-
Alıntı
Yabani otların arasında gizli saklı kalmış, üzerine düşmüş güneş ışıklarını içine hapsetmiş ebruli morun birbirinden güzel tonlarıyla bezeli kır menekşeleri. Koyu yeşil yapraklarının arasında büyük bir alçakgönüllülükle hafifçe eğik başları, yukarıya uzanmış narin gövdeleriyle çok güzeller. Ne kadar gizlenirse gizlensinler, burcu burcu yayılan mis kokuları onları ele veriyor. Sizler annemin mutluluk çiçekleri...
Her an hoyrat bir ayağın altında ezilebilecek kadar korumasız, her tarafı kaplayan arsız otların arasında fark edilmek gibi bir kaygıları olmadan etrafa neşeli bir güzellik saçarak yaşıyorlar. Yaşama sevinciyle dolu, sevecen gözler gerekiyor onları görebilmek için… Dünyanın hiç bir parfümünün boy ölçüşemeyeceği güzellikteki kokusundan, görüntüsünden mutlu olabilmek için aşmış olmak gerekiyor bir çok şeyi. İlahi bir sevgi gerekiyor yüreklerde. Ve ne yazık ki, bu mutluluğu tüm benliğiyle, yüreğiyle hissetmek her insana bahşedilmiyor… Ne hercai, ne de Afrika, onlar hiçbir çiçekçi de satılmayan, yabani kır menekşeleri...
Bir hıdrellez günü, yıllar sonra gittiğimiz dedemin kasabasında, küçük fakat suyu bol ve hızlı akan bir derenin kenarındaydılar. Söğüt ve kavak ağaçlarının altında, annemin onları fark ettiği zaman yüzüne yayılan aydınlık dolu kocaman gülüşüne neden olan güzelliklerdi onlar. O gün yabani kır menekşelerin onda uyandırdığı sevinç ve mutluluğun benim de yüreğime yerleştiği gün olmuştu. Fark edilmeyecek kadar küçük şeylerden mutlu olmayı annemden o gün öğrenmiştim. Küçük bir demet ne güzel olurdu. Eğildim koparmak için. Annem, “dur” dedi, “Sakın ha”...
Mucizelere inanmazdım, ta ki yıllar sonra nereden ortaya çıktıklarına aklımın bir türlü ermediği kır menekşelerini annemin mezarında görene dek... Onları orada öyle kendiliğinden bitmiş görünce tıpkı yıllar öncesinin hıdrellez günündeki gibi kalbimi ısıtan sıcacık gülüşünü yeniden içimde hissettim. Taşıyamadığım ağırlıktaki hüznümün yerini gökyüzünde özgürce uçan bir kuşun kanadından dökülen, havada dans ederek yere iniyormuş gibi görünüp de aslında yere hiç düşmeyen bir minik tüy tanesi aldı.
Annemin gittiği o yerlerde mutlu olduğunun, yalnız olmadığının bir işareti olarak gördüm onları ve bunun için tüm kalbimle Tanrıya şükrettim
-
Alıntı
Kentin ikinci derecedeki kalabalık caddesinde pusulasız ve rotasız öylesine yürürken, birbirine karışan ve birbiriyle yarışan binlerce sesin yoğrulduğu uğultunun arasında, öteki sesleri egale eden tanıdık ve ilginç bir ses, bir tespih şakırtısı çarptı ansızın şair dalgınlığıma…
Birden kafamı kaldırıp sesin geldiği yere ve kişiye baktığımda, şapkalı, şalvarlı yumurta topuklu pala bıyıklı irikıyım bir adamla karşılaşmayı beklerken, omzunda, okul çantası, gene aynı omzunda gitarı, sağ elinde iri taşlı ve albenili bir tespih bulunan ve tespihi şakır şakır sallayan bir genç kızla karşılaştım. İçimden “kadınların el atmadığı bir kabadayılık kalmıştı, onu da erkeklerin elinden alıyolar” diye söylenerek ve gülümseyerek cakayla yürüyen, kabadayı kızın ardından hayretle bakakaldım…
Bu manzarayı aşıp gene tuhaf duygularla yürürken, birden çocukluğumdan kalan o caddeler sokaklar ve insanlar canlanıverdi gözümde…
70’li yıllar, bir gün okumak için, köyden şehre inmiştim. Babamın ellerine sıkı sıkıya sarılarak ürkek ürkek gözlerle ve adımlarla gene aynı kentin aynı caddesinde yürüyordum…
Cadde ve sokaklarda, o zamanlar sayıları oldukça az kenarları kare kare süslü, tek tük taksiler, kırık dökük dolmuşlar, kamyonlar…
O zamanın evleri de çoğunluğu kerpiç ve ahşap, kapıları tokmaklı cumbalı evlerdi sadece nüfusun yoğun olduğu yerlerde apartmanlar, çok katlı iş hanları mevcuttu. Bırakın köyleri, şehirlerin bugünkü tabiriyle varoş yerlerinde bile elektrik enerjisi yoktu. İnsanlar günlük ihtiyaçlarını mütevazı bakkal dükkanlarında karşılıyorlardı. Bırakın bugünkü pek çok devasa marketleri, marketlerin adı bile yoktu… Manavlarda ise, şimdiki gibi, kivi, ayva, brokoli, Hindistan cevizi şöyle dursun, bazı manavlarda portakal ve mandalina bile bulunmazdı. Şeker, sigara, tüp gaz ve gaz yağı kuyrukları halkı adeta canından bezdirmişti…
O yıllarda cadde ve sokakları dolduran insanlara gelince, kendi halinde, mütevekkil, mütevazi, nazik ve azami derecede birbirine saygılı, yoksul, yoksun ama mutlu insanlardı…
Yüzlerde tebessüm, yüreklerde dobra dobra sevgi, kazançlarda bereket, eşlerde sadakat vardı.
