serdar tuncerin satır arası hikayelerinden alıntı yapmaya çalışıcam bunun yanı sıra paylaşmak istediğiniz satır aralarını yazabilirsiniz...
kaynak=
Yazdırılabilir Görünüm
serdar tuncerin satır arası hikayelerinden alıntı yapmaya çalışıcam bunun yanı sıra paylaşmak istediğiniz satır aralarını yazabilirsiniz...
kaynak=
Anzakli Ömerİn Hİkayesİ
Türk olmanın nasıl bir şey olduğunu unutanlara hatırlatmak için, Türk olmanın tadına varmak için, lütfen okuyun.
Bu hakiki hikayeyi aktaran, sayın Dr. Ömer Musoğlu 85 yaşındadır ve halen MODA/ İstanbul'da oturmaktadır.
Anzaklı Ömer'in Hikayesini 1957 Yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden doktor Ömer Muşluoğlu, görev yaptığı hanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:
Amerika 'ya gittiğim ilk yıllar.. New York'da Medical Center Hospital'da görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler.. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor .Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında..
-Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?" dedim.
Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı.. Kolunu açtım, baktım pazusunda bir Türk bayrağı dövmesi var. Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim:
-Siz Türk müsünüz?
-Kaşlarını yukarıya kaldırarak "hayır" manasına bir işaret yaptı.
-Ama ben hala merak ediyorum. "Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?"
-Aldırma öylesine bir şey işte, dedi.
Ben yine ısrarla:
-Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım...
Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
-Siz Türk müsünüz?
-Evet Türk'üm...."
İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı.. Anlatmaya başladı:
"Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de..Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben, Avustralya Anzaklarındanım. İngilizler bizi toplayıp dediler ki:
-Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda.. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. '
Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katıldık.. Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevk ediyormuş. Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler, orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler.
Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler gibi geceyi gündüze çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş.
Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz, bizi püskürtüyorlar.. Tekrar taarruz ediyoruz, bizi gene püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz..
Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum. Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı sarmışlar. İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok olmuştum doğrusu..
Dedim ki kendi kendime:
-'Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler, ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi.. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler..' Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla 'Yazıklar olsun bana' dedim. 'Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış' diyerek pişman oldum.. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce.. Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın *****ı bu işte.."
Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: Talihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya'dan Amerika'ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum. Peşinden nemli gözlerle
-Bana adınızı söyler misiniz? dedi.
"Ömer" cevabını verdim.
Merakla tekrar sordu:
-Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?"
-Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.
-Senin adın Müslüman adı mı?
Ben
-Evet, Müslüman adı" deyince yüzüme baktı,doğrulmak istedi. Onun yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
-Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi, şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun.
-"Olsun" dedim.
-"Peki doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?"
Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş..
-"Tabii" dedim.. "Müslüman olmak çok kolay." Sonra kendisine imanın ve İslam'ın şartlarını anlattım, kabul etti. Hem kelime-i şahadet getiriyor, hem de ağlıyordu.. Mırıldandı:
-Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden tespih çekerek Allah'ımı ansam olur mu?
Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk'ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Hemen bir tespih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih çekiyor, biz de tedavisiyle ilgileniyorduk. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti.
-Beni yalnız bırakma olur mu?"
-Ne gibi Ömer amca?
-Ara sıra gel de bana İslamiyet'i anlat!.. Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor." O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum;
"Doktor Ömer, lütfen 217 numaralı odaya gidin!
Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum, kendisine kelime-i şahadet söylettirdim, o şekilde kucağımda ruhunu teslim etti...
Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. Ne yalan söyleyeyim, ağladım... "
Madem ki; düşünceyi zindana koymayan, hakikat sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur ve adil Türkler var, üzerinde hakikatin, adaletin ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir güneş ülke neden vücut bulmasın..."
Kerpicin Etkisi
Bir inkarcı, alimin birine şu üç soruyu sorar:
1- Allah varsa bana göster.
2- Her işi Allah yaratıyor da neden suçlu ceza görür?
3- Şeytan ateşten yaratıldığı halde ona cehennem ateşi nasıl etki yapabilir?
Alim bu soruları soğukkanlılıkla dinler. Sonra da yerden bir kerpic parçası alıp inkarcının başına vurur. Başı yarılan inkarcı soluğu mahkemede alır. Hakim, alime sorar:
- Bunun başına kerpic vurmuşsun öyle mi?
- Bana üç soru sormuştu, ben sorularına karşılık kerpici vurdum.
- Nasıl?
- Anlatayım. Allah varsa bana göster demişti. Başının ağrıdığını iddia ediyorsa göstersin. İkinci olarak da her şeyi Allah yaratıyorsa suçlu neden ceza görsün dedi. Madem ki niçin beni mahkemeye veriyor. Üçüncü olarak da ateşten yaratılan şeytana cehennem ateşi nasıl etki yapar diye sordu. Cevabını aldı. Topraktan yaratılan kendisine, yine topraktan olan kerpic nasıl etki yapıyor?
Bu cevaplardan sonra alim beraat eder.
DERMAN KİMDEDİR?
Adam amansız bir derde tutulmuştu. Günden güne eriyip tükenmekte, artık Azrail Aleyhisselam'ın yolunu gözlemekteydi.
Gittiği bütün tabiplerden eli boş dönmüş, çaldığı her kapı yüzüne kapanmıştı. Yemeden içmeden kesilmiş, bir deri bir kemik kalmış, gözleri günlerdir uyku görmemişti. Bir tek, filan yerde bir hekim daha var, dedikleri vakit dizlerine biraz derman geliyor, son bir ümitle gidiyor ama oradan da bir çare bulamıyordu. Bütün hekimler ağız birliği etmişti sanki. Bu hastalığın çaresi yok, diyorlar, başka bir şey demiyorlardı.
Boynunu büküp kaderine razı olmaya çalıştığı sırada Lokman Hekim'i duydu. Kimsenin derdine çare bulamadığı hastalar onun elinden şifa buluyor, ölümün pençesinde kıvrananlar onun ilaçlarıyla yeniden doğmuş gibi oluyorlardı. O hekimlerin hekimiydi.
