Mustafa Bilici Kardeşimin öenrisiyle bundan sonra bu kısma ibret alacağımız küçük hikayeleri yazacağım. Sizlerden de bekliyorum Selamlar.
Yazdırılabilir Görünüm
Mustafa Bilici Kardeşimin öenrisiyle bundan sonra bu kısma ibret alacağımız küçük hikayeleri yazacağım. Sizlerden de bekliyorum Selamlar.
Hazineye Darı Ekmek.
Bir hukumdar maiyetiyle birlikte ulkesinde bir gezintiye cikmisti Yolu uzerindeki bir koyde cok yasli bir adamin tarlasina fidan dikmekle mesgul oldugunu gordu Ihtiyara uzaktan seslendi:
- Baba, sen ne diye fidan dikmeye ugrasiyorsun? Masallah yasini yasamissin, bu diktigin fidanlarin meyvesinden herhalde yiyemezsin.
Ihtiyar cevap verdi:
Bu diktigim fidanlarin meyvesini bizim yememiz sart degil evlat Biz nasil bizden oncekilerin diktigi fidanlarin meyvesinden yedikse, bizim diktigimiz fidanlarin meyvesini de bizden sonrakiler yer
bu cevap hukumdarin hosuna gitti ve ihtiyara bir kese altin verilmesini emretTi
Ihtiyar bu ihsani karsiliksiz birakmadi:
Gordun mu evlat, bizim diktigimiz fidanlar simdiden meyve verdi
Bu cevap da hukumdarin hosuna gitti, bir kese daha altin verilmesini emretti
Yasli koylu siradan biri degildi Carikli erkâni harp diye nitelenen kisilerden biriydi:
Evlat herkesin diktigi fidan yilda bir defa meyve verir, bizim diktigimiz fidan yilda iki defa meyva verdi
Bu diplomatca cevap da hukumdarin hosuna gitti ve bir kese daha altin verilmesini emretti Ama bu defa vezir araya girdi ve hukumdari uyardi:
Aman sultanim bir an once buradan uzaklasalim Bu ihtiyar bu gidisle tarlasina fidan dikmek yerine, devletin hazinesine dari ekecek.
Seni Yarattım.
Bir gün, çelimsiz, küçük bir kız çocuğu sokağın köşesine oturmuş yiyecek, para, ya da alabileceği herhangi bir şey için dileniyordu. Üzerinde yırtık, pırtık giysiler vardı; yüzü gözü kir içinde, perişan bir hali vardı. Kız dilenirken, sokaktan genç, canlı ve iyi görünümlü bir adam geçti. Kızı farketmişti ama belli etmemek için dönüp ikinci kez bakmadı. Büyük ve lüks evine, mutlu ve rahat ailesinin yanına geldiğinde, çok güzel hazırlanmış akşam sofrası onu bekliyordu. Fakat az sonra düşünceleri tekrar o fakir kıza takılıverdi. Duyguları birşeylere itiraz ediyordu. Sonra kolay yolu tercih etti ve itirazlarını Allah’ a yöneltti:
"Böyle birşeyin olmasına nasıl müsaade ediyorsun? Neden o küçük kıza yardım için birşeyler yapmıyorsun Allah’ım?" diye yakındı içinden.
Sonra ruhunun derinliklerinden gelen bir cevap işitti : "Yaptım. Seni yarattım!".
Sevgili dostum bunları gönül bahçesine atsan daha güzel olmazmı ?Acaba.Selamlar
çok güzel yazılar bu bölümde güzel olmuş gönül bahçesi olayı farklı burada ibretli hikayeler içinde bir bölüm güzel paylaşımlar için teşekkürler...
BELANIN ÖNÜNDEN SAPMASINI BİLİN!
Okyanus adlı dev bir lügati Arapçadan Türkçeye çeviren Asım Efendi, bir öğrencilik hatırasını şöyle anlatmaktadır:
Tahsilim zamanında bizim medreseye en yakın fırından ekmek alırdım.Senelerce bu fırının müşterisi olmaya devam ettim. Bir sabah yine adetim üzere ekmek almak maksadıyla bu fırına geldiğimde, fırında çalışan bir işçinin, bir haksızlığına maruz kaldım. Herkese ekmek veriyor, sıram gelip geçtiği halde bir türlü beni görmüyordu. Adamı şöyle ikaz ettim, böyle hatırlatmada bulundum ise de, hep bana ters cevap veriyordu. Ön sırada beni görmezlikten gelip, hep arka sıralardakileri tercih ediyordu.Artık canım burnuma gelmişti, bu haksızlık karşısında. Fırının yanında, ayak altında duran bir taşı kaptığım gibi, adamın üzerine yürümeye karar verdim. Ama tam o sırada birden aklıma geldi: Bu adam bir belaya müstahak hale gelmişse, neden bunu benim elimden bulsun? Ben de onu belaya atan adam suçunu yükleneyim? Sabredeyim, mutlaka bunun içinde bir hayır vardır, dedim. En nihayet herkes ekmeğini alıp gittikten sonra, bana da istediğimi verdi, dershaneme geri döndüm. Bir gün sonra fırına gittiğimde ise, adamın yerinde olmadığını gördüm. Sordum; Dediler ki: O işçi, dün aniden hastalandı, şu anda ölümle burun burunadır. Fakat bir türlü ölemiyor, can çekişip duruyor. Hemen aklıma geldi, ona vurmayı niyet ettiğim taşı alıp, ziyaretine gittim. Taşı alnına değdirip yorganın üstüne koydum. Az sonra adam kolayca son nefesini veriverdi. Çünkü bu taşla onun eceli gelecekti. Bununla ömrü bitecekti. Fakat sabrım sebebiyle, o taşı ona vuran ben olmaktan kurtulmuştum. Bu olaydan alınacak ders şudur: Siz de suçsuz yere bir sataşmaya uğrarsanız, işi kavga ve münakaşaya görmeyiniz "Belanın önünden sapmasını bilin" ve: "Bu adam bir musibete müstahaktır, fakat benden bulmasın," diyerek çekilin. O kişi neye layıksa onu bulacaktır. Yeter ki bu bela sizin elinizle gelmesin, başınızı derde sokmasın..."
O MÜSLÜMAN DEĞİL Mİ ?
