-
Bosna’ya bir Yolcu
slm arkadaşlar ...ben kuşçu alinin torunu ressam şenel benlier....konu başlatma konuşulurken aklıma geldı hanıi eskiden saklambaç gazetesi olurdu... foto romanlar vardı ...yarini hep sabırsızlıkla çekerdik..çoğumuz abone olmuştuk ..işte bende o günlere benzer bir şey yapmak istiyorum .benim bir kıtabım var ..ondan her gün bir iki sayfa yazmak ve size okutmak istiyorum böyle bir şey mümkünmü açaba ..bu kitap ta sevgiyle verilen bir eğtimin başarısı anlatılıyor.....bir ara filimciler dizi yapalım diye ,devamını yazmamı istediler ..eğer sabır gösterir okursanız..yazacağım ..selamlar
-
Sayın Hocam, tabi ki böyle bir katkınız bizi sevindirir ve mutlu eder, yazmanızı sabırsızlıkla bekliyoruz hatta admin (Mehmet Akpek) sizin kitabınızdan aktaracağınız bölümleri ayrı bir bölüme (kütüphane bölümü olabilir) alıp site içerisinde kalıcı ve her zaman ulaşılabilecek bir konumda olmasını sağlayarak herkese okuma imkanı sağlayabilir.
-
Yazarın Notu
Aradığım gerçek…
Hayatım boyunca paylaşmak istedim. Farklı insanlar tanımak, tecrübelerimi, dertlerimi anlatmak, insanlara dert ortağı olmak, mektuplar yazmak, günlük tutmak, yaşadıklarımı belgelemek, ilerleyen yıllarda dönüp baktığımda, gururla geçmişte bıraktıklarımı görmek istedim.
Olmadı. Olanaklar el vermedi. Bunları yapmayı gerçekten istedim. Çünkü benim de herkes gibi anlatmak istediklerim, paylaşacaklarım, arzularım vardı.
Bütün kitapları okumak, geceleri pencerenin önünde oturup, kaygısızca, bir şeyler düşünmeden cama vuran yağmur damlalarını seyretmek, sokakta-amaçsızca-hızlı hızlı yürümek, durup dururken ağlamak, gözyaşları içinde gülmek…
Derken, bir gün resimle tanıştım. Zaman geçtikçe, bu kararımın ne kadar doğru olduğunu gördüm. Her fırça darbesi içimde kalan duygularımı yansıtıyordu. Hayatımı, özlemlerimi, okuduklarımı, izlediklerimi, geride bıraktıklarımı ararcasına resim yaptım.
Çünkü, yıllarca aradığım, hasretini çektiğim ifade yolunu keşfetmiştim. Her tablo hayatımı özetliyordu. Bazı resimlerde-durup dururken-gözyaşlarına boğuldum. Kendimi tutamayıp, saatlerce ağladım.
Paylaşmak bu olmalıydı... Anlatamadığım duygularımı, hep yazmak isteyip de yazamadığım mektupları, boyalarla tuvale aktarmaya başladım ve ilk sergimi açtım.
Hiç bir şeyin içten yaşanmadığı, insan ilişkilerinin giderek yozlaştığı dünyamızda bazı kişilerle tanıştım. Bunlar, çok güzel övgülerle sergimi methederlerken-kendimi ve duygularımı anlatan yazımı okuduktan sonra-„neden yazı yazmıyorsun?“ diye düşüncelerini aktardılar.
200 tane, yağlıboya tablomun arkasından “belki de kendini ifade etmenin gerçek yolu budur...” diyerek bir roman yazmak istedim.
İşte, ADI SEVGİ böyle doğdu.
Hayatınızın küçücük bir zamanını bu kitabı okumaya ayırdığınız için sizlere teşekkür borçluyum.
ressam şenel benlier
-
Yazar Hakkında Birkaç Söz
Kadın bir yazarın yazdıkları her zaman merakla okunmalıdır. Bu kitabın temel çıkış amaçlarından birisi bu olmakla beraber, sadece o merak noktasında kalmıyor bu kitap hakkında söylenecek şeyler.
O ne bir eğitimci, hatta ne de eğitim görmüş biri. O bir ev kadını... Çoğu okumuş kadının yapamadığını yapıyor oluşu ve kaleme sarılışının bir sebebi olması gerektiğini dikkatle değerlendirince, daha ilerde, daha güzel şeyler yazabileceği varsayımıyla, topluma sunulmaya değer buldum.