Adamın ne nefes almaya mecali vardı, ne de yürümeye takati. Dağların ardındaydı Lokman Hekim. Ama ne yapıp-edip, ölüm gelmeden bir de ona gitmeliydi.
Yol azığını, asasını, dostlarının dualarını aldı yola koyuldu. Mecali kalmayıp yere yığıldığı zamanlarda Lokman’ın şifalı elleriyle iyileşeceğini düşünerek tekrar kalktı. Her adımda dermana biraz daha yaklaştığını hissederek güç-kuvvet buldu. Yaklaştıkça ümidi arttı Lokman Hekim'e dualar etti, o olmasaydı ne yapardım diye düşündü, gülümsedi, yürüdü dağlar boyunca.
Lokman Hekim'in kapısına geldiğinde yolculuğunun yedinci günü bitmek üzereydi. Son bir gayretle kapının eşiğine geldi, oracığa yığıldı kaldı. Lokman Hekim onu içeri aldı, dinlenmesi için yer gösterdi. Adam kurtarıcısının yüzüne güldü, solgun dudaklarını kıpırdatıp, fısıltıyla dualar etti.
Hekimlerin Hekimi adamı muayene etti, sorular sordu, ne olduğunu anlamadığı bir şeyler yaptı. Sabaha doğru hastasını incelemeyi bırakıp alnındaki teri sildi, bir köşeye oturdu, düşünceye daldı. Adam gözlerini aralayıp yalvararak kurtarıcısına baktı. Bir güzel söz bekledi, bir ümit kırıntısı, yaşayacağına dair bir tek söz, bir tebessüm hiç olmazsa...
Oturduğu yerden yavaşça doğruldu Lokman Hekim, hastasının elini tuttu, gözlerini gözlerine dikti. Adam yalvarırcasına bakmaya devam ediyor, gözleri yaşlı, nefesini tutmuş bekliyordu.
— Evlat, dedi Hekimlerin Hocası, senin derdinin dermanı bende yok!
O anda zaman durdu sanki, hasta adam bir ah çekti, boynu yan tarafa düştü.
Öğleye doğru kendine geldi, zorlukla ayağa kalktı hiçbir şey söylemeden asasına dayanarak kapıdan çıkıp gitti. Nereye gittiğini bilmiyordu, nereye kadar gidebileceğini de... Burada, son ümidini de yok eden bu adamın yanında kalmak istemiyordu, o kadar. Ölüme gidiyordu adam.
Akşamüstüne kadar hiç durmadan yürüdü. Dizlerinde derman tükenince bir ağaca doğru sürünerek ilerledi, sırtını ağaca yasladı. O anda uyku hücum etti gözlerine, direndi. Gözleri kapanırsa bir daha açılmayacak gibi geliyordu. Biraz ilerideki koyun sürüsünü izlemeye başladı. Kuzulara baktı, annesinin etrafında oynaşan kuzulara. Gözünün önüne çocukları geldi, gözlerini aralamaya çalıştı. Peh, dedi, Lokman Hekim'miş, güya hocaların hocası!..
Kuzuları seyretmeye koyuldu tekrar. Göz kapaklarını ellerinin yardımıyla açık tutmaya çalışıyordu ki, o da ne, simsiyah bir yılan kuzularla beraber kara bir koyunun memelerinden süt emiyordu. Gözlerini ovuşturdu, daha dikkatli bakmaya çalıştı, evet öyleydi. Adam şaşkınlık ve merakla seyrederken, karayılan kara koyunun memelerinden emeceği kadar emdi, kıvrıla kıvrıla sürüden uzaklaştı, sonra ak bir taşın üstüne emdiği bütün sütü kustu.
Düşündü adam. Bu bir işaret miydi? Belki... Ölümü beklemek, ölüme gitmekten daha zordu. Sürünerek ak taşın yanına vardı, kararını verdi, yılanın kustuğu sütü içip ölecekti. Taşın üstündeki siyahlaşmış süt birikintisine baktı, bir an durakladı, sonra içiverdi. Lokman'mış, dedi, Lokman!.. Bir daha içti. Gözleri kapanıyordu, engel olmadı gözlerine, kuzulara baktı son kez, başı dönüyordu. Ak taşın üstüne yığılıp kaldı adam.
Güneşin ilk ışıklarıyla gözlerini açtı, etrafına bakındı. Akşam neler olmuştu? Ak taşa ilişti gözü, hatırlamaya çalıştı. Ölmeyi bile becerememişti.
Ağaca doğru yürüdü, eğilip asasını aldı, dönüp bir ak taşa, bir asaya baktı. Ama ağaca kadar asasına dayanmadan nasıl yürüyebilmişti? Nasıl olurdu bu? Kendini şöyle bir kontrol etti, nefes alıp verdi, bir başkalık vardı vücudunda, iyi hissediyordu kendini.
Köyüne doğru yürümeye başladı. Yürüdükçe açıldı, açıldıkça kendine geldi, asayı attı. Eskisi gibiydi. Sanki dün akşam sürünerek ölüme giden adam kendisi değildi. Elindeki çıkını fırlatıp attı, sevinç içinde köyüne, çocuklarına doğru koşmaya başladı.
O anda Lokman Hekim aklına gelince durdu, dönüp geldiği yola baktı, kararını verdi, geri dönüp onu görecekti. Hani benim derdimin dermanı yoktu, hani sen hekimlerin hocasıydın, bak işte sapasağlamım diyecekti. Sen de tabipsin öyle mi, hadi canım!.. Bak bir yılanın zehri... Yok yok, söylemeyecekti nasıl iyileştiğini, bilmesin di o kendini hekim zanneden adam. Lokman Hekim'le nasıl alay edeceğini düşündükçe dizleri daha bir kuvvetleniyor, adımları hızlanıyor, vücudu biraz daha canlanıyordu.
