Tevbe etmek neden gerekli buyrun izleyin...,
http://www.menzil.net/modules.php?na...p=wf&flashid=8
Yazdırılabilir Görünüm
Tevbe etmek neden gerekli buyrun izleyin...,
http://www.menzil.net/modules.php?na...p=wf&flashid=8
İzledim güzel ama tövbe etmek için Menzile falan gitmeye gerek yokki tövbe etmek isteyen her yerde tövbe edebilir ayrıca tövbe etmek için başkalarını aracı koymakta çok garip bu yöntemi hristiyanlar yapıyor papaza günah çıkarttırıyorlar.
peki bişeye tövbe edilse sonra tekrar yapılsa sonra bi daha edilse kabul oluyomu acaba bu????
Müslüm abi sen direk istanbul valisiyle görüşebilirmisin yoksa valiyi tanıyan birisi aracılığı ile mi görüşürsün..
tövbe ederken niyet önemli ben tevbe edip tekrar günah işleyecem dersen tabi ki olmaz
Ancak bir daha işlememek niyeti ile tevbe edipte tekrar günah işlersen tevbe etmeye devam edeceksin
Mevlana ne demiş
100 bin kere tövbe etsen yine gel...
[quote=Mustafa Bilici;173752]Müslüm abi sen direk istanbul valisiyle görüşebilirmisin yoksa valiyi tanıyan birisi aracılığı ile mi görüşürsün..
quote]
abi burada ben pek ilgi kuramadım ama müslüm abinin dediği gibi tövbe etmek istiyorsak bence arada hiç kimse olmamalı yani bir kulun Allah!a en yakın oldugu an secde anıdır yani aradaki diğer kişiler farklımı hayır onlarda bizim gibi kul sonuçta...
Ben vali kaymakam emniyet müdürü dinlemem çat girerim.
helal valla abi en guzelı araya kımseyı sokmamak...
Tovbeyı elınde ımkan oldukca ıbadetın yogun oldugu yerlerde her zaman yapmak bence ınsanın ıcıne daha cok huzur sevk verır benım aılemde enıstemde 2-3 ayda ellerınden geldıkce menzıle gıdıyorlar nasıp olursa ıns bızde gıderız...mustafa abı paylasım ıcın tskler
En güzeli tövbe etmek zorunda kalmadan yaşamak.
ya ilginç insanlar başka bı ınsandan medet umuyorlar gibi akıl alacak şey değil...
Resulullah (sav)'in şöyle söylediğini rivayet etti: "Mağrib cihetinde bir kapı vardır. Bu kapının genişliği veya bunun genişliği binekli bir kimsenin yürüyüşüyle kırk veya yetmiş senedir. Allah o kapıyı arz ve semaları yarattığı gün yarattı, işte bu kapı, güneş batıdan doğuncaya kadar tevbe için açıktır."
TÖVBE EDELİM...
Mağrib: Güneşin battığı cihet
ANLAMINA GELMEKTE YANI KIYAMETTE NASIL GUNES BATIDAN DOGUNCAKSA O KAPIDA BIZIM ICIN TEVBE YE ACIKTIR..
Mustafa, bu video ve verdiğin bilgiler için teşekkür ederim. Bu tip konuları daha sık açarsan kendi adıma sevinirim. Sonuçta dinimiz bir derya gibi. Tanıdıkça, güzelliklerini bildikçe uygulaması daha da kolaylaşacaktır. Allah razı olsun...
Müslüm bey tövbeten Nasuha diye birşey okudunuzmu
ayrıca nebi isa (a.s) insanlara tövbe ettirirdi papazların o adedi ordan kaldı amma tahrif etmişler
Ayrıca valinin degil kapısını arabasını kapısını bile açamazsın siz akıllı insansının amma farklı olarak çalışıyor kusura bakma sözümüz biraz agır oldu
tövbe her yerde her zaman yapılır amma kabul olması ayrı bir mesele
mustafanın size anlatmak istedigi bu kabul meselesi
amma siz mustafanın anlatmak istedigini farklı yönlere çekiyorsunuz
insna agzından bakan parmagındaki yarayı göremez
kadının ayagına bakıp hamile diyebilirmisiniz
Hemşerim kul ile allah arasında 70 tane hicap perdesi var onları peygamberler ve büyük veliler gecebilmiş şimdi size sorarım niye her yerde her zaman yapılan tövbe veya dua kabul olmuyorda kadir veya beraat gecesi kabul oluyor Niyemi?
