ilğinize bende teşekkür ederim...yolum nizibe düşerse ..sizlere kıtabın kendisini getiririm işallah
SİZDEN RİCAM RESİM GALERİME RESİM ATAMIYORUM ORADA BİR PROBLEM OLDU GALİBA ...İŞLEM İPTAL YAZIYOR .DÜZELTEBİLİRSENİZ SEVİNİRİM
ilğinize bende teşekkür ederim...yolum nizibe düşerse ..sizlere kıtabın kendisini getiririm işallah
SİZDEN RİCAM RESİM GALERİME RESİM ATAMIYORUM ORADA BİR PROBLEM OLDU GALİBA ...İŞLEM İPTAL YAZIYOR .DÜZELTEBİLİRSENİZ SEVİNİRİM
Konu senelbenlier tarafından (05.07.09 Saat 20:00 ) değiştirilmiştir.
152-153-154
Okumak için Kanada’ya gitmiş sevdiği ve gidiş o gidişmiş. Ne bir mektup ne bir haber alabilmiş bir daha ondan ve ona şiirler yazıp durmuşmuş.
Gün gelmiş, babası bir kaza sonucu ölmüş, amcaları ve akrabaları o koca serveti har vurup harman savurmuşlar, kendisi de yaptığı tahsil sayesinde öğretmenliğe başlamış. Tek başına ayakta durmaya çalışırken, ufak bir memur olan kocasıyla tanışmış ve evlenmişler. Kocası çok iyi bir insanmış. Melek hanımın daha önce yaşadığı gönül bağını ona anlatması sonunda, onların sevgisine saygısından, ilk oğullarının adının “Selim konulmasını da kendisi istemişmiş. Öylesi iyi bir insan...
Gerisini zaten önceden biliyordu Sevgi...
Melek hanımın gönül hikayesinden çok duygulanmış ve çok değerli sonuçlar çıkarmıştı Sevgi. “Düşüp kalkmaz bir Allah” sözü hem kendine hem de onun hikayesi bittiğinde ağlamaklı bir yüzle ona bakarken boynuna sarılıp teselli etmeye çalıştığı Melek hanıma ne kadar da uyuyordu...
Sevgi ömür boyu aklından çıkarmadı bu benzerliği.
Yıllar yılları kovaladı. Yine mutlu bir kutlama yemeğinde eksiksiz masadaydılar. Sevginin içi içine sığmıyordu. Melek hanım ise bir abide gibi gururla karşısındaydı Sevgi’nin. Nasıl olmasın... onun lise bitirmiş bir yetişkin kızı vardı artık.
Melek hanım ısrarla komşu oğlu Sedat’ın da yemekte bulunmasında ısrar etmiş, onu da sofrada aralarına almışlardı.
Melek hanım sezdirmeden kendisinden sonra Sevgi’yi emanet edebileceği sağlam insanı belirleme derdindeydi.
Aşk ve Hüzün
Ertesi gün baloya gidecekti. Melek hanımın, o giymeye kıyamadan katlayıp kaldırdığı şahane elbisesiyle üstelik... nasıl sükse yapacaktı kim bilir. Bu duygularla uykuya daldı.
Ertesi gün kahvaltısını yapar yapmaz banyoya koştu. Giydiği elbise gibi, teni de pırıl pırıl olmalıydı. Soyunurken yüksek sesle şarkı mırıldanmaya başladı. Sesi dışarıya Fatma hanım ve melek hanımın kulaklarına kadar ulaşıyordu.
Bir ara Fatma hanım banyonun kapısına yaklaşıp, “Sesin de çok güzel çıkıyor, banyodan mı, yoksa, söyleyenin sesi mi güzel!” diyerek ona takıldı. Sevgi içeriden, “Fatma teyze lütfen benimle dalga geçme!” diyerek kesti şarkı söylemeyi ve boy aynasının karşısında çıplak vücudunu seyre daldı. Göğüsleri iyice çıkmış, harika vücuduna bakıp annesini hatırlamıştı. Tıpkı annesinin vücuduydu aynada gördüğü. “Ne güzel kadındı annem... aah nerelerdesin kim bilir?” diyerek kendini sıcak suyun altına bıraktı. Bir ara aklına genç kızların ve erkeklerin öpüşmeleri geldi. Hayalinde sevdiği birisiyle öpüşüyormuş gibi düşündü kendisini. Başını kaldırıp, ilk sıcak su dudaklarına değdiğinde içini korkulu bir ürperme sarmış ve bunu hayal etmişti.
Düşüncelerinden utandı. İki yanağının kızarmış olduğunu, sıcak sudan daha sıcak hale gelmiş olduğunu anlayınca daha da mahcup hissetti kendini. Sarıldı havlusuna çıktı duştan.
Balo bir alemdi. Bütün kızlar saçlarını yaptırmışlar, sanki güzellik yarışmasına hazırlanır gibi bir hava vermişlerdi kendilerine. Ama, sevgiye göre hâlâ çocuk oldukları her hallerinden belli ediyordu kendini. Sevgi, onların arasında daha göz dolduruyor, tüm salonun ilgisini çekiyordu.
Gençler ön masalarda, aileler arka masalarda guruplaşmışlar, o güne has bir serbestlikle ve hayranlıkla çocuklarının ilk danslarını seyre dalmışlardı.
Bazı kızlar erkek kardeşleriyle, bazıları komşu çocuklarıyla, bazıları da akraba çocuklarıyla dansa başladılar. Sevgi kalakalmıştı ortada. Sedat onunla girmemiş salona, her zaman yaptığı gibi, yine onun çıkışını bekliyordu dışarıda. Bir ara “Sedat yanımda olsa” diye geçirdi içinden.
Tam o sırada, uzaktaki ailelerin oturduğu masalardan, bir genç çocuk kalkıp yanına geldi ve onu dansa kaldırdı. Hiç tanımadığı, çok yakışıklı bu genç’e hayır denmesi mümkün değildi. Hele yalnız kalmışken...
