Yankee Sat Abim nerdesin?????
Yazdırılabilir Görünüm
Yankee Sat Abim nerdesin?????
Delta Oskar abim pek isminize rastlamıyoruz ama yazılarınız ile gönlümü hoş ettiniz .Teşekkürler.
''''''Beğendiğim için bu yazılanlar alıntıdır''''''''
Kalınca kaşları vardı, altında çipil iki göz. Elmacık kemikleri et toplamış, kızarmıştı, arada bir kümeler halinde kıllar bile örtemiyordu kızartısını. Burnunu hep patatese benzetirdim,sanki iki kocaman delikli bir patates yapıştırmışlardı yüzünün orta yerine. Burnuyla üst dudağının arasında iki badana fırçası taşıyor gibiydi. Sakalları ne renkti asla çıkartamadım. Kahverengi, siyah,kızıl ve çokça kırlaşmış, pis bir sakaldı. Ne zaman sakal bırakmaya heves salsam onun sakalları aklıma gelmiş ve vazgeçmişim.
Abim, onun boynunu hep kilise direğine benzetirdi /Ben, kilise direği nasıl olur bilmediğim için nötrdüm her zaman/
Kocaman başının üzerinde yeşil bir takke taşırdı, şapkasının altından bile görülürdü bu takke. Sevapmış diye yeşilmiş.
Tombul, etli ellerini göbeğinin üzerinde gezindirip çok şükür çekerdi, aklım almazdı neye şükür ederdi, kilosuna olmalıydı. Bir dirhem etin bin ayıp örttüğü sanırım onun için söylenmiş. Kilosuna bakmaktan ne kadar çirkin bir adam olduğunun farkına varılmazdı.
Şişko, çirkin bir adamdı vesselam!
Babamın amcası, veya amcasının oğluydu, net hatırlamıyorum. Yemek yerken fosurdardı. Yazları biz köye giderken onun evinde kalırdık bazen. Kışları yollar kapalı olurdu ve bizim daimi, zorunlu misafirimizdiler cümbür cemaat. Oğulları onun pintiliğinden çok çektiler, o kadar varlığın içinden kaçıp İstanbul’da inşaatlarda çalıştılar ve bir çoğu halen orada ve hatırı sayılır birer müteahhit oldular onun sayesinde.
***
O yaz dışarıda olan tuvaleti içeri alıp, alaturkadan alafrangaya geçmiştik, çok rahattı. Bir lüksten daha çok babaanne ve anneanne için düşünülmüştü, bir zaruretti de denilebilirdi. Hem kışları dışarıdaki tuvaletler pekte rahat olmuyordu.
Derken o geldi. Babamlar için hoş gelendi ama bizim için pekte öyle değildi doğrusu. Oğulları baş göz üsteydi gerçi, kardeşlerimizdiler. Ama o değişikti, babamların karşı çıkmalarına rağmen bizi namaza götürmeye zorlardı. Kalabalık gezmeliydik, düşman bizden korkmalıydı, dostlar maşallah çekmeliydi. Feodal, gerici ufacık bir beyin vardı o kocaman kafanın içinde.
Abdest almak için kalkıp tuvaleti dışarıda görmeyince şaşırmış. Babamlar anlattılar tuvaleti banyoya ek yaptığımız bölüme aldığımızı. İçeri girmesiyle çıkması bir oldu. Çipil gözleri yuvasından çıkacakmış gibiydi. Beyaz iki topun içinde iki mavi bilye dolanıp duruyordu. Antrede köpek vardı sanki, korkmuş gibiydi....
“Bu ne?” Diye sordu babama. Alafranga tuvalet olduğunu anlattı babam, tarif etti. İkna olmamıştı, başını sallayarak girdi içeri. Tekrar dışarı çıktı “eeee” dedi, gerisini getirmedi. Bir şey soracaktı soramadı. Geldi oturdu yerine. Şaşırmış, bir garip olmuştu.
Babamın sigarasına uzandı, yakarken sordu “Tahareti nasıl alıyorsunuz bunda?” “Taharet musluğu var emmi” Dedi babam. Kalkıp bir daha içeri girdi, dışarı çıkıp babama seslendi, babamda girdi, az sonra babam çıktı, o kaldı. Dışarı çıktığında bayağı bir rahatlamıştı ama ruhen hiçte rahat değildi, tedirgindi... Sanki altı tam temizlenmemişti. Arada bir durup birkaç kez burnunu çekiyor, havayı kokluyordu. Sırayla yüzümüze bakıp biraz daha kızarıyordu. Bizde çok haindik, babamızın kaş, göz işaretlerine rağmen yine gülüşüyorduk.,
“Sizin abdestiniz de, namazınız da kabul değil” dedi. Başını öne eğmiş tespihini çekiyordu. Emmi vesveseye kapılıp namazdan olmuştu. Başladı tuvaletten söz açıp konuşmaya.... Pis bir muhabbet. Yine arada burnuyla seri halde nefesler alıp, yoklama çekiyordu. Başını kaldırdığında ağlamaklı bakıyordu bi çare....
Sonra babama kızdı “Nerden icap etti bu ayaklı tuvalet?” gerekçe açıklanınca hak verdi, ama dışarıdaki tuvaleti yıkmakla da haksızlık etmişiz. Müslüman işi değilmiş. Gavur icadıymış. Ama iş işten geçmişti, hem kışın inşaatta yapılmazdı.... Oh olmuştu emmiye.
İbriği ne yaptığımızı sordu. Ağaçların altını göz altı etmişti galiba. Atılmıştı ibrik....
***
Emmi gelmedi daha sonra. Gerekçesi ; “İBRİĞİM OLMADAN ASLA” idi... İbriksiz taharet alınmazmış. Gavur gelenekleri iyice girmişmiş içimize. Allah iflah etsinmiş....
***
Evimizden bir misafir daha eksildi.
İbrik eksildi evlerden
İbrikçiler eksildi zanaatkarların içinden....
Sonra tenekeciler çarşısında birkaç dükkan daha kapandı açılmamak üzere.
Örsler, çekiçler küs oldu bir birlerine....
Çaycı çocuk, alışkanlıktan olsa gerek her gelişte yine çentik attı tebeşirle dükkanın duvarına....
Sonra oda gitti, kayboldu arastaların tenhalığında.
Gittiler tutup emmilerin elinden, atılan bir ibriğin peşi sıra.....
Merhabalar gökhan beyefendi kardeşim, merhabalar coşkun beyefendi kardeşim ilginize teşekkür ederim. Uzun bir süredir yurtdışındaydım. Ayrıca ben size teşekkür ederim.
Sayın admin beyefendi; estağfurullah size asla kırılmadım, inanın siz benim için çok değerli bir beyefendisiniz ayrıca mesajınınz için size sonsuz teşekkür eder saygılarımı sunuyorum.
Sizler gibi eskimeyen doslarımızı aramızda görmek bizlere güç veriyor. Tekrar hoş geldiniz.
Ya siz bizim Yankesat değilmisin ? Mubarek nerelerdesiniz ?
Eski nizip'i mi özlüyoruz yoksa çocukluğumuzu mu?
Ama her geçen gün bu özlem derinleşiyor.
Böyle değerli abilerimizn yazıları ile yad edip gönlümüzü hoş ediyruz işte.
Çocukluğumuzun bakış açısını demişti bir dostum.
Haksızda değil....
Çocuk gözüyle;
Hiç ölmeyecek ve yıkılmayacak gibi baktığımı babam özlüyorum.
insan şöyle geriye doğru baktığında neleri özlemiyor ki...
Alıntı
Çocukluğumdaki vazgeçilmezlerimin hiç biri kalmamış artık hayatımda, meğer ne kadar da değişmişim farkında olmadan. Hiç yorulmadan koşup oynadığım çakıl taşlı sokak artık çivi gibi batıyor ayaklarıma.
Çok sevdiğim çilek reçeli eski tadını vermez olmuş bana, ah o karakışlarda küçücük evlerin saçaklarından sarkan buzların tadını en pembe en parlak şekerler vermezdi o zamanlar.
Artık ne sarkan buzlar var nede küçücük evlerden eser sokağımızda, ev üstüne ev kurmuş insanlar. Kimse kimseyi tanımaz olmuş zamanla… Öylemiydi eskiden pamuk ninemiz vardı bizim, sokağa çıktığımızda bonbon şekerleri dağıtan en yakın arkadaşım vardı, üç tekerlekli bisikleti olan
Pabuçlarım vardı kırmızı rugan… Onlarca tokam lüle lüle saçlarımda duran
Leblebi tozu, Mehmet amcanın küçük dükkânında satılan… her çarşamba akşamüstü uğrayan, elma şekerci adam camdan misketlerim teker teker yuvarlanan kolunu kopardığım zenci bebeğim tozlu sandığın en dibinde saklanan. Bankadan hediye edilen kurşun asker kumbaram içi para dolan.
Okul önlüğüm simsiyah kocaman, ilk süt dişim, yenisi gelsin diye tavana atılan
Doğum günü pastam, rengârenk mumları yanan. Bir kaç siyah beyaz fotoğraf, abimin sünnetinden kalan. Şimdi nerde bunlar? Nasılda değişiyor zaman. Nasıl özleniyor anılar, hiç yaşamadım diyen var mı aranızda? Mutlaka bir şeyler vardır hayatınızdan, ben bu sokak bu cadde üzerinde koşturmamış mıydım hayallerimi, zamanın nasılda çabuk çabuk geçmesini isterdim, sanki zamanın ötesinde bir bekleyenim vardı, artık büyüdüm! Anılarımda kaldı yaşananlar. Özlemlerimde, hasretlerimde kaldı…
Şimdi deseler ki; Tekrar çocuk olur muydun?
Asla…
Benim yaşadığım güzellikleri yitirdi dünya!
Alıntı
Ne bayramlardı eski bayramlar, deriz. Dillerde pelesenk olmuş basit bir söz mü bu? Hayır, yürekten söylediğimiz bir hayıflanmadır.
Evet ne bayramlardı “eski bayramlar”. Evet,güzel bayramlardı bizim için çocukluğumuzun bayramları.İple çekerdik gelmesini bayramlarımızın. Çünkü... Bayramlar bizim yeni elbise demekti, Yeni ayakkabı… Yeni miktarı bol harçlık demekti. Büyük küçük demeden herkesin eline sarılıp öpmek demekti.
Avuç dolusu ‘sorma şeker’ almaktı rengarenk ve tatlı,ama bir o kadar da sert. (Sorma şeker nedir, bilmeyenler için açıklayalım:Ne şekerlerdi onlar…Mübarekler sanki taştı, taşlar yanında hafif kalır,mermerdiler,hatta granittiler.Birini ancak bir günde sorabiliyorduk. Öyleydiler ama bir önemli vazifeyi de yapıyor idiler.Çekilme zamanı gelen süt dişlerimizin cerrahi uzmanlarıydılar.Fazla acı hissettirmeden tatlı tatlı koparıverirlerdi yerlerinden sallanıp duran dişlerimizi.)
Hiç bitmesin isterdik bayramlarımızın,sonsuzsa kadar sürsün isterdik deliye her gün bayram misali.Fakat,biterdi işte her güzel şeyin tadına varamadan elimizin altından kayıverdiği gibi .Bayramların son gününde hepimiz mahzun melul bir hal alırdık.Bayramımız bitti diye.En çok da harçlıklarımız bitti,balonlarımız patladı,sorulacak şekerimiz kalmadı diye. Ama bir şeyin farkındaydık:O hüznümüz de mutluluğumuzun aromasıydı bizim için.