Zira bu gece gök kapıları açılır
yani 70 tane hicap perdesi açılır tövbe veya dua direk allaha ulaşır.Deili isterseniz EYÜP (a.s) hstalıgı en son hicap perdesiydi sabırla o perede kalktı
EHlulah ile beraber bak dikkat et beraber dedim,beytullahta birde birdaga yapmamak üzere yapılan tövbe kabul olur tövbe derken günaha meyleden kalbin tövbesi ne kadar gerçekçi olur kardeş.
Ah! hemşerim ah nasıl geldigini bilmedigin bir aleme nasıl gidecegini bilmiyorsun kolaymı ölmek veya hesap vermek bunları bir gün özelden görüşelim buraya yamak çok zaman ister.Selamlar
mustafa kardeşim paylaşım icin tşk ederim,
fatih abi cok güzel yazmışsın ellerine saglık
Resûlullah buyurdu: “Günâhtan sonra, hemen,
Bir iyi amel yap ki, silsin onu tamâmen,
Su, nasıl temizlerse, elbisenin kirini,
Sevaplar da, temizler günâhın pisliğini.
Göke varacak kadar yapsan da fazla günâh,
"Hâlis tövbe" edince, affeder onu Allah.
biz tövbe etmeyelım veya kımse tövbe etmesın demıyoruz kı sadece araya bızım gıbı sıradan ınsanları koyarak tövbe etmenın ılgınç oldugunu söyluyoruz...
Bu anlattıklarının hepsi hikaye sanki birebir yaşamışsın gibi anlatıyorsun, Allah diyorki ben size şah damarınızdan daha yakınım, o zaman bu perdeler nerede, perde varsa allah nasıl hemen yanımızda oluyor, bu tarz hikayeler anlatarak insanları kaderci yapıyorsunuz, kaderci olan insanlar idare edilirler, elbetteki dua edilmeli, tövbe edilmeli ama bunlar sadece allahla benim aramda, bunların hangisi doğru söylediğiniz perdelermi yoksa şah damarımı.
Beni yakından tanısaydın, vali kaymakam meselesinden neyi kasteddiğimi anlardın, inşallah birgün tanışırız hatta Bursa çok yakın 22 sindeki kahvaltıya gelebilirsen gel,yada ben müsait bir zamanda Bursaya geleyim tanışalım.
Allah(CC) dostları senin yada benim gibi sıradan insanlar değillerdir memet..
şunu unutmaki Allah dostları kalmayınca kıyamet kopacaktır..
şunuda belirtmek isterim ki biraz gayret edersen sende Allah dostu olabilirsin eğer bir gün Allah dostu olursan o zaman birilerinin günahını affetmek gibi bir şansın yok ancak Alllaha dua edip Ya Rabbi bu adam tövbe ediyor bunun günahlarını affet diyebilirsin...
Ki Alemlerin Rabbi olan Allah azze ve celle dostunun duasını kolay kolay geri çevirmez...
tmm bizim gibi olmaya bilirler abı soylediğine göre peki bu kişileri önemli kılan veyahutda mubarek kılan nedir? Bi açıklaması varmı bunun?
Tabi ki var..okursan sevinirim..
AŞK: Allah’ı tam bir muhabbetle sevmek, O'ndan başka her şeyden yüz çevirmek aşk adını alır. İmâm-ı Rabbânî; "Nefsin kötü arzularına yâni şehvete aşk ve muhabbet adını takmamalıdır. Aşk, muhabbet kalpte olur ve kıymetlidir. Gerçek aşk, Allah’ı ve O'nun sevdiklerini sevmektir." buyurmuştur.
İbrâhim Hakkı Erzurumî de; "Aşk, nefsi terbiye eder, ahlâkı güzelleştirir. Aşk, insanın kalbinde bir ateş olup, kalpte Allah sevgisinden başka bir şey bırakmaz. Hak âşığı olanın sözü, işi ve düşüncesi, doğru ve saftır. Uyanık kalpli ve hatâdan uzaktır." demiştir.