Bir anda bir heyecan sarmıştı tüm vücudunu Sevgi’nin. Çünkü bütün salon onlara bakıyormuş gibi gelmişti o an kendisine.
Alp... çocuğun adı Alp’ti. Ve gerçekten salon onlara bakar oldu bir süre sonra. Kızlar ara da bir yorulup oturmalarına rağmen onlar hiç oturmadan danslarına devam etmişlerdi çünkü.
Alp, Galatasaray lisesini bitirmiş, babasının şirketinde yöneticilik yapıyordu. Kız kardeşi havai bir tipti. Kardeşiyle dans etmemiş hiç, sınıfındaki bir erkek arkadaşıyla bir gizli köşede oynaşıp duruyor, salona bakmıyordu bile. Abisini de ailesine karşı göstermelik olarak kendine refakat için epey zorlamıştı.
Bunları dans sırasında kardeşini gözleriyle işaret ederek anlatan Alp, hiçbir soru sormaya gerek olmadan, sayıp dökmüş Sevgi’ye ve sonunda, “Kader işte, senin gibi bir kraliçeyle tanışmak nasipmiş” diyerek, Sevginin “ilk genç kızlık duyguları”nı şaha kaldırmıştı.
Alp, dans ederken bir yandan da, içinden, “nasıl olur da bir lise öğrencisi bu kadar gelişmiş olur!?” düşünüyordu. Çünkü kollarına aldığı melek diğer kızlardan daha olgun ve attığı adımı bilen biri olduğunu her halinden belli ediyordu.
Sevgi de bu denkliğe, içinden “Kader işte... okula ara vermem bu gencin bana ilgi duymasını sağladı” diye düşünüyordu.
Bu karşılıklı düşünceler ve o düşüncelerin kafalarındaki yorumu her ikisinde de dansı sıradanlıktan çıkarmıştı. Onlar yüreklerinde kıpırtılar başlayan iki gençtiler artık...
Alp unutmadı Sevgi’yi. Sevgi de Alp’i... birbirlerini sık sık aradılar. Gizlice buluşmaya başladılar. Evlenmeye karar vermeleri epey sonra oldu:
Bir yaz kampı düzenlemişti okulları. Kızlar heyecanla katıldılar. Okulları disiplinli bir okuldu. Ailelerden izin almak, ya da aileden bir refakatçiyle katılmak zorunluluğu vardı.
Sevgi yalvar yakar Melek annesinden izin kopardı. Alp zaten hep Sevgi’nin katılıp katılamayacağını kolluyordu. Kız kardeşine kendisi değil, kendisi kız kardeşine muhtaçtı bu sefer. Sevgi’nin izin alamadığını bilmesine rağmen-her ihtimale karşı-kardeşine refakat etmeyi, ailesine karşı-güya zorla-kabul etmiş ve yazdırmıştı adlarını.
Tam onlar listeye yazıldıktan iki gün sonra Melek hanımdan Sevgi’ye izin çıktığını duymasıyla da ne kadar isabetli karar vermiş olduğunu anlayıp havalara uçmuştu.
Kampçıları yolcularken yürekler pırpırdı herkeste. Sedat, otobüse binerken boynuna sarılan Sevgi’ye ne kadar yakın ve ne kadar uzak olduğunu düşünüp içi titredi. Yolcular arasında Alp’i de görünce başı döner gibi oldu. Kendisiyle o zengin ve yakışıklı çocuğu tarttı.
157-158-159-
Sevgi’nin gözü yükseklerdeydi. Hakkıydı da. Kendini öfkeye kaptırmadan bir kardeşmiş gibi davranışını sürdürmeliydi. Dudaklarını ısırdı, gözlerinden akacak yaşı durdurmak için ne yapacağını bilmez halde, aklına başka şeyler getirmeye çabaladı. Sevgi görmemeliydi içine akıttığı göz yaşlarını.
Otobüs hareket edince bırakıverdi kendini. Sevgi’nin göremeyeceği bir uzaklıkta, ardından dökülen göz yaşlarından haberi yoktu.
Arabadakiler pür neşe gülüyor, eğleniyorlardı. Alp başka birisinin yanında, ön sıralarda oturuyordu. İlk mola verildiğinde arkadaşıyla yer değiştirip Sevgi’nin yanına oturdu. Sevgi onun yanına oturuşunun kendisini çok mutlu ettiğini belli etmemeye çalışıyordu. Alp, “seninle konuşmak istiyorum. Dinle beni ne olur” deyince, Sevgi anlamamış gibi, “benimle mi?” diye sordu ona Alp açıldı:
“Balo gecesinden beri seni unutamıyorum. Yok... yok; hiç cesaret edemeyeceğim. Bunu denemektense, kederden eriyip bitmek daha iyi..” diyerek sustu ve çekingen bir şekilde düşünmeye başlayınca Sevgi, onun tekrar konuşmaya başlayacağı anı sabırsızlıkla bekledi. Ama, onun konuşmasını sağlayacak cesareti de vermiyordu ona. Baktı ki Alp’te tık yok, mecbur kaldı:
“Biliyorum Alp, beni seviyorsun. Ben de seni beğeniyorum. Ama ben tahsilime devam etmek istiyorum. Doktor, ya da avukat olacağım.”
Alp’in heyecanı birdenbire geçmişti. Sevdiği tarafından beğenilmek dilini çözmüştü birden:
“Tamam, dediğin gibi olsun. Ben de tahsilime devam ederim. Ama hep beraber olalım. Ben senden bir dakika bile ayrı kalmak istemiyorum. Bu arada da Sevgi’nin ellerini avuçlarının içine almıştı.
Sevgi içinden kurtarmayı düşündüğü ellerini bir türlü çekemiyordu. Beyni istiyor, ama ellerine sanki Alp’in ellerinden geçen bir elektrik varmış gibi bir türlü hareket ettiremiyordu. Bir iki saniye içinde Alp’in elinden geçen tarifsiz elektrik Sevgi’nin tüm vücudunu sarmıştı.
