Suspus olmuş sazendeler bu gece
Hazırlan fırtına kopmak üzere
Kalbime tünemiş kuşlar uçuştu
Cam kırığı gibi doldun içime
Eski bir madende göçük gibiyim
Toprağın altında kalabilirim*
Suavi’nin fikirlerini pek beğenmem. Ama kendinden emin duruşunu, müziğini ve hatta incecik halini severim. Fuak Saka’ya ait ‘Yalı Çapkını’ seslendiren Suavi’yi zaman zaman dinlerken biraz geçmişi, biraz hazır anı yaşarım. Ve *bende (bir dostan) emanet duran bir yazıyı bu müzikle okurum. Emanet hiyanetlik yakışmaz bilirim. Bu sayfaya koymakta da bir mahsur görmedim. Yazılanlar ne kadar yaşandı bilemem ama üslup hoş.
*Bir uzak diyardasın. Uyandığında kulağına "Günaydın" diye kim fısıldar? "Günün nasıl geçti?" sorusunu kim, hangi tonda sorar? Yaptığın işe yardım edenin var mıdır? İftarını kiminle açarsın? Sahurda ne yer ne içersin? Hangi kanala takılır, yorumlar yaparsın? Köşe başlarını dönerken iliklerine kadar sana vurgun adı iki heceliyle karşılaşacağını düşünür müsün? Kapının anahtarını hangi duygularla açarsın? Eve ilk girince ne yaparsın? Gönül hayatın ne alemdedir? 1985 yılının ekim ayı sonbahardı. Nereden bileyim o aydan sonra yaşamadığım mevsimleri yaşayacağım. 1990 yılı Haziran ayı senin için hala bir kopuşun, bir ayrılığın zamanı mıdır?
Sahi, benli duygularını hangi tozlu rafta bıraktın? Ne yaptığımı, nerede; hangi şehirde olduğumu merak ettin mi? Geçen yirmi yıl içinde kaç defa aklına öylesine estim? Ankara akşamlarını, seher vakitlerini nerede bıraktın? "Bu adam nerededir, kiminledir" dedin mi? Benim adımı taşıyan bir öğrencin olduğu zaman, onun bakışında,* duruşunda beni buldun mu? İsmimi söylerken hiç yüreğin kıpır kıpır etti mi? Sızım sızım sızlayan bir anın oldu mu? Yoksa adımda hain damgası mı okudun?* Cevabını asla alamayacağım, noktasız sorularım sonsuza götürür. Ama yıllardır yenilmiş beklentilerim, üşüyen korkularım, ümitsiz yazılarım devam eder.
Ama yine de beni merak edersen ben yine o eski adamım. Sana tutulduğum yirmi üç yaşın sahiciliğindeyim. Hazan mevsiminde yine hüzünleri, derinden ızdırapları doya doya yaşayan bir limansızım. Çoğu dostlar farkında olmasa da hassaslığım, kırılganlığım hala devam ediyor. Acılarımı, hayata dair yorgunluğumu içime atıyorum. Hastayım. Her gün ağrılarla yaşıyorum. "İhtiyarlığın kötü olacak" diyen doktorumun söylediklerine aldırmıyorum. Bugün ve her gün ölümümü düşünüyorum. "Beni tabuta koyanlar yorulmasınlar" diye bugünlerde kilo vermeyi kafaya takmışım. Sensiz olmama, beton duvarlar arasında sıkışmış halime asla aldırmıyorum.* Gecelere demirlediğim senli düşünceler benden kopmuyor; mecalsiz, yelkeni kırık; bekliyorum inatla.
Bu ay seni tanımış olmamın tam tamına 240'ncı ayı oluyor. Basit ifadesi ile yirminci senesi. Üç yıldır şakaklarımın iki yanı bembeyaz oldu. Ben aldırmasam da dostlar hatırlatıyor. Dışımı görüyorlar; içimdeki mızrabı kırık sazla çalınmış türküleri duymuyorlar.
Seni yazmak için fırsatlar kolluyorum. Geceleri sessizce sıcak yatağımdan kalkıp bazen bir Urfa havası bazen de bir Barak dinleyip seni biraz daha fazla hissediyorum. Uykularım kaçıyor. Unutulmayanlar didinip dururken, beyhude harcanmış yıllarımın hesabını vermeye çalışıyorum. Ancak kalemim halden anlar, diye unutulmuş ne varsa yazıyorum. Zemheri yemiş senli duyguları ise yazmaktan katiyen yorulmuyorum.