Tüm baskılara rağmen, cesur bir çıkıştı yazdıkları. Her eğitimci geçinenin dahi aklına getiremeyeceği eğitim yöntemi konusunda isabetli çizgiler çizmiş. Bunun yanında, sıradan anlatılıp geçilecek pek çok konuyu, psikolojik bir neden sonuç ilişkisi içinde görüp yansıtabilmiş.
-Redakte anlamında-yeni bir yazarın topluma sunulabilmesi için, onun komple bir sanatçı olmasını bekleyemeyiz.
Şenel Benlier dosyasını bana getirdiğinde-doğrusu-ben de kaba bir bakışla hafife almıştım. Ama, ben bana gelen tüm dosyaları dikkatle incelemeden karar verilmemesi yanlısıyım. Bunu da, kendi dosyamı birilerine sunduğum zamanlarda, hafife alınıp, kabaca bakıştan sonra iade edilmeleri tecrübem sonunda edindim.
Bu duygularımı gözümün önüne getirerek dosyayı inceledim. Hayatın bizatihi bir okul niteliğinde olduğuna inanmış biri olarak daha detaylara inerek göz attığımda, gördüm ki, sağlam bir yapı, eğitici bir niteliği var.
Okunması gerektiği için yayınlamaya değer buldum.
Umarım okuyucusuyla buluşur ve yazara gelecek kitaplarını çıkarmada motor işlevi görür.
Mehmet Kara
Editör
-
ADI SEVGİ.......1.2.3.
Bosna’ya bir Yolcu
O daha minicik bir bebek. Dünyaya ağlayarak gözlerini açtı. Ne olduğunu anlamadan doğuverdi işte. Sormamışlardı ona, gelmek isteyip istemediğini. Ufacık, sevimli, kar gibi bir teni, pembecik yanakları vardı. Kadife yumuşaklığındaydı her yanı. Bir çift boncuğu kıskandıracak mavi gözleri, sarı, kıvırcık, bukle bukle saçları arasından şaşkınlıkla etrafı süzüyordu. “Neresi acaba burası” diye...
Bazı sesler duyuyordu. Tatlı ve yumuşak bir çift kol onu kucaklayıp göğsüne bastırdı. Melek olmalı, diye düşün dü. O sıcak kucak, o kadar şefkatli, o kadar sevecendi ki; onu çok sevmişti; ondan çok hoşlanmıştı.
Onu dikkatle izledi. Gözlerini gözlerine dikti, öylece kaldı. Ne tatlı bakıyordu. Onu okşuyor, seviyor, ona iltifatlar yağdırıyordu. O, insanın içini ısıtan sesiyle güzel ninniler söylüyordu. Onun karnını doyuruyor, üstünü temizliyordu.
Adını Sevgi koymuşlardı. Devamlı ona öyle sesleniyorlardı. Çok küçüktü, ama çok sevildiğini biliyordu. Başka biri daha vardı. O da onu çok seviyor,”kızım, canım!” diyordu.
Ama bu, o meleğe benzemiyordu. Daha kalın sesli, bıyıklı, mavi boncuk gibi gözleri olan biriydi. Demek ki o mavi gözleri ona çekmişti.
Annesi ona, “baban” diyordu. Sevgi onları çok seviyordu.
Aradan aylar geçiyor ve Sevgi büyüyordu. İlk “anne... baba!” dediğinde, dünyalar onların olmuştu. Onlarla oynuyor, onlara gülücükler atıyordu.
Çok mutluydular. Artık aklı eriyor, bazı şeyleri anlıyor, konuşamasa da, onlarla diyalog kurabiliyordu.
Bir gün babası bir pastayla geldi. Annesi masa hazırladı. Sevgi’yi çok güzel giydirdi, süsledi. O gün sevginin doğum günüydü. İki yaşına basmıştı. Babaya gülümserken, çok değişik pozlarda fotoğrafları çekildi.
Bu mutlu günler birbirini kovaladı. Artık Sevgi dört yaşına girmişti. Annesiyle babasını her fırsatta öpüyor, onlara mutlu olduğunu belli ediyordu.
Babası bir subaydı. Mavi gözlü, sarışın, uzun boylu, çakı gibi bir delikanlıydı.
Mesleğini çok seviyor, her zaman, asker oluşuyla gurur duyuyordu.