Alp’in nihayet aşkını itiraf etmesi yolculuklarını bulutlar üzerinde yapıyorlarmış duygusu veriyordu.
İlk hayallerini yol boyu kurdular birlikte.
Yolculuk bitip, otele yerleşince ilk birlikte atladılar havuza. İlk yemeklerini aynı masada yediler.
İkinci gün programında çevreyi tanımak amacıyla bir piknik düzenlendi. Otel bir tepe yamacındaydı. Arkası orman, önü deniz, bu harika ortam kanlarını kaynatıyordu.
Piknik sırasında birden hüzünlendi Sevgi. Alp heyecanla ona çevrenin güzelliğini gösterirken Sevgi’deki bir iki dakikalık bu durgunluğu hissetmedi bile. O coşkuyla daha önceleri gelip görmüş olduğu bu yerleri yeniden yeniden ballandırırken, Sevgi Ahmet ve annesiyle yaptıkları kış pikniğini aklından geçiriyordu.
Ama Sevgi, onu dinler gibi yapıp yeniden o eski günlerin verdiği hüzne daldı. Bu sefer o manzara içinden annesinin kayıp gitmiş olduğunu düşündü ve gözlerinden gelen yaşları tutamadı. Alp Sevgi’nin başını avuçlarının arasına aldığını görünce, merakla eğildi ona doğru.
Sevgi toparladı kendini ve göz yaşlarını ondan gizlemeyi becerdi.
Tepeden aşağıya şırıl şırıl akan incecik dere, kuş sesleri, önlerinde sağlı sollu tepelerde uzaktan oyuncak evciklermiş görünen köyler’in güzelliği anlatılır gibi değildi.
Pikniğin en keyifli zamanında birden bulutlar sardı göğü ve ilk yağmur damlası arkasından hemen sağanak başladı. Alp, “Karadeniz böyle işte sevgilim” dedi.
Sevgi’ye bir erkek ilk kez Sevgilim diye hitabediyordu. İçi bir tuhaf oldu. Ürperdi ve hemen toparlanıp bayır aşağı koştular otele doğru...
Sırılsıklam otele döndüler kafileyle birlikte.
O günden sonra mümkün olduğunca gizli köşeleri seçip baş başa kalmaya özen gösterdiler. Buna fırsat bulmak kolaydı. Üçü çıkıyorlar birlikte, Alp’in kız kardeşi, beraber olmaya can attığı sınıf arkadaşlarına koşuyor hemen ve onları yalnız bırakıyordu.
Havanın sıcaklığı, denizin kokusu onları kışkırtıyor ve doyasıya öpüşüyorlardı.
Otele döndükleri bir gün, öpüşmeye doyamamış olan Alp, kalabalığın arasında sevginin beline iyice sarılmış ve yanağına bir öpücük kondurmuştu. Allahtan bu hallerini gören oteldeki yabancı müşterilerdi. Sevgi onu itmiş, Alp ise hiç oralı olmamıştı.
Tatillerinin son gecesiydi. Alp Sevgi’nin kapısını tıklattı. Akşam son gece eğlentisi vardı. Biraz erkence gelip, onu son bir kez daha öpüp de götürmek istiyordu Alp.
Kapı yavaşça açıldı. Sevgi, en çok sevdiği gri elbisesini giymişti. Hafif bir makyaj yapmış, altın sarısı saçlarını serbest bir topuz yapmıştı. O kadar güzeldi ki, Alp kendini tutamadı. İçeri girer girmez sarıldı ona. Sanki yıllardır görüşmeyen iki sevgili gibi uzun uzun öpüştüler. Her ikisi de alev alev yanıyorlardı.
Bir saate yakın odada yalnız kaldılar. Herkes eğlenti hazırlığı telaşındayken onlar her şeyi unutmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi.
Sevgi doğruldu bir ara saate baktı:
“Gördün mü şimdi geç kalacağız! Bak saçımı da bozdun!” diyerek aynaya baktı.
O saçını başını düzeltmeye çalışırken Alp hala hızını alamamış onu onu yanağından, ensesinden kulağından öpmeye devam ediyordu.
Bir ara kapı vuruldu. Neşe kapıdan seslendi:
“Hadi Sevgi... geç kalıyoruz!”
Kapıya çıktıklarında ikisinin de yanakları kıpkırmızıydı.
Neşe durumu anlamış, bozuntuya vermemiş ama, hafif gülümsemekten de kendin alamamıştı.
“Şimdi ancak arka masalarda yer bulabiliriz” diye laf katarak araya durumu kurtarmalarına yardımcı oldu.
Üçü aynı masaya oturdu ve koyu bir sohbete daldılar. Neşe adı gibi, neşeli bir kızdı. Hem gülüyor hem onları güldürüyordu. Bir ara neşeyi bir arkadaşı çağırdı. Alp kendilerinden uzak bir masada oturan kız kardeşini şöyle bir kontrol ediyormuş gibi yaptıktan sonra Sevgi’yle yalnız geçireceği son gecenin tadına varmak için döndü tekrar ona. Sevgi durgunlaşmıştı birden. Alp’i de bir hüzün sardı. Her ikisinin de aklından geçen yarın ayrılık günü olduğuydu.
Duygusallaştı, göz göze bakarak düşünmeye başladılar. Sanki dokunsan ağlayacak gibiydi ikisi de...
iyi okumalar
161-162-163-
Piyanist dokunaklı bir parça çalıyordu. Sevgi, onun mavi gözlerine dalmış, donmuş gibi duran Alp’e uzattı elini.
“Hadi gel... dans edelim!”
kalktılar. Birbirlerine sıkıca sarılıp, kendilerini müziğin ritmine bıraktılar. Sevgi başını onun omzuna koymuştu. Alp onun kokusuyla karışan parfümünü içine derin derin çekti. Ciğerlerinde hep bu koku dolaşsın istiyordu. Tanrı onları birbirleri için yaratmıştı sanki. Aşklarının son bulmasında korkuyordu. Uçacakken yakalanmış ve ayni kafese konmuş kuş gibiydiler.
