Her *sabah* laf olsun diye günaydın diyoruz. Yağmurlu zamanlarda iş olsun diye sokakları dolaşıp havadan sudan konuşuyoruz. Ben mahşeri dertlerimi* içimdeki bir başkasına anlatıyorum. Sen mum ışığında eriyen kıskançlıklarını bakışlarınla anlatıyorsun. Bazen de karşılıklı oturup bir yol kenarında çayımızı içiyoruz. Vakitli vakitsiz birbirimize telefon edip, öylesine konuşuyoruz. Bugün ne yaptınların cevabını bulmak için çok uğraşıyoruz. İkimiz de biliyoruz ki biz her daim yalnızız.
Yüreğimizin sırlarını bile bile kendimize saklıyoruz, huzurumuzu bozmasın diye geçmişi ve geleceği ait cümleleri kullanmıyoruz. Kelime sonlarına gelen ekleri seçerek kullanıyoruz. Her cümlenin yaralıyıcı bir tarafı olur diye basit ifalerle konuşuyoruz. Ben sana Ankara'dan, İstanbul'dan, Akhisar'dan bahsetmiyorum. Sen bana Kerkük'ü, Musul'u, Antep'i ve hatta Çanakkale'yi sormuyorsun. Ben kendi şehirlerimde dolaşırken, içimde bir uzun hava hep aynı makamda dolanıyorum.
Biz rüyalarımız dahi kendimize saklıyoruz. Tabirlerimizi kitaplarda arıyoruruz. Dinlediğimiz şarkılar bir olsa da, okuduğumuz şiirlerin farklı olduğunu biliyoruz. Yazdıklarımı okumuyor, anlamaya çalışmıyorsun. Bense çalıntı vakitlerde kendime yazmaya inadına devam ediyorum.
Hasta olduğum zamanlar bana bir sıcak şifalı çayı göndermiyor, kapımı çalıp ihtiyacım olup olmadığını sormuyorsun. Alınmıyorum. Ben senin hastalığında hep aynı tarifleri yapıyorum. Bitki çaylarında vazgeçme diyorum. Sen yağmurlu zamanları gözleyip beni çay içmeye çağrıyorsun.
İnadına katlanıyoruz birbirimize. Ayrımızla gayrımızla yamalı bu yolda yürüyoruz; biraz çaresizlik, biraz da ümitsizlikten.




Kaynak...