TAKVÂ : Velîlerin hepsi takvâ sâhibiydiler. Takvâ sakınmak, Allah’dan korkarak, haramlardan, yasaklardan, günâhlardan sakınmaktır. Harama düşmemek için, haram veya helâl olduğu belli olmayan şüpheli şeylerden sakınmaya verâ denir. Bu bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ takvânın mânâsı altına girer.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: "Allah, o takvâ sâhiblerini sever." (Âl-i İmrân sûresi: 76) Rasûlullah efendimiz; "Yâ Rabbî! Bana ilim, hilm, takvâ ve âfiyet ihsân eyle." duâsını çok söylerdi. Ebû Saîd Muhammed Hâdimî Berîka'sında bu hadîs-i şerîfi açıklarken, duâda geçen ilimden maksat faydalı ilim, yâni îmân, ibâdet, amel ve ahlâk bilgileridir. Hilm ise, yumuşaklık demektir. Âfiyetten murâd, dînin ve îtikâdın, bozuk inançlardan, işlerden, nefsin isteklerinden, kalbin vesvese ve şüphelerinden, bedenin hastalıklarından kurtulmasıdır demektedir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Dünyâda felâketlerden, âhirette Cehennem'den, ateşte yanmaktan kurtulmak için iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak, yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzumlusu, yasaklardan sakınmak yâni verâ ve takvâdır." demiştir. Bundan sonra da şu açıklamayı yapmıştır: "Verâ ve takvâyı tam yapabilmek için, mubâhları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret mikdârını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de, kulluk vazîfelerini yapabilmek için kullanmaya niyet etmelidir. Bir insan, mubah, yâni dînin izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, mubahları aşırı derecede işlerse, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır. İnsan, bir gün harama düşebilir."
VERÂ : Helâl ve haram olduğu bilinmeyen şüpheli şeylerden sakınarak helâle, harama dikkat etmeye verâ denir. Künûz-ul-Hakâyık'ta geçen hadîs-i şerîflerde; "Hiçbir şey verâ gibi olamaz." ve "Dîninizin direği verâdır." buyrulmuştur. Ebû Hüreyre hazretleri, kıyâmet günü, Allah'ın huzûrunda kıymetli olanların verâ ve zühd sâhipleri olduklarını beyân etmiştir.
İmâm-ı Rabbânî, bir kimse, şu on şeyi kendine farz bilmedikçe, tam verâ sâhibi olamaz deyip bunları şöyle saymıştır: Gıybet etmemeli, mümine sû-i zân etmemeli, kimseyi kötü bilmemeli, kimse ile alay etmemeli, yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı, doğru söylemeli, kendini beğenmemek için, Allah'ın, kendisine yaptığı ihsânları, nîmetlerini düşünmeli, malını helâl yere harc edip, haramlara vermemeli, nefsi, keyfi için mevki-makam istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri bilmeli, beş vakit namazı, vaktinde kılmayı birinci vazîfe bilmeli, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı.
Hasan-i Basrî hazretleri, zerre kadar verâ sâhibi olmak, bin nâfile oruç ve namazdan daha hayırlıdır demiştir.
ZÜHD : Şüpheli olmak korkusu ile mübâh şeylerin çoğundan sakınmak, dünyâdan ve dünyâlık olan şeylerden uzak durmak mânâsına gelen zühd hakkında, Hâris el-Muhâsibî şunları söylemektedir: "Zühd, insanın kalbini dünyâ sıkıntılarından uzak tutar. Allah'ın yüceliğini ve büyüklüğünü tanımayı, tövbe etmeyi temin eder."
El-Câmiu's-Sagîr'de zikredilen bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyrulmuştur: "Zühd, kalbe ve bedene rahatlık verir, dünyâya rağbet ise, düşünce ve hüzün verir." Berîka'da geçen bir hadîste ise; "Dünyâda zâhid olanı, Allah sever. İnsanlarda bulunanlarda zâhid olanı, insanlar sever." buyrulmuştur. Muhammed Hâdimî; "Zahid âlimin iki rekat namazı, zâhid olmayanın ömrü boyunca kıldığı namazdan hayırlıdır." demiş, Lokman Hakîm de; "Ey oğlum! Yakîn ve sabrı sanat edin. Allah'ın haram kıldığı şeylerden uzak olursan, dünyâda zâhid ve mücâhid olursun." buyurmuştur.
İHLAS : Hâlis, temiz etmek, niyeti temizlemek, dünyâ faydalarını düşünmeden bütün işlerini, ibâdetlerini yalnız Allah için yapmak demek olan ihlâs hakkında, Mektûbât'taki bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: "İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allah, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder." Hilyetü'l-Evliyâ'da kaydedildiğine göre, Rasûlullah efendimiz, Muâz bin Cebel'i, Yemen'e vâli gönderirken şöyle buyurmuşlardır: "İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel, kıyâmet günü sana yetişir."