Bir gün baba Hasan bey çok düşünceli bir şekilde eve geldi. Anne Ayşe hanım, onun bu farklı gelişinden çok endişelendi. Yolunda gitmeyen bir şeyler olmalıydı. Onu bu güne kadar hiç bu kadar üzüntülü ve durgun görmemişti.
Hiçbir şey sormadı ona. Sofrayı hazırladı ve sessizce yemeklerini yediler. Sevgi, bir sürü şakalar yapıyor, babayı güldürmeye çalışıyordu. Ama nafileydi.
Yemekten sonra, Ayşe hanım bir müddet kızıyla oynadı ve onu uyuttu. Sevgi, annesine direnmeden hemen uyudu. Her günkü gibi, çayı hazırladı ve servis etti. Eşinin yanına oturdu. Açılmasını, sıkıntısını anlatmasını beklemeye başladı. Umduğu gibi, birkaç dakika sonra Hasan bey anlatmaya başladı:
“Devlet, Bosna Hersek’e asker gönderiyor. Ülkem için canımı seve seve vermek günü geldiğinde hazır olmak için bu mesleği seçtim. Ve o gün geldi...”
Ayşe hanım anlamıştı kocasının durgunluğunun sebebini. Onu düşündüren elbette ölüme gitmek değildi. Biliyordu ki, dediği gibi, o vatanı için canını seve seve verirdi. Düşündüğü, Sevgi ve kendisiydi.
Bu arada Hasan da kafasından aynı şeyleri geçiriyordu: eşimi, biricik kızımı kimlere teslim edeceğim. İkisinin de yakın bir akrabası bile yok. Evimiz kira. Karım çok güzel ve genç. Gidip gelmemek var. ne yaparlar bensiz.
Bir çare bulması gerekiyordu. Bir şeyler anlatıyor, gidişle ilgili, anlattıkça da içindeki burukluk artıyor ve üzüntüsü yüzüne yansıyordu. Eşi Ayşe hanım ondaki bu üzüntü dalgasını yüzünden kolayca okuyor, o da-gizlemeye çalışsa da-üzüntüsünü yüzünden belli ediyordu.
Eşinin üzüntüsü kendine yeterdi. Onu daha fazla üzmemek için onu teselliye yeltendi Ayşe hanım:
“Dur hele canım. Bizi merak etme. Bize ne olacak... idare ederiz. Sen üzülme. Biz nasıl olsa
-
slm..arkadaşlar ...acaba burada kitabımı bölüm bölüm yayınlamamdan,
memnun olurlarmı .....
ve her gün acaba devamı ne oldu diye merakla okurlarmı ....eminim okurlar çünkü hepiniz çok beğeneceksiniz......
-
4-5-6-
memleketimizdeyiz” demesine rağmen içindeki sızının gittikçe arttığını hissediyordu.
Gecenin geç saatine kadar karşılıklı konuştular:
“Gidiş ne zaman?”
“Bir ay kadar zaman var.”
Kocasına sıkıca sarıldı Ayşe hanım, onun bu cevabından sonra. “demek sadece bir ayımız var ha” diye geçirdi içinden. Sarıldığı kocasının kokusunu içine sindirdi. Öptü, okşadı onu.
“Sizi kimlere teslim ederim? Nasıl bırakırım yalnız başınıza!?” derken, vücudu rüzgara kapılmış bir yaprak gibi titriyordu.
“Düşüncesi bile korkunç. Burası İstanbul. Kurdu var, kuşu var... ne olacak bilmiyorum”
Bu sözler Hasan’ın ağzından dökülürken, her ikisinin de-ister istemez-akıllarına deprem geldi.
Her ikisi de birer depremzedeydi. Tüm ailelerini Erzurum depreminde kaybetmişlerdi. Yıkıntılar arasında tanışmış aşkları enkazlar arasında yeşermişti. Çok acı anıları vardı geçmişe dair. Belki de onları birbirine sıkı sıkıya saran duygular geçmişte yaşadıkları bu acıların sayesinde doğmuştu. En azından karşılaşmalarına vesile olmuştu deprem felaketi.
Hasan sabaha karşı yatağına uzandığında aklından depremle ilgili yaşadıkları bir bir geçip durdu. Bu gün yaşadıkları da bir öncü deprem gibiydi. Geleceğe dair korkular beynini allak bullak ediyordu.
