-
Yolun sonunda bir ışık yanıp yanıp sönüyor. Ama çok uzakta. Yolun sonu görünmüyor sadece bir ışık, yanıp yanıp sönüyor. Her biri birbirinden farklı, çiçeklerle kaplı yolun iki tarafı. Çiçeklerin arkası karanlık. Yılanlar var orada, zararlı böcekler var. Ama uğur böcekleri de var. Kelebekler çiçeklerin olduğu bahçelerde yaşıyor. Adam bu bahçeli yolda ışığa doğru ilerliyor. Kırmızı eldivenini giyip özenle kopardığı çiçekleri kurutup cebine koyuyor. Çünkü kimi zaman yılanlar çıkıyor çiçeklerin arkasından, kimi zaman çiçeğin dikeni batıyor ellerine. Yine eldivenini giyip karanfile uzatıyor ellerini. Karanfilin parladığı ellerine uğur böcekleri ve kelebekler konuyor. Uğur böcekleri getirdikleri uğuru alıp uçunca, karanfil kuruyor, kelebekler uçup gidiyor. Çiçekçi onu içinde yalnızca kitapların arasında kuruttuğu çiçeklerin olduğu göğüs cebine koyuyor. Işık yanıyor, sönüyor. Adam yürüyor. Mesafeler kat ediyor, kopardığı çiçekleri kurutarak... O kadar ağırlaşıyor ki kurumuş çiçekler, çiçekçi yoruluyor. Etrafında hiç yılan, uğur böceği ve kelebek olmayan bir çiçek çekiyor dikkatini. Gidip çiçeğin dibine oturuyor. Işık yanıp yanıp sönüyor. Kokusu dikkatini çekiyor çiçeğin. Renginin daha sonra farkına varıyor. Ama bu çiçeğe dair en güzel şeyin, rüzgarla yapraklarının kımıldayışı olduğuna karar veriyor. İlk defa bir ikilem de kalıyor. Kurutup yanına aldığı çiçekler, yolun sonundaki ışığa ulaşmak için bir çok şey gibi gerekli, bunu biliyor. Işık yanıp yanıp sönüyor. Işığı ona gösterenin söyledikleri geliyor aklına ve O’nun başkasının gösterdiği ışığa doğru serüveni. Ama bu çiçeğin en güzel yanı, rüzgarla yaprağının kımıldayışı. ‘Suya koyup götürsem’, diye düşünüyor. Fakat o rüzgar sadece burada esiyor. Işık yanıp yanıp sönüyor. Rüzgar esiyor, çiçeğin yaprakları adamın ellerini çağırıyor. Çiçekçi sonunda karar veriyor: bu çiçeği alacağım, ama ilk defa kırmızı eldivenimi kullanmayacağım. Işığı göstereninden özür diliyor. Çıplak ellerini çiçeğe uzatıyor. Çiçek kopmuyor. Kopmadığı gibi çiçeğin dikenleri adamın elini kanatıyor. Işık yanıp yanıp sönüyor. Rüzgar esiyor, çiçeğin yaprakları dans ediyor. Adamın canı acıyor, çiçeğin canını acıtmış olabileceğinden. Kafasını kaldırıp ışığa bakıyor. Bu rüzgarın aslında çiçeğe ait olduğunu anlıyor, ışığın ise kendine... Cebinde kurutulmuş çiçeklerin ağırlığı, yolun sonundaki ışığı, ilk defa kandan kıpkırmızı eldivensiz elleri ve çiçeğin canını acıtmış olma ihtimalinin kalp ağrısı... Zorda olsa doğruluyor. Işık yanıp yanıp sönüyor. Çiçekçi biliyor, ne kendisi kalabiliyor, ne çiçek kopabiliyor. Çiçekçinin gözlerindeki ışık yanıyor, sönüyor; rüzgar esiyor, duruyor. Işığa doğru ilerliyor. Çiçekçinin ışığa doğru olan yolunda geriye iki acı kalıyor: biri eldivenini her giyişinde elindeki yaraların acısı, biri de çiçeğin canını acıtmış olma ihtimalinin acısı. Işık hep yanıp yanıp sönüyor. Çiçekçi kurutmak için çiçekleri kopararak ışığa doğru ilerliyor hiç durmuyor. Ama mutlaka, tekrar o çiçeğin rüzgarla yapraklarının kımıldayışını görür müyüm diye ara sıra dönüp geriye bakma ihtiyacı hissediyor. Orda o rüzgar halen belki esiyor, belki esmiyor ama ışık hep ama hep yanıp yanıp sönüyor.