Müzik bitince dışarı çıktılar. Serince bir hava vardı. Ay ışığı denize vurmuş, minik dalgalar üstende oynaşıyordu. Sahil oldukça kalabalıktı. Üşüyen sevgi Alp’in koltuğunun altına sokuldu. Alp hiç konuşmamış dans boyu hep düşünmüştü. Sevgi’nin sığınacak bir kanat istermiş gibi ona sokulması dilini çözdü:
“Dün gece hiç uyumadım. Kendi kendimi yedim durdum. Yarın dönüyoruz. Eve gidince aileme açılacağım. Uzunca bir tahsili falan boş verelim. Zaten biraz geciktik. Hemen nişan yapalım.”
Hiç sesini çıkarmadı Sevgi. sanki sevdiğinin koltuk altında uyumuş kalmıştı. Ama, duymuş ve tartıyordu kafasında. Melek anne ne diyecekti bu duruma....
“Ne diyorsun Sevgi... bir şeyler söyle!” demesiyle, başını kaldırıp, “şimdi bu gecenin sihrini bozma lütfen... sonra konuşuruz bunları” dedi.
Alp Sevgi’nin çenesini tutup kaldırdı ve “sana son bir kez daha bakayım...” dedi ona.
Sevgi ağlamaklı, üzgün ona baktı. Konuşurken dudakları titriyordu:
“Seni sık sık düşüneceğim.”
“Sonsuza kadar ayrılmamalıyız!”
Otele döndüklerinde ay bulutlara gömülüp kaybolmuş bir iki saat sonra doğacak olan güneşe yer açmıştı.
Dönüş yolculukları başlarken. İstanbul’dan çıkarken titreyerek ürkekçe tutaşan eller birbirine kenetli bir şekildeydi ve yolculuk boyu öylece sürdü.
Herkes yemek molasına iniyor, onlar el ele otobüste öylece oturuyor ve akıllarından geçen binbir zorluğu nasıl yeneceklerini düşünüyorlardı. Alp ailesini, Sevgi melek annesini nasıl ikna edeceklerinin derdindeydiler...
Sevgi bir ara gözünü yumdu. Alp’in evlilik kararını verirken odada dolaşmasını, derenin şırıltısını duyarak, kuş sesleri arasında öpüşmelerini, hele son akşam yemek öncesi ateşli sarılışlarını gözünün önünden bir daha geçirdi.
Hiç konuşmadılar neredeyse. Arkadaşları şarkılar söylüyor, birbirlerine tempo tutuyorlardı. Sevgi ile Alp için ise, bakışmak, konuşmaktan, şarkı söylemekten daha güzeldi...
Yine o bildik kavuşma yaşandı Melek hanımın evinde. Yine bildik şenlikler... Ama Sevgi eski sevgi değildi artık. Melek hanımın kampla ilgili sorularına sıradan cevaplar veriyor, anlatırken çokluk gözlerini kaçırıyor ondan, sırası gelmeden verdikleri evlilik kararını açık etmek istemiyordu. Ama, yılların eğitimcisi Melek hanım ondaki değişikliği sezmişti...
Bu arada Sedat Sevgi’deki değişikliği aylar önce sezmiş, korkular yaşamayı hayatının bir parçası gibi kanıksamıştı. Onun Alp’le balodan birlikte çıkışları sırasındaki vedalaşmalarındaki samimi davranışlarla gördüğü günden beri yüreğine saplanmış bir hançerle yaşıyor gibiydi. Kamp dönüşünde iyice emin olmuş ve Alp’le Sevgi’nin evlilik kararına giden yolda olduklarını görmüş ve sonunda umudunu kesmişti.
Melek hanım sevgili kızını birden üstüne giderek üzmek istemiyordu.. ama, hiç sezdirmeden gizli gizli söyletmeye çalışıyordu Sevgi’yi.
İlk günlerde hiç sesini çıkarmadı. Kamptan dönmüş, henüz ders çalışmaya başlamamış olduğunu anlayışla karşıladı bir süre. Ama sudan bahanelerle sık sık dışarıya çıkması ve yanına da refakatçi olarak Sedat’ı almıyor oluşundan pirelendi.
Bu arada Sevgi Alp’le sık sık buluşuyordu. Alp ailesine durumu açtığını söylediğinde Sevgi, hayatını en ince detaylarına kadar anlattı ona ve “şimdi kararını yeniden gözden geçir ve beni ailenle tanıştırmaya öyle götür” diyerek ona kararını sordu.
“Benim için önemli olan sensin... aramızdaki sevgi.” demesiyle boynuna sarıldı onun ve “acaba ailesi de böyle düşünür mü?” diye geçirip içinden hayatının en büyük korkusunu yaşadı.
Melek hanım söyletti Sevgi’yi sonunda. Daha doğrusu Sevgi Melek hanımın kendisini söyletmesine fırsat yarattı. Çünkü Alp onu ailesiyle tanıştırmayı ayarlamıştı. Melek hanımdan gizlemesi artık mümkün
iyi aksamlar
164-165-166-
değildi...
Melek hanım, tahsilini bırakmayı düşünen eserine bıkmadan usanmadan, her fırsatta nasihatler verdi. Nasihatler kar etmedi Sevgi’ye...
Son karar: Sevgi tahsilini bırakacak, Zengin bir aileye gelin gidecekti.
Üniversite sınavlarına çok az kalmıştı. Sevgi üniversite sınavlarına girmedi. Çaresiz kalan Melek hanım Alp’in Sevgi’yi ailesiyle tanıştırmaya götüreceği günün bir gün öncesi, gece yarısı, son bir defa daha onunla konuşmaya karar verdi:
“Çok çalıştın. Bir yıl dinlenmeni ben de istiyorum. Ama demir tavında dövülse daha kolay olurdu. Olsun ama, sen azimli bir kızsın... gelecek yıl da kendini hazırlar üniversiteye girersin. Mesele buna senin karar vermen. Bu ihtimali hep kafanda tut. Benim yaşadıklarımı aklına getir. Babamın servetine güvenip tahsilime devam etmesem ne yapardım...”