Bilmiyorum şimdiki çocuklar için de öyle midir bayramlar? Umarım öyledir...
Veya öyle olmalıdır.Yoksa üzülürüm şimdiki çocuklar adına.Bayram bile yaşayamamış çocuklar gözlerimi yaşartır benim. Bir gün bile olsa “bayram” yaşamalı insanlar ve de tabii ki çocuklar. “Bayram gelmiş neyime” dememeli hiç kimse anlıyor musunuz beni? Biz dedirtmemeliyiz bu lafı anlayacağınız. Bir günlük mutluluk bile yeter bazen ulaşamadıklarımız için,bir günlük de olsa hatırlanmak...
Bir bayram günü ne denir başka bilemiyorum.
Sözü uzatmak mümkün ama...
Tüm samimiyetimle herkese- hak verirsiniz ki özellikle çocuklara- “İyi bayramlar” diliyorum. Yok, yanlış dedim.Çocukça bayramlar yaşayın efendim! Çocukça kalın emi!..
Alıntı
İnsan çocukluğunun ne kadarını hatırlayabilir? Beynimi ne kadar zorlasam da en fazla okul öncesi çağımdan hayal meyal anılar geliyor aklıma. Bir de büyüklerin net bilgi vermemesi problem oluyor tabii. Herkes geçmişi işine geldiği gibi aktarıyor nedense. Beyoğlundaki evimizden silik görüntüler var mesela. Oradan taşındığımızda dört beş yaşlarında olmalıyım. Komşuların boynuma boncuklu kolyeler takması, birkaçının yüzü, katların arasında geniş bir merdiven boşluğu olan taş bir bina. Sonra babaannemin Rami'deki evinden bir kaç anı. Evlerin hep iki katlı ve bahçeli oluşu. (Acaba hala öyle mi?) Bahçede bir salıncakta sallanışım, çocuklarla evcilik oynamam (hiçbirinin ne yüzü ne de adı yok ama), Hamdi dedem, annemle babamın bir kaç kavga sahnesi (sanırım boşanma dönemiydi). Ve ne acıdır ki annemle gitmek istemediğimi hatırlıyorum. Bu kadar küçük bir çocuk annesini neden istemez? Benim hayatımdaki en büyük soru işaretlerinden biri bu, doğru cevabı da asla alamayacağım galiba. En çok anımasıdığım uzun yıllar yaşadığımız Faikpaşa'daki Tosun Apartmanı. Şimdi orası antikacı oldu. Ne sıcak bir ahalisi vardı. Şimdi televizyonlarda izlediğimiz mahalle dizileri gibi. Cümbür cemaat tatile gidişimiz, Taner ve Hande' yle kavga dövüş oynadığımız oyunlar, komşuların ellerinde tencereler birbirlerine yemeğe gitmeleri. Ve babamın ikinci evliliği... Acı ve tatlı anılar bir arada. Kumbaracı yokuşundaki çatı katı. O evi ne çok severdim. Odamın camı büyük bir balkona açılırdı, yaz geceleri herkes uyurken camdan balkona atlar yıldızları seyreder hayaller kurardım. İlk işime orada otururken başladım, babaannemi orada kaybettik.
Benim oğlum çocukluğunun ne kadarını hatırlayacak acaba? Şu anda dolu dolu yaşadığımız benim yorgunluktan pestilimi çıkardığı bu günler aklında kalacak mı? Ya bana bir şey olsa aniden, annesini unutacak mı benim gibi?
Alıntı
Yaşanan acı seninse dünyayı ayağa kaldırma hakkına sahipsin. yok değilse eğer kimseyi ağlama duvarı yapma lüksün yok ne yazık ki.ne acıdır ki yenilerde öğrendim bunu,herkes kendi payına ne kadar incindiğinin ne kadar canının yandığının hesabını yapıyormuş meğer. kim dizlerini çarpsa kayalara, önce ben olmalıydım orda. yaralarını sarmak omzumu ıslatmak için…
büyük acılar hep başkalarının başına gelir diye düşünmedim hiçbir zaman. yaşıyorsak ve insana dair her ne varsa sırası geldiğinde ben de yaşayabilirdim ama bu kadar zamansız böyle hazırlıksız olmamalıydı.tanıdığım herkes için aranan bir dost olmuştum(sebebi malum) oysa ben sahip olduğum tek dostumu kaybettim.insanın aynadaki yüzünü kaybetmesi çok acı…anladım ki sığındığım tek limanı da kaybetmişim…
/ İnsanlar gelir geçer hayatlarımızdan,kimin ne kadar ne bıraktığıdır aslolan.hiç tanımadığın biri çıkıveriyor bazen.öylesine geçerken hayatından sadece merhaba demek için belki ve sen tutunuyorsun işte o merhaba rengi kadar güzel yüreğe…
herkes baktı geçti en yakınımdaki bile,sen gördün.ben bile duymazken kulakları sağır eden çığlığımı sen duydun.anlamak gerekmiyor bazen –biliyorum ki aslında hiç anlamadın bu acıya öfkemi- ama dayandın,sabırla dinledin.herkes duyarsız kalma hakkını kullanırken sesimi duyduğun,anlamasan bile dinlediğin ve belki de farkında olmadan hala hayatta olmamı sağladığın için binlerce kez teşekkür borcum var sana.
İnsanlar seni nasıl bilirler bilmem ama benim tesadüfen tanıdığın-iyi ki de tanıdığım-güzel yürekli çocuk; bugün veda edebildim yüreğimin diğer yarısına.tam bir yıl sonra… kabullenmek zor olunca erteleniyor vedalar galiba.ve hep yakınında olduğunu bildiklerine gecikiyor gönül borcu da.
Ne zaman çarparsan dizlerini kayalara ve yoksa dost bir omuz yanıbaşında buralarda olduğumu sakın unutma.
Yüreği kocaman çocuk;
Dilerim hayat hep gülümsesin sana…
VE evet haklısın galiba yeni uğraşlar bulmalıyım, yazmak biraz uzak bana…
Alıntı
Sıkıntılarını ılık esen rüzgârlara anlat demişti bir dostum…
“Ilık esen rüzgâr, sıkıntılarını alıp giderken huzurla doldurur içini…”
Bu gece rüzgârla randevum vardı; hanımeli kokan terasımızda… Dost sohbetini esirgemedi benden rüzgâr.
Sıkıntılarımı alıp giderken hanımelinin eşsiz kokusunu bıraktı yanıma…
Yıldızlar ortak oldu huzuruma… Dalıp gittik uzaklara…
Güzel yaz gecelerin evlere girilmez sıcağında, bir başka olur saçak altı dost sohbetler
Çocukluğumun büyülü yıllarında, bizzat yaşadığım eşsiz güzellikteki huzur gecelerine gittim bu gece.
Büyümemle birlikte büyünün bozulduğu, çocukluğumun huzur dolu yılları arasında saklı kalan bir güzellik tebessüm etti bu gece yüzüme…
Sıcak yaz gecelerinin en güzel anlarıydı, komşularımızla bir arada geçen bitmesini istemediğim sıcak yaz geceleri…
Dumanı üstünde tüten çayların yanında ikram edilen kurabiyelerin o eşsiz tadı…
Çocuklara yapılan paşa çaylarının mayhoş kokusu…
Büyüklerin şen kahkahaları arasında, bilinçsizce oynadığımız oyunların en tatlı yerinde muhakkak bastıran o tatlı uykular…
“Çocuklar uyudu” diyerek dönülmezdi evlere.
Teraslara dizilen sedirlerin üzerine yatırılırdık…
Yıldızların eşsiz güzelliği, annelerin şen kahkahaları arasında dalardık huzur uykusuna…
Annelerin şen kahkahalarının ninni gibi gelişimidir, hanımeli kokusunun rüzgâr eşliğiyle burnumuza getirdiği o eşsiz güzelliğimidir bilinmez, evimizde, rahat beşiğimizdeki uykumuzdan daha tatlı gelirdi sedir üstü uykular…
Gecenin geç saatlerinde eve dönüş seferleri…
Baba kucağında çabucak bitiveren yollar…
Uykuda kucağa alındığımı anlardım çok zaman ve daha bir yerleşirdim o alındığım kucağa…
Bilirdim ki babamın kucağındayım… Bilirdim ki güvendeyim…
Uykuda olsam da kokusundan tanırdım baba kucağını…
Babam tütün kokardı…
O tütün kokusu huzur verirdi bana…
Sadece babam tütün kokardı…
Şimdi benim ellerim tütün kokuyor…
Tanıdık bir koku
Ama huzur vermiyor…
Baba kucağının o eşsiz huzuru kalmadı içimde…
Üzerime titreyen ellerin olmadığı…
Ateşimi ölçen dudakların alnıma değmediği bir dönemdeyim artık.
Kendi çayımı kendim yapmak zorunda olduğum, misafirlerimi hanım eli kokan terasta ağırlamanın, çocukluğumdaki gibi neşe vermediğinin farkındayım artık…
İzliyorum… Düşünüyorum…
Benim yaşadığım o çocuk huzurunu yaşayan kaç çocuk kaldı geriye?
Özlüyorum…
Baba kucağının o eşsiz huzurunu özlüyorum…
Üzerime titreyen elleri…
Endişe içinde alnıma dokunan o dudakları özlüyorum…
Babamın kokusunu özlüyorum…
Babama …
Alıntı
Şanslı mıyız bilmiyorum. Ucundan da olsa şöyle bir yakaladık, her şeyin doğal, sade, basit, sıradan olduğu yaşamları. Çocuk olduğumuz için mi her şey güzel gelirdi? Yetişkinler için de bu geçerli miydi? Yoksa şartlar ağır, yaşam zor muydu? İki katlı ahşap bir evdi doğduğum yer, büyük büyük dedemin gözlerini dünyaya açtığı odanın aynısı. Şimdi hastanede doğan çocuklar, acaba bizden daha mı şanslı? O zamanlar yok muydu savaş, hastalık, açlık, yoksulluk ve ölüm? En korkuncu vardı belki. Ama biz, çocuktuk. Belki tek oyuncağımızdı cebimizdeki cevizler ama mutluyduk.
Henüz uzanamadığım kapı tokmağı; hafifçe içeri kavisli, bitişik parmaklarının ortasında yüzüğüyle zarif bir kadın eli. Zıplayıp altındaki demir noktaya vurmadan, geldiğim hissedilerek aralanan baklava desenli, ağır ahşap kanatlar. Ardında annemin sevecen yüzü ve insanın içini serinleten taş avlu. Tam ortasında, sekizgen bir havuz. Yaz kış hiç durmadan akan çeşmesi ve buz gibi suyun altında terden sırılsıklam olmuş saçlarım. Asma yapraklarının gölgelendirdiği, arıların çevresinde mekik dokuduğu siyah üzümlerin, salkım saçak sallandığı çardağın altında, gülümseyerek beni yanlarına çağıran babaannemle halam. Üzüm desenli kocaman bir bakır tepside, dilimlere ayrılmış kütür kütür karpuzlar; kıpkırmızı ve kabuklarının üzeri cam gibi parlayan siyah üzümler; buğulu. Birer saksıya dönüşmüş taş dibeklerden, yan yana dizili teneke kutulardan çevreye yayılan güzel kokular ve dünyanın en büyülü renkleri; fesleğen, akşamsefaları, horozibiği, ateş çiçeği. Komşu evlerini görünmez yapan yüksek taş duvarlar; üzerlerinde annemin reçel yaptığı kokulu sarmaşık gülleri ve hanımelileri. Hayat da denilen sofaları, avluya bakan karşılıklı iki katlı ahşap köşk; kardeşlerimle bahçeye bakan arka cephesinde dünyaya geldiğimiz, belki alelade ama benim için büyülü, babaannemin her tarafı hanımeli, reyhan, nane, Anadolu kokan evi. Doğduğum ev.
