Yazmak, tutkunun ötesinde bir beyin sancısıdır. Yazmak, bir duygunun, davanın anlatılmasının en keskin silahıdır. Fikirler, davalar ve gönül fırtınaları ya yazılmasalardı?
![]()
Bir gece yarısı ansızın, vakitsiz ve halsiz uyanırsınız. Başınızı koyduğunuz yastık, altınızdaki döşek size diken olur. Sebebini bulmakta gecikmezsiniz. Gecenin bir deminde sizi uyandıran, bir gün önce sokakta gördüğünüz bir çocuğun mahsun duruşunun arkasındaki ızdıraptır. Bütün duygularınızı hüzne boğan, akşam haberlerinde seyrettiğiniz bir şehidin cenaze töreni, düğüne giderken kaza geçirmiş bir ailenin yaşadığı dram, aklınızın bir köşesine saplanmıştır. Ve bir de birkaç gün önce iş yerinde bir arkadaşınız hiç bir sebep yokken, beyninizi zonklatacak bir ithamda bulunmuştur. İşte uykunun gözlere haram olduğu vakit bu andır. Yıllarca aynı yastığa baş koyduğunuz hayat arkadaşınız bilmem kaçıncı uykusundadır. Rahatsız etmek istemezsiniz. Telefona uzanıp sırdaş bildiğiniz bir dostla birkaç kelâm etmek isterseniz. Dosttan öte bir dost ararsınız. Vakit şafak bile değildir. Söylenmiş ve söylenecek ne varsa içinize atarsınız. Saçınızın gittikçe beyazladığı hissedersiniz. Ahlarınız çoğalır.
![]()
Bu halden on yıl önce yine gurbettesinizdir. Vakit akşamdır. Her gün batımı, memleketinizi hatırlatır. Gül kokulu anneniz, yoksul duruşlu babanız ve büyüdüklerine şahit olamadığınız kardeşlerinizin okul heyecanları gözünüzde üfül üfül tüter. Ağzınızda annenizin yemeklerinin tadını arayıp dururken, pınardan suyu geç getirdiğinizden dolayı dedenizin tatlı fırçası kulağınızda çınlayıp durmaktadır. Tozlu yollarında koştuğunuz köyünüz, bağınız, Mayıs ve Haziran ayında üzerinden inmediğiniz dut ağaçlarınız, yamalı donlarla yüzdüğünüz çaylar, Serin Kaya’dan suyu gelen Gevence Deresi size yüzlerce kilometre uzaktır, serinlik ararsınız. Ne şişe suyu, ne de meşhur markalı içecekler yüzün koyun yatıp içtiğiniz o toprak kokulu suyun tadından çok uzaktır. O günlerin tadı kalmış ümidiyle dudaklarınızı yalarsınız.
![]()
Baba evinde telefonunun olmadığı zamandır. Her gün postacının geliş saatini pencerede beklersiniz. Size gelecek mutlaka bir mektup vardır. Ve gelir de. Sanki ilk defa birinden haber alıyormuşçasına heyecanla açar okursunuz. İçinizde asla küllenmeyecek duyguların alevleri daha da yükselir. Sebepli ya da sebepsiz iki damla gözyaşı mektubu ıslatır. Gurbette yorulduğunuzu ve yanmakta olduğunuzu bir kez daha anlarsınız. Hasretten, gurbetten, ayrılıktan yana ne varsa haykırmak istersiniz. Oysa dört duvar arasındasınızdır. Sesinizi ancak kendinize duyurursunuz. Yapacağınız tek iş vardır yazmak.
Gençliğinizin kasırgalı günleridir; kalp sansısı çekersiniz. Buruk duyguların yangınları sizi esir almıştır. Bir sevdanın alevden damlası içinizin derinliklerini korsuz yakmaktadır. Dinlediğiniz katıksız sevda müzikleri, okuduğunuz kitaplar baygın hislerinize tercüman olamaz. Bu nasıl yürek, bu nasıl duruştur? Kimseciklere ve hatta kendinize dahi anlatamazsınız. Yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmeyen, aynı odayı paylaştığınız arkadaşınız kendi dünyasındadır. Uzaktır. Kimsecikler halinizi hissetmez. Kavrulursunuz. Tenha sahillerden uzak diyarlara yelken açarsınız.
Ya da bir mübarek gecedir. O’nun huzurunda yıllarca tatmadığınız; aşina olmadığınız ûlvi hisler bir anda gönül aleminize akın etmiştir. Gözyaşı dökmenin tarifsiz lezzetini yaşarsınız. İçiniz içinize sığmaz. Haliniz harf olur, kelimelere boğulur, sımsıcak dualarla boşalmak ister; çırpınıp durursunuz. Utana sıkıla, mahcubiyetin gri tonlarında sadece O’nunla konuşmak istersiniz. Perdeleri sıkıca kapatıp içinize doğan ışıkla aydınlanırsınız. Ve sonra size yazmak düşer.