Lokman Hekim'in evinin önüne gelip durdu. Bu defa başkaydı, eşiğe baktı, kahkaha attı, var gücüyle kapıyı çalmaya başladı. Lokman'mış, dedi bir kez daha, daha hızlı çaldı kapıyı. Lokman kapıyı açtı nihayet, içeriye buyur etti. Adam kapıyı omuzlarcasına girdi içeri.
— Bak, diyordu vücudunu göstererek, oradan oraya zıplıyor, yerinde duramıyor, hey Lokman Hekim, diyordu, bütün dertlerin dermanı varmış sende! Bir de beni muayene etsen, hocaların hocası, hah hah ha...
Lokman Hekim adama yaklaştı, omuzlarından tuttu, dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme, tane tane konuşmaya başladı:
—Ah evlat ah, senin derdinin dermanı bende yok dedim, ben nereden bulaydım karayılanı, kara koyunu, kendi rızasıyla nasıl emzirseydim, ak taşın üstüne nasıl kustursaydım...
Adam şaşırmıştı, gözlerini yerden kaldıramıyordu, ellerine sarıldı Lokman Hekim'in, af diledi yüreği yanarak.
Dermanın sahibini bilmişti adam. Gerçek derdi bilmişti...
PAPAZI DÖVDÜRMEYECEKTİK
Üç arkadaş var. Bu üç arkadaş bir yaz günü yaya olarak yolculuk yapmak zorunda kalıyorlar. Biri Türk, biri Kürt, diğeri de Ermeni. Ama Ermeni olan aynı zamanda papaz. Sıcak, bir süre sonra yolda susuyorlar. Etrafta su yok. Bağların olgun zamanı. "İki salkım üzüm yiyelim de ağzımız ıslansın," diye bir bağa giriyorlar. Bağın sahibi bir Türk ama onu görememişler. "Kaç paraysa veririz," diyerek yemeye başlamışlar. Bu sırada bağın sahibi gelmiş. Bakmış üç kişi üzümünü yiyorlar. Fena bozulmuş ama üç kişiyle de başa çıkamayacağını düşünmüş. Birine bakmış, kıyafetinden Ermeni ve papaz olduğu belli. Diğerine bakmış, konuşmasından Kürt olduğunu anlamış. Üçüncüsü de Türk.
Dönmüş Ermeni'ye, "Bak bu adam Türk, yesin malımı. Benim kanımdandır. Helali hoş olsun. Bu da Kürt'tür ama din kardeşimdir. Sen niye yiyorsun benim üzümümü?" demiş. Bu laf, üzerlerine sorumluluk yüklenmeyen Türk ve Kürt'ün hoşuna gitmiş. Adam, papazı bir güzel dövmüş. Kıpırdayacak hal bırakmamış, yere uzatmış.
Bağ sahibi biraz sonra Kürt'e dönmüş. "Müslüman'sın da niye sahipsiz bağa giriyorsun. Bu adam benim kanımdan yediyse afiyet olsun, çünkü o Türk'tür. Kardeşimdir," diyerek bir güzel onu da dövmüş ve yere uzatmış. Bu durum Türk'ün hoşuna gitmiş.
Biraz sonra Türk'e dönmüş ve "Tamam anladık Türk'sün, aynı kandanız, aynı dindeniz ama sahibi olmadan başkasının bağına girilir mi?" diyerek Türk'e de vurmaya başlamış. Türk yumrukla yere yuvarlanınca Kürt'e dönmüş ve "Biz," demiş "papazı dövdürmeyecektik" .
paylaşımlar çok güzel.ellerinize sağlık devamını bekliyoruz.
TŞKLER FAKAT HEP SÖYLÜYORUM. BU İŞLER GOOGLE YAZIP BULUNP KOPYALAMA İLE OLMUYOR. ALINTI YAPILAN YERİN ADINI SON SATIRA YAZALIM. ALINTI DEĞİL ÇALINTI OLUR
bana gelen maillerde çalıntı mı oluyor?
nasıl yani kardeş
NERDEN ALINTI YAPILDIĞINI YAZ KARDEŞİM ZOR Bİ İŞ Mİ. ŞURDAN ALDIM ÖRNEK ŞU DERGİ ŞU SAYI ÇOK MU ZOR. MAİL FALAN AYNI ŞEY
tamam o zaman ahmet gönderdi falan filan ok...
carlos aslında haklsın ama bızım kendı yazdıklarımız belkı kısısel goruslere ters dusebılır
http://aycu20.webshots.com/image/4299/2006253502384344929_fs.jpg[/IMG]
Kuyruk Dik Olunca
Ormanda bir fare vardı.
Havalı, kibirli, her an bir hayvana musallat olan kuyruğu dik fare.
Kuşların yuvasına pislemediği gün maymunun kuyruğu ısırır, tavşanı korkutmadığı gün tilkinin başını şişirdi.
Orman hayvanları illallah demişti farenin elinden. Bu böyle devam edemezdi…
Sonunda hayvanlar aralarında bir heyet kurup aslanı ziyarete gittiler. Ormanın kralı oydu, bir çare bulurdu nasılsa…
Ormanda bir fare vardı.
Havalı, kibirli, her an bir hayvana musallat olan kuyruğu dik fare.
Kuşların yuvasına pislemediği gün maymunun kuyruğu ısırır, tavşanı korkutmadığı gün tilkinin başını şişirdi.
Orman hayvanları illallah demişti farenin elinden. Bu böyle devam edemezdi…
Sonunda hayvanlar aralarında bir heyet kurup aslanı ziyarete gittiler. Ormanın kralı oydu, bir çare bulurdu nasılsa…
Bütün hayvanları topladı aslan. Yaşlı kaplumbağayı dinlediler önce, sonra zürafayı, sonra tavşanı, maymunu, ağaçkakanı, yılanı, hatta diğer fareleri… Sözü en son kedi aldı:
-Saygıdeğer kralım, dedi bıyıklarını burarak, bu işi bana bırakın. Bir onunla ta ezelden düşmanız.