Bir ara gözü daldı. Sürekli kabuslar görüyordu. Kalktı korkuyla bir an, doğruldu yatağının içinde. Bir sigara yaktı sessizce. Ayşe daha yeni dalmıştı. Gün ışımaya başladığından, dışarıdan sızan ışık onun güzel yüz hatlarını ortaya çıkarmıştı. Bir süre dalıp, seyretti eşini. Ne kadar güzeldi. “canım” dedi ve sonra dudaklarından şu sözler dökülüverdi:
“Seni çok seviyorum.”
Sonra, ayaklarının ucuna basa basa kızının odasına gitti. “Zavallı yavrum” diyerek yaklaştı yatağına. O kadar huzurla uyuyordu ki... hiçbir şeyden haberi yoktu. Baktı baktı onun güzel yüzüne, sonra, yanağına bir öpücük kondurdu onu uyandırmaya korka korka. Biraz geriye çekilip onu seyre daldı. Kıvır kıvır saçları, beyaz yastığın üzerinde sanki sırma gibi duruyordu.hafif terlemişti. “Alnında biriken ter tanecikleri inci gibi” diye geçirdi içinden.
Daha fazla dayamadı onu seyretmeye ve koştu banyoya, ağladı. İçindekileri döktü. Aynaya bakarak akıttığı göz yaşlarının her damlası ızdırap yüklüydü.
Yüzünü yıkadı. Odaya girdi. Televizyonu açtı. Sesini kısıp dinlemeye başladı. Oyalanmaktı amacı. Kanepeye uzandığında gün iyice ağarmıştı.
Vakit bir hayli ilerlemişti. Ayşe kalktı yatağından.
“Uyuyakalmışım canım kusura bakma. Hemen çayı koyarım. Kahvaltıyı yapalım, işine geç kalacaksın.”
“Hayır, canım istemiyor. Siz yapın kahvaltınızı” diyerek hazırlanmaya başladı.
Karısını öperek evden çıktı. Ayakları bir türlü gitmek istemiyordu. Sanki zorla ilerliyordu. Köşe başında dolmuşu durdurdu. Bindi. Sağa sola bakıyordu, ama hiçbir şey görmüyordu gözü.
Boş boş insanlara baktı. “Birbirine benzemeyen yüzler ve birbirine benzemeyen kaderler” diye geçirdi içinden. Kim bilir, her birinin ne tür sıkıntıları vardı.
Bir ara kendini toparlamak ihtiyacı hissetti. O bir askerdi ve görev yerine gelmişti. İndi dolmuştan. Askeri birliğe doğru ilerledi. Kapıdaki askerin selamını aldı. Arkadaşlarıyla selamlaştı ve odasına gitti.
Küçük aynada kendisini seyretti bir süre. Yüzü her zamanki gibi değildi. Bu sırada amiri girdi içeri. Şimşek gibi çakılan bir selamdan sonra, komutanının ilk emirlerini aldı.
Komutan ondaki farklı görünüşü anlamıştı.
“Ha, hasan dediğim işleri hallet, öğleden sonra izinlisin. İstersen gidebilirsin”
“Sağ ol komutanım” derken, “hoş izinde de olsam ne yapacağım. Sıkıntı benimle beraber gittikten sonra” diye geçirdi aklından.
Öğleye kadar işlerini tamamladı. Odasını topladı ve hazırlanıp çıktı. Bir süre amaçsızca dolaştı. Ayakları kendini nereye götürürse oraya gitti. Derken, deniz kıyısında buldu kendini.
Denizi çok severdi. Ondan aldığı hazzı bu gün duymadı nedense. Denizin derinliklerine, ufka bakarak duygularını tartmaya başladı. Seçilen her asker gibi o da Bosna’ya gitmek için can atıyordu. Bu mesleki bir şeref, seçilmiş olmak büyük bir onurdu. Bosna karışıktı. Ölüm vardı işin ucunda. Ölümden korkmuyordu. Tek korkusu, canından çok sevdiği eşi ve yavrusunun burada yalnız kalmalarıydı. “Ah, keşke anam, babam sağ olsaydılar. Canlarım benim, Ayşe’m ve Sevgi’m burada yalnız kalacaklar. Genç bir kadın ve minicik bir çocuk” diye seslice içinden geçirdi.
Dalgalar kayaları tatlı tatlı dövüyordu. Başka zaman olsa dalar dalgaların o güzel fışırtısına, hatta
-
7-8-9-.....
onları sayardı. Derken, bir balık zıpladı mavi sulardan, sanki onu teselli etmek için görünüp kaybolmuştu gözüne. Martıların çığlıkları kulakları tırmalıyordu. Balık peşindeydiler. “Hain kuşlar!” diye söylendi. Halbuki onları da çok severdi. O sırada bir vapur düdüğü acı acı çaldı.