Eski püskü de olsa tertemiz giysiler ve boyalı pırıl pırıl kunduralar giyilirdi…
Kadınlar öbek öbek büyük gruplar halinde bir yere toplanır, saatlerce neşeyle şen kahkahalarla söyleşirlerdi. İş sahası çok olduğu için erkeklerin çoğu özellikle kamuda çalışırdı…
Genç kızlar, maksi denilen tırnağa kadar uzun etekler giyerlerdi… İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlerde mini etekler yaygındı. Doğudaki muhafazakar illerde ise, maksi, midi etekleri ve fistanlar giyilirdi. Şimdi olduğu gibi kot pantolon saltanatı yoktu. Kızlar, televizyon, cep telefonu, internet vs. görsel teknolojik iletişim araçları olmadığı için, resimli cep fotoromanlar okurlardı habire… Hem öyle olur olmaz her yerde okuyamazlardı. Bu aşk hikayeli mini kitapları, ağabeylerinden ve babalarından gizli okurlardı… Genç kızların romanlardan başka, en popüler hobilerinden biri de radyo dinlemekti. Bugün olduğu gibi kentlerde ve kasabalarda öyle onlarca özel radyo istasyonu yoktu. Hatta özel radyonun adı sanı yoktu… O kızlar, sokaklarda yüksek sesle konuşmaz, fıkır fıkır gülmez, babasının yanında ayak ayaküstüne atmaz ve gene sokaklarda sigara içmezlerdi. Türkiye’nin sesi ve polis radyosu adlı radyoları dinlerlerdi. En sevilen sanatçılar Barış Manço, Nilüfer, Ajda Pekkan, Erkin Koray gibi bugün de popülerliğini koruyan sanatçılardı…
O zamanlar, pek çok müzik parçaları kaydeden kasetler ve cd ler yoktu. Sadece tek bir sarkı kaydı alabilen plaklar vardı… Eğlenip dans etmek isteyenler, taş plaklarda yankılanan birkaç dakikalık bir müzik sesiyle yetinmek durumundaydılar. Biten plakları ikide bir değiştirmek zorunda kalmak, gençleri adeta hayatından bezdirirdi. Derken bazı evler televizyonlarla tanıştılar. Günde birkaç saatlik siyah-beyaz yayın cana minnet bilinirdi. Salı günleri haberlerin ardından Türk filmleri yayınlanır, insanlar, hısım akrabaya konuk-komşuya doluşup çıt çıkarmadan huşuyla haftada sadece bir kez izlenme şansı bulunan filmleri seyrederlerdi. O zamanın deli kanlıları da, hakeza çok saygılı ve edeplilerdi. Kızların bırakın çantalarını kapıp kaçmak ve onların yanında sövüşmek, onlarla konuşup birşeyler sormak için bile dakikalarca hazırlık yapar, onlara nasıl hitap ederlerse daha uygun olur diye düşünür, ezilir büzülür, öyle konuşurlar yahut konuşmaya çalışırlardı… Sevgiler gerçek, ilişkiler çok doğal ve seviyeliydi… O günlerde gençler, oldukça geniş paçalı, İspanyol paça pantolonlar ve geniş yakalı gömlekler, ceketler, pardösüler ve paltolar giyerlerdi…
Yakalar rüzgarlarda, flamalar gibi hışır hışır dalgalanırdı… Uzun saç ve uzun favül bırakan gençlerin futbol, satranç, dama, kitap gibi eğlenceleri vardı. Nazik ve kibar gençlerdi; En hippi kılıklı olanlarında bile, terbiye, saygı, edep ve seviye vardı… Şimdi olduğu gibi en eften püften sebeplerden patlak veren taşlı sopalı ve silahlı kavgalar yoktu… O yıllarda, kavgalar, kargaşalar, kapkaçlar, kalleşlikler, bencillikler olmadığı gibi cadde ve sokaklarımızı istila eden İngilizce ve muhtelif ecnebi dillerinde çevremizi kirleten, tabelalar da yoktu…
Hele, o zamanlar, üçbeş kuruş uğruna yahut cehaleti sebebiyle, din değiştiren, Müslümanken Hıristiyan olan mürted ve nasipsizler hiç yoktu…
Sözlerimi o günlerin en popüler sanatçılarından biri olan, Erkin Koray’ın nefis bir şarkısının sözleriyle bağlayayım:
Cambaz olduk bak hepimiz,
İp üstünde kaderimiz,
Gülüyoruz hep çaresiz
Gün ola harman ola…
Yahut o güzel yılları ve günleri yadetmek babında; bir diğer şarkısının sözleriyle:
Öyle bir geçer zaman ki…
Dediğim aynıyla vaki…
-
Alıntı
Bir Pazar sabahı oğlumun elinden tuttum evimizin önündeki caddeden yürüyerek bakkala doğru giderken üç tekerlekli arabasıyla çöpten malzeme toplayan birini gördük. Oğlum bana “ baba bu amca ne yapıyor ? çöplerimi temizliyor ? neden temizliyor? Çöp arabaları zaten çöpü alıyor,” sorularını peş peşe sıraladı.
Benim bu durumu oğlumun anlayacağı bir dille anlatmam gerekiyordu. Biraz düşündükten sonra bir başlangıç yaptım.
-Bak oğlum bu amca senin gibi çocukken babasının parası olmadığı için okuyamamış, okumadan büyümüş, okuyamadığı içinde bir işe girememiş, bu arada da evlenmiş ve çocukları olmuş. Çocuklarının karnını doyurmak, onlara giyecek almak için mecburen çalışması gerektiği için ve başka iş bulamadığı için çöpleri tek tek dolaşarak insanların işlerine yaramadığından dolayı çöpe attıkları malzemeleri toplayarak götürüp satıp para kazanıyor. Sonrada evine para götürüp çocuklarına ekmek alıyor oğlum dedim. Ama sorular bitermi,
Ama baba sen para kazanmayı biliyorsun, bende biliyorum o amcaya öğretelim ve çöpleri satmak zorunda kalmasın, kazandığı paralarla da çocuklarına ekmek alsın, belki lunaparka da götürür dedi, bende oğlum sen nerden biliyorsun para kazanmayı dedim. Aldığım cevap çok ilginçti ! Baba sen bankamatik makinesine kartı sokup oradan para kazanıyorsun ya, o amcaya da bunu öğretelim çöpleri toplayıp satarak para kazanmak zorunda kalmasın, babacığım nolur öğretelim o amcaya dedi. Ben çok duygulandım. Oğlum ben maaşımı bankamatikten çekerken görüp onu para kazanma olarak algılamış, bende oğlum ben dışarıda çalışıyorum. Devlet benim maaşımı oraya yatırıyor bende bankamatikten kartımla paramı alıyorum dedim. Oğlum bu anlattıklarıma bir anlam veremediğini gösterircesine sustu ve arkasına baka baka caddeyi karşıya geçtik.