-
Ağlıyorsun… Kedini kucağına almış, ağlıyorsun. Öyle ağlıyorsun ki, içindeki fırtına sökülüvermiş. Rahatlarsın. Dinginleşirsin birazdan. Öyle ağlıyorsun ki, biri görse seni, içindeki ‘o huzursuz fırtına’nın ıslattığı ‘sokakta’, yalnız başına kalıverir. Biliyor musun, hiç böyle ağlarken görmedim seni. Hiç sesini duymadım sen ağlarken. İnanır mısın, sana köle yapar göreni, senin bu ağlayışın. Böyle bakarken sana, ışık olmak geliyor içimden. Hafifleşip dağılmak. Enerji tanecikleri şeklinde etrafına yayılmak… Işık olmak… Işık olup göz yaşına vurmak… Göz yaşında, gök kuşağının renklerini oluşturmak…
Kanepeye uzanmış bakıyorum sana. Bir bacağını tuhaf, iç gıcıklayan bir eğimle bükmüş, öbürünü de uzatmışsın. Duvara yaslanmış, öylece yerde oturuyorsun, kitaplığın yanında. Kedini kucağına almış, ağlıyorsun…
Gözünden yere düştüm önce. Isındım, hafifledim. Hafifledikçe havalandım, yükseldim. Sıyrılıp saçlarının arasından, o güzel kokular eşliğinde camdan dışarı uçarken, denizin ardında belirsiz bir ufuğa bakıyordu, Gözünden Düştüğüm. Bir bilinmezliğe götürüyordu beni, kendini bilmez bir rüzgar. Yükseldim, biraz daha. Ne kadar maviydi aşağısı, ne kadar da parlak. Her yer maviydi, masmavi…
Yüzdoksansekiz gün sonraydı, bir kuş sürüsünün ortasında buldum kendimi. Biri vurdu kanadıyla, savurdu beni; birinin kafasının üzerinden akıp geçtim. Tam gittiler derken, biranda bir karanlık sardı etrafımı. O kuşlardan biri tarafından solunmuştum.
Bu canlının organizmasının bir parçası olduktan sonra, tekrar eski özgün halime dönmem, dörtyüzdokuz gün aldı. Ardından bir çiçeğin yaprağına bıraktı beni. Ne güzel bir çiçekti bu, hemen kabul etti içine. O yapraktan içeriye girdiğimde mevsimlerden ilkbahardı. Yaprağı gövdeye bağlayan yerde uzunca bir süre durdum öylece. Bir parçası oldum onun da. Ve sonra sonbahar… Önce sarardı yaprak, ardından havada biraz salınıp yere düştü.
Apansız bir yağmurlaydı yerin altına inişim. Karanlık yarıkların arasına sızdım, derinlere indim. Sonra daha karanlığa, daha derinlere… geniş bir yarıktan süzülüp, büyükçe bir su birikintisine karıştım. İkiyüzsekiz gün devinip durdum orada. Gökyüzünü tekrar gördüğümde, demirden makinelerin arasındaydım. Karmaşık işlemler, ardından bir pet şişe…
Almışdört gün sonra herhangi bir marketin, herhangi bir rafına uzanan herhangi bir adam aldı, içinde bulunduğum pet şişeyi. Ağzına dayayıp, havaya kaldırdığında ise hızla ilerliyordum karanlığa doğru.
Dilindeki gözeneklerin birinden yetmişdört gün sonra dışarı çıktığımda, inanılmazdı görünen şey adamın bir kapanıp bir açılan ağzından: işte o… İşte Gözünden Düştüğüm. Huzurluydun o zaman. Ne kadar neşeliydin, gülüyordun. Dudağın yaklaştı seni ancak görebildiğim aralığa, sonra ne olduğunu anlayamadığım bir karmaşa… Artık açıklıktan görünen o pet şişeyi alan adamdı. Tekrar o mutlu sıcağındaydım Gözünden Düştüğüm’ün. Ağzı kapandı sonra, dili yükseldi onun. Kainat oluştuğundan beri ilk defa huzurluydum. Huzurla indim, o korkutucu organik karanlığa…
Gözünden düştüm. Ağlıyordun, o kitaplığın yanında, yerde. Kucağına almış kedini, ağlıyordun. İnanılmazdın. Yoksa hayatın doğaya bahşettiği bir mucize miydin sen? Ne kadar parlaktın, işte şu karşındaki deniz gibi, tıpkı bizzat yaşamın kendisi gibi. Ne kadar da vardın orada, hemen oracıkta, o kitaplığın yanında. Neydi doğanın acımasız döngüsüne katan, gözlerinden bir damla yaşı?