Vapur düdüğü ayrılığı çağrıştırdı ona. Gözleri doldu. Az ilerde bir kedi balık tutan adamın balığını kapıp kaçtı. Adam kedinin peşinden koştu biraz. Gülünecek şeydi o tablo. Ama nedense gülemedi.
Kalktı yerinden bir parka gitti bir banka oturdu. Yanına yaşlı bir adamın geldiğini ancak adam yanına oturup,
“Selamın aleyküm” deyince fark edebildi. Selamını aldı yaşlı adamın. Oradan buradan konuşmaya başladılar:
Adam savaş gazisiydi. Bankların hepsi boşken yanına oturması da herhalde onun subay oluşundan olsa gerekti. Başladı savaş anılarını anlatmaya.
İçi bir hoş oldu Hasan’ın. Yüreğinin kabardığını, duygularının köpürdüğünü hissetti. Kalbi adamın anlattıklarının etkisiyle hızlı hızlı atmaya başladı. “İşte böyle bir kandı bu ülkede yaşayan her insanın damarlarında dolaşan. Türklük bu demekti. Bu coşku içinde,
“Ben de Bosna’ya gidiyorum!” deyiverdi elinde olmadan.
Adam döndü, ilgiyle yüzüne baktı onun:
“Öyle mi... hadi hayırlısı. Vatan için değer. Ama sana da sonunda bana yaptıklarını yaparlar. Değerin olmaz yani. Üç kuruşluk komik maaşla sürünüyorum şimdi. Komşular bakmasa açım” diyerek başını çevirdi yana doğru. Hasan dikkat kesildi. Gizlemeye çalışsa da gözlerinden gelen yaşları Hasan’ın gözlerinden kaçıramadı adam.
“Üzülme amca” dedi, “o da onların ayıbı.”
“Ne yaparsın...” diyerek kalktı gazi yerinden, “bana müsaade... of anam, bana rahat vermiyor romatizmalarım... Yavaş yavaş ancak giderim. Gelin merak eder, dırdır edip ağzına geleni sayar. Sana hayırlı yolculuklar dilerim” diyerek uzaklaştı.
Yaşlı adamı bir süre arkasından süzdü Hasan. Kendisi de kalkıp parktan uzaklaştığında vakit epey geçmişti. Güneş batmaya yüz tutmuştu. Hızlı hızlı, hatta koşar adımlarla dolmuşa doru yöneldi.
Dolmuştan dışarıyı seyrederken adamın anlattıklarını tekrar aklından geçirdi. “Ben de ateşin içine gireceğim. Allah ömür verirse, ben de torunlarıma anlatırım yaşadıklarımı”
O kadar dalmıştı ki hayallere neredeyse ineceği durağı geçiyor olduğu fark etti. Aceleyle uyardı dolmuşçuyu ve indi apar topar.
Akşamın karanlığı bir kabus gibi çökmüştü evlerin üzerine. Adımlarını açtı biraz daha. Eve vardığında hafif bir yağmur başlamıştı. Koşarak merdivenleri çıktı.
Ayşe her zamanki güler yüzüyle kapıyı açtı:
“Hoş geldin canım. Nerelerdeydin... nasılsın. Seni aradım telefonla, çıktı... izinli, dediler. Merak ettim.?”
“Sorma aşkım... bu gün boş boş dolaştım. Canımın sıkıntısını dağıtmam gerekiyordu. Sen nasılsın... kızım iyi mi?”
“İyi babası. Ne yapsın... her zamanki yaramazlıkları işte. Koştu, oynadı, çok yoruldu. Ben de yemeğini erken yedirdim ve yatırdım. Seni beklemek için uykuya direndi ama, başaramadı. Hadi sen ellerini yıka. Acıktıysan sofrayı hazırlayayım.”
“Bu gün ne pişirdin bakalım?”
“Kuru fasulye. Yanına da pilav. Turşu ve ayran da hazır.”
“Of of... içim açıldı! Nasıl da bilirsin sevdiğim şeyleri. Hadi hemen hazırla. Bu kokulara daha fazla dayanamayacağım.”