Seyyid Emîr Külâl; "İhlâssız amel, sahte para gibidir, kabûl edilmez." demiş; Sehl-i Tüsterî'ye; "İnsanın nefsine en çok ağır gelen şey nedir?" diye sorduklarında, "İhlâstır." cevâbını vermiş; "Zîra ihlasta nefsin nasîbi yâni payı yoktur." diye bir açıklamada da bulunmuştur. İmâm-ı Rabbânî ise, ihlâs ile, uzun yılların amelinin, işinin, kısa zamanda ele geçeceğini açıklamıştır.
MARİFET : Gönülle bilmek, Allah’ı hakkıyla tanıyıp bilmek mârifet diye isimlendirilir. Muhammed Ma'sûm Fârûkî, insanın izzetinin, îmân ve mârifet ile olduğunu, mal ve mevki ile olmadığını belirtmiştir. Ahmed bin Hadraveyh; "Mârifetin hakîkati, Allah’ı kalb ile sevmek, dil ile anmak ve Allah’dan başka her şeyden ümîdini kesmektir." demiştir. Ebü'l-Kâsım Nasrâbâdî, mârifet ve Allah’a yakın olma hâlinin, farzları edâ etmekle ve sünnet-i seniyyeye tâbi olmakla ele geçeceğini ifâde etmiştir. Ebü'l-Hasan bin Sâî ise; "Mârifet, her durumda kulun, Allah'ın verdiği nîmetlere şükretmede âciz kaldığını, genç ve kuvvetli zamanlarında zayıf olduğunu bilmesi ile ele geçer." demiştir.
Allah’ı kalp ve rûhla tanıyıp bilmeye mârifetullah da derler. Sülûk-ül-Ulemâ adlı eserde geçen bir hadîs-i şerîfte; "İlimlerden öyleleri vardır ki, onları ancak mârifetullaha sâhib olanlar bilirler. Onlar bu ilimlerden haber verdikleri zaman, mârifetullaha sâhib olmayanlardan başkası onları inkâr etmez." buyrulmuştur. Muhammed Mâsûm, bu dünyâda en kıymetli şeyin mârifetullaha kavuşmak olduğunu belirtmiş, İmâm-ı Rabbânî kalbinde hardâl tânesi kadar dünyâ muhabbeti bulunan kimsenin mârifetullaha kavuşamayacağını ifâde etmiştir.
Hâdimî hazretleri; "Mârifetullah bilgileri, keşfle ve ilhâm ile hâsıl olur. İbâdetlerin yapılması ve bütün şerîat (İslâmiyet) bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. Şerîat bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allah'ın peygamberler ve kitaplar göndermesine lüzum olmazdı." demiştir.
İLİM : Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak, öğrenmek, cehlin zıddı mânâlarına geldiği gibi, okumak, görmek, dinlemek veya cenâb-ı Hakk'ın ihsânı ile elde edilen mâlumât ve bilgi anlamında da kullanılan ilim çok çeşitli kısımlara ayrılmaktadır. Amele dâir ilimlerden biri olan ilm-i ahlâk, fazîlet ilmi olup, buna kavuşma ve bu fazîleti giderecek şeylerden sakınma yollarını bildirir. Kalp ve rûh bakımından insanı olgunlaştıran ilim ve ameller, tasavvuf, ahlâk mânâsına da gelir. İnsanın görünmeyen ve âlem-i emirden olan kalp, sır, rûh gibi latîfelerini konu alan ilme, kısaca gönül yâni kalp ve rûhla ilgili ilme ilm-i bâtın denilir. Deylemî'nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte; "İlm-i bâtın, Allah'ın sırlarından bir sırdır. O'nun hükümlerinden bir hükümdür. Dilediği kulunun kalbine verir." buyrulmuştur. Şihâbüddîn Sühreverdî; "İlm-i bâtın ile kulun, Allah’a yakınlığı artar. Bu ilim, Allah adamı denen velîlerin ve tâlibleri O'na kavuşturan, doğru yolu kuvvetlendiren ve insanlara doğru yolu gösteren âlimlerin sohbetlerinde kazanılır. Bu âlimler, Peygamberlerin vârisleridir." demiştir.
Genel olarak ilim, ilm-i husûlî ve ilm-i hudûrî diye ikiye ayrılabilir. İlm-i husûlî, Ehl-i sünnet (Rasûlullah efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olan) âlimlerinin sohbetlerinde ve derslerinde bulunularak, çalışılarak elde edilen ilimdir. İlm-i hudûrî ise, çalışmadan Allah'ın ihsân etmesiyle kazanılan ilim, vehbî ilim demektir ki bu ilme ilm-i lüdünnî de denilir.
