Yazmanın tam zamanı.
Efkarlanmanın, söylenmişleri bir daha, inadına bir daha söylemenin tam zamanı işte.
Yapraklara çiğ düştüğü, Karşıyakalı Simo Hüseyinin iri gözlü itinin yolu tuttuğu zamandır.
Firari Kemal'ın doru atıyla kendini dağa vurduğu sabahın alaca karanlığından bir sonraki vakittir.
Sabah namazından dönen erkeklerin sesini duyan Kezban Bacı'nın kocası Kıvırcık Mikail için* "Ben senin herşeyine katlandım; tam sekiz yıl felçli halinde sırtımda taşıdım ama benden önce ne diye sen gittin zalim" diye inlediği zamandır.
Bu yazıya keşke böyle başlamasaydım.
Hatta böyle başlayanlar gibi yapıp bunu da söylemeseydim. Üşümüş, daralmış halimle direk konuya girsem ve sana sorsaydım "Sen benim için ne yaptın?"
Dağlarımın üşüdüğü, bostanımı sulayacak suların kışları buz tuttuğu, yazları buhar olduğu zamanlarda ve en önemlisi yolculuğumun en perişan günlerini bitkin omuzlarımda taşıyorken, sesini soluğunu duymalı yıllar oldu.
Uykusuzluğumun geçen haftalardan borç aldığım; sinesini bana açacak bir yoldaş, bir gönüldaş, bir kardaş bulamadığım bu titrek havada, yastıklar taş işte.
Çok mu abarttım? Çok mu basitten anlattım?
Darası düşülmemiş, katıksız edebiyatımı çöplük yazısı olarak görenler için bu yazı elbette sıradandır.
Boşver!
Mecidiyeköy'de bir simitçide yazdığım yazının kokusunu duya yaya yazıyorum ben. Hem kanadı ve hem de *bir ayağı kırık güvercinin çaresizliğiyle Ankara'nın bir tepe semtinde senden kalanları yazıyorum.
"Bu akşam gidiyorum,
Elveda İstanbul…" şarkısının nakaratarı altında bir kez daha soruyorum işte, "Sen benim için ne yaptın?"
Yapamazdın! Birşey yapmanı da zaten istememiştim.
Bu sahneyi ben yazdım ve oynuyorum.
Hatıralar benimle..
Bafra'da bir yurt odasındaki demir ranzalar, yaşadığım ve yaşatmaya vesile olduğum zalimliklere şahitken birilerinden hesap sorma cürettime kendim bile şaşırıyorum.
Hal böyle.
Bu satırlar böyle bitmemeliydi.
Bayramı yazmalıydım.
Bu bayram sabahında kendi dillerini hala konuşmadığımdan dolayı komşulardan birinin sitemindeki derinliği yazsaydım.
Üç küçük arkadaşın omuz omuza nasıl dolaştığını. Onlardaki safiyeni duruluğunu sayfalar dolusu yazabilseydim.
Kendi insanları için kurban toplayan arkadaşların nasıl 'madara' ettirilmeye çalışıldığından bahsetseydim. Kahvaltıda yarım dilim yağsız peynirin, dördüncü sınıf zeytinin dostlara birinci sınıf tadı vermesindeki çelişik güzelliği ballandıra ballandıra anlatsaydım.
Merhamet acıması bir kenara, insanın hayvan eti yemesini tuhaf bulduğumu yazmamın luzümsuzluğunu lakin pilav üstü etin, tam pişmemiş olmasına rağmen kimsenin şikayet etmeden yemelerini yazmalıydım. Bu insanlar şikayeti arka ceblerine, fedakarlıktaki lezzeti yürek ceblerinde taşımalarını kitaplar dolusu yazmalıydım.
Mahalle mahalle poşet etleri dağıtan arkadaşlarla beraber neden gidemediğimi. Fakir fukaranın halini iyi ki resimlemediğimin arka planını yazmayıp "es" geçmeleyim.
Arada sıra* kendi garipliğimi araya sıkıştırmalıyım.
Bu işin Ustasına selamlarımı kesik kesik gönderemenin utancıyla bir memleketin Kuzeyinde bir bayram daha geçiyor işte.
Yazılacak ne de çok şey varmış.
Yazmak ne de güzelmiş.




Kaynak...