Prof.Dr. Saffet Solak anlatıyor :
Amerikada master yaptığım yıllarda,çalıştığım üniversitenin yemek
salonu açık büfe şeklindeydi.Herkes dilediği yemekten istediği kadar
alabiliyordu. yemekhanenin kapısında
"Take what you need.Eat what you take"
(Yiyeceğin kadar al, aldığını da ye)* diye yazmakta idi.
Bir gün aynı masada yemek yediğimiz Çinli bir arkadaşı,tabağında
kalan son pirinç tanesini almaya çalışırken görünce dayanamadım ;denemek
için dedim ki :
"Bir pirinç tanesi için neden bu kadar uğraşıyorsun?Bırak
tabakta kalsın."Çinli arkadaşın verdiği cevap çok düşündürücüydü:
"Her Çinli bir pirinç tanesi israf etse,Çin nüfusu ile çarp bakalım,kaç ton
pirinç yapar?Biz kalabalık bir ülkeyiz,israf etme lüksümüz yoktur." dedi.
Yine denemek için dedim ki :
"Şu anda Çinde değil Amerikadasın. Tabağında bırakacağın pirinç
tanesi Çini değil,Amerikayı zarara uğratacaktır". Bu sözlerim karşısında
güldü ve şöyle dedi :
"Yaşadığım ülke olan Amerikayı bu şekilde zarara uğratmak
onurlu bir davranış olmaz."
Çinli arkadaşı bu onurlu davranışından dolayı tebrik ettim ve
düşüncesini paylaştığımı söyledim. İslam dininin bu konudaki,
"Yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez"*
buyruğunu açıkladım.
Çok hoşuna gitti.Tam o sırada ,Ürdünlü Müslüman bir arkadaş
tabağındaki yemek artıklarını çöp sepetine boşalttı.Bunu gören Çinli arkadaş
Ürdünlüyü göstererek :
"O Müslüman değil mi? dedi.
O kadar üzüldüm ki ,ne diyeceğimi bilemedim.
Babası bir gün sabırsız ve çabuk sinirlenen oğluna bir torba çivi ile
bir tahta verip;"Bak oğlum!"dedi.Sabırsız davranıp çevrene zarar vereceğini
anladığın an,bu tahtaya bir çivi çakacaksın."Oğlu birinci gün tam otuz yedi
çivi çaktı.
Günler ilerdedikçe sabırlı olmasını öğrenip çaktığı çivileri azalttı.
Daha sonra ise hiç çivi çakmamayı öğrendi.
Bunu babasına söylediğinde: "Kendini kontrol edip sabırlı olduğun her günün sonunda tahtadan bir çivi çıkaracaksın "dedi babası.
En son çivi söküldüğünde oğlu babasına haber verdi.
Babası çocuğun elinden tuttu ve tahtanın yanına götürüp:
"Bak oğlum!" dedi."Şu tahtayı görüyor musun? hiçbir zaman
eskisi olmayacak.Sabredemediğin her an karşındakilerde böyle
yaralar oluşur.Ne kadar tamir etmeye çalışsan da eskisi gibi olmayacaktır...
alıntı:gelişim uzmanı."NEBİYE YAŞAR"
*Bir köylünün duası*
Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerini, büyük bir zat yapan bol dua
almaktır. Bir
gün alış veriş yaparken alış veriş yaptığı kişiden dua
almadan köye döndü.
Sonra tekrar o kişinin yanına gitti. Eskiden de köy öyle yakın bir
yer
değildi, ulaşım da ayrıca bir dertti. Köye geldiğinde adamı
buldu. Adam,
hayrola bir şey mi oldu neden geri döndün dedi. Ubeydullah-ı Ahrar
hazretleri, benim bir âdetim vardır, her iş yaptığım kişiden dua
alırım, eve
gidince senden dua almadığımı hatırladım, dua almak için geldim
deyince adam
ellerini açarak, (*Ya Rabbi bunun kalb gözünü* *aç)* diye dua
etti. İşte
Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerini Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri yapan
dua
budur.
Tilkinin Bağladığı Çakalın Çözdüğü..
ORMANLAR kralı aslanın ayağına diken batmış, ne yaptıysa çıkaramamış, yoldan geçen tilkiye seslenmiş:
"Hey tilki! Gel, şu dikeni çıkar!"
Tilki gelmiş ama uzakta durmuş:
"Kusura bakma, sana güvenmem. Ben dikeni çıkarmaya uğraşırken sen beni parçalarsın... Önce seni bir ağaca bağlayayım, sonra dikeni çıkarırım!"
Aslan razı olmuş. Tilki "Kral"ın arkasına geçmiş, sıkı sıkı ağaca bağlamış; sonra karşısına geçip başlamış matrak geçmeye, alaya... Aslan hırsından parçalayacak ama bağlı...
Tilki, aslanı o haliyle bırakıp gitmiş. Biraz sonra "çakal" oradan geçiyormuş. Aslanın o halini görünce acımış; gelmiş, ipi çözmüş...
Aslan biraz sonra malını mülkünü toplayıp vedaya başlamış. En yakın dostu "kaplan" müdahale etmiş:
"Yahu sen bizim kralımızsın, bizi bırakıp nereye gidiyorsun?"
Aslanın başı önde "Allahaısmarladık!" demiş:
"Tilkinin bağladığı, çakalın kurtardığı Kral'dan kimseye hayır gelmez, böyle kral olmaz!"
DOKTORUN hastası ilginç bir adamdır.
Doktordan 100 yıl yaşaması için ne yapması gerektiğini sorar.
Doktor, bunun sırrını bilmese de, hiç olmazsa bildiği kadar adamın ömrünü uzatacak tavsiyeleri sıralar:
"Sigarayı bırakın!"
"Yirmi yıldan beri içmiyorum!"
"İçkiden vazgeçin!"
"İçki mi? On beş yıldan beri ağzıma damlasını koymuyorum!"
"Çapkınlık nasıl gidiyor? Aman kendinizi zorlamayın!"
"Ne çapkınlığı doktor bey, on yıldan beri tık yok, bıraktık o işleri ya da o bizi bıraktı!"
Doktor adama bir daha bakmış:
"Yemeklere dikkat edin. Et yemeyin, yağlı yemeyin, tuz koymayın, şeker yok!"
