Ne bir-iki satýr yazabiliyor, ne de elime aldýðým bir kitaptan birkaç sayfa okuyabiliyordum. Okusam da anlayamýyordum. Kapým ha bire açýlýyor, ya oðlanlardan biri ya da kýz kendilerine göre çok önemli bir soru soruyor veya benimle boðuþmak, oynaþmak istiyorlardý. Yorgundum. Tahammül edemiyordum. Haliyle sessiz bir yer aradým.
Kimseye söylemeden, evden kaçmalýydým. Evden çýkýp yüz metre yürüdükten sonra kendimi kepir topraða vurup Aðbayýr tarafýna gidebilir, sýra dutlarýn yolundan narlýða da gidebilirdim. En iyisi motosikletin deposuna on liralýk benzin doldurup Belkýs tarafýna estire estire yol almalýydým. Barajýn yanýndaki çamlýkta biraz mola verirken hem yazýp hem de okuyabilirdim. Hatta yeni sahip olduðum MP3 ile helalinden para ödeyerek aldýðým “Geceden Gelen” sidisindeki en damar parça olan “Yaru Ebed”i iki yüzüncü defa daha bir aþkla dinleyebilirdim.
Maalesef yaptýðým planlar hayalden öteye gitmeyecekti. Bu hayallerin ve ötesinin gerçekleþmesi için bin yüz kilometrelik mesafeyi öncellikle aþmam gerekiyordu. Hayalimi kimseye söylemeden kendi kendime avundum. Ya yerimde mýhlanýp oturacak, çoluk çocukla uðraþacak, ya da baþýmý alýp sessiz sedasýz bir yerlere gidecektim.
En sonunda evden biraz korkak biraz da zamansýz çýktým. Dýþarýda poyraz esiyordu. Üþüdüm. Aldýrmadým. Eve en yakýn bir alýþveriþ merkezinin kalabalýðýnda kendimi buldum. Ýnsanlar demir tellerden yapýlmýþ alýþveriþ arabalarýnýn içine doldurmuþ olduklarý her türden malzeme ile bir o yana bir bu yana giderken, memleketimin tozlu bahçe yolu birden gözümde canlandý. Kendimi arýk kenarýndaki tozlu topraklý yolda buldum. Vakit ikindi serinliðiydi. Önümde kendi ellerimle yaptýðým tahtadan arabayý kavisler çizerek sürüyordum. Üstünde Köþker Hanifi’nin bahçesinden biçtiðim bir çuval yonca vardý. Arabanýn tekeri Tamirci Yýlmaz’ýn tamirhanesinden alýnan rulmandan, odunlarý ise bizim bahçenin kavaðýndandý. Ot bukçusu* ise cebimdeydi. Aklýmda þehre gitmek vardý. Babamýn “Ülfet” fabrikasýndan dönüþ vaktiydi. Aylardan beri babamýn dediðine göre þehre belki yarýn belki de bir ay sonra göçecektik. Anam da taþýnmayý istiyordu. Taþýnýrsak þehirli olacaktýk. Fýrýndan týrnaklý ekmek alacak, dürümlerimizi onunla yapacak, bir de en güzel okula gidecektim.
Ben yýllar öncesinin yollarýnda çocukluðumla beraber yürürken, ne olduðunu anlamadan bir alýþveriþ arabasýnýn ayaðýma çarpmasýyla kendime geldim. Arabayý süren çocuklu bayan, “Pardon amca” dedi. Orta yaþtaki bu kadýn bana “amca” demiþti. Bu sýfatý kendime bir türlü yakýþtýramadýðýmdan, alýþamýyordum; çocuklarýn bile bana amca demesine katlanamýyordum. “Önemli deðil teyze” diyemeden yürümeye devam ettim.
Alýþveriþ merkezinin üst katýna çýktým. Harman yeri büyüklüðündeki mekanda ondan fazla yemek dükkaný bir daire þeklinde sýralanmýþtý. Yüzden fazla masa da bu dükkanlarýn önüne serpiþtirilmiþti. Her masanýn etrafýna da dörder tane turuncu plastik sandalyeler konulmuþtu. Biraz dolaþtýktan sonra boþ bir masa buldum. Oturdum. Etrafý þöyle bir süzdüm. Neden buraya geldiðimi anlamadým. Ýþin doðrusu bu civarda gidecek bir yer de yoktu. Yüzlerce insanýn kendi gürültülerini ürettiði bir mekanda birbirlerini anlamaya çalýþmalarýna bir süre baktým. Bu insanlarýn ortasýnda kendimi dinlemeye çalýþacaktým! Daha fazla dayanamadým ve Mp3’ün kulaklýðýnýn R harfi yazanýný sað kulaðýma, L harfi yazanýný ise sol kulaðýma taktým. Böylece gürültüyü daha fazla duymayacaktým. Çantamdan bir kitap, bir defter ve bir de sýfýr dokuz uçlu kurþun kalem çýkardým. Önce kitaptan birkaç sayfa okudum. Sonra onu bir kenara koydum. Defteri açýp öylesine yazmaya baþladým. Oturduðum masa ders çalýþma masasýna dönmüþtü. Ýnsanlarýn çoðu pipetlerle kolalar içip, pizza veya hamburger yiyordu. Önünde kitabý defteri açýk “amca” ‘ya kimsenin aldýrdýðý yoktu. Ýþin doðrusu benim de karným açtý. “Hele gel amca tuz ekmek olalým” diyecek bir ses duymak istedim. Meðer tahta arabam gibi o davet de bin yüz kilometre ötede kalmýþtý. “Kolanýn, hamburgerin neyine buyur edecekler” deyip açlýðýmý unutmaya çalýþtým.