Ama sen yokken ben ne dolaplar çevirdim bilemezsin, ey yâr! Bilirsin, düz bir adamım. İçim bembeyazsa, dışım gri değildir. Tek düz bir renkteyim. Yalanım yok. Anlatayım.
1990 Haziran ayında sevdanı bana emanet bırakıp gitmiştin. Ayrılığımızdan bir sene sonra bir hastane odasına yolum düştü. Beş ayımı harcadım orada. Bir ıslak ceviz ağacından düşüp felç olan dedeme baktım. Koridorları acı kokan o hastaneden jetonum bitene kadar da konuşmuştum. Sınıf arkadaşımız Fırat'tan senin artık sakin günler geçirdiğini söyleyince, her zamanki gibi kalem kağıda sarılmış uzun cümleli çok sayfalı mektuplar yazmıştım. Cevap alamadım. Mektuplarım geriye de dönmedi. Halimi tarif edemeyeceğim, zamanını ağaçlara kazımadığım bir günlerdi. Ankara sisliydi o günlerde. Gençliğimi Beytepe yolunu unutmuştum.
Senden bir sene sonra öğretmen oldum, doğuya kaçtım. Beş yılımı harcadım. Gecem ve gündüzüm göl kenarındaki okulda geçti. İdarecilik yaptım. Asla unutamayacağım talebelerime tiyatro yazdım, oynattım. Müzik çalıştırdım. Kostüm ayarladım. Disiplin kurulu oluşturdum. Zümre başkanlığı da yaptım. Gül yüzlü talebelerle gül dikmenin hazzını yaşadım. Öğretmen oldum ama adam gibi misal olamadım diye kendimi çok hırpaladım.
Hepsi orada kaldı. Sana bunların hiç birini diyemedim. Yine de bütün işleri yaparken senli duygularımı asla bir kenara bırakmadım. Gölgemdin.* Tıpkı bugün, şimdi olduğu gibi, bir* uzun hava türküsü gibi içimde sürekli çaldın.
Ne olduysa oldu işte, duygularımın sensizliğine denk geldiği bir an diliminde senden ha bir fazla ha bir eksik biri ile tanıştım. Seni tanıdığım o şehirde sensiz duyguları mahsunluğuyla evlendim. Belki de sen Eskidiyar'da benden emanet aldığın kırmızı kaplı defteri okurken sen yepyeni sevdalara kulaç atmaktaydın. O aylarda unutturan O' idi. Sana yazdığım satırlarda otuz beş yaşına kadar bekleyeceğimi söylemiştim. Nasıl olduğunu ben de kendime anlatamıyorum. İşte on beş yıldır bir birlikteliğin bestesini yapmaya çalışıyorum. Adını ise "titrek bir sevda" koydum...
Bir gün sonra yine bayram olacak. O yıllarda, sen içimdeyken çok bayramlar geçirdim. Bayrama bir iki gün kala Ankara'dan memleketime hasret duygularım kabarmış bir halde giderdim. Belki sen içindesin diye, yollarda gördüğüm Eskidiyar'a ait trenlere el sallardım. Bu bayram sabahı hem sensiz, hem anasız hem de babasız geçecek. Birkaç arkadaş ve iki akrabam haricinde bu koca şehirde kimsem yok. Herkes benim dostum olsa neyleyim. Sen bu şehirde yoksun ey yar! Sahi senin şimdiki bayramların nasıl geçiyor?
Yol hazırlığı yapanlar gibi, her gün senin için valiz açtım, kapattım. Okula gelen öğrencilere yabancı dil öğretmenlerinin adını sordum. Şimdiye kadar senin ismini telâffuz eden olmadı. İzini kaybettim. Telefonlarınız yıllardan beri kapalı. Rüyalarım imdada yetişti. Rüyamda seni gördüğüm gecenin şafağında nasıl da heyecanlanmıştım. Kiminle evlendiğini, nerede yaşadığını biliyordum artık. Şereflikoçhisar yeni yurdun, hayat arkadaşın Murat ise Kimya öğretmeniydi. İki çocuğun vardı. Senden haber almanın garipliğini rüya ile olsa da yaşadım.