"Ah doktor ah, sen benim yediklerimi bir görsen, ot yiyorum ot!"
Doktor parlamış:
"Be adam, o halde niye yüz yıl yaşamak istiyorsun?"
ASLAN HİKAYESİ ÇOK GÜZELMİŞ ABİ...
Coşkun Abi, inşallah bir gün Nizip'te yüz yüze muhabbet etme imkanı bulduğumuzda bu hikayeleri ağzınızdan dinlemek nasip olur. Elinize sağlık.
Subutay kardeşim teşekkürlerimi sunuyorum.
Padişah ve Dalkavuk
Atıp tutmayı seven bir padişahın çok becerikli bir dalkavuğu varmış. Bir gün padişah, 'Bir ok attım kebap oldu' demiş. Herkes şaşkın etrafına bakınırken dalkavuk atılmış, 'Sultanım oku atınca bir kayaya isabet etti. Meğerse kaya çakmak taşıymış. Çıkan kıvılcımdan kuru otlar tutuştu ve oradan geçmekte olan bir tavşan pişip kebap oldu' diyerek bu zırvayı izah etmeye çalışmış. Padişah bu açıklamadan memnun bir hâlde, 'Bir ok attım zerde oldu' deyince, dalkavuk kavuğunu çıkarıp 'İstifa ediyorum Padişahım' demiş. 'Ben dağın başında kazanı, şekeri, pirinci, safranı nereden bulup da zerde yapayım?..'
çok güzeldi arkadaşlar hepinize teşekkürler..
KÜFE KALSIN
Çinin,kırsal kesiminde yaşayan Vong ailesi,dede, baba,anne ve oniki yaşlarında bir çocuktan ibaretti.Dede iyice yaşlanmış;baba da,artık çalışamayan ve o fakirlik içinde kendileri için yükten başka birşey olmayan dededen bıkmıştı.Birgün oğlu,arkadaşlarıyla birlikte oynamaya gittiği nehrin kıyısında babasına rastladı.Babasının sırtında pazardan eşya taşıdıkları küfe vardı.Küfenin içinde de büyükbaba.
Oğul babaya sordu:
"Baba ne yapıyorsun?"
"Büyükbabanın bize yük olmaktan başka faydası yok.Onu küfe ile beraber nehire atmaya karar verdim."
Oğul büyük bir endişeyle atıldı:
"Aman baba "dedi,"küfeyi atma,evegötür.Sen yaşlandığında,bana da lazım olacak"
Ayrıca coşkun abi ne güzel akıl etmişsin siteye ibretlik hikayeleri.ellerine sağlık:)
Zamanın birinde iki kasaba bir yarışa girerler. İki kasaba halkı karşı tarafa kendi ülkelerinin ne kadar zengin olduğunu göstermek isterler. Etkileyici bir şey olması için kasabanın ortasına büyük bir havuz yaptırırlar. Daha da ihtişamlı olsun, zenginliği ifade etsin diye de gece herkesin bir kova süt getirerek havuza dökmesi kararlaştırılır. Bu fikir herkesçe kabul edilir ve zenginliklerini gösterebileceklerinin keyfi ile havuz yapılır. Kararlaştırdıkları şekilde herkes gece götürdüklerini havuza döker. Fakat sabah olduğunda havuzun sadece berrak bir su ile dolu olduğu görülür. Araştırıldığında herkesin aynı şekilde düşündüğü ortaya çıkar. "Nasıl olsa bu kadar insanın içinde ben süt yerine su döksem belli olmaz diye düşünmüştür herkes." Böylece havuza süt getiren kimse olmamıştır. Yani herkes ne fark eder ki diye düşünmüştür. Ama bu farklar büyük farka dönüşmektedir. Siz de okulda, günlük yaşamda fark edecek sonuçlar için fark edin, farkında olun. Çünkü farkı yaratan farkınızdır.
Sirlar Dünyasi Ve Kalp Gözünü Izlemiş Gibi Oldum :) Bir Tek Müzik Eksikti Paylaşim Için Teşekkürler....
Adam beş yaşındaki kızını, gayet pahalı bir hediyelik kaplama kağıdını ziyan ettiği için azarlamıştı. Küçük kız, koskoca bir paket altın yaldızlı kağıdı bir kutuyu eğri büğrü sarmak için kullanmıştı...
Yılbaşı sabahı küçük kızı, paketi getirip:
- "Bu senin babacığım" dediğinde çok üzüldü. Acaba gereğinden fazla mı tepki göstermişti kızına. Bir gece evvel yaptığından utanarak, kutuyu açtı. Fakat kutunun içi boştu.
Kızına gene çıkıştı:
- "Birisine bir hediye verdiğinde, kutunun içinde bir şey olması lazım. Bunu da mı bilmiyorsun küçük hanım?.." Küçük kız gözlerinde yaşlarla babasına baktı.
- "O kutu boş değil ki baba! İçini öpücüklerle doldurmuştum!.." Babası o kadar çok üzüldü ki, koştu, kızına sarıldı. İkisinin de gözleri dolu dolu olmuştu.
Adam o kutuyu ömrünün sonuna kadar sakladı. Ne zaman keyfi kaçsa, ne zaman morali bozulsa, ne zaman kendini kötü hissetse, kutuya koşar, içinden minik kızının sevgi ile doldurduğu hayali öpücüklerden birini çıkarırdı.
Aslında bütün insanlara böyle bir kutu mutlaka verilmiştir. Zor zamanlarda bu kutuyu çıkarıp içine bakabilmeyi başarmak, Mutluluğun anahtarlarından biri olsa gerek." Umarım hayat boyu Zor zamanlarında seni mutlu edebilecek, böyle sayısız kutun olur.
çok güzel elinize sağlık...
Bir zamanlar ülkenin birinde padişah kendisine bir mutluluk hatırlatan şey yapılmasını ister. Bu öyle bir şey olmalıdır ki, her zaman yanında taşısın mutsuz olduğunda mutluluğu hatırlatacak, mutlu olduğunda ise bunun da farkına varmasını, kendisini tembelliğe kapılmasını engelleyecek bir şey olmalıdır. Saraydakiler düşünürler ve padişahın yanında taşıması ve her an görebileceği şey olarak bir yüzük yapılmasına karar vermişler. Bu yüzüğü de bilge bir dervişe danışarak yaptırmaya karar vermişler.