“Peki canım, hemen” diyen Ayşe hanım bir çırpıda mutfağa girdi. Masaya üzerinde kırmızı kalp motifleri olan, özel örtülerini serdi. Yemeği ısıtmak için ocağı yaktı. Sofra beş dakikada hazır olmuştu.
Bu arada Hasan banyoda ellerini yıkamış, yine aynada kendini seyre dalmıştı. Yorgun ve bitap düşmüş görünüyordu. Belli olmasın diye bir kez daha elini yüzünü yıkadı. Soğuk su belki benzindeki solukluğu giderir, yüzüne canlılık gelir diye düşünüyordu. Saçlarını ıslattı ve taradı. Hafif bir yan yiv açtı. Kendini Ayşe’nin en sevdiği şekle sokmaya çalıştı. Kolonya sürdü yüzüne. Terliklerini giydi ve bir türkü mırıldanmaya başladı: “Manda yuva yapmış söğüt dalına, yavrusunu sinek kapmış, gördün...”
Daha türküyü tamamlamadan, Ayşe’nin sesi duyuldu mutfaktan,
“Nereden bulursun böyle matrak şeyleri yaramaz. Hadi gel, sofra hazır.”
Hasan’ın aslında içi kan ağlıyordu. Belli etmek istemediğinden de böylesi matrak şeyleri kasıtlı olarak söylüyordu. Şakalaşarak mutfağa girdiler.
-
arkadaşlar mesaj yazarlarsa sevinirim en azından yorumlarını okumak istiyorum .kitabın ilerleyen bölümleri çok daha heyecanlı.....
-
cok güzel yazılarınız var...takipteyim sevgili yazar
-
yazılarınız çok güzel devamını sabırsızlıkla beklıyoruz...
-
10-11-12
Bu arada Sevgi de uyanmış, şirinlikler yapmaya başlamıştı bile. Yemek yememekte direniyordu. Birlikte gayret ederek ona yemeğini yedirdiler.
Baba, Sevgiyi alıp salona geçerken anne mutfağı topluyor, masayı düzeltiyordu. Bulaşıklara baktı. “off, amma da bulaşık çıkmış” diye mırıldandı. Bulaşığın çokluğu demek, şu an salonda olan kocasıyla-çok istediği-sohbete geç kalması demekti.
İşini bitirip, bir de yorgunluk kahvesi hazırladığında nerdeyse yarım saat gecikmişti. Salona girdi:
“Kahveler geldi. Bal köpüklü”
“Oh, oh... ellerine sağlık”
kocası tepsideki kahvesini alırken Ayşe hanım, ne kadar mutlu olduğunu düşündü. “Allahım, bu mutluluğumuzu bozma” diye içinden geçirdi. Dualar etti.
Aradan günler, haftalar geçmişti. Bir gün yemekten sonra bir sohbet sırasında Ayşe hanımın aklına bir şey geldi birden:
“Canım, sana bir şey diyeceğim. Hani şu babamın halası Hatçe teyze vardı ya... aklıma o geldi birden. Acaba hala yaşıyor mudur?”
Eşinin bu hatırlatması onu çok sevindirmiş, hemencecik ne kasıtla sorduğunu da anlamıştı Hasan. Onun yüzüne bakarak,
“Belki yaşıyordur? Eee?” dedi. Ayşe hanım konuşmasını sürdürdü:
“Hani diyorum ki, kimi kimsesi olmayan bir kadın. Sen gidince, bizim de kimimiz kimsemiz olmayacak. Getirtsek yanımıza. Hem o da depremde kaybettiği çoluğunun çocuğunun acısına bizim desteğimizle dayanma gücü bulur. Evde bir büyük işte bizim için de... Ne dersin?”
Hasan bir an sevindi. Bir yandan da, “acaba ölmüş müdür?” diye aklından geçirerek üzüldü. Ama, sorup araştırmaya, denemeye değerdi.
“İyi fikir. Hay Allah... ben niye akıl edemedim bu güne kadar!?”
Hiç vakit kaybetmeden, hemen ertesi gün komutanına çıktı ve durumu anlatarak izin istedi.
“Sana üç gün izin. İşini çabuk bitir, gel” sözünü alması sevinciyle eve döndü hemen. Ayşe o eve geldiğinde, ufak bir çanta hazırlamıştı bile. Zaman dardı. Vakit kaybetmeden karısıyla vedalaştı ve otobüs terminalinin yolunu tuttu.