Yemek yiyen birinin elindeki hamburger arasýnda bir dilim domates ve bir yaprak marul görünce çok uzaklardan gelen domates dürümünün kokusunu alýr gibi oldum. Mayýs ayýnýn ortasýndaydýk. Tam da dürümlerin en sadesi, en renklisi olan domates dürümü yapmanýn zamanýydý. Yazmayý, okumayý býraktým. Bir daðýn tepesinde, bir aðaç altýnda veya bir pýnar baþýnda yapýlmasý en zahmetsiz ve kolay olan domates dürümünün þehirde yapýlacak olanýný hayalen de olsa gözümde canlandýrmaya çalýþtým:
Fýrýndan yeni çýkmýþ sýcak dýrnaklý*ekmeðin ortasýna bir adet domatesi keyfe göre iri ya da ufak þekilde doðramalýydý. Üstüne ister kuru, ister taze bir soðan ve bir adet taze sarýmsak da yapraklarýný dahi hiç zay* etmeden ince ince, sýra sýra dizmeliydi. Ve en önemlisi acýnýn acýsý iki tane yeþil biberin damarlarýný, çekirdeklerini ayýklamadan doðrayýp eþit aralýklarla düzgünce sýralamak gerekirdi. Þayet fazla demezseniz orta büyüklükte biri baþ peyniri de rendeleme usulüyle malzemenin üstüne serpiþtirmeliydi. Zevke göre üç-dört dal bakdeniz* veya üç-dört yaprak nane, hiç biri de yoksa yeþillikten deyip bir kök pirpirimi* býçakla doðramadan dal dal bütün malzemenin en üstüne koyup dürüme ayrý hava katmalýydý. Kokusu olsun muhabbetine küçük bir hýyarý, dürüme eklemenin hiç mahsuru olmayacaktý. Dürümün acýsý yetmez deyip bir yarým yemek kaþýðý kýrmýzý pul biberi dürümün üzerine sepriþtirmeliydi. Bu dürümün yanýnda yayýk ayraný içmeden olmazdý. Ýster bir bakýr tasla ister bir ayran kepçesiyle ayraný dürümü yerken içmeliydi.
Mc Donald’s’ýn , Arby’s’in, XL Kumpir’in karþýsýna geçmiþ kendimce domates dürümü tarifi yapmanýn zevkini garip bir þekilde yaþýyordum. Pipetlerle kola içenlere garip gözlerle bakýp, bakýr bir tasta ayran içmenin hayaline durmuþtum. Bilmem kaç defa kullanýlmýþ yaðda kýzartýlmýþ patatesleri, tavuklarý karþýmdakiler iþtahla yerken milletin menüsünü deðiþtirmek olur muydu? Don Kiþot’un yel deðirmenlerine savaþý misali ben neyin savaþýný verecektim?
Hayalen de olsa domates dürümü yaparken çok acýkmýþtým. Ne hamburger ne de diðer bilumum “fast food” denilen yiyecekler açlýðýmý keserdi. Memleketimde yapýlýnca ayrý bir lezzeti olan, üzerine biber salçasý sürülmüþ açma ekmek ya da domates dürümü benim karnýmý ancak doyururdu.
Benim açlýðým biraz da özümeydi. Topraðýmda yenilen içilen her þeye açtým. Burada, yerli gibi duran bir yabancýydým. Mc Donald’s’tan satýn aldýklarý yiyecekler yanýnda, çocuklar için verilen Spider Man boyama kitabýnýn kullanýlmasýna yabancýydým. Cam bardak yerine plastik bardaklarda içilen çaylara ve karþýmda bir genç erkekle kýzýn evcilik oyunu oynar gibi birbirlerine sarýlmalarýna, ve hatta elâlemin içinde öpüþmelerine, tavuk butlarýný birbirine yedirmelerine yabancýydým.
Ben iyisi kendime de yabancý olmadan buradan geldiðim gibi gitmeliydim.
Eve gidince de Samsunlu Çerkez hanýmýn biber salçasýz yaptýðý yemeði yemeye baþlamadan önce ve de çocuklarýn “acýlý baba” demelerine aldýrmadan doluca bir yemek kaþýðý pul biberi yemeðe döküp, öylece karnýmý doyurmaya çalýþmalýydým.
Ama siz, bu yazýyý okuduktan sonra hazýr yemeðinizi acý pul biber katarak “Antepli” yapmaya kalkmayýn. Verilen tarif üzerine veya kendi tarifinizce bir domates dürümü yapýp, suyunu akýta akýta yiyin . Yanýnda da ayran için. Okuyuculardan “Ben hamburgeri tercih ederim, domates dürümü de neymiþ” diyen olursa, ona da "hamburgeri" afiyet olsun.
![]()
Bizce Haneklerin Anlamlarý:
bakdeniz: maydanoz
bukçu: ot ya da bað býçaðýna verilen ad
dýrnaklý ekmek: pide ekmeðinin incesi
pirpirim: semiz otu
zay etmek: israf etmek