Bilge derviş ile kuyumcu birlikte çalışarak padişaha bir yüzük yapmışlar. Padişah yüzüğü aldığında şaşırmış. Çünkü sade ve basit bir yüzük imiş yapılan. Bir an öfkeye kapılmış böyle bir şeyi nasıl bana sunarlar diye. Sonra yüzüğün üstünde bir yazı olduğunu fark etmiş. Dikkatlice bakıp okuduğunda şu cümlenin olduğunu görmüş: "Bu da geçer."
Bazen bizim için de durum anlamsız hale geldiğinde, öfkelendiğimizde, kendi mutluluğumuzun coşkusu altında günümüzü unuttuğumuzda, zamanın hızla geçtiğinin endişesine kapıldığımızda ya da çok üzüldüğümüzde anımsayacağımız bir cümle olmalı:
"Bu da geçer."
HAYIRLI AMEL
Bir sene hacdan sonra rüyâsinda gökten inen iki melekten birinin digerine; "Bu sene kaç kisi hacca geldi?" dedigini duydu. Öbür melek; "Alti yüz bin kisi." dedi. "Peki kaç kisinin hacci kabûl edildi?" O da; "Bunlardan hiç birinin hacci kabûl edilmedi." diye cevap verdi.
Abdullah bin Mübârek buyurdu ki; Bunu isitince üzerime büyük bir sIkinti çöktü. Dedim ki:
"Bunca insan, bunca zahmet ve mesakkate katlanip dünyânin her tarafindan hacca geldiler. Çöller asarak zor sartlarda büyük sIkintilara katlandilar. Bütün bu emekler bosa mi gidecek?"
Bunun üzerine o melek; "Sam'da ayakkabi tâmir eden Ali bin Muvaffak adinda biri vardir. O, hacca gitmeye niyet etmisti, fakat gidemedi. Lâkin hacci kabûl edildi. Alti yüz bin haciyi ona bagisladilar da hepsinin hacci kabûl edildi." dedi.
Abdullah bin Mübârek söyle anlatiyor:
Bunu isitince uykudan uyandim ve; "Gidip o zâti ziyâret etmeliyim!" dedim. Arkadaslarimdan ayrilip, Sam kâfilesine katildim. Sam'a gidince, o zâtin evini arastirip buldum. Kapiyi çaldim. Bir kimse kapiya çikti. Adini sordum. "Ali bin Muvaffak." dedi. Ismimi sordu. "Abdullah bin Mübârek." deyince, feryâd edip kendinden geçti. Ayilinca, gördügüm rüyâyi kendisine anlattim. Haccinin kabûl edildigini ve kendi hacci ile berâber alti yüz bin kisinin ibâdetinin kabûl edildigini de haber vererek; "Bana nasil hayirli bir amel isledigini anlat." dedim. O da anlatti:
Ben ayakkabi tâmircisiyim. Otuz seneden beri hacca gitmeyi arzu ederdim. Bu isimden, otuz senede üç yüz dirhem gümüs biriktirdim. Bu sene hacca gidecektim. Hanimim hâmileydi. Komsu evden burnuna yemek kokusu gelince; komsudan yemek istememi söyledi. Gidip, onun arzusunu bildirdim. Komsum aglayarak söyle dedi: "Ey Ali bin Muvaffak, bizim bu yemegimiz size helâl degildir. Çünkü üç gündür, çocuklarim bir sey yememislerdir. Bütün Sam sehrinde hiç bir is bulamadim. Kimse bana is vermedi. Ölü bir hayvan gördüm. Zarûret mikdârinca ondan bir parça kesip getirdim. Çocuklara yemek pisiriyorum. Size helâl olmaz."Bunu duyunca içime bir aci düstü. Hac için biriktirdigim gümüsleri getirip verdim ve; "Bunu çocuklarina nafaka yap, haccimiz bu olsun!" dedim. Abdullah bin Mübârek bunun üzerine; "Allahü teâlâ, dogru rüyâ gösterdi." buyurdu.
Agaca Asilan Zekat Parasi
Fatih Sultan Mehmet Han devrinde bir Muslumanin gunlerce dolasip yillik zekatini verebilecegi fakir birini arayip bulamadigini,Bunun uzerine zekatinin tutari olan
parayi bir keseye koyarak Cagaloglu'ndaki bir agaca asip, uzerine de:
"Musluman kardesim, butun aramalarima ragmen memleketimizde zekatimi verecek kimse bulamadim. eger muhtac isen hic tereddut etmeden bunu al" diye yazdigini..Ve bu kesenin uc ay kadar
o agacta asili kaldigini......
biliyor muydunuz?
Boyayi mi begenemedin, yoksa boyaciyi mi?
Hep hikmetli konusan Lokman Hekim'in derisi siyah, dudaklari da kalinmis.
Degerli sozlerini duyan birisi, bir gun bakmis ki, hayalinde buyuttugu Lokman, siyah yuzlu, kalin dudakli biri.
Saskinlikla yuzune bakarken Lokman Hekim, adamin icinden gecenleri Allah'in izniyle anlamis olacak ki, sunlari soylemis:
- Neden oyle saskin bakiyorsun? Boyayi mi begenemedin (!), yoksa boyaciyi mi (!)
Sonra da ilave etmis:
– Bak, demis, benim ne yuzumun siyahliginda, ne de dudaklarimin kalinliginda bir tesirim vardir.
Onlari Yaratan oyle yaratmis, oylesini uygun gormus.
Benim tercihim degil...
Evet, insanlarin yuz guzelligi, yahut da cirkinligiyle kendilerine bir pay cikarmalari son derece yanlistir.
Ne guzellikte bir etkisi vardir, ne de cirkinlikte.
Her ikisini de yaratan ve layik goren Yuce Allah'tir.
Insan ise kendi iradesiyle yaptiklarindan sorumludur.