Ağlıyordun öylece… Çok kötü ağlıyordun. Duvara yaslanmış, hayata içinde senin de bulunduğun anları lütfediyordun. Bir bacağını hafif bükmüş, öbürünü uzatmıştın. Sanki kozmik evrenin en önemli yapıtaşları sende hayat bulmuştu. Gözlerindeki o dünya klasiği yaşama sevincini kedine yönelmiş ağlıyordun…
Silindi gözümden biranda hayalin. Kendini bilmez bir rüzgar aldı gözümden öykünü. Bu korkutucu, organik bir karanlıkla kaplı sokağın balkonlarına gerilmiş çamaşır iplerini titreten rüzgar. Fırtına kopmuş, deli gibi yağmur yağıyor. Daracık sokakta karanlığa doğru ilerliyorum. Sokağın iki yakasındaki evler yukarıda bir yerlerde birleşiyor sanki. Soğuk, çok soğuk. Üşüyorum. Paltomun yakasını kaldırıp biraz daha sarınıyorum. Kendi içime çekiliyorum biraz daha. Mutlu oluyorum çünkü bu yaptıklarım halen hayatı sevdiğimi gösterir. Öykünü gözümden işte şu rüzgar aldı; senin olup olmadığına bakmadan, gökyüzünden yağan binlerce öyküye karıştırdı. Diyeceğim o ki; işte bütün suçlu odur. O zaman ben de, bu soğuk ve fırtınalı akşamda; bu dar, karanlık, kimsenin olmadığı sokakta ellerimi havaya, yüzümü de gökyüzüne çeviririm. Çeviririm ki, ellerim ıslansın. Çeviririm ki, hayatın bana ayırdığı bütün öyküler yüzüme yağsın…
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
Yağmur damlalarındaki hüznü özlediyse yürek, yağmur yağan yerlere mi gitmek lazım acaba..? Evet, gitmekten bahsediyorum..Herkes bir yerlere gittiğine göre, gidilen yerlerde can alıcı, ilginç, matrah ve gönül fetheden bir şeyler olmalı..Herkes bir yerlere gittiğine göre, gidilen yerlerde deniz huzur, toprak hasret, şarkılar keyif kokuyor olmalı..Herkes bir yerlere gittiğine göre, gidilen yerlerde sevda baştan çıkarıcı olmalı..Herkes bir yerlere gittiğine göre, bunda bir iş olmalı..Balonlar bile sabırsızlanıyor, sıyrılıyor ve kayıyorlar parmaklardan, gökyüzüne kavuşacağı için çıldırıyor. Balonlar bile bir yerlere gidiyorlar..bunda inceden bir ayar olmalı..Şarkılar gidenleri çağırıyor, şiirler gidene özlem yüklü,, romanlarda hasret var, içilen her kadehte gidene falsolu bir sitem var..Bu gidenler büyük insanlar olmalı, herkes onları çağırdığına göre..Bu gidenler çok değerli olmalı, herkes onları özlediğine göre..Birisini görüyorsun, gel otur, diyorsun, gitmem lazım, diyor..Nereye? Sen de mi..?Sokaktan geçenler bile gidiyor..ben susuyorum, anlamıyorum, anlamsızlaşıyorum..Hani ortaya bir soru atıldığında (bu da garip oldu, soru atılmaz ki sunulur!), bir bilene soralım derler ya, biz de bir gidene soralım..Soralım bakalım nereye gider bu insanlar..Acaba bildik ve tanıdık bir yerlere mi..? Mutlaka öğrenmek lazım..
(Havai fişekler patladı biraz önce..Tüm şehir rengarenk oldu, denize renkler düştü. Gidenler
de bu harikalığı gördüler mi acaba..? Bak şimdi merak ettim çünkü inanılmazdı..)
Sahi, bir de gidenlerin arkasından dökülen göz yaşları var. Hem gidiyorlar, hem de ağlatıyorlar. Vay vay vay, olaya bak..İçtikçe içiyoruz, sarhoş oluyoruz, gitme tarzında çakır keyif mesajlar atıyoruz, neden yaptım ki oluyoruz sonra, gururumuzu sigara alırken herhalde bir yerde düşürdük, geri dönüp izlerimizde onu arıyoruz, isyan boğazımızda düğümlenip kalıyor, her çığlık atışımızda bir parçasını kusuyoruz..Gidenler dünyayı kurtaran adamlar olmalı, bizler sanırım bu yüzden kahroluyoruz..