Oğlum her Pazar balkona çıkar ve o çöpten para kazanan insanı görünce, baba bak o amca yine geldi, para kazanıyor, diye bana seslenir ve beraber bakarız.
Kaç insan benim oğlum kadar bu tür insanların ekmek parasını kazanma yollarını görüp düşünebiliyor dostlar. Hemen hemen hiç birimiz. Ben bile o insanı görünce sıradan bir olaymış gibi geçer giderdim. O çocuk aklı bana o gün çok şey anlattı, Allah kimseyi kimseye muhtaç etmesin.
-
Alıntı
Bir yerden elli beş kilometre ötede mutlaka başka bir yer vardır. Çoğu kişi için bulunduğu yerden elli beş kilometre ötedeki yer önemsizdir. Fakat benim büyükbabam için öyle bir elli beş kilometrelik mesafe vardı ki…
Büyükbabam aksiliğiyle, inatçılığıyla, dediğim dedik çaldığım düdük tavırlarıyla nam salmıştı benim minik aklımda. Ben pek fazla görmemiştim böyle davranışlarını. Fakat kendi anlattıkları ve babamın anlattıkları onun önceden tam bir ömür törpüsü olduğunu gösteriyordu. Eşeğini döve döve öldüren bir adamdı benim büyükbabam.
Büyükbabam ölümünden iki yıl öncesine kadar köyde yaşadı. Babaannemin ölümü onu çok üzmüştü. Fakat onca üzüntüye rağmen sadece dalları kesilen bir ağacın ayakta kalması gibi ayakta kaldı benim ihtiyar büyükbabam. Zaten zamane insanı gibi çökecek kadar sağlıksız ve dayanıksız değildi. Gençliğinde kaşık kaşık tereyağı yiyip o bağ bu tarla çalışan bir adamdı büyükbabam. Sağlığın verdiği güçle babaannemsiz, fakat onun hayaliyle uzun zaman tek başına yaşadı.
Allah büyükbabamı çok seviyormuş. Yerinden yurdundan hiç ayrılmayan, doksanına merdiven dayayan büyükbabam ömrünün son iki yılını da kimseye muhtaç olmadan, ortada kalmadan, dört oğlunda birer ay arayla kalarak geçirmeye başladı. Fakat büyükbabamın bir gün bizlerle kalmak zorunda olacağı aklımın ucundan bile geçmezdi.
Büyükbabam dört ayda bir bize geldiğinde bana göre ev bir bayram havasına bürünürdü. Ona hizmet etmek, onun anlattıklarını dinlemek çok hoşuma giderdi. Sabahları okula gitmeden önce elini öper, okuldan gelince de ilk onun yanına giderdim.
Onun anlattıklarını dinlerken hayretler içinde kalıyordum. Önce Yozgat’a kadar yürüyerek gittiğini anlatırdı. Hem de düz yolda ve yokuş aşağı giderken koştuğunu söylerdi. Daha sonra bir akrabasının askerdeyken dövülerek öldürüldüğünden bahsederdi. Ve bunlar gibi birçok olaydan bahsederdi. Onun anlattıklarına inanmak çok güçtü.
Bir gün tuvalete gitmek istediğini söyledi. Ben de onu tuvalete götürdüm. Büyükbabam yaşlılıktan dolayı tuvaletten geç çıkardı. Fakat bu sefer iyiden iyiye gecikmişti. Beklerken bir ses duydum. Galiba gözlüğünü düşürmüştü. Beni çağırdı. Fakat kapının tam arkasında duruyordu. Bu yüzden içeri giremiyordum. “Biraz geri çekil de içeri gireyim.” dedim. Fakat zaman zaman aksiliği tutan büyükbabam çekilmiyor, girmemin imkansız olduğu aralıktan girmemi istiyordu. Ben bir daha geriye çekilmesini söyleyince bana kızdı. Kapıyı kapattı ve zar zor eğilerek gözlüğünü aldı.
Köyde yaşamaya alışkın olan büyükbabam apartman katında akşama kadar oturmaktan sıkılıyordu. Kış ayları daha da sıkıcı olabilirdi onun için. Fakat o Allah’ın sevdiği kuluydu işte. Bizde kaldığı şubat ayı bile normalden güneşli geçmişti. Zaten memleket hasreti çeken büyükbabam güneşi görünce hemen balkona çıktı. Hastalanmıştı da…
Bahar geldiğinde memleket hasreti daha da artıyordu büyükbabamın. Evinin merdiveninde oturmak istiyordu. Meyve ağaçlarını görmeyen gözüyle izlemeyi, meyveleri tutmayan eliyle toplamayı istiyordu büyükbabam. Ona biraz olsun memleket havası yaşatmak, dört duvardan kurtarmak için pikniğe götürdük. Yere oturttuk. Elini yerdeki otlara sürdüğünde otların çok büyüdüğünü anladı ve “oğlum, beni burada ne tutuyorsunuz, köye götürün beni.” dedi. Bir oğul için en acı an bu olsa gerekti. Babasının istediğini yapamamak.