COK IBRETLIK GERCEK BIR HIKAYE
Millî sairimiz Mehmet Akif Ersoy, Sultanahmet Camii'ne her gittiginde
orada iki gozu iki cesme aglayan yasli bir zata rastlamaktadir. Bu yasli
zat, basindan gecen cok ilginc bir olayi kendisine anlatinca, Mehmet Akif
Ersoy bundan cok etkilenmis, bu yasli zatla aralarinda gecen konusmayi
bizlere soyle nakletmistir:
Sabah namazlarini kilmak icin Sultan Ahmet Camii'ne gidiyorum. Her sabah
ne kadar erken gidersem gideyim, mihrabin bir kenarina oturmus olan, saci
sakali bembeyaz olmus ihtiyar bir adami, umitsizce bedbin bir sekilde
durmadan aglarken goruyorum.
O kadar agliyor ki, aglamadigi tek bir dakikaya rastlayamadim. Bunun
sebebini cok merak ediyordum. Nihayet bir gun o yasli zatin yanina
sokuldum ve 'Muhterem' dedim,
"Niye bu kadar agliyorsun? Allah'in rahmetinden bir insan bu kadar umitsiz
olur mu?" Yasli gozlerle bana bakti ve:
"Beni konusturma! Neredeyse kalbim duracak," dedi. Ben anlatmasi icin cok
israr edince basindan gecen olayi aglaya aglaya soyle anlatti:
"Efendim, ben Abdulhamid Han cennet mekânin devrinde orduda bir
binbasiydim. Emrim altinda olan bir birligim vardi. Bu askerî gorevime
annemin ve babamin vefatina kadar devam ettim. Fakat onlar vefat edince
istifa etmek istedim. Cunku bir hayli servetimiz vardi. Bu mal ve mulkun
basinda durmak, onlarin carcur olmamasi icin gerektigi sekilde ilgilenmek
gayesiyle, bir istifa dilekcesi yazip Sadâret makamina gonderdim.
Dilekcemde dedim ki: "Annem de babam da vefat etti. Falan yerde
magazalarimiz, filan yerde gayrimenkullerimiz vardir. Netice itibariyla
bunlarla ilgilenecek, ticarî islerin yurumesi icin magazalarin basinda
duracak bir nezaretciye ihtiyac vardir. Bu vesileyle sayet kabul
buyurulursa, gorevimden istifa etmek istiyorum."
Bu dilekceyi yazdiktan bir muddet sonra, dogrudan dogruya hunkârdan bana
bir yazi geldi. Heyecanla gelen mektubu actim ve okudum. Orada istifamin
kabul edilmedigi yazilmisti. Oyle anlasiliyordu ki, istifa dilekcem bizzat
padisaha gonderilmisti. Ben istifa dilekcemi yenileyip, bir daha verdim.
Fakat bana yine ayni cevap geldi. Bunun uzerine bizzat sultanin huzuruna
cikip, kendisiyle sifâhî olarak gorusup istifami vereyim diye dusundum.
Abdulhamid Han gercekten cok celâdetli bir padisahti. Ben yaveriyle gorev
icabi uzun zaman bir yerde kalmistim. O, sultanin hâllerini bize
anlatirken 'Abdulhamid faytonda giderken faytonun saginda ve solunda
bulunanlar neredeyse nefes almaya bile korkarlardi' derdi. Efendim Allah
ona rahmet eylesin, Abdulhamid Han evliyaullahtan bir zatti. Iste ben
durumumu anlatmak icin bizzat o celâdetli ve hasmetli padisahin huzuruna
ciktim ve:
"Hunkârim, sizden istifamin kabulunu rica edecegim, durumum ise boyleyken
boyle" diyerek istifa sebebimi anlattim. Bunun uzerine bir muddet derin
derin dusundu. Yuzundeki ifadeden istifa etmemi istemedigini anliyordum.
Ben bunu sezince istifa konusunda biraz daha israrci oldum. Abdulhamid Han
cennet mekan, benim boyle israr ettigimi gorunce, bakislarini bana
cevirip, ofkeli bir tavirla ve sanki beni elinin tersiyle iter gibi
hareket yaparak, "Haydi seni istifa ettirdik!" dedi. Tabiî ben istifamin
kabul edilmesi sebebiyle cok sevindim. Ve hic vakit kaybetmeden
memleketime donup islerimin basina gectim. Derken bir gece muthis bir ruya
gordum. "Âlemi mânada, butun ordular bir araya toplanmis teftis
ediliyordu. Son savasi vermek uzere, memleketin sarkinda ve garbinda
savasan tum ordulari bizzat Peygamber Efendimiz teftis ediyordu.
Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâm, Yildiz Sarayi'nin onunde duruyor, butun
Turk ordusu Efendimizin huzurundan gecerek buyuk bir disiplin icerisinde
teftis veriyordu. O esnada orada Osmanli padisahlarinin ileri gelenleri de
vardi. Sultan Abdulhamid Han cennet mekân ise, edebi hurmetle, kemerbestei
ubûdiyetle Kâinatin Efendisi'nin hemen arkasinda duruyordu. Butun ordular
huzurdan tek tek geciyordu. Derken sira, benim istifa etmeden once komutam
altinda bulunan birlige geldi. Fakat birligin basinda kumandani olmadigi
icin askerler darma daginikti.
Bu hâli goren Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâm, Abdulhamid'e donup:
"Ey Abdulhamid! Bu ordunun kumandani nerde?!" buyurdu. Bunun uzerine
Sultan Abdulhamid, mahcup bir hâlde basini onune egmis olarak, hurmeti
edeple Efendimize:
"Ya Resûlallah! Bu ordunun kumandani istifa etti. Bu konuda cok israr
ettigi icin biz de onu istifa ettirdik.." dedi.
Bunun uzerine Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâm "Senin istifa ettirdigini,
biz de istifa ettirdik." buyurdu.
ALLAH MUHAFAZA.RABBIM HEPIMIZI O'NUN (SAV) SEFAATINE NAIL EYLESIN INSAALLAH.
Din de sabun gibidir
Dine pek inanmayan bir sabun imalatçısı bir gün konuşmakta olduğu bir hocaya, “sizin anlattığınız dinin dünyaya bir faydası olsaydı, insanlara bir iyilik getirseydi, aradan geçen bunca zamana rağmen hala kötülük ve kötü insanlar kalır mıydı?”der.
Hoca efendi adamın yüzüne şöyle bir baktıktan sonra:
“ – Senin yaptığın sabunlar da bir işe yaramıyor anlaşılan. Zira bir işe yarasaydı, ortalıkta hâlâ kir ve pislik kalır mıydı? der.