Sevgi havalarda uçuyordu. Tahsil falan uçup gitmişti kafasından. Ama yine de onu dikkatle dinledi:
Alp’in ailesini tanıyordu Melek hanım. Servetlerine güç yetmez, köklü ve havalı bir aileydiler. Olabilecek tüm sakıncaları sıraladı Sevgi’ye:
“Sen bakma o gencin duygularına. Ben tecrübeliyim. Çünkü onların içinden, aynı şartlarda yaşadım. O insanları, düşüncelerini sana ezbere söyleyebilirim. Olacakları biliyorum. Seni aralarına gelin olarak almazlar. Onların sevgi anlayışları, kitaplarda yazıldığı, filmlerde gösterildiği gibi değildir. Hayal kırıklığına uğrayacak, yıkılacaksın... İdeallerini yıkmaya değip değmeyeceğini iyi tart! Ve yarın bu saatlerde dizime kapanıp ağladığında, güçlü olmaya ve daha önce kendine çizdiğin yolda yürüyeceğine dair bana şimdiden yemin et!” diyerek ve ondan söz alarak gönderdi yatağına.
Sevgi yatak odasında, Alp’in hayali gözünün önünde, Melek annesinin dediklerini düşünüyor ve “Alp’e ve aşkımıza güveniyorum” diye mırıldanarak içinden, Melek annesinin kucağına yarın gece sevinçle koştuğu an o Melek yüzünün daha da melekleşeceğinin düşünü kuruyordu.
Alp, ertesi gün Sevgi’yi almaya geldiğinde, Melek hanımın elini öpmek için eve girdi. Dış merdivenin ilk basamağından başlayarak, güzel kıyafetiyle bir kelebek gibi, Alp’in elinden tutarak onu koşturup Melek hanımın karşısına dikmiş olan Sevgi, gururla ikisine bakıyor ve ikisiyle de övündüğünü yüzünden belli ediyordu.
Melek hanım elini öpen bu insanüstü yakışıklı genci görünce, ben genç olsam ben de sana aşık olurdum. Maşallah kibar, güzel evladım. İnşallah mutlu olursunuz!” demekten kendini alamadı.
Sevgi, “gördün mü!” der gibi, her ikisinin de yüzünü bir süre süzdükten sonra onlara birer kahve getiren Fatma hanımın yüz ifadesini de süzmeye başladı.
Epey konuştular Melek hanımla Alp. Genç adam kapıya yönelirken Sevgi dönüp elini öptü Melek hanımın ve onun ipekleşmiş sesinden, kulağına fısıldadığı, “Sağlam bir genç ve seni yürekten sevdiği belli. Ama, yine de dün akşam dediklerimi ve verdiğin namus sözünü sakın ha sakın unutma!” diye kulağına fısıltıyla tembihleyen sözlerini gözlerine bakarak ve gülümseyerek dinledi.
“Elbisen çok güzel... harika görünüyorsun, unutma!” diyerek onu cesaretlendiren sözlerini de duyduktan sonra güvenle elinden tuttu Alp’in.
Arabaya bindiklerinde sevinçle gülüşüyorlardı ikisi de. Sevgi Alp’in melek hanımla konuşurkenki hallerini taklit ediyor, ona takılıyordu. Alp de onun o heyecanlı, şaşkın halini aklına getirip gülüyordu.
Alp’in evinin önüne geldiklerinde heyecanlanma sırası Sevgi’ye gelmişti.
Ev o kadar büyüktü ki, Sevgi ürktü birden. Arabadan indiler. Bahçe içinde kocaman bir villa... yabancı kokusu alan köpek havlamaları bir kat daha artırdı Sevgi’nin korkusunu.
Alp elinden tutup Sevgi’nin, adeta sürükler gibi eve doğru götürdü. Sevgi o kadar şaşkındı ki, neredeyse yürümeyi unutmuştu.
“Hadi sevgi, yürü! Önüne bak canım, şimdi takılıp düşeceksin” diye onu acele etmesi için sıkıştıran Alp olmasa neredeyse, öylece donup kalacaktı. Muhteşem evi dıştan seyrederken, “acaba içi nasıldır ki!” diye aklından geçirdi bir an.
Kapıyı evin hizmetkarı açtı. Tahmin ettiği gibi, içerisi sanki bir saraydı. Sevgi nereye bakacağını şaşırmıştı. Duvarları süsleyen pahalı oldukları belli tablolar, yerde muhteşem halılar, tavanda ışıl ışıl avizeler ve daha neler neler... hele o pirinç oymalı mobilyalara vişne çürüğü kumaşlar ne güzel uymuştu. Perdeler bu dipten tavana muhteşem tabloyu insana huzur verecek bir şekilde tamamlıyordu.
167-168-169-
Alp Sevgi’yi hafifçe belinden kavrayıp öne sürerek salona götürdü:
“Merhaba, anne... baba, işte size Sevgi’yi getirdim” diyerek onu takdim etti.
Şimdi kızarıp bozarma sırası Sevgi’ye gelmişti.
“Nasılsınız efendim...” diyerek ellerini öptü. Gösterilen yere oturdu. Eğer biraz daha ayakta kalsaydı bayılıp düşecekti.
Alp’in annesi Mine hanım ve babası İhsan bey Sevgi’yi süzdüler bir iki saniye. Her ikisi de böyle bir güzel kız olacağını düşünmemişlerdi doğrusu.
“Hoş geldin kızım” derlerken şaşkınlıklarını belli ettiler.
