2005
![]()
Bazılarımız on iki, kimimiz on ve kimimiz beş sene sonra oradaydık. Ömrümüzün en anlamlı zamanlarının geçtiği; davamızın ve derdimizin eğitim olduğu bu kurumda, yıllar sonra tekrar biraraya gelmiştik. Güneşin batışındaki ahengi seyretmeye doyamadığımız akşamlara hasret çekenler olarak biz oradaydık. Sanki bayram sabahı idi. Sadece burası için giydiğim kıyafetim üzerimde, ayakkabımın eski olmasına hayıflandığın anlardaydım.
Biz talihlilerden olarak hava alanında çiçeklerle karşılanmanın hazzını tatmak için gitmemiştik; sadık talebelerimizin içten karşılamaları, tebessümleri yeterdi bize. Yıllar sonra onlara sarılmaya, el öptürmeye değil, içimizden gele gele ellerden öpmek için oraya yani Van diyarına gitmiştik.
Kahvaltı masasında nağmeler dillerden döküldü. Göz yaşlarımızla mermerler terledi. Yıllar sonra bir araya gelmenin silinmeyen tadını gözyaşlarımız süslemişdi. Hatıralar canlanmış, akın akın gelmişti. Geçmiş on beş yılın bitmez tükenmez hatıra küpüne kepçeleri daldırmıştık; ne de anlatılacak çok boğum boğum hatıralarımız varmış:
Yağlı patates yemeklerimiz, öğünlerde hiç eksik olmayan makarnamız, sabah kahvaltısında haftalarca yenilen otlu peynir ve Hacı Amcamız tarafından Balıkesir diyarında toplanıp getirilmiş siyah zeytinlerimiz ne de çok bereketli imiş.
Ağzımızı tatlandıracak reçelemizin ise bir türlü pişip sofraya konulmadığı o demler şimdi bal tadında ne güzel anlatılıyordu.
Belletmen hocalarımızın fedakarlıkları; tuvalet ve banyoları sürekli temiz bulan öğrencilerin şaşkınlıkları. Kutluların okulu ziyaretleri. Tahsin Hocamızın ödenmeyen maaşlar ve işçi paraları için okulun etrafını sanki taaf etmeleri.
**
Bizim için hala bir öğrenci olan, zaman zaman gayri ihtiyari hala “çocuklar” dediğimiz, vefalı öğrencilerimiz yani doktorlarımızın, mühendislerimizin ve meslektaşım öğretmenlerimizin ellerini nasıl öpmeyelim? Büyük şehirlerin kendine göre imkanlarını elinin tersiyle iten, Hakkari’nin gül yüzlü genç doktorunu bağrımıza basmamak mümkün müydü? “Benim bu topraklara vefa borcum var” deyip, kendisine sunulan teklifleri ret edip yıllarca ekmeğini yediği toprağına dönmesini alkışlamak için ordaydık. Doğrusuda budur.
Bu yiğitlere, sadık olmayı öğreten, bizim için her zaman başımızın tacı, duruşu, bakışı, yürüyüşü o mekana yakışan hocamız Bahattin Müdürümüzle bulaşmanın heyecanıyla oradaydık. Yine önü düğmeli, yine mütevazı. Konuşmaları heyecanlı, dertli. Bu toprakların insanı olma ve dertlere merhem olmak için on altı yıl bu mekanlarda hizmet etmiş ve hedef göstermişti: “Dünyanın birçok yerinde gönülleri siz feth edeceksiniz”.Talebelerine gösterdiği hedefler meğer ne güzelmiş; riyasız, yalansız, dolansız ve olabilecek rüyalarmış.
İşte karşımızda yıllar öncesinin bir talebe duruyordu. “Siz bizim elimizden tutmasaydınız belki de elimizde silah olacaktı” diyen bu kadirşinas bir talebemiz bu memleketin önemli bir kurumunda elektrik-elektronik mühendisi olarak çalışıyordu, kinsiz, husumetsiz.
