Yolun sonunda bir ışık yanıp yanıp sönüyor. Ama çok uzakta. Yolun sonu görünmüyor sadece bir ışık, yanıp yanıp sönüyor. Her biri birbirinden farklı, çiçeklerle kaplı yolun iki tarafı. Çiçeklerin arkası karanlık. Yılanlar var orada, zararlı böcekler var. Ama uğur böcekleri de var. Kelebekler çiçeklerin olduğu bahçelerde yaşıyor. Adam bu bahçeli yolda ışığa doğru ilerliyor. Kırmızı eldivenini giyip özenle kopardığı çiçekleri kurutup cebine koyuyor. Çünkü kimi zaman yılanlar çıkıyor çiçeklerin arkasından, kimi zaman çiçeğin dikeni batıyor ellerine. Yine eldivenini giyip karanfile uzatıyor ellerini. Karanfilin parladığı ellerine uğur böcekleri ve kelebekler konuyor. Uğur böcekleri getirdikleri uğuru alıp uçunca, karanfil kuruyor, kelebekler uçup gidiyor. Çiçekçi onu içinde yalnızca kitapların arasında kuruttuğu çiçeklerin olduğu göğüs cebine koyuyor. Işık yanıyor, sönüyor. Adam yürüyor. Mesafeler kat ediyor, kopardığı çiçekleri kurutarak... O kadar ağırlaşıyor ki kurumuş çiçekler, çiçekçi yoruluyor. Etrafında hiç yılan, uğur böceği ve kelebek olmayan bir çiçek çekiyor dikkatini. Gidip çiçeğin dibine oturuyor. Işık yanıp yanıp sönüyor. Kokusu dikkatini çekiyor çiçeğin. Renginin daha sonra farkına varıyor. Ama bu çiçeğe dair en güzel şeyin, rüzgarla yapraklarının kımıldayışı olduğuna karar veriyor. İlk defa bir ikilem de kalıyor. Kurutup yanına aldığı çiçekler, yolun sonundaki ışığa ulaşmak için bir çok şey gibi gerekli, bunu biliyor. Işık yanıp yanıp sönüyor. Işığı ona gösterenin söyledikleri geliyor aklına ve O’nun başkasının gösterdiği ışığa doğru serüveni. Ama bu çiçeğin en güzel yanı, rüzgarla yaprağının kımıldayışı. ‘Suya koyup götürsem’, diye düşünüyor. Fakat o rüzgar sadece burada esiyor. Işık yanıp yanıp sönüyor. Rüzgar esiyor, çiçeğin yaprakları adamın ellerini çağırıyor. Çiçekçi sonunda karar veriyor: bu çiçeği alacağım, ama ilk defa kırmızı eldivenimi kullanmayacağım. Işığı göstereninden özür diliyor. Çıplak ellerini çiçeğe uzatıyor. Çiçek kopmuyor. Kopmadığı gibi çiçeğin dikenleri adamın elini kanatıyor. Işık yanıp yanıp sönüyor. Rüzgar esiyor, çiçeğin yaprakları dans ediyor. Adamın canı acıyor, çiçeğin canını acıtmış olabileceğinden. Kafasını kaldırıp ışığa bakıyor. Bu rüzgarın aslında çiçeğe ait olduğunu anlıyor, ışığın ise kendine... Cebinde kurutulmuş çiçeklerin ağırlığı, yolun sonundaki ışığı, ilk defa kandan kıpkırmızı eldivensiz elleri ve çiçeğin canını acıtmış olma ihtimalinin kalp ağrısı... Zorda olsa doğruluyor. Işık yanıp yanıp sönüyor. Çiçekçi biliyor, ne kendisi kalabiliyor, ne çiçek kopabiliyor. Çiçekçinin gözlerindeki ışık yanıyor, sönüyor; rüzgar esiyor, duruyor. Işığa doğru ilerliyor. Çiçekçinin ışığa doğru olan yolunda geriye iki acı kalıyor: biri eldivenini her giyişinde elindeki yaraların acısı, biri de çiçeğin canını acıtmış olma ihtimalinin acısı. Işık hep yanıp yanıp sönüyor. Çiçekçi kurutmak için çiçekleri kopararak ışığa doğru ilerliyor hiç durmuyor. Ama mutlaka, tekrar o çiçeğin rüzgarla yapraklarının kımıldayışını görür müyüm diye ara sıra dönüp geriye bakma ihtiyacı hissediyor. Orda o rüzgar halen belki esiyor, belki esmiyor ama ışık hep ama hep yanıp yanıp sönüyor.