Aslan diğer hayvanlara baktı, ne dersiniz, diye soruyor gibiydi. Olur manasına başlarını salladılar.
Kedi göğsünü gere gere yeni görevinin başına gitti. Herkes olacakları beklemeye koyuldu.
Fare bir ağacın altında, olanlardan habersiz, planlar kurmakla meşguldü. Kuyruğunu dikmiş kendi kendine konuşuyor, sinsi sinsi gülüyordu. Kedi yavaşça yaklaştı arkasından. Doğrusu bu işin kolay olacağını o da beklemiyordu. Avına sessizce yaklaştı, pençesini kaldırdı, o da ne?! Bu farenin ensesinde gözü vardı sanki. Kedinin gölgesini gören fare şimşek hızıyla fırladı. Önde kaçarken bile kuyruğu havada bir fare, arkasında görev aşkıyla yanan azimli bir kedi. Görülmeye değerdi doğrusu.
O köşe senin, bu ağaç benim; o kayalık senin, bu kovuk benim, öyle bir koşturmaca ki!..
Nihayet düz bir ovaya geldiler. Fare sağına baktı, soluna baktı, kaçacak yer yok. Karşıda otlamakta olan bir inek gördü. Bütün kuvvetini toplayıp, ineğin yanına doğru koşmaya başladı. Nefes nefeseydi. Az önceki sıçrayışında biraz daha ağır kalsa, neredeyse dik kuyruğunun ucundan yakalanacaktı. Can havliyle bir yandan ineğin yanına koşuyor, bir yandan da, dur sen, diyordu, bir kurtulayım neler yapacağım sana, dur sen!..
Nihayet ineğin yanına ulaştı fare. Yalvardı, yakardı, beni sakla diyerek. Ne derse desin inek kabul etmiyor, senden az çekmedim, diyordu, ne halin varsa gör!
Türlü diller döktü, ağladı.
-Ben ettim sen etme inek kardeş, diyordu, şu kedi belasından bir kurtulayım, beni sen bile tanıyamayacaksın. Nasıl akıllı-uslu olacağı bir bilsen… Hem bir düşünsene, kuyruğu dik fare ve inek… Asırlar sonra bile bizi anlatacak kitaplar.
Sonunda;
-Peki peki, dedi inek; uzatma da geç şöyle arkama,
Ve farenin üstüne ‘şey etti’.
Kedi ovaya vardığında acınacak haldeydi. Ayakta duracak hali kalmamıştı zavallı hayvanın. Hemen sağa-sola bakınmaya başladı. Dümdüz bir ovaydı burası ve karşıdaki inekten başka kimsecikler yoktu. Belki de bu inek fareyi görmüştür diye düşündü. Son takatini toplayarak ineğin yanına geldiğinde, bir şey sormasına gerek kalmamıştı. Kedi gülmeye başladı.
Manzara şöyleydi: Dümdüz bir ova, bir inek, ineğin hemen arkasında taze ‘şey’ kümesi, onun içinde dik bir kuyruk…
Yavaş yavaş yaklaştı kedi, kuyruğundan tuttuğu gibi fareyi parçalayıverdi.
Hazreti Mevlana bu hikayeden üç şey anlamak lazım diyor:
Bir: Sana her ‘şey’ atan senin düşmanın değildir.
İki: Seni ‘şey’den çıkaran herkes dostun değildir.
Üç: Bu kadar ‘şey’in içinde kuyruğu dik gezmenin alemi ne?"
Serdar Tuncer
Satır Arası Hikayeler
Yolda karşılaştığımızda,ezan okuyordu.
__Gel seni camiye götüreyim,dedim.Bugün cuma biliyorsun.Alaycı bir tavırla: Ben camiye gitmem!...dedi.Boşuna ısrar etme.
__Peki, dedim.Neden direniyorsun?
___Ne bileyim olmuyor işte!...diye karşılık verdi.Belki çevreninde tesiri var.Hem pantolonumunütüsü bozulup,dizleri aşınır diye korkuyorum dedi..İster istemez gülerek:
__Herhalde şaka yapıyorsun,dedim.Bunun için cami terk edilir mi?
__ciddi söylüyorum!..dedi.Giyimime çok düşkün olduğumu bilirsin.Özellikle yeşil giydiğimi de...Gerçektende öyleydi.En lüks mağazalardan aldığı elbiselerini yeşilin farklı tonlarından seçer ve her zaman jilet gibi ütülü tutardı.
__Hayatında hiç camiye gittin mi?diye sorduğumda:
__Çocukken dedemle gittim,fakat artık gitmeye niyetim yok!...Söyledikleri beni çok şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmişti.Daha sonra el sıkışıp ayrıldık.Onunla sohbetimden iki ay sonra, kendisinin camide olduğunu söylediler.Hemen gittim.Bahçedeki namaz saflarının en önündeydi ve üzerinde yine yeşiller vardı.Yavaşça yanına yaklaştım ve kısık bir sesle
__Hani? dedim.Camiye gelmeyecektin? Hiç sesini çıkartmadı.
Çünkü musalla taşının üzerinde,yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu.
ALINTI:http://www.cafeonbes.com/modules.php...ewtopic&t=2860
http://www.Nizip.com/attachment.php?attachmentid=369&stc=1&thumb=1&d=1178566550
HİMMET DEDE
-Ah babam ah, dedi Harun Reşid, sultan olmak varmış şu yalan dünyada! Baksana, adamları bile hamam kapatıyor! Yaşadı mı böyle yaşamalı insan…
Gülümsedi Himmet Dede. Yüzünün ışıltısı odayı aydınlatıyordu. Yüzünü Halife’ye döndü, fısıltıyla:
-Evlat, dedi, boş ver sultanlığı! Sen öyle bir sultanın kölesi ol ki, şu kölelerin sultanı senin sırtını keselesin…
Ellerini açtı, kapattı gözlerini:
—Ey kulunun kalbini kulundan iyi bilen Allahım, ey Kâbe’nin Rabbi… Habibin’in Mekke’den çıkarılırken Kâbe’ye dönüp bakışının hürmetine, Kâbe’yi yapan Halilin’in hürmetine…
Seccadesi ıslandı gözyaşlarıyla. Uzadı dualar sabaha, dualar uzadı göklere, dudakları sustu, kalbine indi dudakları, bir kez daha niyet etti.