On beş yıl önce, beş yıl boyunca *bindiğin Beytepe otobüsüne nasılda binmek için çabalardım. Her kırmızı belediye otobüsünde sen vardın, gölgen vardı.* Şimdi yine aynı ümitleri taşımaktayım. Rüya da olmasa da bir gün bir yerde; belki bir İstanbul baharında, mesela Eminönü'ye gittiğim her bir vakitte karşıma çıkacakmışsın gibi gelir. Bir yeşil otobüste karşıma çıkacaksın diye beyhude koltuklara bakınırım. Sokaklarda ya da bir markette seninle karşılaşma ümidinin tuhaf ürkekliğini* yaşarım. *Ve içimde dörtlükler dökülür:
Yine akşam, yine gurbet, yine başımda efkâr
Ve yine içimde şarkılı sesin
Gözlerimde çizgi çizgi duraklar,
Duraklarda hayâl meyâl sen misin?
İçimdeki çetin sual sen misin?
İstanbul'dan güzel hayal sen misin?*
......
Yürek sızımsım. Hüznü bende kalan bu sevdamı kalemimin ucuna mahkum etmenin iniltisini her gece yarı sonrası duyuyorum. Şuna inan ki, sevdan harici sevdalara da hiç ama hiç yelken açmadım. Ömrümün sonbaharını yaşıyorum. Bir bahar sabahı rastladıklarım olduysa da artık benim kapım kilitli, sen içerde varken nasıl açardım? Senden izinsiz sevdan üstüne toz kondurtmam. Yalanım yok, hergün senin sesinin, soluğunun olduğu; sana ait en küçük bir desenin işlendiği bir yer; açık bir kapı bulursam postumu sereceğim günleri bekliyorum.
Her dönem başında öğrencilerime öğüt üstüne öğüt verirken sevdalarını ertelemelerini söylüyorum. Ama içimdeki ses hainlik yaptığımı haykırıyor. "Kendinizi yetiştirin, gönlünüze kilitler vurun, bu işlerle beyhude uğraşmayın," diyorum ama içimdeki yangınları söndüremediğimden hiç bahsetmiyorum. "Büyük idealler peşinde olmalıyız, gözümüzü sürekli başarıya dikmeliyiz" derken riya yaptığımı düşünüp, dersten sonra kıvrım kıvrım kıvranıyorum.
"Bu böyle olmayacak. Daha ne kadar devam edeceksin?" diye* kendi kendime sormaya çekiniyorum. Halimi kime arz edeyim onu da bilmiyorum. İçimden gelen seslere zaman zaman kulak verince yolumun yönü değişir gibi oluyor. "Hadi yine Milli Kütüphane önüne git, belki onun bindiği otobüsler hala seferdedir. Tekrar tekrar bin ve onu gördüğün anları yine yaşa. Otobüsten indikten sonra doğruca okul kütüphanesine git ve onun oturduğu masanın yanına yine otur ve onun geleceği anı bekle, beklerken de yalan da olsa ders çalış. Sıkıldığın anlarda ise kitaplarının arasına koyduğun kağıt parçalarına onun duruşunu harflerle resmeyle. Eğer bir iki ilham gelirse de kalbinin sarsıntılarını dök" diyen içimdeki seslere söz geçiremiyorum. Yani yapamazsam da hayalin yapıyorum ya.
En iyisi seninle beraber mezun olduğumuz o binan önündeki söğüt ağacının altına gidip, okulun son gününde sana tane tane itiraf ettiğim sevdamın garipliğini an be an yaşayayalım. Şayet oturduğun o beyaz taş hala duruyorsa tozunu alıp, koruma altına alayım. Senden aldığım cevabın ağır imtihanını tekrar yükleneyim. "Boşuna yıllarını heba etmiş, yanmış, kendini tüketmişsin" deyişinin anını dondurayım.
Eskidiyarlım. Ben dünya ve ahiret yoldaşı olarak bir başkasıyla hayatımı mühürlemişim. Pırıltılı insanlara haksızlık edemem. Sana bundan fazlasını yazamam. Bu hakkı kendimde bulamıyorum. Daracık sokaklarda savrulursam başka gönüller kırmaktan korkarım.
Bunca beyin kasırgalar yaşamak, bu Mecnûni duygulara sindire sindire hissetmek, bana tarifi zor hazlar veriyor. Ve bunlar bana az geliyor.
Unutma ey yâr! Seni hissetmeden dinlediğim her türkü, sana ait bir iz olmadan yazdığım her yazı, seni hatırlatmayan her bir sevda masalı angaryadır bilesin.
***Y. Bülent Bakiler, Yalnızlık, 1989
![]()
![]()
![]()
![]()
![]()
![]()
![]()
![]()
Kaynak...