Yola bakan ön cephe babaanneme aitti. Bir zamanlar bizim yaşadığımız, bahçeye bakan taraf ise halamlara. İki oda arasında, duvarda küçük bir pencere boşluğu, üzerinde iki taraftan da rahatça takip edilen, konuşanları kırmızı ışığında görmeye çalıştığım lambalı radyo, hemen üstünde iki bölmeli ecza dolabı, cam kapaklarına annem tarafından yapıştırılmış Meryem Ana tasviri, kucağında bebek İsa. Geniş karyolanın hemen yanında, tavandaki iri demir halkalara tutturulmuş mavi çadır bezinden, kutu salıncak, yana düşmüş emzik ve ağladıkça çekilen bir halat. Bir o yana, bir bu yana; kundak günleri ve gözlerimde tek bir nokta oluncaya kadar takip ettiğim bebeğiyle Meryem Ana.
Korkuluklardan sarkan küpeliler, ateş kırmızısı sardunyalara takılı yorgun gözler, ahşap sedirlerin üzerinde, bağdaş kurmuş, bol yıldızlı lacivert geceden, serin sabahlara uzanan sofa muhabbetleri. Halamın bitişiğinde, amcamlara ait yan daire. Mutfak ortak. İsten kararmış davlumbazın her iki yanında küçük nişler; içinde sergiye çıkar gibi dizili, odun külleriyle gümüş gibi parlatılmış boy boy ayaklı taslar, ay yıldız saplı, kapakları işlemeli tabaklar, kuşanalar, çevreleri dantel gibi işlenmiş bakır sahanlar, pirinç ayaklı kahve fincanları ve altlarında kar gibi beyaz iş örtüler. Tel dolap, her zaman çifte kavrulmuş lokum, leblebi dolu. Bir ormanı andıran, tamamen meyve ağaçlarıyla kaplı arka bahçe. Bahçeye bakan odalar; her nasılsa, yazın hep serin kışın hep sıcak. Yukarı doğru güçlükle kaldırdığım sürgülü pencere ve önünde uzanan cennetten bir köşe. Erik büyüklüğünde dalbastı kirazlarına bir konup bir kalkan şen şakrak kuşların odaya dolan cıvıltısı. Halamın altın gibi parlayan pirinç topuzlu karyolasının başucunda; duvarda, yatak örtüsüyle aynı kumaştan kılıfı içerisinde asılı Kuran. Yatağın üzerinde, ahşap kirişe takılı demir halkada toplanmış bir cibinlik. Odaya her girdiğimde mutlaka ters çevirdiğim, konfetileri, kol kola gelinle damadın üstlerine dökülen konsolun üstündeki tek aksesuar, büyük cam küre.
Akşama doğru, bahçenin bir köşesinde tandır örtmesinden yayılan ekmek kokuları. İğne oyalı yazması kınalı saçlarından hafifçe kaymış babaannem. Torunlar için hazırlanan ilk yufka. İçinde iştahı kabartan tereyağlı hafifçe erimiş peynirli dürümler. Bakır tepside güneşlenen salçaya hemen yanı başında eşlik eden kayısı ve gül reçeli. Akşam için hazırlanan tavşanlı yufka ve bakır tencerenin büyüklüğüne, yaprak şeklindeki kulplarına, altındaki közlere, ocağın çevresinde kızıl daireler çizen babaannemin parmağındaki yakut yüzüğün parıltılarına dalıp giden gözlerim. Tandır örtmesinin ilerisinde ısıdam. Kuru odun, çalı çırpı istiflenmiş korunaklı kemer duvar ve içinde ok atan kirpiler yaşadığını söylerken gözleri korkudan kocaman olmuş kardeşim.
Bir zamanlar hayvan beslenen sonraları işlik olarak kullanılan odanın bir üst katı; taş döşemeli yola bakan babaannemin odası. Yukarı çıkarken bizimle konuşur gibi inleyen yaşlı ahşap merdiven. Kapının üzerine çivilenmiş, aşınmış bir at nalı, yanında sıra sıra iplere dizili üzerlik tohumları. Aralarında halamın bayramda giydiği elbisesinden kumaş kırpıntıları. Pencerenin geniş çıkması içinde üç küçük apartman çocuğu, cepleri sarı üzüm, leblebi dolu. Sarı üzümlerin tadına bakılırken, leblebiler, kıvrılmış gazetelerle yoldan geçen sokak satıcılarına hedefli. Duvardan duvara uzanan, üzerinde zıp zıp zıplanan pencere önündeki uzun divan. Üstlerinden dantel sarkan yastıklar; içi saman, yüzleri divanla aynı desen yumuşacık halı kaplı. Divan altlarında beyaz iş keten etekler. Köşelerinden altın renkli ponponlar sarkan, kanaviçe işlemeli köşe yastıkları. Duvarda asılı ipek halı; arkada, bir gölün kıyısında su içen geyikler, önde kahve falına bakan, yaramazlık yaptığımızda iri halka küpeleri sallanır gibi olan Arap bacı.
Odanın bir köşesinde pirinç mangal, çevresinde bakır cezveyle köpüren kahve fasılları. Pembe, mavi saten kaplı sayısız yorgan, dantel kılıflı yastıklar üst üste dizili, boydan boya uzanan dolap. Yüklüğe gizlenmiş, hiç görmediğim halde hayal edebildiğim dedem, ahşap kılıflı kılıç beline kuşanmış, koltuğunun altında küçük bir kutu, içinde, kurumuş mürekkep şişeleri, hokka, divit, cep saati ve çakmak, hepi topu ondan geriye kalan. Yazın çardağın altına, kışın odanın ortasına kurulu yer sofraları. Dizlerin üstüne çekilen örtü, ortada büyük bir sini, okulda ezberletilmiş yemek duasıyla yetinmeyen Babaannemin, “taşa dökülmeye, arta eksilmeye, bu sofra yoksulluk görmeye” temennileri. Ardından geleneksel kavurmalı analıkızlı ve kaburga dolması. Aynı sahandan hep birlikte kaşıklanan, kaşıklandıkça artan bereketli pilav. Sık sık kesilen elektriğe alternatif duvarda titreyen gaz lambası. Çıtır çıtır yanan sobanın sesi. Yerde bir ucu kıvrık seccade, üstünde fosforlu tespih. Tabaktaki pestil, dut ve üzümün yanına karışmadan, son bir kez daha oynanan ceviz yarışmaları. Gecenin son ödülü, şemsiyeli çikolata ve sıcak dondurma; şekerli leblebi tozu.
Anıların izini sürmek için yıllar sonra gittiğim köşkün yerinde artık on beş katlı bir apartman vardı; beton bir kütle; birinin diğerine benzediği, hiçbir özelliği olmayan, ruhsuz. Kardeşlerimle aynı kazanda kaynayan bezlerimizin, kundaklarımızın, çocuk seslerimizin, diş hediğimizin birbirine karıştığı anılarla dolu köşk kayıp… Anımsadıkça içimi ısıtan sıcaklığın izleri silinmiş. İçinde bir süre soluklandığım o çocuk parkı. Orada burada, tek tük meyve ağaçları. Tanıdım onları… Yıllar önce dallarına kuşların yuva yaptığı dalbastı kirazı, tüysüz şeftali, şekerpare ve dut ağaçları. Yüzlerce yıl önce dedelerimin diktikleri... Değişmeyen tek şey, her nasılsa orada kalabilmeyi başarmış asırlık ağaçlar ve aralarında kuş cıvıltıları. Hiç tanımadığım çocuklar, halamın çok sevdiği bey armudunun yanı başında kurulmuş salıncakta sallanıyor. Kuzenlerle misket oynadığımız taşlıkta, iki yabancı çocuk, kaydıraktan kayıyor. İnsanlar çardaklı, havuzlu avlunun üstündeki apartman dairelerinde, bir zamanlar orada yaşamış kişilerden, anılardan bihaber. Balkonlarında, kızarmaya yüz tutmuş, sarı yeşil biberler asılı, bazılarında çamaşır. Mutfaklardan kızarmış biber, patlıcan kokuları yayılıyor, salonlardan ise televizyon sesleri. Odaların kiminin perdesi açık, kiminin sımsıkı kapalı.
Anılar küskün, çağırsan da gelmiyor artık. Zaman tıpkı bir örümcek gibi geride kalanların üstünü ağlarla kapatıyor. Yaşam, günlük telâşesi içerisinde, hızla akıp anılara karışıyor.
Alıntı
O zaman yaşam parlak jelatinli bir şeker,bazen gökyüzündeki özgür bir uçurtma,bazende annelerimizi kucakladığımız anın sıcaklığından ibaretti yalnızca..
Bir eli tutmak,bir kucağın sıcaklığını duymak,uykuya dalarken şefkatli bir eli sıkmak ihtiyacı duyduğumuz..
Belki bir çikolata belki bir külah dondurma için dakikalarca dil döküp zafere ulaştığımızda gözlerimizin parladığı yıllardı..
İlk cümlelerimizi kurduğumuzda anlaşılamamanın kızgınlığıdır hırçınlığımız..Farkedilmek istenmemizdir..Bundandır duvarları bile bazen rengarenk boyadığımız..
Annenin mutfağa ,babanın gazeteye dalmasıdır çoğu zaman bizi huysuzlaştıran ve belkide en sevdiğimiz oyuncağı bile kırdıran...
Oysaki sıcak bir kucaktır en fazla umulan..
Çocukluğum ,çocukluğumuz..
Hayatı aşağıdan yukarıya seyrettiğimiz yıllar..
Büyükler konuşurken sözüne karışılmayan,bir topun peşinde koşmaktan yorulunmayan,sarı saçlı bebeğin uyutulmasından keyif aldığımız yıllar..
Bayramlar; elleri öpmeye yarıştığımız,elimize konan bir şeker,bir mendil ve harçlıktan ibaret sandığımız bayramlıklarımızı seyre daldığımız anlar...
Salıncakta sallanabilmenin,çevrilen bir ipte arkadaşından çok atlayabilmenin,bir uçurtmanın uçmasında egemenlik kurabilmenin zevkini yaşadığımız yıllar..
İlk okulum, ilk öğretmenim, ilk önlüğüm, beyaz yakam, beyaz kurdelem, ilk kitabım, ilk aşkım, bir simidi paylaştığım ilk sıra arkadaşım. İlk şiirimi okurken yarıda kaldığım, ağladığımmm. Alınan bir kalemle mutluluğu yakaladığım. Unutmaya kıyamadığım keyifli bir tebessümle hatırladığım yıllar...
Çocukluğum,çocukluğumuz....
Hayatı aşağıdan yukarıya seyrettiğimiz yıllar..
