Aşağıdaki hikayede geçen karakterlerin hepsi birebir doğrudur. Geçen olay(lar) ise genelde kurgudur. Çoğu vefat etmiş bu karakterlere Allah’tan rahmet dilerken, yaşayanlara da uzun ömürler. (mağpak)
Anlı şanlı , ünü Kebercebel’e, Tılfar’a, Çanakçı gibi bütün civar köylere ve cümle kasabalara yayılmış, kimseyi kapısından çalıştırmadan, öğüt vermeden göndermeyen bizim köyün ‘mıhtarı’ Hacı Kiya, yine söyleyeceğini söylemiş. Burası köylük yer. Söylenen haneklerin her bir harfi evden eve hemence dolanıp durur. Ne söylediğine geçmeden önce şu bizim ‘mıhtarı’ konuşmakta fayda var diyorsanız birkaç laf edeyim. Size ‘mıhtarın’ gelmişini geçmişini, çocukluğunu, gençliğini, karlı zamanlarda süngeliyle yani lastik sapanı ile kaç tane zevzir kuşu vurduğunu, pınardan günde kaç ‘külek’ su taşıdığını yazmamda fayda var mı? Belki özele girer diye yazmamak en doğrusu. Ne alakası var bu işin özelle diye biriniz eskaza sorarsa cevabımız hazır: kimseyi ‘mıdara’ etmek şanımıza yakışmaz da ondan. Yani ben size desem ki, bizim ‘mıhtar’ hayatında bir serçe dahi vuramamış, pınarın ‘lerdivenlerinden’ hayatında bir defa dahi inmemiş desem ayıp olmaz mı yani? Bizim ‘mıhtarın’ en birinci işi konuşmak, bir de ajans dinlemek desem, her konuşmasında çok böyük laflar eder desem işin kısmen hakikatini anlatmış olurum herhal. Mıhtar bu elbette kimseye meydan bırakmadan konuşması gerecek. Lafların en alasını o konuşmayacakta bizim Diranın oğlu Kazım mı konuşacak? Haci Kiya bu: İşini, aldığını sattığını, konuştuğunu elbette bilir. Dedik ya. Her cümlede bunu söylemeye ne hacet. Yakışanda budur.
Emme, bizim ‘mıhtar’ geçen öyle laflar etmiş ki, ucu bütün köyün belli zevatlarına ve haliyle bana da dokunmadı değil. Merak etmeye başladıysanız başlayayım. Eğer merakınız yoksa, biz böyle hikayeleri çok okuduk, zaten yazarlar, okur kesiminin dikkatini çekmek için böyle alafrangalı yollar denerler diyorsanız, siz bilirsiniz. Hatta eskiden yazılmış onlarca köy hikaye ve romanlarını bizim kasabadaki Kitapçı Said Amcadan bi zahmet para verip alır okursunuz. Şimdi size birkaç kitap ismi versem o zamanda reklama girer. Neyse meseleden epeyce uzaklaştık. Hikayemizin ya da romanımızın kahramanlarına aceleyle dönelim. Yoksam ortada ne mıhtar ne de âza kalacak. Son cümlem şu olsun: anlatacağım hususlar yakından uzağa sizinle ne alakası var ne de cümle sülâlenize dokunduracak bir hareket çekeceğim.
Efendim durum şu: Bozbağ’daki narların çok olduğu bahçedeyim. Sep Arığında su haftada bir geliyor ki, su çilesi bitmiyor. Nöbetleşe olması bir yana kavga gürültü sıra zor bela geliyor. Bizim köyde pek kimse inanmaz ama Haşıklının Uşakları bile bu kavgaya karışıyorlar. Dövüşmeyi-vuruşmayı seven ahaliyi yazmak bize ters düşer. İşin merkezinde ne Karno Şekir’in oğlu Ömer, ne de Boğçacı Şevket’in arvadı Lûtfuya Bacı var. Burada bir parentez açayım: Şevket Ammi’nin lağabı, ünü Boğçacı değildir. Varın kendiniz çıkarın. Bu yazının muhabbetini bozar desem veya desem ki Şevket Ammi diye bir roman yazılmalı El Hâk hak eder. Civcivlerine saldıran bir iti nasıl işkence ile nasıl telef ettiğini ve ölümünün de bir it yüzünden olduğunu anlatmayı başka bir yazara bıraksam daha iyi olur. Anlayacağınızı beni aşıyor.