Hâce Ubeydullah Ahrâr ise : "İlim iki çeşittir. Biri verâset, biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir, buna "kesbî" denir. İlm-i ledün ise, Allah'ın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir mevhibedir. Kullarından dilediğine verir, buna "vehbî" de denir." buyurmuştur.
En önemli özelliklerinden birisi ise Peygamber Efendimiz(SAV)in sünnetlerini eksiksiz yerine getirmeleridir.
Buna gözlerinizle şahit olabilirsiniz ama önce Efendimiz(SAV)in sünnetlerini öğrenmek sonra bu sünnetleri uyguluyor mu o Allah(CC.)dostu görebilirsiniz..
Müslüm abi lütfen burayı oku..
“Ey müminler! Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.” (Nur, 31)
Kurtuluşun, felaha ermenin anahtarlarından birisi olarak bizlere günahlarımızdan tövbe etmemiz gösterilmiştir. Ayrıca, bu ayette ima edilen kurtuluşu Peygamber-i Zişan Efendimiz (sav) şöyle ifade etmektedir: “Bir kimse istiğfarı dilinden düşürmezse, Allah Teâlâ ona, her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve ona beklemediği yerden rızık verir.”(1)‘İsmet’ sıfatı ile mücehhez, yani günaha düşmekten korunan Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde: “Vallahi ben, günde yetmiş defadan fazla Allah’tan beni bağışlamasını diler, tövbe ederim“ buyurmuşlardır.(2) Bir başka hadiste de Efendimizin (sav) tövbe sayısı, yüzden fazla olarak beyan edilmektedir.(3) Alemlere rahmet olarak gönderildiği Allah’ın kelamıyla sabit olan Rahmet Nebisi, günde yüz defa ‘istiğfar’ ediyorsa, günde yüz defa Allah’tan af ve bağışlanma diliyorsa; bizler gibi günahtan korunmamış, aciz ve gafil kulların kaç defa ‘istiğfar’ etmeleri gerekir, bunu takdirlerinize bırakıyorum. Üstelik emredilen tövbenin, ferdi olarak değil umumi, toplu olarak yapılması emredilmiştir ki burası gözden kaçırılmaması gereken bir husustur. Günahkar ve bozuk bir toplumun, istiğfar etmediği müddetçe kurtuluşa ermesinin de mümkün olmadığı bu ayetten çıkacak bir diğer neticedir.
“İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.” (Maide, 2)
Dikkat edilirse, müminlerden takvada da birbirlerine yardımcı olmaları emrediliyor. Bir mü’mini salih amel işlemeye teşvik etmek ve ibadetlerinde yardımcı olmak, Kur’an’ın amir hükümlerinden birisidir. İşte meşayıhın insanlara tövbe ettirmeleri de bu ayetin emrinin ifasından ibarettir.
“Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tövbe, 119)
Müminler, verilen emir gereği imanlarında, Din-i İslam’a bağlılıklarında, takvaca önde olanlar ile beraber olmak zorundadır. İnsanları kötü yola iten, özü sözü farklı, açıkça haram işlemekten çekinmeyenler ile bir arada bulunmak, insana nasıl zarar verirse; ehl-i takva olan ve istikametten ayrılmayanlar ile beraber olmanın da fayda getireceği açıktır. Bir kimse tek başına şeytanın hileleri ve nefsinin afetleri ile başa çıkamaz. Bu durum, günümüzde genel bir kanaat haline gelmiş bulunmaktadır. Açıkça ortadadır ki cemaat halinde İslam’ı yaşayan kimse, hem şeytana hem de nefsine karşı muazzam bir kale edinmiş olacaktır.
“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan günahlarının bağışlanmasını dileselerdi ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı affedici, merhametli bulurlardı.” (Nisa, 64)
Tefsir-i Kebir’de bu ümmet için en hayırlı tövbenin Allah Resulünün huzurunda yapılan tövbe olduğu naklediliyor. Dikkate şayandır ki hem günah işleyen tövbe ediyor, hem de Efendimiz (sav) onun için istiğfarda bulunup şehadet ediyor ve bağışlanması için de tazarruda bulunuyor. İbn-i Kesir tefsirinde ise Allah Resulü’nün mübarek kabr-i şerifleri yanına bu ayeti okuyarak gelen bedevinin affedildiği, bizatihi Peygamber-i Zişan tarafından rüyada haber verildiği anlatılıyor. Ümeyye el Mahzumi (ra), hırsızlık haddi (cezası) uygulanan bir kişiye, Efendimizin (sav) tövbe etmesi hususunda nasihatte bulunup, o şahsın tövbesinden sonra; istiğfarın kabulü için dua ettiği, hadis kitaplarının ‘Hadd-i Sirkat’ bölümünde kayıtlıdır. Efendimiz (sav)’den başlayarak gelen silsileye mensup, amil-i alim; tahsil ettiği zahiri ve batini ilimleriyle varis-i Nebi olma sıfatına hak kazanmış; takvaca sadık, duaca makbul olan bir mürşid-i kamilin şahitliğinde tövbe etmenin neresi yanlıştır? Üstelik, sadık kul da tövbe eden için istiğfarda bulunmakta, tövbenin kabulü içinde Allah’a tazarru ve yakarış içindedir.