Amcamın oğlunun aldığı saatle birlikte başladı tuhaf hareketleri. Saat başı konuşuyor, saatin kaç olduğunu söylüyordu. Bir düğmeye basarak da öğrenebiliyordu saatin kaç olduğunu. Ayrıca saatin kaç olduğunu söyledikten sonra “iyi günler” veya “iyi akşamlar” diyordu saat. Fakat büyükbabam “iyi günler” sözünü nasıl oluyorsa yanlış anlıyordu. Saatin “iyi günler” yerine “menşe hatun” dediğini söylerdi. Biz öyle olmadığını söylesek de o yine inatçılığını gösterir, “menşe hatun diyor.” derdi.
Bir gün yanında otururken birden bastonunu sallamaya ve kendi kendine konuşmaya başladı. “Gidin, gidin.” diyordu kendi kendine. Daha sonra bize “Evde kocaman karınca var.” dedi. Halbuki evde hiç karınca yoktu. Üstelik onun söylediği büyüklükte bir karınca olması mucizeydi.
Şubat ayının on ikisinde bizim sıramız bitecek, amcamlara gidecekti büyükbabam. Bir daha geleceği mayıs ayını iple çekiyordum.Fakat nerden bilirdim bize gelmek yerine toprağa gideceğini?
Bizden amcamlara geçtiğinde hastalandı büyükbabam. Birden yatağa düşmüştü. Her gün yanına gider olmuştu babam. Bense hastalandığında uzun zaman gitmemiştim yanına. Yani hastalığının çok kötü olduğunun farkında değildim. Hatta büyükbabamın ilacı biz de kalmış ve ben de babama “Büyükbabamın ilacını götür.” demiştim. Babam ise “Büyükbabanın ilaç alacak durumu yok.” demişti. O zaman bile büyükbabamın çok hasta olduğunun farkına varamamıştım. Ta ki amcamlara gidip onu görene kadar.
İçeri girip elini öptüğümde beni tanımadı bile. Sonra kendimi tanıttım. Amcam yanımıza gelip anlatmaya başladı: “İyice tuhaflaştı. Geçen gün gözlüğünü fırlattı. Gözlüksüz daha iyi gördüğünü söyledi.” Yanında otururken öyle sayıklıyordu: “Evimi istiyorum. Evimde ölmek istiyorum.” O an kanım dondu. Büyükbabamın ölümünün yakınlaştığını o an anladım.
O gün zaten içimde bir sıkıntı vardı. Okuldan eve gelirken arkadaşlara iyi görünmeye çalıştım. Eve girecektim ki annem dışarıda. “Hemen üstünü giyin. Gidiyoruz. Büyükbaban ölmüş.” Hemen oraya yığıldım.
Büyükbabamın memleket hasreti sona eriyordu. Büyükbabam annesi ile babasının arasına gömülmeyi vasiyet etmişti. Babam amcalarımla birlikte büyükbabamı yıkadıktan sonra bana şunları söyledi: “Büyükbabanı yıkadığım da bana hep çok minnettar olduğunu söylerdi. İlk defa hiç ses çıkarmadı.” Ne acı bir hüzündü babam için.
Onu toprağa verdikten sonra herkes normal bir günmüş gibi havadan sudan konuşmaya başladı. Fakat ben yapamıyordum bunu. Onu unutamıyordum. Ve içimden ona sürekli şu sözleri gönderiyordum: “Memleketine kavuştun, hasretin sona erdi inatçı adam.”
-
Alıntı
Kimbilir bu kaçıncı ağlayışım yoksunluğuna, bu kaçıncı sana yazışım kimbilir..
Dün gece rüyalarıma geldin candedem. Masal torban dolu doluydu yine. Yine yüzümü dayadım yumuşak, buruşmuş yanağına; pos bıyıklarınla oynadım yine. Öylece dinlemeyi severdim" penbe kuzucuklar" masalın bilirsin. Anımsarmısın candedem; birgece yatakta çok gülmüştük de yan komşu kapıya gelip babama şikayet etmişti. Bizde yorganın altında dakikalarca kalakalmıştık. Bu gece soğuk, bu gece çok üşüyorum. O kadar acıyor ki yüreğim. Sende üşüyormusun candedem ? Tut ellerimi bırakma. Seni çok özlüyorum. Biliyorum candedem uzaklarda, çok uzaklardasın. Ne olur sorma; ağlıyorum işte. Sana hiç yalan konuşmadım, yazmadım da. Bak bizim yıldızımız kayıyor görüyormusun candedem, mektubumu onunla sana gönderiyorum, yüreğimi de koydum içine.
Yine hayallerim tükendi, tükenmedi sana gelen yollarım candedem...
Ruhun şad olsun.
-
kardeşim kalemine yüregine saglık aldın götürdün beni bi 40seneye allah razı olsun
-
sayın mahmut çilkız beyefendi,
Sizden de Allah razı olsun, sizlerinde yüreklerine sağlık ve bunun yanında kendimizce nacizane ve alıntılarla sizlere güzel birşeyler sunmaya çalışıyoruz, sağlıcakla kalın... saygılarımla.
-
Ben! Dedemi hiç görmedim, o benim hayatımda en çok görmek istediğim kişiydi. Annemin babası vardı, bu senin büyükbaban dediler.Aksi,ters nasılsın dediğinde bile sanane diyen bir tip.Beni hiç sevmezdi ben de onu sevmezdim...Öldü gitti hiç üzülemedim...Ama yüzünü göremediğim dedem yukarıda anlatılanlar gibi insanlara yardım etmeyi seven, çalışkan. Bende küçükken hep hayal ederdim bir dedem varmışta sanki beraberizmiş gibi.İnşaallah Rabbim bizi cennetinde kavuşturur dedem.sen,ben ve ninem.
-
Alıntı...
Dedemi, 1999 yılının, 28 Nisan günü kaybettik. Bembeyaz saçlı dedem, vefat ettiğinde, 93 yaşındaydı... Yaşlılığı rahat ve huzur dolu geçti. Çocukları, torunları hep yanında idi...
Zor ve uzun, gençlik yılları, rahat yaşlılığına bırakmıştı.
Şimdi albümlerime baktığımda, hep özlemle onu düşünüyorum.
Hayatta olsaydı, hergün yaptığı "özel traş törenini" yinelerdi...
