Yıl 1978. Ekimin ikisi. Sabah namazı vakti henüz girmemiş. Hava ayaz. Bir sis tufanı var.. Çayırağası otobüsünün deli dolu muavini beni bir benzin istasyonunda indirmiş. Akyazı sapağı burasıymış. Ben bilmem. Sırtımda ince bir gömlek. Kalın bir yük ipiyle bağlanmış açık mavi valizim. Bir tarafımda ise kilime sarılmiş bir yorgan, koyun yününden yapılmış minderim ve yastığım. Küçük bir tüp, bir aliminyum tencere ve bir tabak. Tencerenin içinde bir kaşık, biraz bulgur ve salça.
Buraları bilmem. On üç yaşında tek başıma Diyarbakır’a gidip bir otelde kalmışlığım var ama, burası bana bir başka geldi. Bu hava, beni tedirgin eden sahipsizlik ürkütüyor. ...
**
Koynumda yıllardan beri sakladığım küçük defterimde bunlar yazıyordu. Daha fazla yazamıyacağım anladım. Hep hüzün hep gurbet, bir yanı düşmüş bir hayat. Gizli gizli uzaklara bakışlar, yüreğe çakılmış duygular ve hasretler. Parmak uçlarıyla dahi maziye dokunmama duygusu. Ha açık ha koyu çay içmişiz. Ne farkeder. Görülecek hesabımız kendimizde. Gerisi kalsın dostum. Uzaklara bakışını çevirme sen.
![]()