“Benim de babam var. Onun da bütün babalar gibi olup olmadığını bilemiyorum ama gözümü açtığımda ilk tanıdığım adam o adamdır. Özentili çocukluk duygularımla gelecekte onun gibi olmayı düşündüğüm; konuşması güzel, yürümesi farklı, her şeyden anlayan bir kahramandır. Aslında benim babam, içindeki yalnızlığı bir türlü paylaşmayan, kendine has değerleri, hasretleri, fikirleri olan gençliğinde bir çiftçi, bir fabrika işçisi, emekliliğinde ise odun ticareti yapan ve çoğu zaman da dünyanın en güzel kokulu zahter ve naneyi etraf köylülerden alıp pazarlayan, dünyası temiz, sattığı temiz bir esnaftır. Son yıllarda ise zeytinciliği yanında sumak ticaretini iş edinmiş, sadece bulunduğu şehrin değil neredeyse bütün yörede tanınıp bilinen, işini bilen, kârını zararını iyi hesaplayan, adam gibi bir adamdır. Borcunu bildiği gibi, kimseyi boş çevirmeyen; en kara günlerinde birçok insanın yanında olmuş, eniştemin ifadesi ile "Ali Ammi" dir. Oğlum Emin'e göre de o şakacı, motoruna binip gezmeyi hayal ettiği bir sakallı dededir o.
![]()
Hayatın bin bir türlü çarkından dönmüş erimiş, bazen inişlerini yaşamış; en huzur duyacağı günlerde evlatlarından zaman zaman vefasızlık görmüş ve sonrasında sabır etmiş; her şeye rağmen ezikliğini asla belli etmemiş; duruşu kuvvetli adam gibi bir adamdır. Bu adam bazıları için "Ali Ammi", kimi için "Sakallı Dede" olsa da o adam benim can babamdır; benim bel belleme arkadaşımdır. Herkesin babası kendine kalsın. Ben içimde taşıdığım babamla mutluyum. Geçte olsa benim kara gün dostum babama ve baba hasreti çekenleredir bu yazı."
Akşamın kızıllığı buralarda çoktan kayboldu. Büyüklü küçüklü arabalarında yol almaya çalışan neredeyse herkes gözünü simsiyah asfalta dikmiş yolu ikiye bazen de üçe bölen çizgiler içinde yol alırken, yüz ifadelerinde, tereddütler, korkular apaçık belli oluyordu. Bu insanların çoğu yaşadıkları şehrin kayıp listelerinde olduklarından habersiz, radyolarında akşam ve sabah yayınlanan şamataları, çoğu zaman hedefini bulmayan ifadeleri DJ dedikleri adamların ya da hanımların tuhaf üslupları arasında kaybolup yollarına devam ediyorlardı. Ömürlerinin bir kısmını bu kapkara yollarda harcayanlar acaba hayatın onları hangi durağa götürdüğünü, nerede göz kırpacağını bilebiliyorlar mıydı?
İşte baba ben bu şehrin yarı ışıklandırılmış yolunda yüzlerce araba arasında bu düşüncelerle yol alırken, at üstünde sırtına ellerimi kenetleyip, terini hissederek gittiğim o tozlu yolların yokuşlarının ne kadar düz, tozsuz ve taşsız gelir bir bilebilsen. Bu günlerde Eagles'in "Hotel California" sını defalarca öğrencilerime birkaç İngilizce kelime öğretmek için dinler ve dinletirken senin o at üzerinde dilinden düşürmediğin "Bağdat'ın Basra'nın telli turnası" diye başlayıp söylediğin uzun havan beynimden asla silinmedi. Can babam sadece bu türkün değil, her söylediğin türkünün sözleri kulağımda çınlayıp duruyor. Zihnimin bir köşesine kazınmış doru atımızın ahenkli yürüyüşü yanında, gitarı konuşturan adamların notalı çalışları benim için mecburi dinleyişten öteye gitmiyor.
Alt günlük fabrika işçiliğin sonrası, Pazar günleri ikimizin omzunda iki bel küreği ile kilometrelerce yolu yürüyüp şu fıstıklık senin, bu bağ benim diyerek üç beş kuruş daha kazanmak için zahter kokuları arasında büyüklü küçüklü ağaçları bellerken dinlediğimiz bülbül ve keklik seslerini şimdilerde hangi kulaklar dinlediğini, bilemiyorum ama dinleyen varsa da onları onlardan uzakta kıskanıyorum.
Bu ne hal ki, ben hormonsuz kokulardan ve envai kuş seslerinden uzaktayım. Bu tuhaf şehrin isimsiz ve çaresiz mahkumlarından biri olmuşum gurbeti yaşıyorum. O dağlara, bayırlara yolumun düşmesi hayalde kalmış. Can babam, sen hala oralardasın, o günlerde öğle yemeği niyetine yediğimiz kuru üzüm ile anamın değirmen unuyla yaptığı ekmegin kokusu hala o dağlarda kalıp kalmadığını zaman zaman bir yoklasan. Bu yıllarda yediklerimizi anlatmaya gerek yok. O günlerde yediğimiz ekmek arası cevizin, bulgur pilavımızın tadını ve bereketini hiç bir şey vermiyor.