Sabuncu itiraz eder: “ Adamlar sabun kullanmıyorlarsa benim suçum ne?”
Hoca efendi hemen taşı gediğine koyuverir: “ Peki insanlar dinin getirdiklerine uymuyorlarsa bunda dinin suçu ne?
Yıllar önce,bir adam varmış. Bu adam çalışmak amacıyla çok
uzaklara gitmiş ve yıllarca çalışmış. Sonunda memleketine dönme zamanı
gelmiş. Bu çalışma sürecinde toplam 3000 akçe biriktirmiş ve evinin yolunu
tutmuş. Evine doğru giderken yolu büyük bir şehirden geçmiş.
Yolda yürürken köşe başında birisi"Bir nasihat bin akçe, bir nasihat bin
akçe" diye bağırıyormuş. Adam düşünmüş: "Nasıl olur, bir nasihati bin akçeye
satarlar, ben yıllarca çalıştım ve sadece 3000 akçe biriktirdim". Bu işe
pek aklı ermemiş ama merak işte. Duramamış ve adama bin akçe vererek o
nasihati satın almış.
Nasihat şöyleymiş: "KADERDE NE VARSA O ÇIKAR".
Ve yoluna devam etmiş..İlerde yine köşe başında başka bir adam bağırıyormuş
"bir nasihat bin akçe" diye.
Adam yine dayanamamış bin akçe de o adama vermiş ve ikinci nasihatı da satın almış.
İkinci nasihat da şöyleymiş: "GÖNÜL KİMİ SEVERSE GÜZEL ODUR"
Son kalan bin akçesi ile yoluna devam etmiş. Tam şehrin çıkışında yine köşe
başında bir adam bir nasihati bin akçeye satıyormuş. Adam bir parasına
bakmış, bir de nasihatı satan şahsa, dayanamamış ve kalan son akçesiyle de o
nasihatı satın almış.
Son nasihat ise şöyleymiş: "HİÇ BİR İŞ ACELEYE GELMEZ".
Parasız yoluna devam etmiş. Şehrin çıkışında büyük bir topluluk ile
karşılaşmış. Topluluk telaş içindeymiş. Yaklaşmış ve oradakilerden birine
neler olduğunu sormuş. Oradan birisi açıklamış, demiş ki:
Burada şehrin tüm su ihtiyacını karşılayan bir kuyu var, ama kuyunun içinde
de canavar var. Canavar suyu tutmuş, göndermiyor. Aşağıya kim indiyse bir
türlü çıkamadı. Şimdi herkes korkuyor aşağı inmeye".
Adam düşünmüş ve ilk satın aldığı nasihat aklına gelmiş.
"Kaderde ne varsa o çıkar".
Aşağı inmeye karar vermiş. İnince canavar hemen yakalamış ve yerine götürmüş.
Demiş ki: "Buraya gelenlerin hepsine bir soru sordum ve bilemediler.
Eğer sen bilirsen seni serbest bırakırım.
"Bir dizine sarışın ve dünya güzeli bir kadın,
diğer dizine de kurbağa koymuş ve "söyle bakalım hangisi güzel?" demiş.
Adam düşünürken aklına ikinci aldığı nasihat gelmiş ve
"gönül kimi severse güzel odur" demiş. Bu cevap canavarın çok hoşuna gitmiş. Zira canavar,
kurbağanın gözlerine aşıkmış. Adamı salmış ve suyu bırakmış. Almışlar krala
götürmüşler ve ağırlığınca altın vermişler.
Adam yoluna devam etmiş ve nihayet evine varmış. Evinin camından içeri
bakmış. Bir de ne görsün; karısı genç biri ile diz dize oturuyor. Hemen
kılıcını çekmiş ve tam içeri girerken üçüncü nasihat aklına gelmiş : "Hiç
bir iş aceleye gelmez". Kılıcını kınına koymuş ve içeri girmiş. Hoş beşten
sonra karısına o genci sormuş. Kadın da: "Bey, sen gittiğinde ben
hamileydim ve bir oğlumuz oldu. Bu genç senin oğlun" demiş.
Hayat Aceleye Gelmez...[/COLOR]
Ülkenin birinde, kurda kuşa hükmeden bir padişah varmış....
Günlerden bir gün halkının arasında halk gibi dolaşırken kuşçular çarşısına uğramış. Bir ara gözü kekliklere ilişmiş. Bir gurup kekliğin üzerindeki varakta,
"Tane işi: fiyatı 1 altın" yazıyormuş. Hemen yanı başlarında asılı, adeta altın kafes içinde bir keklik daha varmış. Onun yaftasında da 300 altın yazmaktaymış.
Padişahın gözü 300 altınlık kekliğe takılmış ve sormuş:
"Hayırdır, bunun diğerlerinden farkı nedir ki, diğerleri 1 iken, bu 300 altın?"
Satıcı, "Beyim bu keklik özel eğitimli, çok güzel ötüyor, ötmesi bir yana bunun ötüşünü duyan ne kadar keklik varsa hepsi onun etrafına doluşuyor. Tüm keklikler bir araya gelince avcılar da toplanan keklikleri rahatça avlıyorlar" demiş.
"Satın alıyorum" demiş Padişah.
Vermiş 300 altını ve hemen oracıkta vurduruvermiş kekliğin kafasını.
Satıcının gözleri faltaşı gibi ve de şaşkın:
"Ne yaptınız mirim, en maharetli kekliğin kafasını koparttınız, yazık değil mi" diye dövünürken;
Padişah gürlemiş:
"Kendi soyuna ihanet edenlerin er-geç akıbeti budur"
![]()
Hıristiyan din adamlarından biri,ülkemize gelerek küçük bir çocuktan kendisine o şehirdeki kiliseyi göstermesini ister.
Çocuk kilisenin kapısına kadar papaza rehberlik eder.Ardından Kiliseye ulaştıklarında, papaz;
Aferin çocuğum,Yarın buraya gel de,sana cennetin yolunu göstereyim oldu mu?
Bunun üzerine Çocuk,papazın niyetini sezerek:
Efendi efendi! siz daha kilisenin yolunu bilmiyorsunuz,doğrusu merak ediyorum,cennetin yolunu nasıl gösterebilirsiniz ki?