Bu tür tövbe etmeyi, Hıristiyanlıktaki günah çıkarma ayinlerine benzetmek ise hem sufileri bilmeme cehaletinden kaynaklanır; hem de tasavvufa karşı muazzam bir önyargı ve üstün çıkma psikolojisinin getirisidir. Çünkü hiçbir şeyh efendi, günah affetme yetkisine haiz olduğu iddiasında bulunmadığı gibi; hiçbir derviş de benim şeyhim günahlarımı bağışlıyor düşüncesine kapılmamıştır. Hıristiyanlıkta günahı affeden papazdır; İslam’da ise günahları bağışlama yetkisi yalnızca Allah’a aittir.
“Onlara: ‘Gelin, Allah'ın Resulü sizin için mağfiret dilesin.’ denildiği zaman, başlarını çevirirler ve onların büyüklük taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün.” (Münafikun, 5)
Ayetinin iniş sebebi Medineli münafıklardır. Ancak umuma şamil olduğunu göz önüne alırsak, kıyamete kadar, tövbe ve istiğfar davetinden kaçanların da bu ayetin kast ettiği gruba dahil olmayacakları garantisini kim verebilir?
Dipnotlar:
1- Ebû Dâvûd, Vitir, 26.
2- Buhârî, Daavât, 3.
3- Müslim, Zikir, 42.
Sevgili kardeşim bu bizim dinimizi "görücü usulu"öğrenmemizden kayankalnıyor.
Yani tam manası ile bilmediğimizdendir.
Peygamberimiz size 2 şey bırakıyorum bunlara sımsıkı sarılırsanız hiadayete eresiniz diyor.
Bunlar Kur'an ve hadis'dir.
Gerisi ne oluyor ....
Sevgiler...
"Üstelik emredilen tövbenin, ferdi olarak değil umumi, toplu olarak yapılması emredilmiştir ki burası gözden kaçırılmaması gereken bir husustur. Günahkar ve bozuk bir toplumun, istiğfar etmediği müddetçe kurtuluşa ermesinin de mümkün olmadığı bu ayetten çıkacak bir diğer neticedir."
- Bunu nerede yazıyor yada kim emrediyor.
- Mustafa sağolasın emek verip araştırmışsın bunların hepsi doğru ama atladığınız bir nokta var, duada ve tövbede aracı olan hep Allahın Resulu yani peygammer efendimiz, keşke hayatta olsaydı da bizim içinde Allaha dua edip tövbemizi ona iletseydi ama peygamber efendimiz hayatta değil, yazdıklarından şu anlam çıkıyor ve en tehlikelisi de bu, zamanımızda dualarımız ve tövbelerimiz için aracı koyduğunuz bu insanlar ya kendilerini peygammer yerine koyuyor yada sizler bu insanları peygammer sanıyorsunuz lütfen bu ayrıntıyı unutmayalım.
Ayrıca bir şey daha söyleyeyim bu anlatılanlar dinimizi zora koşuyor, aslında müslümanlık en kolay dindir ve bu konuda ayetler var dini zorlaştırmayın diye, bu kadar yabancı terim ve tövbe için mutlaka bir zat bulmak zorundaymışız gibi şeyler insanları dinden uzaklaştırıyor, adamın parası varmı ki menzile gitsin.
bunu nerede yazıyor?
abi yazının altında dip not ta belirtilen sahih hadis kitaplarında...