Yine iki talebemiz doktor olmuşlar kendi halkına hizmet vermenin gururunu taşıyorlardı. Minnetleri, şükranları gözlerinde okunuyor; etrafımızda dolanıyorlardı.
Bir gün önce, bir önceki asrın başında bulunan zatı her daim hürmetle, sadakatla anan bizler, yine onun bir süre yaşadığı kaleye gitmiştik. O’nun işaret ettiği okuldan yetişen bahar hediyeleri ile beraber oradaydık. O tepede okunan satırlar nasılda yıllar sonrasına işaret ediyordu. Hem o zat yıllar önce isimlerle beraber seslenmişti:
….. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağ
Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkirâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said'ler, Hamza'lar, Ömer'ler, Osman'lar, Tâhir'ler, Yûsuf'lar, Ahmed'ler, ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, "Sadakte" deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin (HAŞİYE 1) mezartaşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan “Ne mutlu size!” sadâsını işiteceksiniz. “Hatta, misafirlerimizin gölgeleri bile mezartaşımızdan bu sadâyı işitecektir”. Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar, şu kitabın (HAŞİYE 2) hakaikini hayal tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki, şu kitabın mesâili hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir.
Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; sureten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camie dâvet ediyorum.
İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız.
Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin! Nesl-i Cedid bizimle beraber o an orada olan ve dünyanın birçok yerine gül fidanları dikenler olmalıydı. ............................
2011
Yıllar sonra o okuldan mezun iki talebe ile aynı kurumda hocalık yapmak ve mevut öğrencileri konuşmak ayrı bir tad vermişti. Şimdi ise başka bir ülke topraklarında yine o okuldan mezun olmuş ve genç yaşında dört ülke gezip oralara ışık olmaya çalışmış talebemizle aynı kurumda hocalık yapmanın lezzeti ifade etmeye gerek var mı? Bir vefa borcundan öte bir hali yaşayan hocamız, şimdilerde bana sık sık, “Hocam şu bizim mezun olduğum okula bir gitsek” deyip durur. Sadece bu hocamız değil, aynı okuldan mezun olmuş bir başka diş hekimi hocamız da burada bizimledir. Her ne kadar onun dersine girmemiş olsam da onun da burnun da gitmeler tüter.
Bu haller daha tohum iken ekip yetişmesini gün be gün takip ettiğiniz bir ağacın meyveye duruşunu seyretmek gibidir. Talebelerinizi güzel mekan ve makamlarda hakkını vererek yaşadıklarını görmekle yetmiyor onların vefasına da şahit olmak gerekiyor.
Hey gidi Van ve hey gidinin Edremit dolmuşlarının Serhat yolcuları! Geçen şunca zaman içinde bizler hatıralarda yaşamanın bazen acı ve çoğu zaman da tatlı lezzetini yaşayan o garip yolcularız. Bir gün bir yerde her birimiz yine karşılaşacak ve bazı öğrencilerimin üzerinde denediğim kablonun (hatırası bende saklı) çetin hesabını elbette vereceğim. Keşke bundan öncesinde bir güneş batımının kızıllığında bir Serhat ordusu olarak otağımızı Van Denizi’nin kenarına kursak, hem o günleri yad etsek ve hem de birbirimize haklarımızı helalleşsek.
Belki de o gün asla olmayacak fakat olmadan önce ben o kablodan nasibini almış ve şu anda dünyanın birçok yerinde olan herkesten haklarını helal etmelerini diliyorum.
**
HAŞİYE 1 Muhtemeldir ki, o zamanda orada bulunan büyük bir veli Eski Said'in Risale-i Nur'un dar dairesini gayet geniş ve siyasî bir daire olarak bir hiss-i kablelvuku ile kırk beş sene evvel hissetmesinden ve bu risaledeki çok cevapları o histen neş'et ettiğinden, o veli yalnız bu noktada itiraz etmiş.
HAŞİYE 2 Medresetü'z-Zehrâ'nın Van'daki nümunesi olan ve vefat eden Horhor Medresesinin mezartaşı hükmünde bulunan Van Kalesi demektir.
yazı/foto: magpak