Yok arkadaş, hal böyleyse benim de gitmem lazım. O zaman öğreneceğim orada mutluluk ve huzur var mı diye..Bu yüzden gitmem gerek..Kaldığım için boğuluyorum belki...kaldığım için sürekli sorunlar gelip, biz senin kardeşiniz, diyor belki..kaldığım için bu susuzluğum belki..olamaz mı ki..?
Evet, evet..mutlaka gitmem lazım, o zaman öğreneceğim bunları..( gideceksen git ama, fazla uzattın demeyin, anlatıyorum işte, bir dakka..) Evet gitmeliyim ama bunun adı kaçmak olmamalı..kaçarsam gitmiş olmam ki..Öyle bir gidişim olmalı ki; arkamdan gelmemeli acılar, beni takip etmemeli iki yüzlü gülüşler, dokunmak istediğinde bana ulaşamamalı yüreğe bulanmayan eller, sadece bedeniyle sevişen vücutlar izlerimi bulamamalı yani..Öyle bir gidişim olmalı ki, ben bile anlamamalıyım nasıl gittiğimi, ben bile fark etmemeliyim..Gidişimin bir anlamı olmalı, bir hikayesi, bir mesajı..Kelimeler sıfatlaşmalı hatta somutlaşmalı...dokunabilmeliyim kelimelere, belki onlar da bana....Gidişimin bir fragmanı olmalı, merak edilmeli, alt yazısız türkçe olmalı..Gidişimin oscar’a aday bir film müziği olmalı, ayakta alkışlanmalı, insanlar mest olmalı..Giderken sadece ben gitmeliyim, yardımcı oyuncular perde kapanırken arkada kalmalı..Gidişimin bir ağırlığı olmalı, başı dik olmalı, gururu adımlarında olmalı...Öylesine değil böylesine olmalı..Sahibi olduğum ya da olmak zorunda kaldığım bütün aldanışlar ben giderken el sallamalı..gidişimin bir önemi olmalı yani, önemsenmeli..Bedeni bana uymayan, uzun boylu bütün vedalar, gitmemem için yalvarmalı ama ben duymamalıyım...Gidişimin bir derinliği olmalı, şnokerle dalınmalı ama havasız bırakmamalı..Suskunluk adı altındaki bütün silahlar tutukluk yapmalı, hedefi bulamamalı ama panzerler çalışmalı..Gidişimin gürültülü bir yanı olmalı yani, rahatsızlık vermeli, uyku kaçırmalı, uyutmamalı..Hani nasıl bir anda gelen bir haber şaşırtır yüzlerimizi; gidişimin haberi flash olarak çıkmalı, son dakika haberi olmalı, şaşkınlık yaratmalı, kaygı uyandırmalı..Bu gidişin rengi mavi, mevsimi sonbahar olmalı..Yosun kokusu bulaşmalı izlerine, papatyalar gülümsemeli, yağmur inadına sevgiyle ıslatmalı yani..Gidişimin anlaşılır bir yanı olmamalı, anlaşılmamalı, gizem yaratmalı....anason kokan bir tadı olmalı, sodalı olmalı, birden çarpmamalı..
“Ben gidersem ruhum sen kal dünyada” diye söylüyor şarkısını Sibel Sezal..Ben gidersem ruhum da benimle gelmeli, yabancı bedenlerde öksüz yaşamamalı, yalnız olmamalı..Gidişim bir bütün olmalı anlıyor musunuz, yarım kalmamalı,ekmek arası hasret kokmamalı...Yürekten söylenmeli şarkılar, ruhum giderken dinginliği dans ederek yaşamalı..Gidişimin ritmik ve artistik bir konsepti olmalı..
-nereye gidiyorsun?
-bilmem..
-insan bilmediği bir yere gider mi..?
-bilmediğim için gidiyorum zaten, öğrenmek için..
Gidişimin koordinatları bilinmemeli, haritada görünmemeli, rakımı belli olmamalı..gidişim radara yakalanmamalı yani..Sizleri bilmem ama benim gidişimin yönetmene ve senariste ihtiyacı yok..gidişim kamerasız ve suflesiz olmalı..Alt tarafı gideceğim değil mi, ne çok şey istedim böyle...Eee benim gidişim kolay değil, bol ayrıntılı olmalı..Ayrıntılarda gizlidir asıl önemli olanlar...gidişimin önemli ve öngörülü bir yanı olmalı..