![]()
Ve siz, sahibinin uzak diyarlarda olduğu, davetsiz misafirliğe gitmenin ayıbı ve çalıntı vakitlerin adı konulmamış hisleriyle beşinci kattasınızdır. Sizi ayıran okyanusun, denizlerin, göllerin ve adı konulmamış adaların gün batımı mahzunluğu gönlünüze sinmiştir. Kırmızı ve pembemsi tonların sarıya dönüştüğü beşinci katın iki kanatlı kapısı dokunuşlara hasret kalmışlığının resmini çekersiniz. Bir zamanlar halkaların oluştuğu o mekanda yaşanmışlıkları kıskanırısınız, derinlerin ötelerine dalar, ötelerden gelen sesler kulağınızda çınlar. Koltuklara, perdelere ve köşedeki kırık testiye dokunur, şehir içinde fakat şehrin kendisinden uzak ikindi sonrası konuşmalarda yoğrulursunuz. Kaleme ve deftere gider eliniz. O zat gibi yazmaya çalışırsınız.
Ben ya da siz veya tanıdığımız – tanımadığımız her bir kimse bu halleri yaşar, hisseder ve anlatmak ister. Yaşadıklarımızın bestesini eğrisiyle doğrusuyla kendimizce yapmak isteriz. Belki bir uzun hava türküde kendimizi buluruz. Bu da olmazsa yatağımızın başucunda, çantamızda, masamızın bir köşesinde duran sarı sayfalı defterinize, “Yazmasam çıldırırdım.” diyen şair gibi oturup çatlarcasına yazarsınız, yazarız. Yazmak sizin için son duraktır.
O yazmak ki, bir tutkudur, bir sevdayı defalarca yaşamak ve yaşatmaya çalışmaktır. Yazmak gönül işi, mevsimsiz bir yolculukta sınırları aşmaktır. Bir hastalığı çekenler o hastalığın başlarına neler açtığını daha iyi bilir. Derdi yaşayanlar ise en iyi yazanlardır.
Yazmak, kendi ruh gurbetinizde yirmi dört saat beden ağrıları yaşamak gibidir. Bazen hasretleriniz sizi kıvrım kıvrım kıvrandırır. Yazma tutkusu da bu kıvranma gibidir, bazen sizi gece yarıları oda içinde dolandırır. Odalar, evler, binalar dar gelir. Beyninizde kelimeler uçuşur. Siz isterseniz aşk deyin, isterseniz “para kazandırmaz böyle şeyler” deyin. Siz hangi ifadeyi kullanırsanız kullanın, bilirim ki yazmak gönül işidir. Yazmak yaşamanın adı, hüzne doyamamanın son durağıdır.
Yazmak için beyin sancısı çekmek, davanın derdini sindire sindire yaşamak gerekir. Yüreğimizin gel gitlerine aldırmadan, mahkum olmayan duyguların yükselişiyle yazmak.
Yazması gerekenlerin yazmaması ise beni utandırıyor. Kahrediyor. Emanete hıyanet etmişler gibi geliyor.
Sizler, kalemden uzak; sarı yapraklı deftere küsenler; sancılarınıza istediğiniz vasfı yakıştırın. Ben inadına yazıyorum. İnadına hüzünlerin koynuna kendimi atıyorum, onunla uyuyor onunla kalkıyorum. Her gece ve günün en demli vakitlerinde kalemimin ve kağıdımın vefalı dostluğuna sığınıyorum. İstifamı –güya- verdiğim eski sevdalarımın yerine, yenilerini koyuyor bu defa da onlara yazıyorum. Meftûnu olduğum halleri her gün defalarca yazarak yaşıyorum. Kalemimin ucunda alemi dolaşıyorum. İstediğim dağın zirvesine bağdaşlar kuruyorum. Memleket memleket geziyorum. Güzide mekanlara selam gönderip, ûlvi duyguları bir başka tadıyorum. Mermerimsi duyguları kırıyor, bazen de kelimelerle ağlıyorum. Zehirli hançerler yesem de aldırmıyorum. Doya doya söyleyemediğim halleri kağıtlara döküyorum. Çığlığımı yan odadakiler, karşımda oturanlar duymuyor ama bu defter ve mübarek kalemlerimle paylaşıyorum.
Yazarken kelimeleri at gibi koşturuyorum; soluyorum. Nefes nefese kalıyorum. Çatlamaya an kalmışken birisi beni durdurup “Daha vaktin var” diyor. Bu bana daha bir şevk veriyor ve şükür makamında yazmaya devam etmenin hazzını tadıyorum.
lyazı/foto:magpak- 29. 04. 2008