak için çalışmış.Yaşadığı dünyayı değiştirmek için savaşmış.Ve başarmış da.Gerisini siz getirin çünkü böyle bir dünya ve böyle etkili bir insan ne yazık ki kalmadı...
Keşke mutluluklar,bitmeyen aşklar sadece hikayelerde olmasada gerçek yaşamda olsa sizcede öyle değil mi?
NERDE TRAK ORDA BIRAK...
FORUMUN EN KARİZMA ERKEĞİ BENİM. İTİRAZI OLAN YAZILI BEYANDA BULUNSUN( TABİ DİKKATE ALIRSAM :))
bana gelen maillerde çalıntı mı oluyor?
NERDEN ALINTI YAPILDIĞINI YAZ KARDEŞİM ZOR Bİ İŞ Mİ. ŞURDAN ALDIM ÖRNEK ŞU DERGİ ŞU SAYI ÇOK MU ZOR. MAİL FALAN AYNI ŞEY
HAYAL DÜNYASI
Bir insan varmış.Daima insanca yaşamak için çalışmış.Yaşadığı dünyayı değiştirmek için savaşmış.Ve başarmış da.Gerisini siz getirin çünkü böyle bir dünya ve böyle etkili bir insan ne yazık ki kalmadı...
Keşke mutluluklar,bitmeyen aşklar sadece hikayelerde olmasada gerçek yaşamda olsa sizcede öyle değil mi?
NERDE TRAK ORDA BIRAK...
FORUMUN EN KARİZMA ERKEĞİ BENİM. İTİRAZI OLAN YAZILI BEYANDA BULUNSUN( TABİ DİKKATE ALIRSAM :))
tamam o zaman ahmet gönderdi falan filan ok...
carlos aslında haklsın ama bızım kendı yazdıklarımız belkı kısısel goruslere ters dusebılır
Aşkı Ya Yaşarsın Yada Yazarsın...
Diyen Şair Sonra da
Ne Yaza Bildik... Ne de Yaşayabildik...
Demiş...
SaRıma LaRciverRt Ol...
http://aycu20.webshots.com/image/4299/2006253502384344929_fs.jpg[/IMG]
Kuyruk Dik Olunca
Ormanda bir fare vardı.
Havalı, kibirli, her an bir hayvana musallat olan kuyruğu dik fare.
Kuşların yuvasına pislemediği gün maymunun kuyruğu ısırır, tavşanı korkutmadığı gün tilkinin başını şişirdi.
Orman hayvanları illallah demişti farenin elinden. Bu böyle devam edemezdi…
Sonunda hayvanlar aralarında bir heyet kurup aslanı ziyarete gittiler. Ormanın kralı oydu, bir çare bulurdu nasılsa…
Ormanda bir fare vardı.
Havalı, kibirli, her an bir hayvana musallat olan kuyruğu dik fare.
Kuşların yuvasına pislemediği gün maymunun kuyruğu ısırır, tavşanı korkutmadığı gün tilkinin başını şişirdi.
Orman hayvanları illallah demişti farenin elinden. Bu böyle devam edemezdi…
Sonunda hayvanlar aralarında bir heyet kurup aslanı ziyarete gittiler. Ormanın kralı oydu, bir çare bulurdu nasılsa…
Bütün hayvanları topladı aslan. Yaşlı kaplumbağayı dinlediler önce, sonra zürafayı, sonra tavşanı, maymunu, ağaçkakanı, yılanı, hatta diğer fareleri… Sözü en son kedi aldı:
-Saygıdeğer kralım, dedi bıyıklarını burarak, bu işi bana bırakın. Bir onunla ta ezelden düşmanız.
Aslan diğer hayvanlara baktı, ne dersiniz, diye soruyor gibiydi. Olur manasına başlarını salladılar.
Kedi göğsünü gere gere yeni görevinin başına gitti. Herkes olacakları beklemeye koyuldu.
Fare bir ağacın altında, olanlardan habersiz, planlar kurmakla meşguldü. Kuyruğunu dikmiş kendi kendine konuşuyor, sinsi sinsi gülüyordu. Kedi yavaşça yaklaştı arkasından. Doğrusu bu işin kolay olacağını o da beklemiyordu. Avına sessizce yaklaştı, pençesini kaldırdı, o da ne?! Bu farenin ensesinde gözü vardı sanki. Kedinin gölgesini gören fare şimşek hızıyla fırladı. Önde kaçarken bile kuyruğu havada bir fare, arkasında görev aşkıyla yanan azimli bir kedi. Görülmeye değerdi doğrusu.