Neyse, hadi ben gittim artık..Sizlere oralarda neler olduğunu, gidenlere neden cazip geldiğini söylemek isterdim elbette ama her giden gibi benim de dönmeye niyetim yok. Şimdi, her zaman iç çekerek dinlediğim, ahlara ve vahlara sardığım ama söylemekten de her nedense garip bir zevk aldığım şarkı, dudaklarıma itinayla oturuyor..Hadi siz de bana eşlik edin, beraber söyliyelim:
bir çok giden / memnun ki yerinden
çok seneler geçti, çok seneler geçti / dönen yok seferinden
Dedim ya, gidişimin bir derinliği olmalı..bir gün sizlerin de gidebilmeniz dileğiyle... Sahi merak ettim şu an, sizin gidişiniz nasıl olmalı, neye benzemeli, hangi tatda olmalı ve nasıl bir fon üzerinde uyarlanmalı..? Yoksa siz bir yerlere gitmek istemediniz mi hiç..? Sahi siz neden kalıyorsunuz..? Yoksa mutlu musunuz..?....Cevaplarınız beni şaşırtabilir, duymadan uzaklaşayım bari, yoksa gidemeyebilirim...!!!!
Hadi ben gittim
Görüşmemek üzere..
-
eski yi düşünmek hep hüzünlendir beni değilki bukadar eski ben dünü düşünürken ağlarım neler yaşadı şu gönül neden böle aşırı duygu yüklüyüm yokmu bi ışın makinası beni asırlar öncesine attsın
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
sayın admin beyefendi,
bazı zamanlar konu ve şirlerde alıntı yapılıyor bunun nedenide çok beğendim icin, sizden rican bana silme yapmak için sırasıyla yazarmısınız (özel msg ile) anladıgım kadarıyla size özel mesaj işleminide gerçekleştiremiyorum. selam ve saygılarımla.
-
Yankee Sat Abim nerdesin?????
-
Delta Oskar abim pek isminize rastlamıyoruz ama yazılarınız ile gönlümü hoş ettiniz .Teşekkürler.
-
''''''Beğendiğim için bu yazılanlar alıntıdır''''''''
Kalınca kaşları vardı, altında çipil iki göz. Elmacık kemikleri et toplamış, kızarmıştı, arada bir kümeler halinde kıllar bile örtemiyordu kızartısını. Burnunu hep patatese benzetirdim,sanki iki kocaman delikli bir patates yapıştırmışlardı yüzünün orta yerine. Burnuyla üst dudağının arasında iki badana fırçası taşıyor gibiydi. Sakalları ne renkti asla çıkartamadım. Kahverengi, siyah,kızıl ve çokça kırlaşmış, pis bir sakaldı. Ne zaman sakal bırakmaya heves salsam onun sakalları aklıma gelmiş ve vazgeçmişim.
Abim, onun boynunu hep kilise direğine benzetirdi /Ben, kilise direği nasıl olur bilmediğim için nötrdüm her zaman/
Kocaman başının üzerinde yeşil bir takke taşırdı, şapkasının altından bile görülürdü bu takke. Sevapmış diye yeşilmiş.
Tombul, etli ellerini göbeğinin üzerinde gezindirip çok şükür çekerdi, aklım almazdı neye şükür ederdi, kilosuna olmalıydı. Bir dirhem etin bin ayıp örttüğü sanırım onun için söylenmiş. Kilosuna bakmaktan ne kadar çirkin bir adam olduğunun farkına varılmazdı.
Şişko, çirkin bir adamdı vesselam!
Babamın amcası, veya amcasının oğluydu, net hatırlamıyorum. Yemek yerken fosurdardı. Yazları biz köye giderken onun evinde kalırdık bazen. Kışları yollar kapalı olurdu ve bizim daimi, zorunlu misafirimizdiler cümbür cemaat. Oğulları onun pintiliğinden çok çektiler, o kadar varlığın içinden kaçıp İstanbul’da inşaatlarda çalıştılar ve bir çoğu halen orada ve hatırı sayılır birer müteahhit oldular onun sayesinde.
***
O yaz dışarıda olan tuvaleti içeri alıp, alaturkadan alafrangaya geçmiştik, çok rahattı. Bir lüksten daha çok babaanne ve anneanne için düşünülmüştü, bir zaruretti de denilebilirdi. Hem kışları dışarıdaki tuvaletler pekte rahat olmuyordu.