Keşke insanlar hep çocuk kalsalar..
Sevgiyle
Alıntı
Zeynep’ im, yüreğimin acısını alan tek dostum;
Gecenin bir yarısı aklıma düştün yine. Ne garip, aklıma geldikçe beni istemsizce gülümseten birtek sen kaldın artık. İçimdeki acı her geçen gün azaldı dostum. Artık canımı yakanların hepsini tek tek affediyorum. Affettikçe de içimden göçüp giden kuşlar geri dönüyorlar. Bana ne olduğunu hiç bilemediğim birşeyler oluyor bugünlerde. Korkuyorum...
İçimde yaşadığım deprem ne şiddetliymiş, hasar tesbiti yapıyorum bugünlerde.
Hayatımda birçok şeyin oturacağını sandığım otuzlu yaşlarımda herşey allak bullak oldu. Panikledim, tamam bir de çok korktum hem de çok. İnanamadım aylarca, o çok güvendiğim sevdamın başka tenlerde kolayı seçmiş olmasına; sevdamın sıradanlığına. Şiddetle reddettim, hiç olmamış gibi yaşamaya çalıştım. Günün aydınlığına sığındım, bir de denize. Günlerce sakin bir kumsala gittim. Diktim gözlerimi ufuk noktasına, gözlerimin mavisi denizin yeşiline dönene dek baktım, baktım; sanki deniz içimdeki enkazı alıp ta derinlerine gömecekti. Ama gece olunca başladı koyulaşmış yalnızlığım, yitikliğim... Geceler ne uzunmuş...
Zaman geçtikçe içimdeki acı yerini kokulara bırakmaya başladı. Sen hiç çocukluğunun kokusunu duydun mu? Annemden gizli ayaz Nizip gecelerinde balkona kova kova su dökerdik sabaha buz kessin de kayalım diye. Evdeki çamaşır leğenlerini çalıp bizim sokağın rampasında kayardık çığlık çığlığa, soğuktan elimiz yüzümüz morarıncaya dek. Uzun kış gecelerinde annemin yumuşak sesiyle okuduğu Ömer Seyfettin, Kemalettin Tuğcu hikayeleri. Bizim kuşağın çocukları yoktan var etmeyi öğrendiler. Tüketimi bilmedik biz. İlaç kutularından araba, damacanaların alüminyum kapaklarından tabak yapıp evcilik oynardık baharları papatya dolan boş arsada. O arsaya da bir apartman dikmişler biliyor musun, çocukluğumuzun, bez bebeklerimizin, kahkahalarımızın üstüne beton döküp... İlk kalbimin çarpışı, çocukluk aşkım... O papatyaların yere düşen yapraklarıyla seviyor, sevmiyor... Sahur vaktine kadar komşu kadınlarla börekler açan annemin kokusunu bırakıp da arkadaşlarımın yanına gidemezdim. Ruh çağırırdık. Ağabeyimin gizliden bağladığı ipi çekmesiyle dalgalanan tülü görünce çığlık çığlığa kaçışırdık. Ah ben ne çok özlemişim çocukluğumun kokusunu...
Lise yıllarım deyince ilk sen gelirsin aklıma oldum olası. Sınıfın çalışkan tayfasından olmamıza rağmen dersten atılmamıza neden olan muzipliklerimiz, okulu asıp senin evinde, o minicik odanda yüreğimizi paylaştığımız saatler. Ah annen, Nufide teyzeyle seyredilen Türk filmleri. En acıklı sahnede annenin müthiş yorumlarıyla kahkahalara boğulmamız. Aşk sandığımız kıvranışlarımız. Sonra üniversite yıllarım. Sigara dumanlarıyla örtülü kantinde yabancı gelen siyasi söylevleri anlamaya çalışmalarım. İlk platonik aşkım, çerkezimi görünce ellerimin titremesini saklamak için acemi çırpınışlarım. Sen tam da bu sıralarda, karlı bir günde terkedip gittin hiç sevemediğin Nizip'i ve beni... yüreğime en ayaz yalnızlıkları bırakarak. Ege de bir kasabaya gittin memur olup. O kasabada mı yaşadın uzakta kalan sevdanın özlemlerini?
Ah be can dostum, hayat nerelere getirdi bizleri, ama hiç koparmadı birbirimizden. Bir yuvam olmuştu, ne kolay yıkılırmış meğer kale sandığın korunaklar. Parasını kazanan ayakta dimdik kalabilen kadınlar olduk. Olduk olmasına da yüreğimizi dik tutamadık, sevda sandığımız hoyratlara teslim edip hep acıttık, korumayı bilemedik belki de. Kimbilir...
Ben çocukluğumun kokusunu özledim Zeynep. Yaşanan acılardan sıyrılmak için belki de, bir bisküviye ışıldayabilen gözlerimizi özledim, mutlu olabilmenin yalınlığını özledim.Çocukluğumun kokusuyla canımı yakan herkesi tek tek sabırla affetmeye başladım. Affettikçe diriliyorum, affettikçe hayattaki renkleri görüyorum. Affetmek haklı görmek değilmiş, affetmek sevmek demek değilmiş; affetmek içindeki zehirden kurtulup yola herşeye rağmen devam etme gücü demekmiş.
Birtek özlemimi geçiremiyorum. Ben evimi çok özledim be Zeynep, ama evim neresi artık bilmiyorum...
Hep hayatımda kal dostum. Birbirimizin hayatlarına şahit olmayı sürdürmek dileğiyle, tüm sevgimle...
Alıntı
Geçmişle ilgili fotoğraflar vardır, aklımda. Hiç olmadık zamanda ya da bir bir şarkıda onlar gözüm önüne gelir. Onlar benim iç dünyamın odalarında hep asılıdırlar. Her zaman olmasa da zaman zaman onların önünde geçmişe yolculuk yapar. Hem iç dünyamı okşarlar hem yaşadığım anlara eşlik ederler. Çocukluğumun geçtiği kasabanın ne kadar özel ve güzel olduğunu ve çoğu şeyin kaybolduğunu düşündükçe insanın içinin sızlamaması mümkün değil.
Güzel eski evleri, insanları, küçük sokakları… Hepsini anlatmak mümkün değil. Ve bir gün benim de eskiden di, diye başlayacağım cümleler bu kadar yakın mıydı? Zaman görevini yapıyor hiç durmadan yoluna devam ediyor. Ve arkanı dönüp baktığında çoğu hatıraların silikleşmiş, olduğunu görüyorsun.
O da benim ilk öğretmenim olması ve de benim gözümde hayran olduğum ilk genç kız olması nedeniyle çok önemliydi. Çocuklukta ilk hayranlık duyduğumuz büyüklerimiz vardır. Benim de ilk hayran olduğum ve imrendiğim kişiler öğretmenlerim oldu.
Şimdi Nisan ayının güzel günlerini yaşıyorum. Kapımızın önündeki ayva ağacının baktım ki çiçekleri solmuş. Hâlbuki ne güzeldi onlar. Pembenin en güzel tonları ile yaprakların o kendine has yeşili ile baharın en güzel habercisiydi. Ve ben o ayva ağacını her görüşümde eski bir türkü başlar içimde.”ayva çiçek açmış, yaz mı gelecek” Bilmeyenler varsa geriside “gönül bu sevdadan vaz mı, geçecek.” Ayva ağacını, her görüşümde ve bu türkü dilime düşünce işte yüzüme bir tebessüm geliverir.
Köyümüze ilk öğretmen olarak gelişinde yanında babaannesiyle birlikte gelir. Hatırladığım kadarı ile babaannesi beyaz yüzlü sert görünüşlü ve çok sigara içen bir insandı. Bir gece babaannesini uyku tutmaz bu türkünün başını hatırlar gerisini hatırlamaz. Bir türlü uyumaz. Sabah ezanıyla birlikte dikilir başına “Ülkü çabuk uyan, “ayva çiçek açmış” gerisi neydi. Kızcağız” ne oldu, babaanne” . “Çabuk bu gece uyuyamadım, sabah kadar bir paket sigara içtim.” Ülkü abla türkünün devamını söyler. Babaanne “ oh, be”. “Gidip şimdi uyuyayım” der. Uzun yıllar her bir araya gelişlerinden bunu anlatır gülerlerdi.
Daha sonraları o kasabaya geldi, bizde. Yaz günleri, Akşamüstleri bütün kasaba beklide ileri geleleri giyinip kuşanıp çay bahçelerine giderdi. Yazlık sinemalar ve herkesin yürüdüğü bir kaldırım vardı.Oraya yol boyu derlerdi, akşam vakti çoğunlukla oradaydı..Özenle giyinmiş herkes orada olurdu zaten yürüyüş yaparlardı.Tabii bu yola çıkıp yürümek özen isterdi.İşte benim ilk öğretmenim ve sonrasının, Ülkü ablası kendine ayrı bir özen gösterirdi.Küçük bir masa hatırlıyorum, küçük bir ayna.Aynanın hemen arkasında o zamanlar çok kıymetli olan kartpostal vardı.Bu bir Japon kızıydı.Hafif bir hareketle göz kırpardı.İlk inci kolyeyi de onda görmüştüm.Saçları kısa ve hafifçe alnına düşerdi.O zamanın modası kulakların önünden ay şeklinde hafifçe şekil verilirdi.Onunda saçları öyleydi.Deri kayışlı bir saati, papatyalı bir kumaştan dikmiş güzel bir takımı vardı.Her şeyi çok yakışırdı.
O gece aynanın karşısında hiç de mutlu değildi .Bütün kolyeleri deniyor.”olmuyor, olmuyor işte” diye bağırıyordu.Bende aynanın hemen arkasından hayran hayran bir ona bir Japon kızına göz atıp duruyordum.Çenesinde bir beni vardı, dudakları dolgunca iri ela gözleri güzel bir kızdı.Zorluklarla okumuştu.Öğretmendi herkes yolda yürürken onu gösterirdi.Okuluna gitmek için kasabanın ortasından geçerdi ve onu görenler birbirine seslenirdi “ülkü öğretmen geçiyor.”
Yıllar geçti o hiç evlenmedi. Mahallesinden avukat çıkan bir komşu oğlunda gönlünün olduğu söylenirdi. O da uzun zaman evlenmedi sonrasını bilmem. Engelleri neydi az çok tahmin ediyorum. Çok uzun hikâye. “Kim demiş ki kader senin elinde.”
Şimdilerde, Ülkü abla çok hasta en son üç sene evvelsi gördüm. Aynı hanımefendiliğiyle tatlı tatlı iki laf ettik. Geçirdiği hastalığa rağmen hala güzeldi. Ben her bahar ayvalar çiçek açtığında onu hatırlayacağım. Ve aynanın karşısında güzel bir kız.
Kasabaya geldikten sonra, erkek bir öğretmenim oldu. İkinci sınıftayım onunsa gözümün önünden gitmeyen fotoğrafı, bize keman çalardı.Ve kemanı çenesinin altına özenle yerleştirirdi.Tekrar tekrar aynı hareketi yapardı.Rugan ayakkabılarını hatırlıyorum, her zaman parlak kahverengi takımları ve hep masasının üzerine getirip kemanın çantasını açıp çene altına yerleştirmesi.Oda, kasabanın belli ailelerinden birinin oğluydu ve eşini hatırlıyorum.Kısa küt saçlı yuvarlak yüzlü.Öğretmenim beni çok sevdiği için fotoğrafımı istemişti .O zamanlar daha da kıymetli olmasına rağmen en güzel fotoğrafımı seçip evine götürmüştüm.Kapıyı eşi açmıştı tam yüzünü hatırlamasam da pembe bir sabahlıkla kapıyı açmıştı.Bir daha onu hep karşıdan görmüştüm.