Hicaz’a gidecek kervan tam yola çıkacağı gün, hastalanmıştı Himmet Dede. Her sene niyet eder, hazırlıklarını yapar, nasip olmayınca boynunu büküp, buna da şükür, derdi. Ama bu sene her şey hazır, her şey bu kadar tamamken bu hastalık gelip Himmet Dede’yi bulmuştu. Eşiyle dostuyla vedalaşmış, alacaklarını helal etmiş, vereceklerini vermişti. İhramını, dua kitaplarını, seccadesini, yol azığını, biriktirdiği üç – beş akçesini hazırlayıp, nasip, demişti, nasip bakalım…
İşte kervan gelmişti ve o hasta yatağından kalkamıyordu. Yine de razıydı Himmet Dede. Nasıl razı olmasın dı? Hastalığın Rabbi Kâbe’nin Rabbi’nden başkası değildi ki. Ama içini yakan o ateş, Ravza’nın eşiğine yüz sürme arzusu, her gecenin sabahında gönlünü lime lime eden o rüyalar… Ah çekip inliyor, dualar ediyor, özlüyor, boynunu büküyor, halinden utanıyor, sen bilirsin ya Rabbi, affet kulunu, sen bilirsin, diyordu.
O zamanlar bölgenin bütün hac kervanları Bağdat’a giderler, orada toplanıp büyük bir kervan halinde Hicaz yoluna çıkarlardı. Himmet Dede işte o kervanın gelişinden bir gün önce hastalandı. Gidişinden birkaç gün sonra ayağa kalkabildi. Tebessüm etmeye çalışıyordu, hüznüm Rabbim’e şikâyet olmasın diyerek. Seneye ömür vefa eder mi, diye düşünürken birinin kapıya hızlı hızlı vurduğunu duydu. Gelen yaşlı fırıncı dostuydu.
—Haydi, ihtiyar haydi çabuk ol, diyordu. Hazırla yükünü, gidiyorsun haydi. Bağdat’a bir ticaret kervanı var, haydi hazırlan, hastalık tekrar gelmeden kervana yetiş.
Himmet Dede ayakta duramıyordu, secdeye kapandı, şükürler ediyor, ağlıyor, ağlıyor, ağlıyordu…
Kalabalıktı kervan. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, Bağdat’a giden tüccarlar ve kendisi gibi Hicaz kervanına yetişme ümidinde birkaç ihtiyar… Ağır ağır yola düştüler.
Haftalar sürecekti yolculuk. Herkes birbirleriyle tanışıyor, sohbetler ediyor, yol çabuk biter ümidiyle yalnızlıktan kurtulmaya bakıyordu. Himmet Dede mi? O dilinde dua, kalbinde dost, gözünde yaş, yanına biri gelirse yalnız kalacaktı.
Düşe kalka gidilen uçsuz bucaksız bir kum deryasındaydılar şimdi, dört taraf çöldü. Azıkları azalmıştı, suyu dikkatli içmeleri gerekiyordu. Olsun, ne fark ederdi! Himmet Dede Himmet Dede’ydi işte. Ne elbisesinin perişanlığı umurundaydı, ne açlık ne susuzluk nede yorgunluk. Bağdat’a varmaya birkaç günleri kaldığında o bir tek şeyi düşünüyordu. Bağdat’taki kervana vaktinde yetişebilecekler miydi?
Kervan bir akşam vakti Bağdat’ın kapısından girerken, bir adam ok gibi fırlayıp kervandan ayrıldı. Şehrin içine doğru düşe-kalka koşuyordu. Üstü başı yırtılmış, diz kapaklarından aşağısı yara içinde, yüzü-gözü toza-toprağa belenmiş bu adam Himmet Dede’den başkası değildi. Kervandakiler hayretle ihtiyar adama bakıyorlardı. Derken, rastladığı ilk adamla bir şeyler konuşup yere yığılı verdiğini gördüler. Hac kervanı üç gün önce yola çıkmıştı!
Ayağa kalkan Himmet Dede, gülümsüyordu. Dikkatli bakanlar dudaklarının kıpırdadığını görebilirlerdi:
- Ne ki olmuş, güzel olmuş. Ne ki olmuş…
Himmet Dede kervana döndü, yol arkadaşlarıyla helalleşti. Abdest alıp camiye girdi, namaz kıldı, oracıkta uyuyakaldı. Rüyasında bir kalabalığın içindeydi. Sağına-soluna bakınıyordu. Kendisi gibi giyinmiş adamlardı bunlar. Yanlarından geçenlerin, bunlar sultanın köleleri, dediğini işitti. O anda kölelerden biri yanına gelip, elini tuttu, hoş geldin, dedi. Sultan kim, diye sordu Himmet Dede. Eliyle karşıya işaret etti adam. Himmet Dede karşıya bakınca figan koptu ta yüreğinden, aah, diyordu, ahh… Himmet Dede’nin ah’ı sabah ezanına karışıyordu. Yanmıştı, üstü- başı ter içindeydi, uyanmıştı. Ellerini yüzüne kapattı, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Namazını kıldı, yürümeye başladı. İnsanların kendisine baktıklarını fark ettiğinde, güneş Bağdat’ın üzerinden çoktan doğmuştu bile, şehir hamamının yolunu sordu, başını önüne eğdi, yürümeye devam etti. O perişan halinin dikkat çektiğini sanıyordu. Oysa yüzüne bakanlar onun yüzündeki ışıltıyla mest oluyor, dönüp bir kez daha bakıyorlardı.