O köşe senin, bu ağaç benim; o kayalık senin, bu kovuk benim, öyle bir koşturmaca ki!..
Nihayet düz bir ovaya geldiler. Fare sağına baktı, soluna baktı, kaçacak yer yok. Karşıda otlamakta olan bir inek gördü. Bütün kuvvetini toplayıp, ineğin yanına doğru koşmaya başladı. Nefes nefeseydi. Az önceki sıçrayışında biraz daha ağır kalsa, neredeyse dik kuyruğunun ucundan yakalanacaktı. Can havliyle bir yandan ineğin yanına koşuyor, bir yandan da, dur sen, diyordu, bir kurtulayım neler yapacağım sana, dur sen!..
Nihayet ineğin yanına ulaştı fare. Yalvardı, yakardı, beni sakla diyerek. Ne derse desin inek kabul etmiyor, senden az çekmedim, diyordu, ne halin varsa gör!
Türlü diller döktü, ağladı.
-Ben ettim sen etme inek kardeş, diyordu, şu kedi belasından bir kurtulayım, beni sen bile tanıyamayacaksın. Nasıl akıllı-uslu olacağı bir bilsen… Hem bir düşünsene, kuyruğu dik fare ve inek… Asırlar sonra bile bizi anlatacak kitaplar.
Sonunda;
-Peki peki, dedi inek; uzatma da geç şöyle arkama,
Ve farenin üstüne ‘şey etti’.
Kedi ovaya vardığında acınacak haldeydi. Ayakta duracak hali kalmamıştı zavallı hayvanın. Hemen sağa-sola bakınmaya başladı. Dümdüz bir ovaydı burası ve karşıdaki inekten başka kimsecikler yoktu. Belki de bu inek fareyi görmüştür diye düşündü. Son takatini toplayarak ineğin yanına geldiğinde, bir şey sormasına gerek kalmamıştı. Kedi gülmeye başladı.
Manzara şöyleydi: Dümdüz bir ova, bir inek, ineğin hemen arkasında taze ‘şey’ kümesi, onun içinde dik bir kuyruk…
Yavaş yavaş yaklaştı kedi, kuyruğundan tuttuğu gibi fareyi parçalayıverdi.
Hazreti Mevlana bu hikayeden üç şey anlamak lazım diyor:
Bir: Sana her ‘şey’ atan senin düşmanın değildir.
İki: Seni ‘şey’den çıkaran herkes dostun değildir.
Üç: Bu kadar ‘şey’in içinde kuyruğu dik gezmenin alemi ne?"
Serdar Tuncer
Satır Arası Hikayeler
Konu cafe15 tarafından (07.05.07 Saat 19:44 ) değiştirilmiştir.
Yolda karşılaştığımızda,ezan okuyordu.
__Gel seni camiye götüreyim,dedim.Bugün cuma biliyorsun.Alaycı bir tavırla: Ben camiye gitmem!...dedi.Boşuna ısrar etme.
__Peki, dedim.Neden direniyorsun?
___Ne bileyim olmuyor işte!...diye karşılık verdi.Belki çevreninde tesiri var.Hem pantolonumunütüsü bozulup,dizleri aşınır diye korkuyorum dedi..İster istemez gülerek:
__Herhalde şaka yapıyorsun,dedim.Bunun için cami terk edilir mi?
__ciddi söylüyorum!..dedi.Giyimime çok düşkün olduğumu bilirsin.Özellikle yeşil giydiğimi de...Gerçektende öyleydi.En lüks mağazalardan aldığı elbiselerini yeşilin farklı tonlarından seçer ve her zaman jilet gibi ütülü tutardı.
__Hayatında hiç camiye gittin mi?diye sorduğumda:
__Çocukken dedemle gittim,fakat artık gitmeye niyetim yok!...Söyledikleri beni çok şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmişti.Daha sonra el sıkışıp ayrıldık.Onunla sohbetimden iki ay sonra, kendisinin camide olduğunu söylediler.Hemen gittim.Bahçedeki namaz saflarının en önündeydi ve üzerinde yine yeşiller vardı.Yavaşça yanına yaklaştım ve kısık bir sesle
__Hani? dedim.Camiye gelmeyecektin? Hiç sesini çıkartmadı.
Çünkü musalla taşının üzerinde,yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu.
ALINTI:http://www.cafeonbes.com/modules.php...ewtopic&t=2860