“Alp senden hep bahsederdi. Demek tanışmak bu güne kısmetmiş” diyerek söze girdi İhsan bey. “Maşallah! Maşallah!” dedi Mine hanım ve hemen ardından onu sorgulamaya başladı. Arkası arkasına, onu sınavdan geçirir gibi sorular soruyordu. Alp de arada lafa giriyor, ortalığı yumuşatmaya çalışıyordu.
Mine hanım kendi ailelerinin ne kadar asil ve köklü olduğundan, nice asil ailelerin Alp’e kızlarını vermek için can attıklarından ve servetlerinin çokluğundan bahsediyordu hep.
Bu sıralamadan sonra kritik sonuç belirleyici-kendince- asıl önemli sorularını sıraladı:
Sen kimlerdensin kızım? Annen baban kim? Sülalenize kim derler?”
Sevgi, “Şey efendim!..” diye başladı sözlerine:
“Benim babam subaymış. Şehit olmuş.”
“Öyle mii!?”
“Peki anneniz!?”
“Öldü efendim.”
Tam bu sırada Alp lafa girdi:
“Anne, karnımız açıktı. Yemek yiyelim... konuşmanıza sonra devam edersiniz!”
“Dur oğlum, beni sıkboğaz etme!”
“Hadi be anne! Yemekten sonra...”
o ana kadar sorgu sualden uzak, hep susup dinlemiş olan İhsan bey de Alp’in düşüncesine katıldığını söyleyince, beraberce kalkıp yemek masasına ilerlediler.
Masa muhteşemdi. Kaşık, tabak, peçeteler dahi birbirine uyumlu renkteydiler.
Alp bir sandalye çekerek Sevgi’nin oturmasına yardım etti.
Evin iç hizmetçisi çorba servisine başladığında Sevgi’nin elleri titriyordu.
İhsan bey Mine hanım kadar acımasız görünmüyordu. Daha hoş sohbetti. Masada Sevgi’nin güzelliğine iltifatlar ediyor, ona şakalar yapıyordu. Alp de bu arada Sevgi’yle nasıl tanıştıklarını anlatıyordu. Baba-oğul gelin adayı üçlüsünü izleyen Mine hanımhiç sesini çıkarmıyor, pusuda avını bekleyen kedi gibi, gözleri Sevgi’nin üstünde öylece duruyordu.
Nasıl olduysa, bir anda oluşan sessizliği fırsat bulup konuştu:
“Demin sohbetimiz yarım kaldı. Siz kimin yanında kalıyorsunuz!?”
“Melek hanımın... beni o büyüttü efendim”
“Önce neredeydin peki!?”
işte ne olduysa o an oldu. Sevgi ağzındaki lokmayı yutamadı. Yutkundu bir iki sefer ve “bir yuvada kalıyordum efendim” deyiverdi.
Bunu duyan mine hanım elindeki kaşığı hışımla masaya fırlattı ve oğluna döndü:
“Teessüf ederim Alp!! Bana bula bula, baldırı çıplak, servet avcısı, besleme, ne idüğü belirsiz bu kızı mı buldun!!?”
“Anne, rica ederim... lütfen otur!”
“Hayır efendim!! Çabuk bu kızı geldiği çöplüğe geri götür! Haddini bilsin, yoksa ben bildiririm!! Bekçiyi çağırır dışarıya attırırım onu!”
Sevgi ayağa kalkmış, yüzünü avuçları arasına almış, ağlaya ağlaya salonu terk etti hemen. Koşar adımlarla dışarıya çıktı. Hem ağlıyor, hem koşuyordu.
Alp de arkasında fırladı.
Sevgi’nin gözü hiçbir şey görmüyor, koşuyor, düşüyor, kalkıp yine koşmasına devam ediyordu.
Alp ona yetiştiğinde, çantası ve ceketi elindeydi. Onu zorla ikna edip arabaya bindirdi.
Sevgi artık Alp ne söylese hiç birini duymuyor, onunla konuşmuyor, hıçkırarak ağlıyordu.
Akşama kadar arabayla gezdiler. Sevgi hep ağladı. Alp hep konuştu. Onu teselli etmeye çalıştı. Binlerce kez özür diledi belki...
Akşam olduğunda Sevgi’nin ağzından bir söz çıkabildi nihayet:
“Beni evime götür!”
evin önüne geldiklerinde, Sevgi usulca indi arabadan. Ceketini yerlere sürükleyerek bahçeyi geçti.
Çorabı yırtılmış, diz kapakları düşmekten çizilmiş, ceketi çamur içinde, ayakkabısının bir teki kayıp, topallayarak, hiç arkasına bakmadan içeri girdi.
iyi akşamlar
okumaya devammı
Elbette
Sayaçtan da görebilirsiniz.
Osman Demir Istanbul
170-171-172
Alp’in arkasından koştuğunu bile bile onu dışarıda bırakıp yüzüne kapattı kapıyı...
Bir müddet sırtını kapıya dayayıp ağladı. Sonra koşup odasına kapandı. Aynanın önüne durdu. Hali içler acısıydı. Yüksek sesle konuşmaya başladı aynadaki görüntüsüne:
“Sen kimsin be... kimsin!! Ne idüğü belirsiz bir besleme!! Ama bir gün pişman olacaksın söylediklerine Mine hanım!!!”
Melek hanım olacakları baştan biliyordu. Fatma hanımla birlikte onun odasından gelen sesleri duymuştu.
“Bir süre rahatsız etmeyelim. Boşaltsın içini” diyerek odaya koşturmak isteyen Fatma hanımı engelledi.
Aradan saatler geçti. Ses seda kesildi içerde. Melek hanım tekerlekli arabasıyla kapıya kadar gitti. Kapıyı tıklattı:
“Girebilir miyim kızım!?”
hiç ses gelmedi içerden. Fatma hanımı çağırarak yanına birlikte içeriye girdiler.
Onun yatakta yüzükoyun cansız gibi yatışını görünce büyük bir korkuya kapıldı.
“Hemen bir doktor çağır Fatma!!” diye telaşla gönderdi onu ve “Sevgi!! Sevgiii!!!” diye onu sarstı.