Hamama geldiğini fark ederek kapıya doğru yöneldi. İçeri adımını atacaktı ki, bir el durdurdu Himmet Dede’yi:
-Ne yapıyorsun baba?
-Evlat, dedi, yoldan geldim, yıkanmaya ihtiyacım var.
Hamamcı şöyle bir süzdü ihtiyarı:
-İyi de baba, bugün sultanın adamları var içerde. Kapattılar hamamı, giremezsin.
Perişan halini gösterdi Himmet Dede:
-Evlat, bir köşecikte yıkanıveririm ben. Hem çabucak çıkarım, sıkıntı olmam sana.
-Hamama girdiğini bir duyarlarsa seninde kellen gider benim de.
-Ya nasip, dedi Himmet Dede gülümseyerek.
Adam önce ihtiyarın yüzüne, sonra etrafa baktı, kimsecikler yoktu.
-Çabuk baba çabuk, dedi, kimse görmeden şuradan geç, bir oda var içeride, aman ses çıkartma, yıkan gel.
O esnada ileride bir ağacın altında iki kişi her şeyi seyrediyordu. Bu iki kişi, tebdil-i kıyafet gezen halife Harun Reşid ve vezirinden başkası değildi.
Halife eliyle işaret etti vezirine.
-Gel bakalım, neyin nesi anlarız şimdi, dedi.
Hamamcının önüne gelip yıkanmak istediklerini söylediler. Ne dedilerse kabul etmedi adam.
-Kellem gider sizi içeri alırsam, dedi, Halife’nin adamları kapattı hamamı.
Halife ve veziri yalvardılar, yakardılar, olacak gibi değildi. En sonunda Harun Reşid, az önceki o ihtiyarı nasıl aldın öyleyse, deyince hamamcının beti-benzi attı.
-Tamam tamam, dedi, sessiz olun. Haydi geçin siz de şu odaya, ses çıkarmayın sakın. Çabuk olun.
Güldü Halife:
-Hem birbirimizi yıkar, yardım ederiz ihtiyara, daha çabuk çıkarız.
Himmet Dede odanın bir köşeciğinde, belinde peştemalı, yıkanmakla meşguldü. Aniden bir ses duyunca tası bıraktı, başını çevirdi. İçeri girerken söyleniyordu Harun Reşid:
- Bu Halife de amma zalim adam kardeşim! Adamları hamam kapatıyor, yok kellemiz gidermiş, yok yasakmış, böyle zulüm olur mu?
Himmet Dede’yi görünce selam veri bir köşeye oturdular, yıkanmaya koyuldular. Bir ara Halife ayağa kalktı.
-Benim babam, dedi, gel senin sırtını keseleyeyim, daha çabuk biter işimiz.
Himmet Dede başıyla olur işareti yaptı, göbek taşına uzandı, başını kollarının üstüne koydu, gözlerini kapattı, geceki rüyayı hatırlıyordu.
-Ah babam ah, dedi Harun Reşid, sultan olmak varmış şu yalan dünyada! Baksana, adamları bile hamam kapatıyor! Yaşadı mı böyle yaşamalı insan…
Gülümsedi Himmet Dede. Yüzünün ışıltısı odayı aydınlatıyordu. Yüzünü Halife’ye döndü, fısıltıyla:
-Evlat, dedi, boş ver sultanlığı! Sen öyle bir sultanın kölesi ol ki, şu kölelerin sultanı senin sırtını keselesin…
Kelebeğin Hikayesi
Bir gün, kırlarda gezintiye çıkan bir adam, kenara oturduğu otlardan birinin dalında , küçük bir kozanın varlığını fark etti. Koza ha açıldı ha açılacak gibiydi.
Adam , bunun bir kelebek kozası olduğunu tahmin ediyordu. Böyle bir fırsat bir daha ele geçmez diye düşündü; ve bir kelebeğin dünya yüzü gördüğü ilk dakikalara şahit olmak istedi.
Dakikalar dakikaları kovaladı , saatler geçmeye başladı , ama henüz kelebeğin küçük bedeni o delikten çıkmadı. Sanki , kelebeğin dışarı çıkmak için çaba harcamaktan vazgeçmiş olabileceğini düşündü.
Sanki kelebek elinden gelen her şeyi yapmış da , artık yapabileceği bir şey kalmamış gibi geldi ona. Bu yüzden , kelebeğe yardımcı olmaya karar verdi: cebindeki küçük çakıyı çıkarıp kozadaki deliği bir cerrah titizliğiyle büyütmeye başladı.
Böylece , bir-iki dakika içinde kelebek kolayca dışarı çıkıverdi. Fakat bedeni kuru ve küçücük , kanatları buruş buruştu. Adam kelebeği izlemeye devam etti; çünkü kanatlarının her an açılıp genişleyeceğini ve narin bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu.
Ama bunlardan hiçbiri olmadı. Kelebek , hayatinin geri kalanını , kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi. Ne kadar denese de , asla uçamadı.
Adamın bütün iyi niyetine ve yardımseverliğine rağmen anlayamadığı şey , kozanın kisitlayiciliginin ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten dışarı çıkmak için gereken çabanın , Allah’ın kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve bu sayede kozanın kisitlayiciligindan kurtulduğu anda onun uçmasını sağlamak için seçtiği bir yol olduğuydu.
Bu gerçeği öğrendiğinde , hayat boyu unutamayacağı bir şey de öğrenmişti: Bazen , hayatta tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey , çabalardır. Eğer Allah , hayatta herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi , o zaman , bir anlamda sakat kalırdık . Olabileceğimiz kadar güçlenemezdik o zaman . Ve asla uçamazdık..