Bizim mahallenin biraz yukarısında kayınpederine gelirlerdi. Hafif taşlı sokaktan el ele tutuşmuş inerken görürdüm onları. Hafif gülümseyerek ve muhabbet ederek inerlerdi. Hafif yokuşlu yolu.
Parmakla gösterilirlerdi. O bahsettiğim yol boyuna çıkınca. O zaman birkaç genç çift vardı. Ve dillere destan bir evlilikleri vardı. Benim çocuk dünyama da aklımda kalan buydu. Üçüncü sınıfta ben kasabadan ayrıldım. Yıllar çabuk geçti. Benim öğretmenimi arayıp sorma imkânım olmadı. Ama bir gün muhakkak göreceğim onu derdim. Müziği çok sevmemin sebebini bile ondan dinlediğim kemana bağlardım.
Birkaç sene önce büyük annemi kısa ziyaretlerimin birinde. Büyük annem (onların deyim ile) kasabadan havadisleri verdi. Bir de ballandırarak anlatır ki. Yazık olmuş bir yetenektir bu konuda. İçime sıkıntı verdi bu sefer havadisi. O anlatır çoğu zaman bende pek kulak vermem. Ama bu seferki havadis canımı sıkmıştı.” Odabaşılardan, Nedim Öğretmen intihar etmiş” dedi Çok şaşırmıştım. Bu benim öğretmenimdi. Nasıl olur, diye düşündüm.
Hemen gözümün önüne geldi. Keman çalışı. Masa başında gencecik bir öğretmen. “Nasıl, yani” diyebildim. Büyükannem devam etti haberlerine.”Karısı ile ayrılıyorlarmıştı, eşya yüzünden kavga etmişler.Oda sinirlenip bıçağı almış….” Dona kaldım. Yani bu anlatılan benim hayran olduklarım hep onları el ele hatırladıklarım mıydı. Hani onlar birbirini çok severdi, dillere destandı, onlar pırıl pırıl insanlardı. Hayat nereye getirmişti onları. Onu bu ölüme sürükleyen eşyamıydı? Yoksa asıl kaybettiğine mi tahammül edememişti. İşte hayatta her şey yalanmış dedirten bir şey. Hiç bu, yakışmamıştı benim güzel hatıralarıma. Ve silik zor hatırlanan hatıralar biraz daha kararıyordu.
Kasabamızdaki çoğu şey değişmiş tabii. Benim içimde yıkılan evleri hep yaşıyor. O özel insanları tanımanın bana hayatta neler kattığını ve çok şanslı olduğumu biliyorum. Mahallemiz vardı. Ve mahallemizde yaşayan yaşlısının ve gencinin üzerimizde hep etkisi vardı. Zenginliğimizdi, o insanlar. Paylaşmayı ve hatır sormayı buralarda öğrendik. İyi ki benimde eskidendi, diye başlayan hatıralarım var.
Ben yine, Nedim öğretmenimi hatırlayacağım. Küçücük bir siyah fotoğrafta hatıra kalan bayram hatırasında onu hatırlamamak mümkün mü..23 Nisan da bana beyaz bir gelinlik giydirmişti. Üzerine siyah pelerin. Ve beyaz güvercinleri vermişti, elime. Güvercinler örtünün altında ben bayram kutlamalarının yapıldığı meydana yürüyorum. O da İstiklal Marşını okuyordu. “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım” dediğinde ben siyah pelerini atıp güvercinleri de salmıştım, havaya. Belki özgürlüğün ne olduğunu o gün ilk orada hissetmiştim.
Alıntı
Haydarpaşa Garının önünde, iskeleye yakın bir bankta, elinde yarım simit, yanında çantası, siyah paltolu bir kadın oturuyor. Gözlerini denizden ayırmadan İstanbul’u dinliyor. Değil gözlerini kapatmak, kırpmak bile istemiyor. Herşeyi nakşetmeli belleğine , daha epey bir süre bu resimlerle oyalanacak.
“Sanki karnımın üstünden geçiyor vapurlar...Ne çok martı var, ne kadar zarifler, şu minik iskele ne kadar güzel,” diye düşünüyor.
- Bak abla ne güzel kokuyor bunlar, al bir tane!
Diyerek, kendisine bir demet nergis uzatan güler yüzlü, altın dişli çingene kadınına para vermek için çantasını karıştırıyor. Aldığı nergislerin kokusunu derin derin içine çekiyor. Bir an kendisine gözlerini dikmiş bakan güvercinle gözgöze geliyor. Elindeki simitten bir parça koparıp atar atmaz güvercinler çoğalıveriyor. Kalan simidi de onlara atıyor.
Şimdi, elinde bir demet nergisle arkasına yaslanan kadın, karşı sahillerin camilerle bezeli siluetine bakarken, ilk defa bu şehre gelişi canlanıyor gözünde...
Önünden vapurlar geçer, martılar uçuşurken, belleğinin onlarca yıl gerilere gidebilmesine şaşırıyor... “Hangi onlarca yıl,” diyor kendi kendine. “Tam kırkbeş yıl geçti aradan!” “Olamaz!” diyerek bir daha hesaplıyor. Öyle ya sekiz yaşındaydı o zaman. Şimdi elli üç olduğuna göre...
“Ne kadar çok severdi İstanbul’u annem, hiç dilinden düşürmezdi.’’
O yaz tatilinde İstanbul’a gitmeye karar verdiklerinde çok sevinmişti. Tatili iple çekmiş, önünü gelen herkese sevinçle yazın İstanbul’a gideceklerini anlatmıştı. Ankara garında beklerken içi içine sığmamıştı. “Kuşetliyle gidecegiz,” diyordu annesi. Bu kelime çok hoşuna gitmişti. Kafasında tekrarlayıp duruyordu. “kuşetli...kuş etli...etli kuş... kuşetli...kuş etli...etli kuş...” Küçücük yüreğinde İstanbul heyecanı, akşam üzeri bindikleri trende, güle oynaya başlamıştı yolculuk.
Bir süre sonra kompartımandaki yatakları hazırlamıştı babası, yatmışlardı ama uyumak ne mümkün! Yüreğindeki İstanbul heyecanına bir de trenin olağanüstü gürültüsü eklenmişti. Beyni, yüreği, karnı, yani kulaklarıyla birlikte bütün organları bu gürültüyü dinliyordu sanki, çuf çufçuf çufçufçuf . Yarı uyur yarı uyanık, daha garip gümbürtülerle gözlerini açıyor, bu sarsıntılara trenin, uzun uzun, kulak tırmalayan düdük sesi karışıyordu.
Ne bitmek tükenmek bilmez bir yolculuktu bu. Gün ağarmıştı. Pencereye kafasını dayayıp uzun süre dışarıyı seyretmişti. Vın vın gözünün önünden akıp giden manzarayla oyalanmıştı.
Pendik’te inmişlerdi trenden. Öyle yorgundu ki, güzelim denize bakmıyordu bile.
Bahçeli küçük evler, yeşillik, ağaçlar, sakin sessiz bir köy... Bu muydu annesinin dilinden düşüremediği İstanbul!
O yaz bir ay kalmışlardı Pendik’de. Çok da gezmişlerdi. Görkemli saraylar, müzeler, kiliseler, Ankara’da hiç rastlamadığı çeşit çeşit evler... İşte arkasında duran bu gara da gelmişlerdi. Hava sıcaktı, trenle, otobüslerle yapılan gezmeler yorucuydu...
O tatilden geriye kalan en güzel anısı, tatilin son günü de olsa yüzme öğrenişiydi. Dönerlerken ağlamıştı “Biraz daha kalamaz mıyız?” diye.
Bu ilk tatilden sonra hemen hemen her tatil gidildi İstanbul’a.
Acı tatlı anıların biri gelip biri gidiyor, uçup konan martılar gibi. Bazen hayran olmuş, bazen da nefret etmişti bu şehirden. “Nefret” deyince, kendisine elle sarkıntılık eden adam geliyor aklına. Sahi kaç yaşındaydı o zaman, 16 , 17 olmalı. Babası hemen yakasına yapışmıştı adamın. “Yapma abi, ben sizi turist zannettim kusura bakma,” diye yalvaran, özrü kabahatinden büyük adamı zor almışlardı elinden.
“Ne kadar üzülmüş ne kadar utanmıştım...Sanki suçlu benmişim gibi!” diye düşündü.
Babası da “Sanki suçlu benmişim gibi’’ demişti, arabaları soyulduğu sene. Sultanahmet Meydanında işkembeciye girmişlerdi. Bir çorba içimi sürmüştü parktaki arabalarının soyulması. “Aç bir adam düşün! Fırından ekmek çalıyor, sen de arabanın içinde görünür bırakmışsın eşyalarını, tabii soyulur araban”, diyerek, azarlamıştı polis babasını.
Bir ay sonra hırsızın bulunduğu haberi gelmişti. “Tabii hiçbir şey geri gelmedi” diye düşündü siyah paltolu kadın, dudaklarında acı bir gülümsemeyle. Bir kez daha hayıflandı firuze taşlı yüzüğüne, sanki dün kaybetmiş gibi
İstanbula’a her gidişlerinde, Ankara’ya taşınan anılar değişiyordu da annesinin İstanbul tutkusu hiç değişmiyordu. Oysa bu arada, ikisi de öğretmen olan anne ve babası kendilerini İstanbul’a tayin ettirmeyi başarmışlardı. Ama Daha sonra korkup vazgeçmişlerdi. “Çok keşmekeş bu şehir,” demişti babası. “Çok kalabalık , sudan çıkmış balık gibi hissediyor insan kendisini! Bu şehirde nasıl çocuk büyütülür?” demişti annesi, onca sevdiği İstanbul’dan vazgeçerken.
“Vazgeçmek mi?” diye düşünüyor siyah paltolu kadın. “Annem İstanbul’dan hiç vazgeçmedi ki! Emekli olduğunda, günlerce arayıp bir daire alışı, vazgeçemediği içindi. Günün birinde mutlaka bu şehre yerleşmeyi, burada yaşamayı hayal etti,” diye düşünürken, yanaklarından süzülen yaşları eliyle siliyor. Annesinin kendisine, sadece içinde oturmak kısmet olmayan o daireyi değil, aynı zamanda İstanbul tutkusunu da miras bıraktığını hayretle fark ediyor.
Önünden ardarda geçip giden vapurlar gibi, birgün İstanbul’a yerleşme hayaliyle geçip giden yılları düşünerek hüzünleniyor.
Yıllardır eşinin emekliliğini bekliyorlar, İstanbul’a yerleşmek için. Tatillerde uğrayıp birkaç gün kaldıkları bu şehir, her seferinde şaşkına uğratıyor onları. İkirciklik içinde dönüyorlar otuz yıldır yaşadıkları Almanya’ya. Sonra Günlerce İstanbul konuşuluyor. “Yaşanırdı, yaşanmazdı..” tartışmaları yapılıyor, bir süre sonra da konu rafa kalkıyor.