Yaşlılıktan gözleri gölgeleri bile seçemezken, bir türkü tutturarak, yatak odasının camının önüne tıraş takımını itina ile dizerdi.
Sıcak suyunu Anneannem getirir;
O da, mırıldanmaya başladığı, türkü eşliğinde, yüzüne tıraş sabununu bulardı. Tıraş bıçağı ile eline uzun gelen ama bembeyaz teninde, görülemeyen sakallarını keserdi.
Eğer eline uzun gelmiş olan bıyıkları var ise, "singer" markasını taşıyan, en azından altmış yıllık makası ile, parmak uçları ile yoklayarak, bulur ve keserdi.
Ben ise, dedem beni görmesin diye, komando gibi yerlerde sürünür, onu izlerdim. Gözleri az gördüğünden, korkmaması için sessizlik içinde dedemin türküsünü dinlerdim. O bir şekilde benim orada olduğumu hissederdi. Tıraş olduktan sonra, yanağına kocaman bir öpücük kondurur ve "kaymak dedemi öptüm" diye haykırırdım... Traş sonrası ablam, annem, ben ve anneannem dedemi öpme yarışına tutulurduk...
insanın çocukluk anılarının olması ne güzel.
Aile büyüklerimiz şu anda hayatta olmasa bile, bu dünya ya, benim hayatıma, çocukluğuma acısıyla tatlısıyla, çok şey kattılar.
Istanbul'da Avrupa Yakasında otururduk. Anneannem ve Dedem özlediği için yaz tatillerinde, bir kaç günlüğüne Anneannem'in evine giderdik.
Acıbadem'deki yaz tatillerimi hiç unutmam. Evde vakit geçirmek çok sıkıcı olurdu. Kendimzi sokağa atardık.Şimdi Marmara sitesi olan yer, o tarihte, yani çocukluğumda, ortası yeşil alan, yanlarda tek sıra palamut ve dut ağaçları olan boş bir arsa idi.
Buranın adı bizim, dilimizde "çayır"dı.
Pikniğimizi burada yapardık,
Topumuzu burada oynardık.
İşte, dut'u ilk defa o zaman yemiştim...! "Ağaç kedisi" olduğum için, ağaca çıkar dutları ceplerime doldurur, inmeye çalışırken de, yere düşerdim.
Elbette yere düşünce o dutlar cebimde ezilirdi. Dutlar,cebimde ezilir, suları kısa pantolonumda, hiç çıkmayan lekler bırakırdı...
Şimdi çok komik geliyor.
Anneannemin evine misafirliğe geldiğimizden ne kadar fazladan elbise getirmiş olsa da, anneme iş çıktığını çok iyi hatırlıyorum.
Bu çayırın içine doğru, ilerleyince, küçük bir 'orman' olduğunu keşfetmiştim. Güya, define arardık burada...!
Bu küçük ormanın sonu, şimdinin 'O ağacın altı çay bahçesine' giden, Koşuyolu-Acıbadem caddesine çıkardı. Burada, Türk sinemasının tonton amcası, Hulusi Kentmen'in köşkü vardı. Ben kendisini burada, hiç görmemiştim. Gerçekte de, var olup olmadığını hiç bilmiyorum.
Anneannemin evinin karşısında oturan, Büyük Dayıların apartmanı, iki kapısı olan ikiz blok'lardandı. Vakti zamanında, kapıcı için yapılmış kısa bir geçit vardı. Bir grup çocuk burayı kesfetmiştik. Tek sıra olup, apartmanın arkasındaki tepecige tırmanıp koşarak, Apartmanın arkasından, ikinci kapıya kadar gelir, apartmanın önündeki kapılı beton dolaptan yere atlar, koşarak geçite girerdik. Küf ve nem kokan bu tünelin, bitli olduğunu söyleyenler vardı.
Kapıcının uzun sopalı süpürgesi her geçişimizde sert bir biçimde, yere düşerdi. Güya bu süpürge de "cadı süpürgesiydi.!" Örümceklerin sarktığı, kedilerin dolandığı tünelde, yoruluncaya kadar koşar; girer çıkardık.
Taa ki, Kapıcı amca, gelip küçücük yüreklerimizi hoplatırcasına kadar, bağırdığında da. "Cadının kocası geldi" diye çığlıklarla bağırıp; kaçışırdık. Alt katta oturan, komşu teyzeler ve amcalar, sesimizden çok rahatsız olup, kapıcıya söylemiş olurdu. Çünkü, o geçitte yankılanan çığlığımız, insanların evlerine kadar giderdi.
-
Alıntı...
Hepimizin olmuştur herhalde genelde “bana kalbin kadar temiz sayfayı ayırdığın için” diyerek başlayan ve “sepet sepet yumurta sakın beni unutma” diyerek biten bir hatıra defteri.
Bu gün böyle bir defter buldum eskilerin arasında. Küçücük pembe bir defter, yanında küçük bir de kilidi var üzerinde barbie resimleri…
Bir bıçak yardımıyla kırdım kilidi ve ilk sayfada bir yazı dikkatimi çekti
“Bir gün bu defteri üstü tozlanmış olarak tavan arasında bulacaksın”
“ve ilk sayfasını açtığında iki damla gözyaşı akıtacaksın.”
Tuttumu beni bir gülme krizi :))
Bu ilk sayfadaki yazı pek bir tanıdık geldi doğrusu
Besbelli ablamın bana 8. yaş günü hediyesiydi bu hatıra defteri
Ama bir sorun vardı. Sevgili ablacığım benim bu kahkahalarımı hesaba katmamıştı…
Birde tavan arası meselesi
Ben bu defteri neden tavan arasına koyayım ki ? bana kalsa çoktan yok olmuştu da annem saklamış.
Saklamakta değil aslında bilirsiniz küçülen kıyafetler değerlendirmek için birilerine verilir. İşte annemde bize küçülenleri birtakım insanlara vermek için kutulamış koymuş bir kenara oradan buldum işte bu defteri. Üstelik tozlu falanda değildi
Defteri elime alır almaz başladım okumaya ablam birde yazısının altına bir imza atmış ki görülmeye değer hemen bir G harfi yapıp üzerini de karalayıvermiş. Hadi tarih atmış anladıkta sonuna bir de saati saniyesine kadar yazması bitirdi beni.