Bir Sevdâ Rüzgârında Aşkı Aramak
O gittiğinden beri kendisine neler söylenmemişti ki... Çoğu zaman ´teselli´ amacı taşıyan cümleler, yine birçok kere maksadını aşıp yüreğine bir hançer gibi saplanmışlardı. Gecenin bir vaktinde onu evinden araması, çalıştığı bankanın kapısında defalarca çıkış saatine kadar beklemesi, doğum gününde aldığı çiçeği paramparça iade edildiği halde o gidene kadar ümidini kaybetmeyip halâ onun peşinden gitmesi, çevresinde çoğu insan tarafından ´çılgınlık´ hattâ ´delilik´ olarak görülüyordu. Hele hele yaşının otuzu bir hayli geçtiğini düşündüklerinde...
Ona nasıl gönül verdiğinin, bu noktaya nasıl geldiğinin, onun yeterince ´güzel´ olup olmadığının tartışılması neyi değiştirir ve ne fayda verirdi ki? Sonuçta, ömrünün sonbahara göz kırpan ama içindeki ilkbahar henüz bitmemiş yıllarında gönlünü ona kaptırmış ve yakınlaşmalarının ardından herşeyin yolunda gittiğini sandığı bir dönemde aniden terkedilmişti. Sebepsiz ve açıklamasız...
Halbuki onun sayesinde, tıpkı eskiden olduğu gibi sonradan hayatın hengamesinde duyamadığı bir sesle şiirler söylemeye başlamıştı yeniden... Yeniden hayata direnmek için ´hakikî´ bir sebebi olmuştu:
«
Son akşamım olmalı artık sisle örtülü,
Eğer gönlün isterse doğacak bir başka gün.
Rüzgârın dağıtacak yüreğimdeki külü,
Ayrılıklar romanda, şarkıda kalsın hüzün
Pırıltı gözlerinde ümidin bir çift gülü.
.......
Çalmadan kapımı zâlim karakış,
Sararan hazanı bahara çevir.
Sevdân yüreğime işlenen nakış,
İçimi mâmur bir diyâra çevir.
***
Ne zaman düşünsem yalnız odamda
Hayâlin gülümser karşıki camda
Yağmalandı dünyam, çöken akşamda
Ömrün ziyanını gel kâr´a çevir.
.......
Sevincin hür ufkunda ben hiç böyle değildim.
Senden gelen en hafif esintide eğildim.
Hüznün en sarp burcunda bir tutukluyum şimdi,
Varolmanın esrârı bu çiledeymiş; bildim!
»
´Aşkı onunla tatmış´ ama ´gönlü hicranla yanmıştı.´ Söylenen her sözde, yazılan her satırda, baktığı her yerde, yaşadığı her şeyde yaşadıklarının tanımını arıyordu adetâ. Bu ´farkında olmaksızın´ süregelen arayışı esnasında herşeye inanıp teslim olmaya hazır âşık yüreği, birçok defalar onu anlamaktan uzak insanlarca kırılmıştı.
Mecnûn´un hikayesini okudu tekrar tekrar ve sonra yine yüreğinden sızan mısraları kağıda döktü:
«
Günlerden bir gün Mecnûn´u, bir köpeğin çapaklı gözlerini öperken görmüşler:
“-Ya Mecnûn, hadi Leyla´ya âşıksın; onu anladık ama bu köpeği neden böyle öpüyorsun, sen deli misin?”
Mecnûn´sa hayatı dört köşe sanan insanların anlamamakla beraber anlamadıkları herşeye yaptıkları gibi kötü sıfatlarla yaftaladıkları bu davranışını açıklamış:
“-O köpek, Leyla´nın sokağının köpeği... O, Leyla´yı gördü, onun geçtiği yollardan geçti, onun gözlerinde Leyla´nın izleri var...”
»
....
«
Ruhum düşen bir kıvılcım vâdiye
Kızgın saçda sönen damla ihtiras.
Anladım ki senden değil hediye
Eski sevdâlardan bu bana miras.
»
Kendisini Mecnûn ile kıyaslama cüretinde değildi. Ama, kendisiyle benzer acıları çekmiş insanların bu dünya üzerinde yaşamış olmaları, onu rahatlatıyor, dünyadan kopmamasını sağlıyordu. Her ne kadar, yaşadıkları ve hissettiklerinin bu dünya ölçeğinde yeri olmasa da... Belki de bu hikayeler, sırf buna hizmet ediyorlardı, kimbilir?
Aradığı şeyin ne olduğunu bilmeden yapılan aramaların acısı çökmüştü yüreğine... ´Hah işte beni anlayabilecek kişi´ diyerek yüreğini boşalttığı çoğu kişinin böylesi hissedişlerden uzak oluşlarını farketmek, içini acıtmakla beraber hayâllerini kırmıştı. Ta ki, en son kişiye kadar...
....
Aynı mahallede oturdukları ama gündelik işler yüzünden pek de görüşemedikleri Sezai, kendisine anlatmadığı halde çevreden duymuş, evinde onu ziyarete gelmişti.
“-Hoşgeldin Sezai... Hayrola; hangi rüzgâr attı seni?...”
Sezai, sadece ´sevdâ rüzgârı kardeşim; sevdâ rüzgârı...´ diyebildi. Şimdilerde evli ve iki evlât babası Sezai, önce gençliğinin o parıltılı günlerinde yüreğinin aşka ilk dokunduğu olayı ve daha sonra olmadan biçilmiş ekinler gibi sevgisinin nasıl telef edildiğini anlattı... ve daha sonra konuşmaya devam etti:
“-Seni çok iyi anlıyorum diyecek kadar mağrur ve bilmiş bir tavır içinde olmayacağım Murat; çünkü böyle bir davranışın seni iyice yaralayacağını biliyorum. ´Ateş düştüğü yeri yakar!´ Evet; bu doğru ama sadece ´cürmü kadar!´ Rahat ol, üzülme; sen bir âşığın sevdiğine ulaşmak için yapabileceği herşeyi yapmışsın. Sen bakma seni ayıplayanlara! Maddeci dünyanın garip figüranları onlar... Onlar aşkı, senin yüreğindeki tertemiz sevginle çoktan aştığın yerlerde arıyorlar... Halbuki...”