Siyah paltolu kadın, “Aslında hiç bir zaman rafa kalkmıyor bu konu benim için,” diyor: Televizyondaki dizilerin hemen hemen hepsine en güzel çehresiyle kulis olan, buna karşılık her gün izledikleri haberlerde acı ve korkunç yönleri ekrana gelen İstanbul’u görünce her Allahın günü, “Ah gitsek yerleşsek artık”la, “Bu ne biçim şehir!” arasında dolaşıp durduğunu düşünerek.
Emekliliklerinde yerleşip yerleşmemeye karar vermek üzere, bir kez daha “alıcı gözle bakmak için” geldikleri bu şehirde, Haydarpaşa Garı önündeki bu bankta, denizin müziğine kapılmış, mutlu hissediyor kendini. Ve umut dolu bir sesle “Evet, mutlaka yerleşeceğiz bir gün buraya.” diyor.
“Bekle bizi İstanbul!”
Alıntı
Yıl 1963, bir ocak ayı ... Kar her tarafı beyaz bir örtü misali kaplamıştı sanki. Hastaneye gitmek artık daha da zordu. Zaten köy yeri olduğu için,hastane imkansızdı .Gülsüm evde doğum yaptı. Ama çok fazla kan kaybediyordu.Derhal tıbbi müdahele gerekiyordu.Mehmet,anneyi de alarak yola çıktı .Ama artık çok geçti.Gülsüm ölmüştü ...
Defin işlemi tamamlandıktan sonra, Mehmet bebeği alarak eve geldi. Diğer üç kardeşinden daha şansız doğdu. Çünkü gözleri görmüyordu.Mehmet dört çocukla kalakaldı.Gülsüm'ün mevlitinde herkes evlenmesi için baskı yaptı.O da başka çaresinin olmadığını biliyordu.Evlenmek zorundaydı.
Köyde Ayşe adında biriyle evlendi.
Ayşe çocuklarına kendi çocuğu gibi baktı . Ama Yaşar gözleri görmediği için,Ayşeyi annesi sanıyordu.Kimse Yaşar'a annesinin öldüğünü söylemedi.Çünkü zaten gözleri görmüyordu,annesinin öldüğünü söylemek onu daha mahvedecekti.
Birgün abisi Halil'in gece çığlık sesleriyle uyandı. Halil ''anne seni çok özledim'' diye bağırıyordu.Yaşar bunu üzerine birşeylerin yolunda gitmediğini anladı.Abisine sordu ve olanı biteni hepsini anladı.Artık herşeyi biliyordu.Haberi ilk duyduğunda olduğu yerde durdu ve sadece gözünden iki damla yaş geldi.Ağlamasının hiç bir faydası yoktu.Nasıl olsa hayatta olsa dahi göremeyecekti.
Yaşar çok kötü hastalandı. Kan kusuyor. Hiç bir şey yemiyor,konuşmuyordu.Babası hastaneye götürmeye karar verdi.Bu sefer ne olursa olsun,hastaneye yetiştirecekti.Köyün muhtarından araba istedi,ama suratına hiç beklemediği halde kapı kapandı.O da mecburen kavga ettiği komşusundan araba istedi. Komşusu:
- Eski dost düşman olmaz. Al arabayı git çocuğunu kurtar.
- Sağ ol ! Allah razı olsun senden.
diyerek hastaneye doğru yol almaya başladı. Arabanın benzini bitti.Yol kenarında durdurduğu bir kamyonla hastaneye vardı.Hemen Yaşar'ı yoğun bakıma aldılar . Mehmet çaresiz bekliyordu . Doktorlar koşuşturuyordu . Hemen ameliyathanenin hazırlamasını söylüyorlardı . Ameliyattan çıkan doktor :
- Ameliyat tam anlamı ile iyi geçti diyemiyorum. Çocuğunuzda , siroz hastalığı var . Ayrıca erken teşhis olmadığı için hastayı , her an kaybedebiliriz.İsterseniz çocuğunuzu son kez görün.
- Sağ olun doktor bey.
Mehmet, yoğun bakım odasına girdi. Çocuğun elini tuttu . Ona son kez sarıldı . Yaşar'ın son sözleri :
- Baba ne deniz görmek isterim, ne ağaç, ne de gökyüzü sadece son kez annemi görmek istiyorum ... Dedi … Ve hayata hiç açmadığı gözlerini kapadı ...
Hayatta elinizde olanın değerini bilin . Kaybettikten sonra ,değeri anlaşılan her şey insanın canını daha yakar.
Alıntı
Yabani otların arasında gizli saklı kalmış, üzerine düşmüş güneş ışıklarını içine hapsetmiş ebruli morun birbirinden güzel tonlarıyla bezeli kır menekşeleri. Koyu yeşil yapraklarının arasında büyük bir alçakgönüllülükle hafifçe eğik başları, yukarıya uzanmış narin gövdeleriyle çok güzeller. Ne kadar gizlenirse gizlensinler, burcu burcu yayılan mis kokuları onları ele veriyor. Sizler annemin mutluluk çiçekleri...
Her an hoyrat bir ayağın altında ezilebilecek kadar korumasız, her tarafı kaplayan arsız otların arasında fark edilmek gibi bir kaygıları olmadan etrafa neşeli bir güzellik saçarak yaşıyorlar. Yaşama sevinciyle dolu, sevecen gözler gerekiyor onları görebilmek için… Dünyanın hiç bir parfümünün boy ölçüşemeyeceği güzellikteki kokusundan, görüntüsünden mutlu olabilmek için aşmış olmak gerekiyor bir çok şeyi. İlahi bir sevgi gerekiyor yüreklerde. Ve ne yazık ki, bu mutluluğu tüm benliğiyle, yüreğiyle hissetmek her insana bahşedilmiyor… Ne hercai, ne de Afrika, onlar hiçbir çiçekçi de satılmayan, yabani kır menekşeleri...
Bir hıdrellez günü, yıllar sonra gittiğimiz dedemin kasabasında, küçük fakat suyu bol ve hızlı akan bir derenin kenarındaydılar. Söğüt ve kavak ağaçlarının altında, annemin onları fark ettiği zaman yüzüne yayılan aydınlık dolu kocaman gülüşüne neden olan güzelliklerdi onlar. O gün yabani kır menekşelerin onda uyandırdığı sevinç ve mutluluğun benim de yüreğime yerleştiği gün olmuştu. Fark edilmeyecek kadar küçük şeylerden mutlu olmayı annemden o gün öğrenmiştim. Küçük bir demet ne güzel olurdu. Eğildim koparmak için. Annem, “dur” dedi, “Sakın ha”...
Mucizelere inanmazdım, ta ki yıllar sonra nereden ortaya çıktıklarına aklımın bir türlü ermediği kır menekşelerini annemin mezarında görene dek... Onları orada öyle kendiliğinden bitmiş görünce tıpkı yıllar öncesinin hıdrellez günündeki gibi kalbimi ısıtan sıcacık gülüşünü yeniden içimde hissettim. Taşıyamadığım ağırlıktaki hüznümün yerini gökyüzünde özgürce uçan bir kuşun kanadından dökülen, havada dans ederek yere iniyormuş gibi görünüp de aslında yere hiç düşmeyen bir minik tüy tanesi aldı.
Annemin gittiği o yerlerde mutlu olduğunun, yalnız olmadığının bir işareti olarak gördüm onları ve bunun için tüm kalbimle Tanrıya şükrettim
Alıntı
Kentin ikinci derecedeki kalabalık caddesinde pusulasız ve rotasız öylesine yürürken, birbirine karışan ve birbiriyle yarışan binlerce sesin yoğrulduğu uğultunun arasında, öteki sesleri egale eden tanıdık ve ilginç bir ses, bir tespih şakırtısı çarptı ansızın şair dalgınlığıma…
Birden kafamı kaldırıp sesin geldiği yere ve kişiye baktığımda, şapkalı, şalvarlı yumurta topuklu pala bıyıklı irikıyım bir adamla karşılaşmayı beklerken, omzunda, okul çantası, gene aynı omzunda gitarı, sağ elinde iri taşlı ve albenili bir tespih bulunan ve tespihi şakır şakır sallayan bir genç kızla karşılaştım. İçimden “kadınların el atmadığı bir kabadayılık kalmıştı, onu da erkeklerin elinden alıyolar” diye söylenerek ve gülümseyerek cakayla yürüyen, kabadayı kızın ardından hayretle bakakaldım…
Bu manzarayı aşıp gene tuhaf duygularla yürürken, birden çocukluğumdan kalan o caddeler sokaklar ve insanlar canlanıverdi gözümde…
70’li yıllar, bir gün okumak için, köyden şehre inmiştim. Babamın ellerine sıkı sıkıya sarılarak ürkek ürkek gözlerle ve adımlarla gene aynı kentin aynı caddesinde yürüyordum…
Cadde ve sokaklarda, o zamanlar sayıları oldukça az kenarları kare kare süslü, tek tük taksiler, kırık dökük dolmuşlar, kamyonlar…
O zamanın evleri de çoğunluğu kerpiç ve ahşap, kapıları tokmaklı cumbalı evlerdi sadece nüfusun yoğun olduğu yerlerde apartmanlar, çok katlı iş hanları mevcuttu. Bırakın köyleri, şehirlerin bugünkü tabiriyle varoş yerlerinde bile elektrik enerjisi yoktu. İnsanlar günlük ihtiyaçlarını mütevazı bakkal dükkanlarında karşılıyorlardı. Bırakın bugünkü pek çok devasa marketleri, marketlerin adı bile yoktu… Manavlarda ise, şimdiki gibi, kivi, ayva, brokoli, Hindistan cevizi şöyle dursun, bazı manavlarda portakal ve mandalina bile bulunmazdı. Şeker, sigara, tüp gaz ve gaz yağı kuyrukları halkı adeta canından bezdirmişti…
O yıllarda cadde ve sokakları dolduran insanlara gelince, kendi halinde, mütevekkil, mütevazi, nazik ve azami derecede birbirine saygılı, yoksul, yoksun ama mutlu insanlardı…
Yüzlerde tebessüm, yüreklerde dobra dobra sevgi, kazançlarda bereket, eşlerde sadakat vardı.