Sevgi gözlerini açtı:
“Hayır... doktor falan istemez. Korktuğun şeyi yapmadı. Çok istedim ama yapamadım.
Anne kız kucaklaştılar.
Melek hanım neler olduğunu bile sormaya gerek duymamıştı...
Sevgi kapanmış dizlerine Melek annesinin hüngür hüngür ağlıyordu. Dünyası yıkılmış, ama Melek annesi devleşmişti gözünde. Alp ise küçülmüş de küçülmüştü:
“Nasıl bana sahip çıkmaz ve beni servet avcılığıyla suçlayan ailesine karşı savunmak bir yana, ağzı kilitlenmiş gibi durur karşımda. Bir süre yuvada kalmış olmamı, bir şehit subay çocuğu olmam kapatacak bir değer değil mi Melek anne!! Nasıl insan bunlar... nasıl insan bunlar!!” diyerek ağlıyor ve onun başını okşayan Melek hanım olmasa, ona verdiği söz olmasa ölmek geliyordu içinden...
Sevgi bütün göz yaşını döküp bitirdikten sonra bir iki cümleyle özetledi Melek hanım onun sorusunu:
“Bu bir sistem kızım. O insanlar da bu sistemin ufak ufak parçaları. Kimseyi suçlama. Alp de öyle... çocuğa hiç kızma! Dünya gerçekleri bunlar! Öğreniyor ve olgunlaşıyorsun. Bu duygular güçlü insanlara değil yıkım, yaşama azmi için vitamin yerine geçer!”
Sevgi Melek hanıma verdiği sözünü tuttu. Daha daha azimli, daha olgun, ama hiç yüzü gülmeyen bir kız olmuştu sonunda.
Alp ise Sevgi’yi defalarca aramış, ama Sevgi her defasında onunla görüşmeyi reddetmişti.
Bu ısrarlar zamanla azaldı... telefonlar kesildi.
Uçak Paris'in üzerinde uçarken, Alp için yeni bir hayat başlıyordu. Ailesi onu ikna etmiş, yurt dışına göndermişti.
İşte Paris ayaklarının altındaydı. Hava kararmıştı. Yorgun sayılırdı. Işıl ışıl caddeler uzanıyordu önünde. Ama o dinlenmekten başka bir şey düşünmüyordu. Bir otel adresi almıştı İstanbul’dayken. Bir taksi çağırdı ve adresi şoföre verdi. O gece dinlenecek, annesinin öğütlerini yerine getirecekti.
O gece iyi bir uyku çekti. Ertesi gün ilk işi ailesine uzunca bir mektup yazmak oldu. Paris'in çok pahalı olduğundan, bu yüzden de ona çok para göndermeleri gerektiğinden bahsetti.
Onların sözünü tutmuş, Sevgi’sinden ayrılmış, buralara gelmişti. Her şeyin bir bedeli vardı. Onlar da çeksin, ödesinlerdi.
Otelde kalmaya devam etti. Gündüzleri gezmeyle, geceleri de eğlenmeyle geçiriyordu. Paris tahmin ettiğinden de büyük ve çekici bir şehirdi. Hele kızları, kadınları... bir başka güzeldi. Ama hiç birisi Sevgi’nin yerini tutamazdı.
Burayı çok beğenmişti. Böyle giderse yüksek tahsilini de burada yapardı.
Kendi kafasına göre birkaç Türk arkadaş edindi önce. Başından geçen, acı olayı yavaş yavaş unuttu. arkadaşlarıyla ucuz bir pansiyon buldu. Bu şekilde, barlara, pavyonlara daha çok para ayırabilecekti.. arkadaşlarından kimi kimya, kimi mimar, kimi sosyoloji okuyordu. Onlarla buluşup, gecenin geç saatlerine kadar yiyor, içiyor, batakhaneleri dolaşıyorlardı. Annesinin öğüdünü dinliyor, Sevgi’yi unutmaya çalışıyordu.
Aslında Sevgi’yi çoktan unutmuş, ailesine karşı öyle görünmek işine geliyordu.
Kendisiyle sürekli ilgilenen babasına durmadan telefon ediyor, para istiyordu.
Bu avare yaşantının sonunun nereye varacağını bilmiyordu.
Evden para çekmenin bir yolu da acındırıcı mektuplardan geçiyordu. Mektupta annesine, “öğütlerini harfiyen yerine getiriyorum. Günümü gün ediyor, Sevgi’yi unutuyorum kıymetli anneciğim(!)” diye yazıyordu.
Annesi de Alp’in her istediğini yerine getiriyordu.
Annesi Romen, babası bir İngiliz olan Helen, Paris’te ki yüzlerce kızlardan birisiydi. Konsomatristi. eğlence hayatında bayağı tecrübeli olan Helen Alp’i tuzağına düşürmekte geç kalmadı. Toy bir delikanlıyı ayartmak hiç de zor değildi.
Bundan sonra, bir çok geceleri beraber geçirdiler. Bazen gündüzleri de birlikte oluyorlardı. Tahsil Alp için ikinci planda kalmıştı. Bütün saatlerini Helen’le geçiriyordu.
Büyüklerin sözü bir kere daha doğru çıkmış, çivi çiviyi sökmüş, Helen Sevgi’yi unutturmuştu.
Helen’le tanışmalarının üzerinden altı ay geçmişti. Alp Paris’te hayatını sürdürmekteydi. Günlerden bir gün annesine bir mektup yazdı:
“Sizden artık, para, pul, hiçbir şey istemiyorum. burada bir şekilde hayatımı kazanıyorum. Artık kendime sizleri değil, buradaki insanları aile olarak seçiyorum. Çünkü öz oğlunu göz göre göre bataklığa atan insanlara aile demem ben. Beni siz yaktınız. İstediğim tek şey beni unutmanız. Yapacağınız en akıllı hareket, kimseyi hor görmeyin bundan sonra. Şimdi sizin oğlunuz da aynı durumlara düştü. Bu mektup size yazdığım son mektubum. Bir daha göndermem. Benim için üzülmeyin. Çünkü, bu sonu siz hazırladınız bana. Sonucuna katlanmalısınız. Son bir defa ellerinizden öperim.