Sezai´nin sesi hafif titredi... Bu konuya daha fazla devam edemedi:
“-Sen belki ona hiç de haketmediği bir sevgiyle bağlandın, hâtta belki onun yıllardır aradığın kişi olduğunu zannettin ve şimdi bütün bunların sonunda içinde meydana gelen uçurumdan aşağıya düşmekten korkuyorsun. Sakın korkma! Günümüz dünyasının bütün bunları hissedebilen nâdir insanlarından biri olduğunu sakın unutma ve sevmeye devam et! Sakın sürmeye kalkma içindeki sevgi bahçesini... O bahçede daha ne meyveler olgunlaşacak yaşadığın müddetçe bir bilsen... Yeter ki sen, sevmeye devam et! Sakın korkma kaybetmekten! Nefes aldığın müddetçe ümit vardır. Zafer, onu nerede aradığına bağlıdır ve unutma ki, sonunda belki bu dünyada belki de değil Leyla´ya kavuşanlar, sevmekten vazgeçmeyenlerdir!”
Murat, Sezai gittikten sonra sabaha kadar onun söylediklerini düşündü. Sıfatları kalabalık onca insanda arayıp bulamadığı şeyi, bir eski dostun sımsıcak yaklaşımında bulmuş; yaşadıkları, masasının üstünde duran yeğeninin okuması için kendisine verdiği bir şiirde âbideleşmişti:
«
“Bir çiçekle bahar geçmez” dediler;
Çoğu âşık, onu bile bulmadı.
Muhabbet olmadan aşk beklediler;
Sevgisiz gönüller, lezzet almadı.
Hasreti olmayan bir vuslat... Niye?
Çilesiz, emeksiz ve hoyrat... Niye?
Yârine sadâkat, kabahat... Niye?
Mecnûn´un dilinden anlar kalmadı.
Leyla, şimdilerde bir isim yalnız.
Şirin ve Züleyha, sokaktaki kız.
Mecnûn´um, Ferhat´ım, Yusuf´um yalnız.
Küçülen gönüller, aşkı almadı.
»
GÜL KIZ
Genç adam, işe giderken hergün yolunun
üzerindeki güllerle dolu bahçeye bakmadan
geçemezdi. Her sabah o rengarenk güller içini
neşeyle, sevinçle dolduruyordu. Günler geçtikçe
güllere bakan gözleri, bahçedeki eve takılmaya
başladı . Çünkü, son günlerde o evde, tül perdenin
gerisinde bir genç kızın silüetini görüyordu. Her
geçişinde güllere ve pencerede belli-belirsiz görünüp
kaybolan genç kıza bakmadan edemiyordu.
* * * *
Bir sabah her zamankinden daha erken yola çıktı.
Bahçenin önüne geldiğinde yüreğinin titrediğini,
içinin ürperdiğini hissetti; her gün tül perdenin
arkasında gördüğü kız, bahçede gülleri suluyordu.
Güzel kız, genç adamı görünce yüzü kızararak içeri
kaçtı. Genç kızın hayali gözlerinden kaybolmasın
diye gayret eder gibi gözlerini sabit bir halde bir
güle dikerek öylece kalakaldı. Gördüğü güzelliğin
etkisinde kalmış, sevdalandığını düşünüyordu.
Genç adam, artık hergün bir öncesine göre
biraz daha erken geçiyordu, kızı tekrar görürüm
umuduyla. Fakat tüllerin gerisinde görünüp kaçan
bir silüetten başka şey göremiyor, kahroluyordu.
Genç kız da her sabah heyacanla tüller arkasına
geçiyor, genç adamın gelmesini bekliyordu.
* * * *
Bir gün, genç adam bahçenin önünden geçmedi.
Genç kız gün boyunca boşuna bekledi. Ertesi gün,
daha ertesi gün yine boşuna bekledi, genç adam
gelmedi. Genç kızın yüreğine hüzün doluyordu.
* * * *
Başka bir gün, yine umutsuz gözlerle yola
bakarken, bir grup insanın omuzlarında tabutla
geçtiklerini gördü genç kız. Aklından geçen
korkunç düşünceden tüm vücudunun titrediğini
hissetti, yüreği sıkıştı; yoksa genç adam ölmüş
müydü !.. Genç kız yine hergün tüllerin arkasına
geçiyor, boş gözlerle dışarı bakıyordu. Yüzü de,
artık bakmadığı, sulamadığı gülleri gibi soluyordu.
* * * *
Genç adam bir gün yine geçti bahçenin önünden.
Bir aydır yattığı hastaneden sonunda çıkmış,
ilk iş olarakta güllü bahçenin önüne gelmişti.
Ama ümit içinde geldiği bahçenin önünde, gülen
yüzü asıldı; bahçedeki güller solmuş, pencere kara
perdelerle sımsıkı kapatılmıştı. Genç adam yolda
oynayan çocuklara sordu; "Bu evde kimse
yaşamıyor mu?" Bir çocuk; "İhtiyar bir kadın
yaşıyor." dedi. Genç adam cevabını duymaktan
korkarcasına, başka bir soru sordu ;
" Burda yaşayan genç kız ne oldu ?"
Çocuklardan biri atıldı; "O öldü."dedi, genç adamın
yana düşen kollarını, yaşaran gözlerini görmeden
başka bir çocuk atıldı; "Verem olmuş, dün öldü."
* * * *
Yıllar sonraydı, küçük bir çocuk heyacanla
annesiyle babasının yanına koştu,
güller arasında, sallanan sandalyede
oturan ihtiyar adamı göstererek bağırdı;
"Dedem gülüyor, dedem gülüyor baba !.."
Koşarak ihtiyarın yanına gittiler, gülerken hiç
görmedikleri yüzüne baktılar. Elinde bir gül olan
ihtiyar adamın yüzüne, gerçekten bir gülümseme
yayılmıştı; biten bir hasrete seviniyormuş gibi,
yıllardır görmediği birine kavuşuyormuş gibi mutlu
bir gülümseyişti bu. Fakat gözleri kapalıydı...