Arka sayfayı çevirdim. İnsan hiç kendi kendime hatıra yazar mı? ben yazmışım işte
Ne utanç verici.
Sonra bir birinin tıpkısı yazılar
Birisi; “bana kalbin kadar temiz sayfayı ayırdığın için…” yazıyor ve ona bakarak diğerleri de aynısını yazıyor tıpkı birbirinin fotokopisi…
Birde yaşıtlarım ve büyüklerim bilir.
O yılın meşhur şarkılarını *aboneyim abone biletleri cebimde-ada vapuru yandan çarklı simitçi kahveci gazozcu* gibi şarkıları yazmışlar …
Ve sayfalara çoğunlukla bir kalp çizmişler bilirsiniz ortasından bir ok geçirilir uçlarına da bir takıp harfler yazılır, sevdiğinin baş harfleri falan (bak seeen! O yaşta aşkı da bilirmişiz)
Başka kocaman bir S harfi ve karşısına tek bir S kullanarak *seni seveni sende sev* gibi yazılar…
Sonra arka sayfalara doğru kargacık burgacık bir yazı dikkatimi çekti. “Aptal” dedim başta mahvetmiş defterimi. neden mi?
Bir erkek çocuğu “bana kalbin kadar temiz sayfayı ayırdığın için sağ ol” yazıp yamuk yumuk bir kalp çizmiş ortasından bir ok geçirip bir ucuna kendi isminin baş harfini, diğer ucuna da benim baş harfimi yazmış. Sonra da kalbi karalamış “şaka şaka” yazmış. Belli ki bu çocuk bana aşık ! dalga konusu olmamak için son anda kıvırmış velet. “Şimdi ben bu sayfayı koparsam ayıp olur bari karalayıvereyim” demiş galiba
Farkındaydım zaten ben onun. Az mı uğraşırdı benimle. Annemin özenle iki kuyruk ördüğü saçlarımın tokalarını çekip sökerdi. Siyah okul formamın kuşağına asılır koparırdı.
Hatırladım seni küçük Seyhun! pek bir şeye benzemezdin. Üstelik boyunda benden çok kısaydı ama kokulu silgilerine bayılırdım. Her ne kadar koklatmasan da…
Hem ben Ayhan’ı seviyordum.O yakışıklıydı ve sınıf başkanıydı üstelik çok şımardığım halde beni tahtaya hiç yazmazdı…Senin kremalı bisküilerin bile beni tavlamana yardımcı olamamıştı biliyorsun…Ama olsun ben seni bir arkadaş olarak çok severdim
Ne kadar küçükmüşüz meğer ne kadar çirkinmiş yazılarımız. Kargacık burgacık yazılar yazıp bir de hatıra yazdık diye övünürmüşüz kendimizle.
Şimdi bakıyorum da doğru dürüst kimsenin hatıra defteri yok.Ama ben çok mutluyum
benim bir hatıra defterim var artık yaşasın…
Bu hatıra defteri benim *Anılarımda saklı olan çocukluğumun bir kırıntısı olarak kitaplığımın baş köşesinde yer alacak*
“Sevgili arkadaşım bana kalbin kadar temiz sayfayı ayırdığın için çok teşekkür ederim” diyerek başlayan yazılar halen bendeler peki bu yazıları yazan küçük arkadaşlarım şimdi neredeler ?
-
Alıntı...
Bahar geldi. Bitkilerde, hayvanlarda, sularda, bir şevk bir heyecan var. İnsan da bunlardan bağımsız olamaz tabi ki. İnsanlarda bu şevk ve heyecana katılmaya başladı. Eline kazmasını, küreğini alan bahçe yoluna koyuldu.
Her şeyin maddileştiği dünyada güzellikleri fark etmek ne kadar güç oldu artık. Ne yapmalı o zaman? Bizi esir kılan sihirli kutulardan kurtulup birazda tabiatı gözlesek mi acaba? Kafamızda dönen kelimelere bir göz atmalı belki de. Diziler, taksitler, araba, çekler, altın, dolar, politik çekişmeler vb. En fazla şikâyetimiz zamanla ilgili. Ne yaparsak yapalım “zaman yetişmedi, zaman yok”. Kelimler havada uçuşuyor. Zaman var da bunu algılayışımızda bir sorun var galiba. Bir çobanın, bir mahkûmun, bir çocuğun zaman algısı bir olamaz tabi. O halde algıladığımız ölçüde yaşıyoruz hayatı. Bazen dokunamadığımız şeyler benim değil diyor insan. Ama dokunma sadece beş duyu organıyla olmuyor ki. Hislerimiz de var demi?
İnsanoğlu sıkılmasın diye yaratan mevsimleri ardın sıra değiştirip duruyor. Tıpkı sahnenin ve kahramanların değiştiği gibi değişip duruyor. Bazen tek mevsim yaşanan yerlerde hayat ne kadar sıkıcıdır diye düşünüyor insan. Tabi oradaki insanlara sormak lazım belki de. Ama en değişmeyen sahnede ise oyuncular değişiyor mecburen. Oyun devam ediyor durmadan. Dünya hayatı da oyun içinde oyun olsa gerek. Bazen küçük şeyler bizim hayattan tat almamızı engelleyebilir. En büyük engel bile bizim için bir atlama çıtasıdır. Karşımızdaki dağ uzakları görmeye engel gibidir. Tepesine çıkınca öyle olmadığını görürüz. Her şey yaşanmadan en büyük engeldir gibi olur. Yaşanınca onun tepesinden daha geniş alanları görebildiğimiz gibi aslında hayatın o kadar zor olmadığını fark ederiz. Sonra başkalarına deriz ki: “O yollardan biz gelip geçtik”.