Derken o geldi. Babamlar için hoş gelendi ama bizim için pekte öyle değildi doğrusu. Oğulları baş göz üsteydi gerçi, kardeşlerimizdiler. Ama o değişikti, babamların karşı çıkmalarına rağmen bizi namaza götürmeye zorlardı. Kalabalık gezmeliydik, düşman bizden korkmalıydı, dostlar maşallah çekmeliydi. Feodal, gerici ufacık bir beyin vardı o kocaman kafanın içinde.
Abdest almak için kalkıp tuvaleti dışarıda görmeyince şaşırmış. Babamlar anlattılar tuvaleti banyoya ek yaptığımız bölüme aldığımızı. İçeri girmesiyle çıkması bir oldu. Çipil gözleri yuvasından çıkacakmış gibiydi. Beyaz iki topun içinde iki mavi bilye dolanıp duruyordu. Antrede köpek vardı sanki, korkmuş gibiydi....
“Bu ne?” Diye sordu babama. Alafranga tuvalet olduğunu anlattı babam, tarif etti. İkna olmamıştı, başını sallayarak girdi içeri. Tekrar dışarı çıktı “eeee” dedi, gerisini getirmedi. Bir şey soracaktı soramadı. Geldi oturdu yerine. Şaşırmış, bir garip olmuştu.
Babamın sigarasına uzandı, yakarken sordu “Tahareti nasıl alıyorsunuz bunda?” “Taharet musluğu var emmi” Dedi babam. Kalkıp bir daha içeri girdi, dışarı çıkıp babama seslendi, babamda girdi, az sonra babam çıktı, o kaldı. Dışarı çıktığında bayağı bir rahatlamıştı ama ruhen hiçte rahat değildi, tedirgindi... Sanki altı tam temizlenmemişti. Arada bir durup birkaç kez burnunu çekiyor, havayı kokluyordu. Sırayla yüzümüze bakıp biraz daha kızarıyordu. Bizde çok haindik, babamızın kaş, göz işaretlerine rağmen yine gülüşüyorduk.,
“Sizin abdestiniz de, namazınız da kabul değil” dedi. Başını öne eğmiş tespihini çekiyordu. Emmi vesveseye kapılıp namazdan olmuştu. Başladı tuvaletten söz açıp konuşmaya.... Pis bir muhabbet. Yine arada burnuyla seri halde nefesler alıp, yoklama çekiyordu. Başını kaldırdığında ağlamaklı bakıyordu bi çare....
Sonra babama kızdı “Nerden icap etti bu ayaklı tuvalet?” gerekçe açıklanınca hak verdi, ama dışarıdaki tuvaleti yıkmakla da haksızlık etmişiz. Müslüman işi değilmiş. Gavur icadıymış. Ama iş işten geçmişti, hem kışın inşaatta yapılmazdı.... Oh olmuştu emmiye.
İbriği ne yaptığımızı sordu. Ağaçların altını göz altı etmişti galiba. Atılmıştı ibrik....
***
Emmi gelmedi daha sonra. Gerekçesi ; “İBRİĞİM OLMADAN ASLA” idi... İbriksiz taharet alınmazmış. Gavur gelenekleri iyice girmişmiş içimize. Allah iflah etsinmiş....
***
Evimizden bir misafir daha eksildi.
İbrik eksildi evlerden
İbrikçiler eksildi zanaatkarların içinden....
Sonra tenekeciler çarşısında birkaç dükkan daha kapandı açılmamak üzere.
Örsler, çekiçler küs oldu bir birlerine....
Çaycı çocuk, alışkanlıktan olsa gerek her gelişte yine çentik attı tebeşirle dükkanın duvarına....
Sonra oda gitti, kayboldu arastaların tenhalığında.
Gittiler tutup emmilerin elinden, atılan bir ibriğin peşi sıra.....
-
Merhabalar gökhan beyefendi kardeşim, merhabalar coşkun beyefendi kardeşim ilginize teşekkür ederim. Uzun bir süredir yurtdışındaydım. Ayrıca ben size teşekkür ederim.
Sayın admin beyefendi; estağfurullah size asla kırılmadım, inanın siz benim için çok değerli bir beyefendisiniz ayrıca mesajınınz için size sonsuz teşekkür eder saygılarımı sunuyorum.
-
Sizler gibi eskimeyen doslarımızı aramızda görmek bizlere güç veriyor. Tekrar hoş geldiniz.