Babam, ben her gece bu şehrin beton yığını bir binasında o günlerin ateşiyle yanıyorum. Terinin kokusunu, bakışındaki şefkati özlüyorum. Şafak vakitlerinde evden çıkışındaki sessizliğindeki sesi duymak istiyorum.
Buram buram sıla kokan nefesimle, satırlarımla ulaşamıyorum o zamanlara; her tarafım gurbet olmuş, nasırlı ellerin nerede bulamıyorum.
Neyleyim hayat parçalı bulutlu geçiyor işte. Zaman zaman göğsüme öfkelerimle vuruyorum; içimden derinden çatırtılar gelse de aldırmıyorum. Bu şehre olan isyanımı avuçlarımın içinde buruşturup, derin denizlere atıyorum. Sonra da sana ait ne kadar yaşanılanlar varsa omuzlayıp götürebildiğim en son noktaya götüreyim diyorum. Çocuklarına bağladığın ve ne çare ki zamansız bir zamanda soldurduğun ümitlerinin ıstırabına merhem olmamamın sancısın çekiyorum.
Babam, işin gerçeği ben bu ofis denilen çalışmalardan yorulunca o günleri ve seninle geçirdiğimiz zamanların renkli dünyası içinde dinleniyorum. O yıllara ait ne varsa hafıza raflarımdan bir bir indirdikten sonra, tek tük kalmış tozları ipekten bezlerle temizliyorum. Sonrasında en güzel kokuları sürüp her birini öpüp yine özenle dosyalıyorum. Yaşadığımız o günler adına bütün bunları nasıl yapmam babam?.
Babamsın.
Fabrikada sana verilen ama yemediğin tatlıları yiyen bizdik. Senelerce bir çift pantolonla her bir işe koşturan ve onlarla bayramları geçiren ama her bayram bizi Terzi İsmail'e ya bir pantolon ya da bir gömlek diktiren sen olmuştun. Ayakkabıcı Bilal Amca'nın dükkanına gidip bayramlık ayakkabı alıp giymenin neşesini kardeşlerimle ne güzel yaşardık. O gömlekler, o ayakkabılar çoktan heder olup gittiler.
Aradan geçen yıllar sonra senin yaşatmaya çalıştırdığın fedakarlığın karşılığını verememenin yıkıntısı içindeyim. Biz sana yıllar boyunca ıstıraplar içinde bıraktık. Yaptığımız satılık ihanetleri anlatmaya dilim, yazmaya parmaklarım yok. Yapılacak tek şey var o yıkmalarımız ve ihanetlerimizin ardından, çift sürdüğün atlardan birinin sabanını boynuma vursan ve günlerce o dağları, tepeleri, ovaları bana sürdürsen hiç aldırmayacağım. Ben bizden kestiğin ümitleri altında kalmış bir halde, zeytin dalı sarması yaptığın eşeklerin halindeyim.
Biz vefasızlardan hala vazgeçmiyorsun. Mevsimlik meyve, yiyecek ne varsa gönderiyorsun. Sen bizden vazgeç baba. Var sen Bozbağ'ına git. Kaf Dağı ardına giden hayallerini özenle diktiğin, belini bellediğin ve budamasını asla ihmal etmediğin ağaçlarına anlat. Sen bu bahar, anamın sevdiği kiraz ve vişne ağaçlarını dikiver. Ümitlerini onların filizlerinde aramaya çalış.
![]()
Hayat bazen böyle işte baba. Bizler başka yolların şehirlerin insanları olmuşuz. Bağlarına dayanak diye verdiğin serpeneler kadar önem taşımadığımızı anlamışım. Ama ne olur yüreğini hepten üzerimizden çekme can babam. Son defa olsa da bel küreğini al ve bizim niyetimize en sert kayaları kırılmayan kavgacı nefsimiz adına belle ne olursun.
Vakit gece yarısını çoktan geçti. Bazı şeyler var ki söylenmiyor işte. Kıvranmalarım bana kalsın şimdilik. Seni ve anamı seviyor ve özlüyorum. Senin terini ve anamın ana kokusuna olan hasretimle, gönüller dolusu, Gençliğimi tükettiğim Karabağ'ın rüzgarları kadar temiz hislerimi size gönderiyorum. Nasırlı ellerinizi ellerimin içine koyup, içten içe yanar dağları gibi yanan kalbimin üzerine koyup serinlemek istiyorum.
Son deyişim şu ola ki, siz benim bitmeyen hayallerimin belalı sevdalılarısınız.
Bu kadar.
yazı/foto: magpak
17. Nisan 2004/5 Cumartesi
![]()
![]()
![]()
![]()
![]()
![]()
![]()
![]()
Kaynak...