Mevsim yaşamı hissettirdiği zamandır bu aralar. Al eline fidanını, kazmanı küreğini. Göm toprağa tohumla beraber sıkıntılarını, kaybolsun toprakta; fidanların ise yeşersin. Avuçladıkça toprağı, hisset yapındaki temel taşı. Bu bahara kimler yetişemedi kim bilir, bu yıl? Sen erişmenin keyfine var. Bir duvar yazısında diyordu ki: “Şuan üstüne bastığın çimler yarın üstünde bitecek”.O zaman o çimenlere ayakkabınla değil de yalın ayak bas, dolaş tarlanın bir ucundan diğerine. Kapat gözlerini, yeni açan erik ve deli badem ağaçlarının çiçeklerinin tozunu tat genzinde. Yorulunca kazmaktan bahçeyi, o zaman getir heybendeki kara tencereyi. Koy içine patateslerini kaynasın sen dinleninceye kadar. Boşa yanmaz ateş varsa kenarında çaydanlık. Aç çıkınındaki yufkayı sık içine kaynayan patateslerden. Otur ye, kuru yavan, varsa acı soğan, içersen deli ayran. Almadıysan nane, idare et yarpuzla. Varsın uzaktan ötsün kanarya ve bülbüller. Açsın bahçeyin kenarında sümbüller. Çağlasın ayakucundaki dere. Uzan dinlen, yat istersen yere. Hisset toprağın taze kokusunu. Yum gözlerini. Düşünme bugün seni üzen şeyleri. Aramazsa aramasın oğlun şehirden seni. Kızın yardıma gelmesin. Bu gün aklına getirme torununu. Hatırında olmasın bu kez toprağın altında yatanlar. Boş ver düşünme pazartesini. Dinle bak ne güzel tabiatın sesini. Çekme başına gelmeyen her şeyin tasasını.
Hadi! Kalk yeter. Kazarsan bu toprağı, sana et verir, Süt verir, elma, armut, kiraz verir. Çalışmayana yaradan dert verir, keder verir. Şükretmeyene beter verir. Çalış ki, ek tohumun hasını, sil bedenin pasını, at gönlünün yasını. Hisset memleketin havasını.
Bunları tatmıyorsak, lazım yaşamı sorgulamak...
-
Alıntı...
Geçmişle ilgili fotoğraflar vardır, aklımda. Hiç olmadık zamanda ya da bir bir şarkıda onlar gözüm önüne gelir. Onlar benim iç dünyamın odalarında hep asılıdırlar. Her zaman olmasa da zaman zaman onların önünde geçmişe yolculuk yapar. Hem iç dünyamı okşarlar hem yaşadığım anlara eşlik ederler. Çocukluğumun geçtiği kasabanın ne kadar özel ve güzel olduğunu ve çoğu şeyin kaybolduğunu düşündükçe insanın içinin sızlamaması mümkün değil.
Güzel eski evleri, insanları, küçük sokakları… Hepsini anlatmak mümkün değil. Ve bir gün benim de eskiden di, diye başlayacağım cümleler bu kadar yakın mıydı? Zaman görevini yapıyor hiç durmadan yoluna devam ediyor. Ve arkanı dönüp baktığında çoğu hatıraların silikleşmiş, olduğunu görüyorsun.
O da benim ilk öğretmenim olması ve de benim gözümde hayran olduğum ilk genç kız olması nedeniyle çok önemliydi. Çocuklukta ilk hayranlık duyduğumuz büyüklerimiz vardır. Benim de ilk hayran olduğum ve imrendiğim kişiler öğretmenlerim oldu.
Şimdi Nisan ayının güzel günlerini yaşıyorum. Kapımızın önündeki ayva ağacının baktım ki çiçekleri solmuş. Hâlbuki ne güzeldi onlar. Pembenin en güzel tonları ile yaprakların o kendine has yeşili ile baharın en güzel habercisiydi. Ve ben o ayva ağacını her görüşümde eski bir türkü başlar içimde.”ayva çiçek açmış, yaz mı gelecek” Bilmeyenler varsa geriside “gönül bu sevdadan vaz mı, geçecek.” Ayva ağacını, her görüşümde ve bu türkü dilime düşünce işte yüzüme bir tebessüm geliverir.
Köyümüze ilk öğretmen olarak gelişinde yanında babaannesiyle birlikte gelir. Hatırladığım kadarı ile babaannesi beyaz yüzlü sert görünüşlü ve çok sigara içen bir insandı. Bir gece babaannesini uyku tutmaz bu türkünün başını hatırlar gerisini hatırlamaz. Bir türlü uyumaz. Sabah ezanıyla birlikte dikilir başına “Ülkü çabuk uyan, “ayva çiçek açmış” gerisi neydi. Kızcağız” ne oldu, babaanne” . “Çabuk bu gece uyuyamadım, sabah kadar bir paket sigara içtim.” Ülkü abla türkünün devamını söyler. Babaanne “ oh, be”. “Gidip şimdi uyuyayım” der. Uzun yıllar her bir araya gelişlerinden bunu anlatır gülerlerdi.
Daha sonraları o kasabaya geldi, bizde. Yaz günleri, Akşamüstleri bütün kasaba beklide ileri geleleri giyinip kuşanıp çay bahçelerine giderdi. Yazlık sinemalar ve herkesin yürüdüğü bir kaldırım vardı.Oraya yol boyu derlerdi, akşam vakti çoğunlukla oradaydı..Özenle giyinmiş herkes orada olurdu zaten yürüyüş yaparlardı.Tabii bu yola çıkıp yürümek özen isterdi.İşte benim ilk öğretmenim ve sonrasının, Ülkü ablası kendine ayrı bir özen gösterirdi.Küçük bir masa hatırlıyorum, küçük bir ayna.Aynanın hemen arkasında o zamanlar çok kıymetli olan kartpostal vardı.Bu bir Japon kızıydı.Hafif bir hareketle göz kırpardı.İlk inci kolyeyi de onda görmüştüm.Saçları kısa ve hafifçe alnına düşerdi.O zamanın modası kulakların önünden ay şeklinde hafifçe şekil verilirdi.Onunda saçları öyleydi.Deri kayışlı bir saati, papatyalı bir kumaştan dikmiş güzel bir takımı vardı.Her şeyi çok yakışırdı.