Server Baba namında bir velinin yaşadığı zamanda devlet maliyesi çok sıkışık duruma düşer.
Padişah şöhretini duyduğu veliye haber gönderir.
Veli de bir miktar iksir tozu gönderir,
bakır eritilen kazanlara atılmasını söyler.
Yalnız aynı kazandan bir kepçe kendisine verilmesini ister.
Kendisine verileni de fakirlikten şikayet eden dervişine aynen verir.
Bir müddet sonra padişah bu sırrın kendisine öğretilmesini Server Baba'dan ister
ve ısrar eder. Server Baba:
-Bu mümkün değil, lakin bir kolayı var.
Ben bu sırrı yazar dilimin altına koyarım. siz de beni idam eder alırsınız.
Başka çare yok." der. idam edilir.
Dilinin altından alınan kağıtta sade şu söz yazılıdır:
Ser verip sır vermeyen Server Baba.
Eyvah ser de gitti sır da gitti.
(Server, sır verme demektir.)
Hatıratım, Ali Erol
Huzur bulmak için Bir gün bilge bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya
büyük bir ödül vereceğini ilan eder.Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır.
Günlerce çalışırlar birbirinden güzel resimler yaparlar.
Sonunda eserleri saraya teslim ederler.
Tablolara bakan kral,sadece ikisinden hoşlanır. Ama birinciyi seçmesi için
karar vermesi gereklidir.
Resimlerden birisinde sakin bir göl vardır. Göl bir ayna gibi etrafında
yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta pamuk beyazı
bulutlar gökyüzünü süslüyorlardı. Resme kim baktı ise,onun mükemmel
bir huzur resmi olduğunu düşünüyordu.
Diğer resimde de dağlar vardı.. Ama engebeli ve çıplak dağlar.Üst tarafta
öfkeli bir gökyüzünden yağmurlar boşanıyor ve şimşek çakıyordu. Dağın
eteklerinde ise köpüklü bir şelale çağıldıyordu. Kısaca resim hiç de
huzurlu gözükmüyordu.
Fakat kral resme bakınca,şelalenin ardında kayalıklardaki çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık gördü.
Çalılığın üstünde ise,anne bir kuşun örttüğü bir kuş yuvası görünüyordu.
Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuş yuvasını kuruyor...
Harika bir huzur ve sükûn örneği. Ödülü kim kazandı dersiniz.Tabii ki ikinci resim.
Kralın açıklaması şöyle idi:
"Huzur, hiçbir gürültünün, sıkıntının yada zorluğun bulunmadığı yer demek
değildir. Huzur bütün bunların içinde bile yüreğimizin sükûn bulabilmesidir."
![]()
hocam döktürmüşsünüz yine.gerçekten birbirinden güzel hikayeler,ders çıkartmamız lazım.özellikle 3 nasihat çok hoşuma gitti.yüreğine sağlık hocam.teşekkürler
Yaaa ne demezsiniz efendim"hayat aceleye gelmez"değil mi?Asıl ben sizlere teşekkür ederim.sizlerin bu güzel sözleri,bizi daha ziyade araştırma yapmaya,yeni yeni paylaşımlar yapmaya sevk ediyor.selametle...
Günlerden bir gün,bir padişahın ganimet malından eline çok güzel ve tarif edilmez bir kumaş geçer. Terzi başını çağırtıp o kumaşı eline verir. Terzi başı kumaşı görünce aklı başından gider. Ve sanki hasta olur. Padişaha kaftan kesmek için yaklaşıp evvela tahmin için eline arşın alır:
- Sultanım, üstadlar, "bin ölç bir kes, ölçmeden kumaşa el vurmasın hiç kes (kimse) demişler", der.
- Sultanım, bu kumaş kaftan olmaya el vermez, diye söyler. Dörtte bir, çeyrek daha gerekir ki, hazret-i sultana layık bir kaftan olsun.
Padişah çaresiz:
- Biraz dursun, der ve buna uygun parça bulunması için şehir ve vilayet aransın, diye emreder. Her ne kadar şehir baştan başa aranır ve memleket boydan boya taranırsa da ona münasip kumaş ve o beze uyar bir yoldaş bulunamaz. Padişah çaresiz kalıp bir başka terziyi davet eder:
- Şu güzel kumaştan bana iyi bir elbise yapıver, diye söyler.
Usta terzi de :" Bismillah" deyip iki dizi üstüne gelir. Kumaşı söyle bir tahmin edip sındısını eline alır, Padişahın nasıl gönlünden geçerse işte tam öyle, mükemmel bir elbise biçer. Padişah överek ihsanlar eder. Terzi ihsanları alıp elbiseyi dikmeye gider.
Nice zaman sonra, bir gün padişah gezmeye çıkar. Şehri dolaşırken bir oğlan çocuğunu o eşsiz kumaştan bir elbise ile görür. Padişah hayret ederek elbisenin aslını teftiş edip araştırır. Çocuğun, o elbisesini diken adamın oğlu olduğunu öğrenir. Terziyi getirtip:
- Usta, bu elbisenin parçasını nerede buldun?
Terzi:
- Sultanım size dikilen elbisenin artan parçasıdır.
Padişah:
- Ya bizim terzibaşı "Bu kumaştan bir kaftan çıkmaz" derdi. Sen hem tam çıkardın hem de oğluna kaftan yaptın, nasıl oldu? der.
Terzi:
- Sultanım onun oğlu büyüktü; kaftan çıkmaz demesi onun içindi, der.
Bir elma çıksaydı, seferden vazgeçerdim!
Yavuz Sultan Selim Han, Mısır'ı fethe çıkmıştı. Ordu saatlerce Kocaeli'nin bağlık ve bahçelikleri arasında yürüdükten sonra mola verilmişti. Yavuz, Yeniçeri Ağasını çağırdı:
- Canım bir elma istedi, bul, bana getir, dedi.
Yeniçeri Ağası Yeniçerilerin dağarcıklarını araştırdı. Hiçbirinden elma çıkmadı, huzura döndü.
- Askerlerin dağarcıklarını arattım, yok Efendimiz, dedi. Yavuz'un yüzü tatlı bir renk aldı:
- Eğer bir askerimin üzerinde halkın bahçesinden koparılmış bir tek elma çıkmış olsaydı, Mısır seferinden vazgeçerdim.
