Bir senden önce ve bir de senden sonra güllere gülün dedim güller gülmediler. Mevsim bahar dedim; o bu mevsimde buralara gelir, bizimle olur dedim. Gelmedin. Bu yüzden güller hiç bir bahar gülmezler. İşte bu yüzden ben her sabah ağrıyan gözlerimin gözbebeklerine aldırmadan, ıssız yollarda seni güllerle gözlerim.
![]()
Zeytin budam zamanı. Daha çocuk denilen yaştayım. Yaşım on. Omzumda yüklerin yükü. Babam ağaçları kendince budamakta; dallar irili ufaklı yerlere dökülmekte. O keser, biz toplarız. Kocaman dalları çelimsiz bedenlerimizle sürüklemek, “sarma” yüklemesi yapacağımız yere götürmek bize düşerken, yere serdiğimiz yük iplerinin üzerine dalları ölçülü dizmek babamıza kalırdı. Kardeşim Remzi de bizimleydi.
Topumuzun hiç olmadığı zamanlardı. Hakikatte topumuz ve bisikletimiz hiçbir zaman olmadı. Hala da kendime bisiklet alamayacağımı düşünürüm. Herkesin bisikleti olabilir ama benim asla olamaz fikrini silemem. Herkesin en güzel topla oynayabilir, ama ben kendime alıp oynayamam. İçimdeki o çocuk hiç oynamamışken şimdi ben nasıl oynardım? Kardeşim Remzinin ayakları bisiklet pedalını çevirmemişken, ben nasıl hayalimdeki mavi-beyaz bisikleti nasıl alırdım?
Yerlere serilmiş zeytin dalları bizi beklerken biz top nasıl oynardık?
Babam çoktan zeytin yük sarmasını iplerle iyice bağlamıştı. Üzüm “tiyeği” nden eşeğin ipini çözdüm. Çulunu düzeltim. Babam geç kaldık diye, söyleyeceği sözleri arka arkaya saydı. Eşek yorgun. Ben dünden yorgunum. Babam sarmayı bir kalem gibi dikiverdi. Eşeği sarmanın ortasına gelecek şekilde ayarladım. Babam yavaşça yükü devirdi. Eşeğin üzerindeki dallar iki yana yayılıverdi. Babam budama devam edecek; yükü biz götürecektik. Yaşım on, kardeşimin yaşı sekiz. Yola düştük. Yollar taşlı. Hele iki yokuş var ki, yaya geldiğimiz vakitlerde zor yürürdük. Çaresiz yola düşmüştük. Birinci yokuş geçtik. İkinci yokuşta yük aşağı doğru gelmeye başladı. Remzi çelimsiz, Remzi güçsüz; ben zayıfım. Yükümüz ağır. Sanki yükü eşeğimiz değilde biz taşıyorduk. Tıpkı şimdiki demlerde olduğu gibi: hayat yükü ağır, yollar kıvrımlı ve yokuş.
Korktuğumuz yokuşa geldik. Dallar gerisin gerisi daha çok gelmeye başladı.Ve sonunda yükümüz yıkıldı; sanki üstümüze devrildi.. Onlarca kilo dalın düşmemesi için tutamadık, tekrar yüklemek için kaldıramadık; eşeği zaptedemedik. Çaresiz kaldık. Remzi eşeğin yularından tuttu, ben dallar aşağı yuvarlanıp gitmesin diye taşlar topladım, zeytin dalı sarmasının altına koymaya çalıştım. Bekledik. Remzi ağlamaya başladı. Ben abiydim, ağlamam lazımdı. Şimdilerde hayata dik durmam gerektiği gibi.
Güneş batmak üzereydi. Remzi ve ben o süre içinde dağ başı korkularımızı kendimize sakladık. Oysa hayal dünyamızda çok canavarlar vardı. Onların gelmesini bekledik. Kimse gelmedi. Çok üşüyorduk. Kar mevsiminde evimizin etrafında uluyan kurtlar da gelmedi. Tıpkı şimdiki zamanlardaki gibi, ah bu buğu buğu tuhaf korkularımız, içimizden atamamdığımız öcülerimiz.
Babam epeyce sonra geldi. Kızmadı. Bir kelime dahi ağzından çıkmadı. Belki bütün söyleyeceklerini kendine demişti. Suçu kendinde bilmişti. Yokuşa, babama ve hatta güneşe attığım suç yüküyle, zeytin budam yükünü de yükleyeyip, babamın söylediği uzun hava ile köye doğru yol aldık.
O günlerin tatlı yorgunluğu hala üzerimizde, iyi ki yaşanılmış demekteyiz.
Gülmeyen güller mi? Onların hikayesi uzun. Esince yazılacak mevzular anlayacağınız.