Efendimiz (sav)’den başlayarak gelen silsileye mensup, amil-i alim; tahsil ettiği zahiri ve batini ilimleriyle varis-i Nebi olma sıfatına hak kazanmış; takvaca sadık, duaca makbul olan bir mürşid-i kamilin şahitliğinde tövbe etmenin neresi yanlıştır? Üstelik, sadık kul da tövbe eden için istiğfarda bulunmakta, tövbenin kabulü içinde Allah’a tazarru ve yakarış içindedir.
bu arada tövbe etmek için menzile gitmeye gerek yok abi siz isteyin menzil size gelsin..
abi yazılanlar iyi hoş güzelde yanı tamam bunları hepımızın yapması gerekır bu dönemde öyle mubarek olarak gorunen kişilerin adı bı katıpta veya herhangı bı şeyde geçiyormu kendılerının veyahutda kendi cematınde bulanan kişilerin yazdıgı kıtablar hariç sonucta bu ınsnalarında bizden farkı mutlaka vardır onlar belkı Allah'a daha yakındırlar bunu kımse bilemez ama sonuçta bunların bence hiç bi kitapta veya dinimize ait bi yerde adı geçmiyor. Bir yerde okumuştum "her dönemde allah dostu yakın kişiler olacaktır" diye bunun açık örnekleride vardır tabıkı ve kendılerını tamamen dine adamışlar kişilerdir mutlaka ama sonuçta bu kadar kişi gidip onların ellerini eteklerini öpüyorlar ondan medet umuyorlar yok onun su içtiği bardak yok onun bastığı toprakmış gibi daha bir çok şey... Belki kendi anasına babasına saygı göstermeyen kişiler o mubarek olarak gördugunuz kişilerin önunde boyun eğiyorlar ona saygı gösterıyorlar bunları neden kendı anne ve babalarına yapmıyorlarki ilginç yani ya oradaki kişilerin beynini yıkıyorlar yada farklı bir olay var... Yanlış anlaşılmasın ben inançsız biri değilim çok şükür inanıyorum ama bunlar bana saçma geliyor...
evet memet o insanların beynini deterjanla yıkıyorlar hepsi bu...
Müslüm bey demek yakup peygamber hikaye yaşamış bunu kitabında zikreden Beyazıdı bestami hikaye öylemi sana Şah damarından yakın olan Alhu teala acaba sen ben ne kadar yakınız yapma aristo felsefesi ile yaklaşma olaylara lütfen.
Şu size anlattıklarımı normal bir müslümana anlatsam binlerce kez teşekkür ederdi
niye önemli gece de dua kabul olur *****ı buymuymuş diye
Hemşerim akılın gördügü doğru olsaydı ilerde gördügün karartı eşyanın hakikatı olurdu amma görüyoruz ki gördügümüz karartı yaklaştıkça aslını görüyoruz
demekki akıl gözün gördügüne inanmakla yanlış yapıyor beş duyu en güzel delildir arkadaşım.Sen anladıgın veya inanmak istedigin inancı tartışıp ar sor empoze ediyorsun inşallah bir gün karşılaşırız kafanda ne kadar soru varsa sorun
Şunu söyleyecegim kusura bakma ahirette 70 tane büyük karakol var ilki namaz bunlara ya burada inanırsınız ki ben özür dilerim haddim degil inancınıza karışmak
yada öbür alemde hikaye dediginin yetmiş perde size 70 karakol olarak gelirse görürsünüz.okeyyyyyyyyy
ALLAH İLE KUL ARASINA GİRMEK NE DEMEK?
Çevremizdeki bazı insanların zaman zaman ‘Bir mürşide bağlanmak gerek, tövbe alıp tasavvuf terbiyesine girmek lazım!..’ diye söze başladıklarında, kendilerine nedense hep aynı karşılık verilir:
“Allah ile kul arasına kimse giremez!..”
Çoğu kimseler bu sözle, tasavvuf yoluna girenlerin Allah ile aralarına Allah’ın razı olmadığı kimseleri koyduğunu, bir mürşide bağlanmakla şirk tehlikesine düştüklerini, kendilerinin ise böyle bir tehlikeden uzak olduklarını anlatmaya çalışırlar.
Acaba işin gerçeği böyle mi?
Bu sözün gerçek manası bilinmezse fitne kaçınılmaz olur; zarar verir. Bu zarar imana dokunur, dini zedeler, din kardeşliğini sarsar, kardeşlik ruhunu öldürür.
Allah ile kul arasına kimse giremez sözü, niyete göre farklı sonuçlar doğurur. Eğer bu söz:
“Ben Allah’a kullukta önümde kimseyi istemem, peygamber, kitap, alim, mürşit tanımam, istediğim gibi kulluk yaparım, keyfimce ibadet ederim.”