Tamam sinirlenmeyin, ‘mıhtarın’ söylediklerine doğru gidiyorum. Tilki Habeş’in komşusu, köyün en uzunlarından Kirimiri Ali bile beni döndüremez yolumdan. Yazmaya karar verdiysek ve buraya kadar sabırla okuyan siz sevgili pek muhterem okuyucularım için ne yapıp edip yazacağım. Hatta şu an uykum gelse de yazacağım. Her ne yazsam bir türlü okumayan bizim arvada inat bu defa herşeyi dökeceğim ortaya. Benim yazılar çok köylüymüş. Ne diyeyim pes doğrusu. Ne de olsa arvadım; bir çirtik laf bile edemem. Serde köylülük var. Bir de bizim arvat şehirden gelin geldi diye bizi beğenmemesi gayet normal. Şehir görmüş bir elemananın ne de olsa bakışları farklı olur. Siz benim arvadı falan boş verin hatta aklınızdan kendi ‘âyeliniz” geçti ise geri dönün.
![]()
Boz Bağlarda kıymetli narların ve bilumum meyvenin yetiştiği bahçedeyim demiştim. Su suvarıyorum ya. Akşam ezanı bizim köyün en eski imamı Ali Hoca tarafından yeni okunmuş. Hava birazcık serin, çoluk çocuk evde. Karnım açmı aç. Hanım (arvat haneğine bizimkisi kızıyorda o yüzden hanım demem lazım) çıkına iki domates, bir iri soğan, ikide acınını acısı kırmızı biber, bir de açma ekmek koymuştu. Tam iştahla dürüm yaparken Bizim Sağır Hayri’nin oğlu Ökkeş ıslık çala çala geldi. Selamını da verdi. Aldım. Sünnettir. Davet ettim. Dürümü paylaşmak lazım. İçim sızlaya sızlaya buyur ettim. Biraz cimrilik ama ne neylersin, misafir gelmiştir. Ökkeş de yemeyi sever. Ekmeği paylaştık, diğerlerini de… Bu arada boş duracak değiliz. Bu yılın zeytininden, fıstığından, ekininden, dolmadan, tavuklara kadar konuştuk. Hepsini yazsam epeyce hanek israfı olacak. Biz ettik sizi de alet etmeyeyim. Laf lafı halka halka açtı ve hanek döndü dolaştı bizim ‘mıhtara’ geldi. Sıkı durun ne demiş bizim ‘mıhtar’.
Burada reklam arası verecek halimiz yok. Artık şu ‘mıhtar’ kelimesi de beni rahatsız etti. Hacı Kiya’ya ‘mıhtar’ ifadesi yakışmıyor. Muhtar demek en doğrusu. İki gün önce muhtar efendi bir grup cemaatin içinde ne demiş söyleyeyim. Mekân köy odası. Yılın ilk peynirli künefesi yenmektedir. Bizim Ökkeş’te sofrada yer almış. Ortada hiç bir durum, pozisyon, mevzû yokken muhtarımız ne desin: “Bu köyde ihtiyarlar ve keller olmasa bak ben nasıl idare ederim. Ortalığı karıştıranlar bunlar…”demiş.
Bunu aynen ve bizatî Ökkeş dedi, bizim hatun da komşu hatunlardan duymuş inanamadım. İlk duyduğumda ‘breh breh’ demiştim. Bu laf bana dokunmasa dahi aha şimdi de diyorum: breh..breh. Lakin durup dururken ne diye ‘keller ve ihtiyarlar’ desin. Yaşlıyım yaşlı olmasına ama bir de kelliğimiz var. Dolaysıyle bana bu laf iki defa çarpmış oluyor. Aynen böyle. Eee… Bizim de diyeceğimiz var elbette. Hem diyeceğimiz hem de faaliyetimiz olacak. Nasıl mı? Bekleyin görün…
foto: magpak 1: Kör Necip 2: Diranın Oğlu Kazım