Eski püskü de olsa tertemiz giysiler ve boyalı pırıl pırıl kunduralar giyilirdi…
Kadınlar öbek öbek büyük gruplar halinde bir yere toplanır, saatlerce neşeyle şen kahkahalarla söyleşirlerdi. İş sahası çok olduğu için erkeklerin çoğu özellikle kamuda çalışırdı…
Genç kızlar, maksi denilen tırnağa kadar uzun etekler giyerlerdi… İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlerde mini etekler yaygındı. Doğudaki muhafazakar illerde ise, maksi, midi etekleri ve fistanlar giyilirdi. Şimdi olduğu gibi kot pantolon saltanatı yoktu. Kızlar, televizyon, cep telefonu, internet vs. görsel teknolojik iletişim araçları olmadığı için, resimli cep fotoromanlar okurlardı habire… Hem öyle olur olmaz her yerde okuyamazlardı. Bu aşk hikayeli mini kitapları, ağabeylerinden ve babalarından gizli okurlardı… Genç kızların romanlardan başka, en popüler hobilerinden biri de radyo dinlemekti. Bugün olduğu gibi kentlerde ve kasabalarda öyle onlarca özel radyo istasyonu yoktu. Hatta özel radyonun adı sanı yoktu… O kızlar, sokaklarda yüksek sesle konuşmaz, fıkır fıkır gülmez, babasının yanında ayak ayaküstüne atmaz ve gene sokaklarda sigara içmezlerdi. Türkiye’nin sesi ve polis radyosu adlı radyoları dinlerlerdi. En sevilen sanatçılar Barış Manço, Nilüfer, Ajda Pekkan, Erkin Koray gibi bugün de popülerliğini koruyan sanatçılardı…
O zamanlar, pek çok müzik parçaları kaydeden kasetler ve cd ler yoktu. Sadece tek bir sarkı kaydı alabilen plaklar vardı… Eğlenip dans etmek isteyenler, taş plaklarda yankılanan birkaç dakikalık bir müzik sesiyle yetinmek durumundaydılar. Biten plakları ikide bir değiştirmek zorunda kalmak, gençleri adeta hayatından bezdirirdi. Derken bazı evler televizyonlarla tanıştılar. Günde birkaç saatlik siyah-beyaz yayın cana minnet bilinirdi. Salı günleri haberlerin ardından Türk filmleri yayınlanır, insanlar, hısım akrabaya konuk-komşuya doluşup çıt çıkarmadan huşuyla haftada sadece bir kez izlenme şansı bulunan filmleri seyrederlerdi. O zamanın deli kanlıları da, hakeza çok saygılı ve edeplilerdi. Kızların bırakın çantalarını kapıp kaçmak ve onların yanında sövüşmek, onlarla konuşup birşeyler sormak için bile dakikalarca hazırlık yapar, onlara nasıl hitap ederlerse daha uygun olur diye düşünür, ezilir büzülür, öyle konuşurlar yahut konuşmaya çalışırlardı… Sevgiler gerçek, ilişkiler çok doğal ve seviyeliydi… O günlerde gençler, oldukça geniş paçalı, İspanyol paça pantolonlar ve geniş yakalı gömlekler, ceketler, pardösüler ve paltolar giyerlerdi…
Yakalar rüzgarlarda, flamalar gibi hışır hışır dalgalanırdı… Uzun saç ve uzun favül bırakan gençlerin futbol, satranç, dama, kitap gibi eğlenceleri vardı. Nazik ve kibar gençlerdi; En hippi kılıklı olanlarında bile, terbiye, saygı, edep ve seviye vardı… Şimdi olduğu gibi en eften püften sebeplerden patlak veren taşlı sopalı ve silahlı kavgalar yoktu… O yıllarda, kavgalar, kargaşalar, kapkaçlar, kalleşlikler, bencillikler olmadığı gibi cadde ve sokaklarımızı istila eden İngilizce ve muhtelif ecnebi dillerinde çevremizi kirleten, tabelalar da yoktu…
Hele, o zamanlar, üçbeş kuruş uğruna yahut cehaleti sebebiyle, din değiştiren, Müslümanken Hıristiyan olan mürted ve nasipsizler hiç yoktu…
Sözlerimi o günlerin en popüler sanatçılarından biri olan, Erkin Koray’ın nefis bir şarkısının sözleriyle bağlayayım:
Cambaz olduk bak hepimiz,
İp üstünde kaderimiz,
Gülüyoruz hep çaresiz
Gün ola harman ola…
Yahut o güzel yılları ve günleri yadetmek babında; bir diğer şarkısının sözleriyle:
Öyle bir geçer zaman ki…
Dediğim aynıyla vaki…
Alıntı
Bir Pazar sabahı oğlumun elinden tuttum evimizin önündeki caddeden yürüyerek bakkala doğru giderken üç tekerlekli arabasıyla çöpten malzeme toplayan birini gördük. Oğlum bana “ baba bu amca ne yapıyor ? çöplerimi temizliyor ? neden temizliyor? Çöp arabaları zaten çöpü alıyor,” sorularını peş peşe sıraladı.
Benim bu durumu oğlumun anlayacağı bir dille anlatmam gerekiyordu. Biraz düşündükten sonra bir başlangıç yaptım.
-Bak oğlum bu amca senin gibi çocukken babasının parası olmadığı için okuyamamış, okumadan büyümüş, okuyamadığı içinde bir işe girememiş, bu arada da evlenmiş ve çocukları olmuş. Çocuklarının karnını doyurmak, onlara giyecek almak için mecburen çalışması gerektiği için ve başka iş bulamadığı için çöpleri tek tek dolaşarak insanların işlerine yaramadığından dolayı çöpe attıkları malzemeleri toplayarak götürüp satıp para kazanıyor. Sonrada evine para götürüp çocuklarına ekmek alıyor oğlum dedim. Ama sorular bitermi,
Ama baba sen para kazanmayı biliyorsun, bende biliyorum o amcaya öğretelim ve çöpleri satmak zorunda kalmasın, kazandığı paralarla da çocuklarına ekmek alsın, belki lunaparka da götürür dedi, bende oğlum sen nerden biliyorsun para kazanmayı dedim. Aldığım cevap çok ilginçti ! Baba sen bankamatik makinesine kartı sokup oradan para kazanıyorsun ya, o amcaya da bunu öğretelim çöpleri toplayıp satarak para kazanmak zorunda kalmasın, babacığım nolur öğretelim o amcaya dedi. Ben çok duygulandım. Oğlum ben maaşımı bankamatikten çekerken görüp onu para kazanma olarak algılamış, bende oğlum ben dışarıda çalışıyorum. Devlet benim maaşımı oraya yatırıyor bende bankamatikten kartımla paramı alıyorum dedim. Oğlum bu anlattıklarıma bir anlam veremediğini gösterircesine sustu ve arkasına baka baka caddeyi karşıya geçtik.
Oğlum her Pazar balkona çıkar ve o çöpten para kazanan insanı görünce, baba bak o amca yine geldi, para kazanıyor, diye bana seslenir ve beraber bakarız.
Kaç insan benim oğlum kadar bu tür insanların ekmek parasını kazanma yollarını görüp düşünebiliyor dostlar. Hemen hemen hiç birimiz. Ben bile o insanı görünce sıradan bir olaymış gibi geçer giderdim. O çocuk aklı bana o gün çok şey anlattı, Allah kimseyi kimseye muhtaç etmesin.
Alıntı
Bir yerden elli beş kilometre ötede mutlaka başka bir yer vardır. Çoğu kişi için bulunduğu yerden elli beş kilometre ötedeki yer önemsizdir. Fakat benim büyükbabam için öyle bir elli beş kilometrelik mesafe vardı ki…
Büyükbabam aksiliğiyle, inatçılığıyla, dediğim dedik çaldığım düdük tavırlarıyla nam salmıştı benim minik aklımda. Ben pek fazla görmemiştim böyle davranışlarını. Fakat kendi anlattıkları ve babamın anlattıkları onun önceden tam bir ömür törpüsü olduğunu gösteriyordu. Eşeğini döve döve öldüren bir adamdı benim büyükbabam.
Büyükbabam ölümünden iki yıl öncesine kadar köyde yaşadı. Babaannemin ölümü onu çok üzmüştü. Fakat onca üzüntüye rağmen sadece dalları kesilen bir ağacın ayakta kalması gibi ayakta kaldı benim ihtiyar büyükbabam. Zaten zamane insanı gibi çökecek kadar sağlıksız ve dayanıksız değildi. Gençliğinde kaşık kaşık tereyağı yiyip o bağ bu tarla çalışan bir adamdı büyükbabam. Sağlığın verdiği güçle babaannemsiz, fakat onun hayaliyle uzun zaman tek başına yaşadı.
Allah büyükbabamı çok seviyormuş. Yerinden yurdundan hiç ayrılmayan, doksanına merdiven dayayan büyükbabam ömrünün son iki yılını da kimseye muhtaç olmadan, ortada kalmadan, dört oğlunda birer ay arayla kalarak geçirmeye başladı. Fakat büyükbabamın bir gün bizlerle kalmak zorunda olacağı aklımın ucundan bile geçmezdi.
Büyükbabam dört ayda bir bize geldiğinde bana göre ev bir bayram havasına bürünürdü. Ona hizmet etmek, onun anlattıklarını dinlemek çok hoşuma giderdi. Sabahları okula gitmeden önce elini öper, okuldan gelince de ilk onun yanına giderdim.
Onun anlattıklarını dinlerken hayretler içinde kalıyordum. Önce Yozgat’a kadar yürüyerek gittiğini anlatırdı. Hem de düz yolda ve yokuş aşağı giderken koştuğunu söylerdi. Daha sonra bir akrabasının askerdeyken dövülerek öldürüldüğünden bahsederdi. Ve bunlar gibi birçok olaydan bahsederdi. Onun anlattıklarına inanmak çok güçtü.
Bir gün tuvalete gitmek istediğini söyledi. Ben de onu tuvalete götürdüm. Büyükbabam yaşlılıktan dolayı tuvaletten geç çıkardı. Fakat bu sefer iyiden iyiye gecikmişti. Beklerken bir ses duydum. Galiba gözlüğünü düşürmüştü. Beni çağırdı. Fakat kapının tam arkasında duruyordu. Bu yüzden içeri giremiyordum. “Biraz geri çekil de içeri gireyim.” dedim. Fakat zaman zaman aksiliği tutan büyükbabam çekilmiyor, girmemin imkansız olduğu aralıktan girmemi istiyordu. Ben bir daha geriye çekilmesini söyleyince bana kızdı. Kapıyı kapattı ve zar zor eğilerek gözlüğünü aldı.
Köyde yaşamaya alışkın olan büyükbabam apartman katında akşama kadar oturmaktan sıkılıyordu. Kış ayları daha da sıkıcı olabilirdi onun için. Fakat o Allah’ın sevdiği kuluydu işte. Bizde kaldığı şubat ayı bile normalden güneşli geçmişti. Zaten memleket hasreti çeken büyükbabam güneşi görünce hemen balkona çıktı. Hastalanmıştı da…
Bahar geldiğinde memleket hasreti daha da artıyordu büyükbabamın. Evinin merdiveninde oturmak istiyordu. Meyve ağaçlarını görmeyen gözüyle izlemeyi, meyveleri tutmayan eliyle toplamayı istiyordu büyükbabam. Ona biraz olsun memleket havası yaşatmak, dört duvardan kurtarmak için pikniğe götürdük. Yere oturttuk. Elini yerdeki otlara sürdüğünde otların çok büyüdüğünü anladı ve “oğlum, beni burada ne tutuyorsunuz, köye götürün beni.” dedi. Bir oğul için en acı an bu olsa gerekti. Babasının istediğini yapamamak.
Amcamın oğlunun aldığı saatle birlikte başladı tuhaf hareketleri. Saat başı konuşuyor, saatin kaç olduğunu söylüyordu. Bir düğmeye basarak da öğrenebiliyordu saatin kaç olduğunu. Ayrıca saatin kaç olduğunu söyledikten sonra “iyi günler” veya “iyi akşamlar” diyordu saat. Fakat büyükbabam “iyi günler” sözünü nasıl oluyorsa yanlış anlıyordu. Saatin “iyi günler” yerine “menşe hatun” dediğini söylerdi. Biz öyle olmadığını söylesek de o yine inatçılığını gösterir, “menşe hatun diyor.” derdi.