Tesadüf, otobüs iki saate kadar kalkıyordu. Biletini kestirdi. Vakit geçirmek için yakındaki bir kahvehaneye oturdu. Çayını içerken bir de sigara tüttürdü. İşleri rast gitmeye başlıyor duygusuyla çevredeki insanları izlemeye daldı. İrili ufaklı, erkekli kadınlı herkes, hep koşturuyorlardı. Kimi sağa, kimi sola... Herkesin acelesi vardı. Kendi kaderlerine göre gidiyorlardı. Kim bilir, hayat onlarla da ne gibi oyunlar oynuyordu.
Rüzgarın etkisiyle savrulan bir yaprağa takıldı gözü. Kendi duygularını da yaprağın sürüklenişine benzetti.
Tam bu sırada otobüsün muavininin sesi duyuldu:
“Kimse kalmasın! Erzurum otobüsü kalkıyor!” Hemen toparlandı. Çay parasını aceleyle verip kalktı.
Otobüsün kalkışı, ona göre, tıpkı biraz önceki rüzgarın uçurduğunu gördüğü yaprağın hareketine benzetti.
Yanına bir adam gelip, “Selamın aleyküm” diyerek oturdu. Selamdan sonraki ilk sözü adamın,
“Ben tüccarım. Adım Salim. İstanbul’a mal almaya geldim. Sizinle yol boyu arkadaşlık ederiz” oldu.
Hasan o kadar derin düşünceler içindeydi ki, adamın dediklerini bile zor anlıyordu. Kafası karmakarışıktı. “Amma da geveze bir adam. Sanki ben ona sordum, kimsin... nesin?”diye düşünmekten kendini alamadı. Adam yanında durmadan konuşuyordu. Erzurum’a varıncaya kadar bu adama katlanmak zorundaydı. Onun kafasından geçenler adamın anlattıklarıyla o kadar tezat teşkil ediyordu ki, “acaba Hatçe halayı bulabilecek miydi? Ondan uzun zamandır haber almamıştı. Yaşıyor muydu, ölmüş müydü? Çok yaşlıydı. İnşallah sağ salim bulurum”
Düşüncelerinden sıyrılıp adama döndüğünde adam hala mallarını, çocuklarını anlatmaya devam ediyordu. Adama, “heee, hıı” dışında neredeyse hiç cevap vermiyor, arada biraz uyuklayıp, sonra tekrar açıveriyordu gözlerini.
Çok yorulmuştu. Bindikleri otobüs hurda bir arabaydı. Yollar desen arabadan beter, bozuk, delik deşikti.
Çok yorucu bir yolculuktan sonra nihayet Erzurum’a yaklaşmışlardı. Her taraf tam anlamıyla bir bozkır görünümündeydi. Yollarda bazen hayvanlara rastlanıyordu o kadar. İster istemez, “ah vatanım ah! Batının doğa zenginliğine bak doğunun kuraklığı ve
-
iki gündür yazamıyordum .....okuyan arkadaşlarkusura bakmayın
-
13-14-15
soğukluğuna” diye düşündü. Yollarda verdikleri mola sırasında yaşadığı soğuk, dayanılır gibi değildi. Sıfırın çok altında olmalıydı.
Yol çok az kalmıştı. Kalbi heyecanla çarptı. Son bir kez daha yanında oturan adama döndü. Adam hala, tarlalarını, koyunlarını çocuklarını anlatıyordu. Yolun bitmesiyle bu adamın tatsız sohbetinin de biteceğini düşünüp, sevinci bir kat daha arttı.
Araba Erzurum’un içine girdi. Şöyle bir etrafına baktı Hasan. Eski günlerini, ailesini düşündü. Bir ara gözlerini kapattı. Depremde yaşadığı felaketi hatırladı. Çığlıklar kulaklarında yeniden çınladı. “Allahım bir daha gösterme!” diye dua etti içinden.
Araba terminale giriyordu. Yine bir kalabalık, yine bir koşturmaca içindeydi herkes. Araç durunca toparlandı. İndi otobüsten valizini aldı ve yürümeye başladı.
Nereden başlamalıydı işe. Elinde adres falan yoktu. “en iyisi, bir muhtar bulup ona sormalıyım” diye düşündü. Uzun süredir haberleşmemişlerdi. Bir taksiye atladı. Şoföre, eski mahalle muhtarını, semtini ve yerini söyledi. Taksiciyle kısa bir sohbete daldılar. Eskiden yaşadığı mahalleye gelmişlerdi. Muhtarın yerini sorup öğrendiler. Adamın parasını verip gönderdi.