KAPI ÇALAR...
SABAHIN ERKEN SAATLERİNDE. AÇARSINIZ. SÜTCÜNÜZDÜR GELEN.
SUTCUNUN LITRELIGINDEN KABINIZA DOKULEN BEYAZLIKTA SABAHIN GUZELLIGINE KAVUSURSUNUZ.
GOZUNUZDE PIRIL PIRIL BIR SABAH KAHVALTISI CANLANIR.
ICINIZDEN "BUGUN KAHVALTIYI BAHCEDE YAPALIM" DIYE GECIRIRSINIZ.
KAPI ÇALAR...
GELEN POSTACIDIR. KUCAGINDA BUYUKCE BIR PAKET.
UZATTIGI KAGIDA IMZA ATARSINIZ.
DAHA ONCEDEN ISMARLADIGINIZ KITAPLARA KAVUSMANIN SEVINCINI YASARSINIZ.
ZATEN TATILDE OLDUGUNUZDAN BU KITAPLARA COK IHTIYACINIZ VARDIR.
"ARTIK CANIM SIKILMAYACAK " DEYIP KEYIFLENIRSINIZ. EN COK MERAK ETTIGINIZI ALIP SEZLONGA UZANIRSINIZ.
KAPI ÇALAR...
KAPIYA KOSARSINIZ. YILLARDIR GORMEDIGINIZ BIR DOST GELMISTIR.
SEVINIRSINIZ.
SOHBETLERINIZ SAATLER BOYU HATTA BUTUN GUN SURER.
"YASAMAK NE GUZEL" DERSINIZ ICINIZDEN.
HELE BOYLE DOSTLAR VARKEN.
KAPI ÇALAR...
DURBUNDEN BAKARSINIZ.
KIMSEYI GOREMEZSINIZ.
DONUP YENIDEN KOLTUGA GOMULURSUNUZ.
BIR DAHA CALAR.
BAKARSINIZ, YINE KIMSE YOK.
TAM O SIRADA BIR DAHA CALINCA KAPIYI ACARSINIZ.
KOMSUNUZUN OGLU, ELINDEKI SOPAYLA ZILE UZANMAKTA.
MEGER TUZLARI BITMIS.
ICERIDEN TUZ GETIRIRKEN KENDI KENDINIZE SOYLENIRSINIZ.
"ELBETTE GOREMEM. KERATANIN BOYU BIR METRE."
BU KUCUK HADISE NESELENDIRIVERIR ORTALIGI.
KAPI ÇALAR...
DUSUP BAYILACAK KADAR SASIRIRSINIZ.
ASKERDEKI OGLUNUZ HABER VERMEDEN IZNE CIKMISTIR.
"OGLUM BENIM" DIYE HASRETLE KUCAKLARKEN GOZ YASLARINIZI ZAPTEDEMEZSINIZ.
MUTLULUGUNUZ OGLUNUZUN IZNI KADAR UZAR...
KAPININ HER CALISINDA SANKI MUTLULUGA KOSMAKTASINIZ.
HUZUR TUTER GOZLERINIZDEN.
HER SESSIZLIKTE KULAKLARINIZ ZIL SESI ARAR...
VE KAPI ÇALMAZ...
O GUN EN BUYUK MISAFIRINIZ GELIR.
ADETA KAPIYI KIRMISTIR.
ALIP GIDER SIZI, SASIRIRSINIZ.
"NIYE HABER VERMEDI?" DIYE ICINIZDEN GECIRIRKEN;
"DOGDUGUNDAN BERI ZILE BASMAKTAYIM" DER.
BIR SEYLER SOYLEMEK ISTERSINIZ O AN.
AMA O ANDAN SONRA DILINIZ DONMEZ.
ÖLÜM SESSİZ SEDASIZ GELİVERMİŞTİR...
DÖRT ÖĞÜT
Devrin zalim insanlarından birisi hayatının sonunu geldiğini düşünerek büyük islam alimi İbrahim Etem Hazretlerinin huzuruna gider.
-Senden nefsimi aydınlatacak bazı öğütler vermeni rica ediyorum, der
Hiç Hiç bir manevi inanışı olmadığını bildiği ziyaretçisine, ibrahim Etem şu cevabı verir:
-Peki... sana nasihat edeceğim. Şu dört öğüdümü aklından çıkarma. Birincisi şu ki, İçinden Allah'a c.c. isyan etmek fikri geldikçe Allahın lütfu olan yeryüzü rızıklarını da yememeye karar ver.
adam irkilmiştir.
- Peki nasıl yaşayacağım.
-O halde yaşamana vesile olan rızkları ihsan edene isyan etmek reva mıdır?
Adam
-ikinci öğüdün nedir?
-Allah'a isyan edeceksen onun mülkünde oturma.
-Bu birincisinden de kötü... Çünkü bütün dünya onun. Nereye gideyim.
-O halde rızkını yediğin yurdunda barındığın kudrete isyan reva mıdır. Üçüncüsünü dinle, Allah'a isyan edeceksen seni görmesin.
Adam irkilmiş
-Ne mümkün... Her şeyi görüyor, içyüzünü biliyor.
-O halde rızkını yediğin yurdunda barındığın kudrete göz göre göre isyan reva mı? Dördüncüsü
bak dinle Ömrünün sonuna yaklaştığını anladın. Son nefesini vereceğin zaman Azrailden tevbe etmek için mühlet iste.
Adam şaşırır.
-Kabul etmez ki, madem ki vakit geldi çattı elden ne gelir...
-Bunu bildiğin halde neden nefsini nedametlerle tevbe etmeyecek kadar gafletkar günahlarla geçiriyorsun?
Ö K S Ü R Ü K
Adamın biri çok kuvvetli öksürüyormuş, doktora gitmiş derdini anlatmış. Doktorda adama yanlışlıkla öksürük ilacı yerine müshil ilacı vermiş ve demiş ki:
— Bir hafta boyunca yemeklerden sonra iç ve yanıma gel.
Adam bir hafta sonra gelince doktor:
— Öksürüğün nasıl oldu?
Adamda:
— Cesaret edipte öksüremiyorum ki!