Alp.
iyi geceler
her zaman okuyoruz hocam sayenizde
Aşkı Ya Yaşarsın Yada Yazarsın...
SaRıma LaRciverRt Oldun...
173-174-
Ayşe Ana
Sevgi reddedilmenin ve unutulmanın acılarını yaşarken dayanılmaz hayat şartlarına rağmen hayatını barakada sürdüren Ayşe’nin başından çok sıkıntılar geçmişti.
Gariple sokakta eskiler toplayarak çöp evde yaşıyorlardı. İşini kimsenin görmeyeceği sakin saatlerde yapıyor meydana çıkmak istemiyordu. O da Garip gibi her tarafını sarıp sarmalıyor, meydana çıkmasını engellemeye çalışarak yaşıyordu.
Kendini öldürmeyi defalarca düşündü ve denemek istedi. Ama yapamadı. Kendinde güç kuvvet bulduğu zamanlar bırakıp barakada yaşamayı, her gün hasretleriyle yandığı sevdiklerini aramak istedi ve her seferinde, kendini öldürmekten vazgeçtiği gibi, bundan da vazgeçti. Çocuğunun gözü önünde yaşamış olduğu utancı bir türlü silemiyor aklından, onların yüzüne tekrar bakmayı ölümle bir sayıyordu.
Ayşe kendini sevdiklerini ölü bilmesinin daha hayırlı olacağını düşünüp mutsuz yaşantısını sürdürürken Garip ve Çarıklı hayatlarından memnundular. Yoksulluktan, pislikten hiç rahatsız olmuyorlardı. Ellerine geçeni temiz, pis demeden yiyorlar, erkek gibi birbirlerine ağız dolusu küfretmekten bile zevk alıyorlardı. Barakanın içindeki pisliklere çıplak ayaklarıyla basıyor, yemek artıklarını bile hemen barakanın önüne, çokluk da yerlerinden kalkmadan, içerden kapının dışına savuruveriyorlardı. Ayşe kendine ayırdığı barakanın temizlediği bir köşesinde hapismiş gibi hissediyordu kendini.
Bu pis yaşantılarına rağmen, Ayşe’nin köşesine pislik atmamaya çalışıyorlar, ona temizliğinden dolayı saygı duyuyorlardı. Hatta onun bu yaşantıdan kurtulabilmesi için ona öğüt veriyorlar, “sen kendine başka bir yol bulsan, sen buraya göre değilsin” diye onu sıkıştırıyorlardı.
Ayşe ise, onların kendisini başlarından atmak için olmadığına emin olduğu bu tür konuşmalarından sonra, genellikle düşünceye dalıyor ve en sonunda buradan daha iyi gizlenecek bir yer olamayacağına hükmedip, yaşantısını onlarla sürdürmeye karar veriyordu.
Herkes yerini iyi belirlemişti. Garip ve Ayşe barakanın hanımefendileri, Çarıklı hizmetkar gibiydi. Zaman zaman durumundan şikayet etmesine rağmen Çarıklı yine de onların hizmetinde olmaktan memnundu.
Bir gün, dondurucu soğukta yandaki dereden su getirmiş olan Çarıklı, elleri soğuktan morarmış halde kovayı sobanın yanına yerleştirirken, çay içen iki arkadaşının durumunu görüp kendi haliyle karşılaştırınca patladı:
“Sevgili hanımefendiler, her gün çay içmek moda oldu. Patlayın inşallah!” diyerek ellerini ısıttı biraz asık suratla. Sonra çamaşırları toplayıp, o soğukta derede yıkamaya gitti. Daha barakadan çıkarken ağza alınmayacak küfürleri savurmaya başlamıştı.
Onun küfürlerine aldırmayan Garip, “geçen kış bundan iyiydik. Hep lapa, bulgur çorbası yerdik. Pazaryerindeki artık sebzeler taze kalıyordu. Bu yıl artıkların hepsini don öldürüyor, ne yapsak acaba?” diyerek evin geçiminden sorumlu bir baba gibi kalkıp odanın içinde dolaşmaya başladı.
Barakanın penceresi ısı kaybı olmasın diye her tarafı sıkı sıkıya kapatılmıştı. Kış günlerinde gündüz bile gaz lambası yakmak zorundaydılar birbirlerinin yüzünü görmek için. Odanın içinde bir beri bir öte düşünerek adımlayan Garip’in gölgesi duvarda büyük bir bulut gibi gidip geliyordu.
Ayşe, bu gölgesi düşen insana, minnet duygularını yineledi içinden. Çarıklı biraz önce küfretmesine rağmen o da Garip’in kendinden çok onları düşündüğünü biliyor ve onca eziyete bunun için katlanıyordu.
Karşılıklı küfürden oluşan o akşam sohbeti bitip yataklarına “yarına çıkar mıyız!” endişesiyle yattıklarında herkes uyumuş, Garip hala düşünüyordu.
Ertesi sabah erkenden kalktı. Cebindeki üç beş kuruşla ekmek, biraz da zeytin almış dönmüştü. Soğuktan dişleri takır takır birbirine vurarak açtı kapıyı. Uyandırdı onları.
“Sobayı yakın, öleceğim neredeyse. Size ekmek zeytin aldım.”
Babaları eli dolu gelmiş çocuk gibi sevindiler. Sobaya kağıt, çul çaput doldurdular hemen ve kibriti çaldılar. Çürümüş sobanın deliklerinden çıkan dumanlardan göz gözü görmez olmuştu. Ayşe şiddetle öksürmeye başladı. Çarıklı hiç oralı değildi. Garip endişeyle yüzüne baktı Ayşe’nin. İçinden, belki bin kez