O gece aynanın karşısında hiç de mutlu değildi .Bütün kolyeleri deniyor.”olmuyor, olmuyor işte” diye bağırıyordu.Bende aynanın hemen arkasından hayran hayran bir ona bir Japon kızına göz atıp duruyordum.Çenesinde bir beni vardı, dudakları dolgunca iri ela gözleri güzel bir kızdı.Zorluklarla okumuştu.Öğretmendi herkes yolda yürürken onu gösterirdi.Okuluna gitmek için kasabanın ortasından geçerdi ve onu görenler birbirine seslenirdi “ülkü öğretmen geçiyor.”
Yıllar geçti o hiç evlenmedi. Mahallesinden avukat çıkan bir komşu oğlunda gönlünün olduğu söylenirdi. O da uzun zaman evlenmedi sonrasını bilmem. Engelleri neydi az çok tahmin ediyorum. Çok uzun hikâye. “Kim demiş ki kader senin elinde.”
Şimdilerde, Ülkü abla çok hasta en son üç sene evvelsi gördüm. Aynı hanımefendiliğiyle tatlı tatlı iki laf ettik. Geçirdiği hastalığa rağmen hala güzeldi. Ben her bahar ayvalar çiçek açtığında onu hatırlayacağım. Ve aynanın karşısında güzel bir kız.
Kasabaya geldikten sonra, erkek bir öğretmenim oldu. İkinci sınıftayım onunsa gözümün önünden gitmeyen fotoğrafı, bize keman çalardı.Ve kemanı çenesinin altına özenle yerleştirirdi.Tekrar tekrar aynı hareketi yapardı.Rugan ayakkabılarını hatırlıyorum, her zaman parlak kahverengi takımları ve hep masasının üzerine getirip kemanın çantasını açıp çene altına yerleştirmesi.Oda, kasabanın belli ailelerinden birinin oğluydu ve eşini hatırlıyorum.Kısa küt saçlı yuvarlak yüzlü.Öğretmenim beni çok sevdiği için fotoğrafımı istemişti .O zamanlar daha da kıymetli olmasına rağmen en güzel fotoğrafımı seçip evine götürmüştüm.Kapıyı eşi açmıştı tam yüzünü hatırlamasam da pembe bir sabahlıkla kapıyı açmıştı.Bir daha onu hep karşıdan görmüştüm.
Bizim mahallenin biraz yukarısında kayınpederine gelirlerdi. Hafif taşlı sokaktan el ele tutuşmuş inerken görürdüm onları. Hafif gülümseyerek ve muhabbet ederek inerlerdi. Hafif yokuşlu yolu.
Parmakla gösterilirlerdi. O bahsettiğim yol boyuna çıkınca. O zaman birkaç genç çift vardı. Ve dillere destan bir evlilikleri vardı. Benim çocuk dünyama da aklımda kalan buydu. Üçüncü sınıfta ben kasabadan ayrıldım. Yıllar çabuk geçti. Benim öğretmenimi arayıp sorma imkânım olmadı. Ama bir gün muhakkak göreceğim onu derdim. Müziği çok sevmemin sebebini bile ondan dinlediğim kemana bağlardım.
Birkaç sene önce büyük annemi kısa ziyaretlerimin birinde. Büyük annem (onların deyim ile) kasabadan havadisleri verdi. Bir de ballandırarak anlatır ki. Yazık olmuş bir yetenektir bu konuda. İçime sıkıntı verdi bu sefer havadisi. O anlatır çoğu zaman bende pek kulak vermem. Ama bu seferki havadis canımı sıkmıştı.” Odabaşılardan, Nedim Öğretmen intihar etmiş” dedi Çok şaşırmıştım. Bu benim öğretmenimdi. Nasıl olur, diye düşündüm.
Hemen gözümün önüne geldi. Keman çalışı. Masa başında gencecik bir öğretmen. “Nasıl, yani” diyebildim. Büyükannem devam etti haberlerine.”Karısı ile ayrılıyorlarmıştı, eşya yüzünden kavga etmişler.Oda sinirlenip bıçağı almış….” Dona kaldım. Yani bu anlatılan benim hayran olduklarım hep onları el ele hatırladıklarım mıydı. Hani onlar birbirini çok severdi, dillere destandı, onlar pırıl pırıl insanlardı. Hayat nereye getirmişti onları. Onu bu ölüme sürükleyen eşyamıydı? Yoksa asıl kaybettiğine mi tahammül edememişti. İşte hayatta her şey yalanmış dedirten bir şey. Hiç bu, yakışmamıştı benim güzel hatıralarıma. Ve silik zor hatırlanan hatıralar biraz daha kararıyordu.
Kasabamızdaki çoğu şey değişmiş tabii. Benim içimde yıkılan evleri hep yaşıyor. O özel insanları tanımanın bana hayatta neler kattığını ve çok şanslı olduğumu biliyorum. Mahallemiz vardı. Ve mahallemizde yaşayan yaşlısının ve gencinin üzerimizde hep etkisi vardı. Zenginliğimizdi, o insanlar. Paylaşmayı ve hatır sormayı buralarda öğrendik. İyi ki benimde eskidendi, diye başlayan hatıralarım var.
Ben yine, Nedim öğretmenimi hatırlayacağım. Küçücük bir siyah fotoğrafta hatıra kalan bayram hatırasında onu hatırlamamak mümkün mü..23 Nisan da bana beyaz bir gelinlik giydirmişti. Üzerine siyah pelerin. Ve beyaz güvercinleri vermişti, elime. Güvercinler örtünün altında ben bayram kutlamalarının yapıldığı meydana yürüyorum. O da İstiklal Marşını okuyordu. “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım” dediğinde ben siyah pelerini atıp güvercinleri de salmıştım, havaya. Belki özgürlüğün ne olduğunu o gün ilk orada hissetmiştim.