Çevreye şöyle bir baktı. Yıkılan binaların yerine yenileri yapılmıştı. Uzun süren bir aramadan sonra, kapısında muhtar yazan dükkanı buldu nihayet.
“Selamın aleyküm. Muhtarı arıyorum”
“Aleyküm selam” diyen yüzünden kan damlayan küt yapılı adam muhtarın kendisi olduğunu söyleyince rahatlayıp, sözlerine devam etti Hasan:
“Ben, şeriflerden Mehmet kızı-hani depremde oğlu kızı, hepsi ölmüşlerdi-Hatice Şerif’i arıyorum.”
Onun heyecanını yüzünden okuyan muhtar,
“Otur hele, soluklan biraz. Kimsin? Nesin? sonra sorarsın soracağını” diyerek onu oturttu karşısına. Kapının yanındaki tezgaha dayanmış, büyük bir merakla onları izleyen çırağına seslenip iki çay alması için gönderdikten sonra,
“Şimdi anlat bakalım” dedi ona.
Hasan anlatmaya başladı:
“Kusura bakma, çok heyecanlı ve üstelik de yol yorgunuyum. Taa İstanbul’dan geliyorum. Diyerek en başta söylediklerini bir daha tekrarladı. Muhtar dinledi onu. Çaylarını birlikte içtiler. Sonra, muhtar kalkıp tozlu rafları karıştırdı, kara kaplı bir defter bulup çıkardı. Tozunu çırptı önce, boynunda asılı duran gözlüğünü taktı sayfaları bir bir çevirmeye başladı.
“Hıh... işte bulduk. Burada, Mehmet kızı Hatçe Şerif, depremden sonra kimi kimsesi kalmamış. Evet... çıkrık sokak 26 nolu evde oturuyor. Hatırladım onu. Komşuları bakıyor şimdi.”
“Hasan, heyecanla, hemen adresini verin” diyerek bir kağıda adresini kendi eliyle yazdı. İlgisi ve çay için teşekkür edip çıkarak bir taksi çevirdi hemen ve taksiye binip adresi şoförün eline tutuşturdu.
Taksi, dar sokakları kıvrılarak geçti. Verilen adresin olduğu sokakta onu bıraktı. Kenar bir semtti geldikleri yer. Sokak bakımsız, evler derme çatmaydı. Sokağın içinde top oynayan bir gurup çocuğa yanaşıp,
“26 numaralı kapı hangisi?” diye sordu. Çocuklar elleriyle işaret ederek gösterdiler. Kapıyı çaldı. Bir çocuk koşarak geldi, kapıyı açtı.
“Hatçe halayı sormuştum” çocuk,
“İçerde, gel” dedi.
Çocuğun arkasına düştü Hasan daracık bahçeyi geçtiler birlikte. Girdikleri ev, neredeyse yıkılacak durumda harabe bir yerdi. Kapıyı aralayıp,
“Hala, seni birisi soruyor” diye içeriye haber verdi çocuk. içerde bir genç kadın da vardı. Hatçe hala beyaz tülbendini sarmış, elinde tespihi, oturuyordu bir köşede. Yanındaki genç kadın ayağa kalktı:
“Buyurun, ben komşusuyum” dedi.
“Girdikleri yer, bir göz odacıktı. Ortada bir soba, karşı duvara dayanmış bir divan, eski püskü eşyalar ve yerde neredeyse erimiş bir kilim vardı sadece. Yan pencerenin girintisinde de bir iki eski çanak, tabak...
hasan odanın ortasına doğru yürüdü, kadına yaklaştı. Elini öptü ve,
“”Hatçe hala, beni tanıdın mı? ben Durmuş’un oğlu Hasan’ım. Anam Zehra kadın. Hani depremde öldüler ya... Ben İstanbul’dan geliyorum. Subay Hasan, Ayşe’nin de kocasıyım. Tanırsın, Hacı Mıstık’ın kızı.”
Hasan konuşurken boş boş bakan kadın Hacı Mıstık’ın adını duyunca konuştu:
“Hey a, hatırladım. Hepinizi hatırladım” dedi. “zavallı anan, buban rahmetlik oldular. Söyle Hasan yavrum, seni buraya hangi rüzgar attı?”
“Sorma hala, diyerek çöktü yanına ve başladı anlatmaya ve konuşmasını,
“Seni almaya geldim” diyerek noktaladı.
-