Anlamında söyleniyorsa insanı dinden çıkarır. Daha doğrusu böyle düşünen kimse küfür, isyan ve gaflet içinde kalmış demektir. Eğer bu söz:
“Ben Allah’a giden yolda Allah’ın peygamberi ve kitabı ile yetinirim, onlar ne diyorsa onu yaparım, başka kimseyi kabul etmem, alimlere bakmam, velilere bağlanmam, mezhepler beni ilgilendirmez, dini kendi anladığım gibi yaşarım”
Anlamında söylenmişse, söyleyen sorumludur. Bu kişi inanç esaslarını zorlamış, kendini tehlikeli bir sona doğru sürüklüyor demektir. Çünkü arada alimler olmadan kendi başına dinin öğrenilmesi, anlaşılması ve yaşanması nasıl mümkün olacak!?
Oysa Kur’an ve Sünnet, hak yolda birlik (cemaat) olmayı, bu beraberliğin başındaki imama itaat etmeyi, topluca Allah’ın ipine sarılmayı, hep birlikte tövbe etmeyi, bilmediklerimizi alimlere sormayı, takva ve iyilikte yardımlaşmayı, bunun için Allah’ın sadık kulları ile beraber olmayı açıkça emretmektedir.
Dinin hükmü bu iken, bir mümin hangi delil ve mantıkla, ‘Bana bunlar gerekmez’ diyebilir? Dese bile bunun Allah katında ne kıymeti olabilir? Eğer bu söz:
“Allah benim her hâlimi görüyor, biliyor, sözümü işitiyor, niyazımı dinliyor. Ben namazda, secdede, zikirde, duada ve tövbede kalbimi Rabbime bağlıyorum. Onun için gönlüme kimseyi koyamam, kimseden bir şey bekleyemem. Benim korkum, sevgim, niyetim, hedefim sadece Allah’tır.”
Anlamında söyleniyorsa ne güzel. İşin doğrusu da budur, böyle olması lazımdır.
Zaten bütün peygamberler kalbi dünyadan çekip bu şekilde Allah’a bağlamak için gelmişlerdir. Onlara vâris olan alimlerin ve kamil mürşitlerin işi de budur. Buna Allah adamı olmak denir.
Ama ne var ki, kalbin bütün varlıklardan çekilip sadece Yüce Allah’a bağlanması kolayca elde edilecek bir nimet değildir. Bu tam bir hürriyet hâlidir. Arifler o hâli elde etmek için nefisleri ile bir ömür mücadele vermekte ve Allah ile aralarına giren engelleri yok etmek için mücadele etmektedirler.
Şu halde Allah ile aramızdaki engeller nedir?
Allah’a gitmek, Allah’a kavuşmak deyince ne anlaşılmalıdır?
Bizi ilgilendiren konu budur.
Allah’a gitmek gönül ile olur. Allah’a ulaşmak bir hâldir, sevgidir, aşktır. Bu kavuşma dışa doğru değil, içe doğrudur. Kalıp ile değil Kalp iledir.
Kalpleriyle manevi engelleri geçenler, nefislerini aşanlar Yüce Mevla’yı bulurlar. Allahu Teala’nın insana şah damarından daha yakın olduğunu anlarlar. Bu buluşma O’nun razı olduğu amelleri yaparak gerçekleşir.
Bu iş insanın nefsi ve keyfine göre değil, Yüce Allah’ın çizdiği sınırlara göre olur. Bu sınırlara din denir.
Bizi Yüce Allah’a götürecek tek din İslam’dır. İslam, Kur’an ve Sünnetin çizdiği yoldur. Kur’an, Yüce Rabbine kavuşmak isteyenlere yolu şöyle tarif eder:
“Kim Rabbine kavuşmak istiyorsa salih amel yapsın ve Rabbine ibadetinde hiç kimseyi ortak etmesin.”
Demek ki Yüce Allah’a gitmek için iman, ihlas ve salih amel lazımdır. Allah’a giden yola uyanık kalple varılır, sevgi ile engeller aşılır, ihlasla hedef bulunur. Bu yolun başı ve sonu edepten ibarettir.
Bu yolun en büyük engeli nefis, en azılı düşmanı şeytan, en sarp yokuşu dünyadır. Nefis edeple süslenmeden, şeytan sindirilmeden, dünya sevgisi kalpten silinmeden Yüce Allah’a gidilemez.
Buna manevi terbiye ve arınma denir. Kendisini aşamayan insan, varlığın sahibine ulaşamaz. Bir arif şöyle diyor:
Allah’a giden yol iki adımdır:
Birinci adımda nefsine bas...
İkinci adımda Rabbine kavuşursun.