Bir gün yanında otururken birden bastonunu sallamaya ve kendi kendine konuşmaya başladı. “Gidin, gidin.” diyordu kendi kendine. Daha sonra bize “Evde kocaman karınca var.” dedi. Halbuki evde hiç karınca yoktu. Üstelik onun söylediği büyüklükte bir karınca olması mucizeydi.
Şubat ayının on ikisinde bizim sıramız bitecek, amcamlara gidecekti büyükbabam. Bir daha geleceği mayıs ayını iple çekiyordum.Fakat nerden bilirdim bize gelmek yerine toprağa gideceğini?
Bizden amcamlara geçtiğinde hastalandı büyükbabam. Birden yatağa düşmüştü. Her gün yanına gider olmuştu babam. Bense hastalandığında uzun zaman gitmemiştim yanına. Yani hastalığının çok kötü olduğunun farkında değildim. Hatta büyükbabamın ilacı biz de kalmış ve ben de babama “Büyükbabamın ilacını götür.” demiştim. Babam ise “Büyükbabanın ilaç alacak durumu yok.” demişti. O zaman bile büyükbabamın çok hasta olduğunun farkına varamamıştım. Ta ki amcamlara gidip onu görene kadar.
İçeri girip elini öptüğümde beni tanımadı bile. Sonra kendimi tanıttım. Amcam yanımıza gelip anlatmaya başladı: “İyice tuhaflaştı. Geçen gün gözlüğünü fırlattı. Gözlüksüz daha iyi gördüğünü söyledi.” Yanında otururken öyle sayıklıyordu: “Evimi istiyorum. Evimde ölmek istiyorum.” O an kanım dondu. Büyükbabamın ölümünün yakınlaştığını o an anladım.
O gün zaten içimde bir sıkıntı vardı. Okuldan eve gelirken arkadaşlara iyi görünmeye çalıştım. Eve girecektim ki annem dışarıda. “Hemen üstünü giyin. Gidiyoruz. Büyükbaban ölmüş.” Hemen oraya yığıldım.
Büyükbabamın memleket hasreti sona eriyordu. Büyükbabam annesi ile babasının arasına gömülmeyi vasiyet etmişti. Babam amcalarımla birlikte büyükbabamı yıkadıktan sonra bana şunları söyledi: “Büyükbabanı yıkadığım da bana hep çok minnettar olduğunu söylerdi. İlk defa hiç ses çıkarmadı.” Ne acı bir hüzündü babam için.
Onu toprağa verdikten sonra herkes normal bir günmüş gibi havadan sudan konuşmaya başladı. Fakat ben yapamıyordum bunu. Onu unutamıyordum. Ve içimden ona sürekli şu sözleri gönderiyordum: “Memleketine kavuştun, hasretin sona erdi inatçı adam.”
Alıntı
Kimbilir bu kaçıncı ağlayışım yoksunluğuna, bu kaçıncı sana yazışım kimbilir..
Dün gece rüyalarıma geldin candedem. Masal torban dolu doluydu yine. Yine yüzümü dayadım yumuşak, buruşmuş yanağına; pos bıyıklarınla oynadım yine. Öylece dinlemeyi severdim" penbe kuzucuklar" masalın bilirsin. Anımsarmısın candedem; birgece yatakta çok gülmüştük de yan komşu kapıya gelip babama şikayet etmişti. Bizde yorganın altında dakikalarca kalakalmıştık. Bu gece soğuk, bu gece çok üşüyorum. O kadar acıyor ki yüreğim. Sende üşüyormusun candedem ? Tut ellerimi bırakma. Seni çok özlüyorum. Biliyorum candedem uzaklarda, çok uzaklardasın. Ne olur sorma; ağlıyorum işte. Sana hiç yalan konuşmadım, yazmadım da. Bak bizim yıldızımız kayıyor görüyormusun candedem, mektubumu onunla sana gönderiyorum, yüreğimi de koydum içine.
Yine hayallerim tükendi, tükenmedi sana gelen yollarım candedem...
Ruhun şad olsun.
kardeşim kalemine yüregine saglık aldın götürdün beni bi 40seneye allah razı olsun
sayın mahmut çilkız beyefendi,
Sizden de Allah razı olsun, sizlerinde yüreklerine sağlık ve bunun yanında kendimizce nacizane ve alıntılarla sizlere güzel birşeyler sunmaya çalışıyoruz, sağlıcakla kalın... saygılarımla.
Ben! Dedemi hiç görmedim, o benim hayatımda en çok görmek istediğim kişiydi. Annemin babası vardı, bu senin büyükbaban dediler.Aksi,ters nasılsın dediğinde bile sanane diyen bir tip.Beni hiç sevmezdi ben de onu sevmezdim...Öldü gitti hiç üzülemedim...Ama yüzünü göremediğim dedem yukarıda anlatılanlar gibi insanlara yardım etmeyi seven, çalışkan. Bende küçükken hep hayal ederdim bir dedem varmışta sanki beraberizmiş gibi.İnşaallah Rabbim bizi cennetinde kavuşturur dedem.sen,ben ve ninem.
Alıntı...
Dedemi, 1999 yılının, 28 Nisan günü kaybettik. Bembeyaz saçlı dedem, vefat ettiğinde, 93 yaşındaydı... Yaşlılığı rahat ve huzur dolu geçti. Çocukları, torunları hep yanında idi...
Zor ve uzun, gençlik yılları, rahat yaşlılığına bırakmıştı.
Şimdi albümlerime baktığımda, hep özlemle onu düşünüyorum.
Hayatta olsaydı, hergün yaptığı "özel traş törenini" yinelerdi...
Yaşlılıktan gözleri gölgeleri bile seçemezken, bir türkü tutturarak, yatak odasının camının önüne tıraş takımını itina ile dizerdi.
Sıcak suyunu Anneannem getirir;
O da, mırıldanmaya başladığı, türkü eşliğinde, yüzüne tıraş sabununu bulardı. Tıraş bıçağı ile eline uzun gelen ama bembeyaz teninde, görülemeyen sakallarını keserdi.
Eğer eline uzun gelmiş olan bıyıkları var ise, "singer" markasını taşıyan, en azından altmış yıllık makası ile, parmak uçları ile yoklayarak, bulur ve keserdi.
Ben ise, dedem beni görmesin diye, komando gibi yerlerde sürünür, onu izlerdim. Gözleri az gördüğünden, korkmaması için sessizlik içinde dedemin türküsünü dinlerdim. O bir şekilde benim orada olduğumu hissederdi. Tıraş olduktan sonra, yanağına kocaman bir öpücük kondurur ve "kaymak dedemi öptüm" diye haykırırdım... Traş sonrası ablam, annem, ben ve anneannem dedemi öpme yarışına tutulurduk...
insanın çocukluk anılarının olması ne güzel.
Aile büyüklerimiz şu anda hayatta olmasa bile, bu dünya ya, benim hayatıma, çocukluğuma acısıyla tatlısıyla, çok şey kattılar.
Istanbul'da Avrupa Yakasında otururduk. Anneannem ve Dedem özlediği için yaz tatillerinde, bir kaç günlüğüne Anneannem'in evine giderdik.
Acıbadem'deki yaz tatillerimi hiç unutmam. Evde vakit geçirmek çok sıkıcı olurdu. Kendimzi sokağa atardık.Şimdi Marmara sitesi olan yer, o tarihte, yani çocukluğumda, ortası yeşil alan, yanlarda tek sıra palamut ve dut ağaçları olan boş bir arsa idi.
Buranın adı bizim, dilimizde "çayır"dı.
Pikniğimizi burada yapardık,
Topumuzu burada oynardık.
İşte, dut'u ilk defa o zaman yemiştim...! "Ağaç kedisi" olduğum için, ağaca çıkar dutları ceplerime doldurur, inmeye çalışırken de, yere düşerdim.
Elbette yere düşünce o dutlar cebimde ezilirdi. Dutlar,cebimde ezilir, suları kısa pantolonumda, hiç çıkmayan lekler bırakırdı...
Şimdi çok komik geliyor.
Anneannemin evine misafirliğe geldiğimizden ne kadar fazladan elbise getirmiş olsa da, anneme iş çıktığını çok iyi hatırlıyorum.
Bu çayırın içine doğru, ilerleyince, küçük bir 'orman' olduğunu keşfetmiştim. Güya, define arardık burada...!
Bu küçük ormanın sonu, şimdinin 'O ağacın altı çay bahçesine' giden, Koşuyolu-Acıbadem caddesine çıkardı. Burada, Türk sinemasının tonton amcası, Hulusi Kentmen'in köşkü vardı. Ben kendisini burada, hiç görmemiştim. Gerçekte de, var olup olmadığını hiç bilmiyorum.
Anneannemin evinin karşısında oturan, Büyük Dayıların apartmanı, iki kapısı olan ikiz blok'lardandı. Vakti zamanında, kapıcı için yapılmış kısa bir geçit vardı. Bir grup çocuk burayı kesfetmiştik. Tek sıra olup, apartmanın arkasındaki tepecige tırmanıp koşarak, Apartmanın arkasından, ikinci kapıya kadar gelir, apartmanın önündeki kapılı beton dolaptan yere atlar, koşarak geçite girerdik. Küf ve nem kokan bu tünelin, bitli olduğunu söyleyenler vardı.
Kapıcının uzun sopalı süpürgesi her geçişimizde sert bir biçimde, yere düşerdi. Güya bu süpürge de "cadı süpürgesiydi.!" Örümceklerin sarktığı, kedilerin dolandığı tünelde, yoruluncaya kadar koşar; girer çıkardık.
Taa ki, Kapıcı amca, gelip küçücük yüreklerimizi hoplatırcasına kadar, bağırdığında da. "Cadının kocası geldi" diye çığlıklarla bağırıp; kaçışırdık. Alt katta oturan, komşu teyzeler ve amcalar, sesimizden çok rahatsız olup, kapıcıya söylemiş olurdu. Çünkü, o geçitte yankılanan çığlığımız, insanların evlerine kadar giderdi.
Alıntı...
Hepimizin olmuştur herhalde genelde “bana kalbin kadar temiz sayfayı ayırdığın için” diyerek başlayan ve “sepet sepet yumurta sakın beni unutma” diyerek biten bir hatıra defteri.
Bu gün böyle bir defter buldum eskilerin arasında. Küçücük pembe bir defter, yanında küçük bir de kilidi var üzerinde barbie resimleri…
Bir bıçak yardımıyla kırdım kilidi ve ilk sayfada bir yazı dikkatimi çekti
“Bir gün bu defteri üstü tozlanmış olarak tavan arasında bulacaksın”
“ve ilk sayfasını açtığında iki damla gözyaşı akıtacaksın.”
Tuttumu beni bir gülme krizi :))
Bu ilk sayfadaki yazı pek bir tanıdık geldi doğrusu
Besbelli ablamın bana 8. yaş günü hediyesiydi bu hatıra defteri
Ama bir sorun vardı. Sevgili ablacığım benim bu kahkahalarımı hesaba katmamıştı…
Birde tavan arası meselesi
Ben bu defteri neden tavan arasına koyayım ki ? bana kalsa çoktan yok olmuştu da annem saklamış.
Saklamakta değil aslında bilirsiniz küçülen kıyafetler değerlendirmek için birilerine verilir. İşte annemde bize küçülenleri birtakım insanlara vermek için kutulamış koymuş bir kenara oradan buldum işte bu defteri. Üstelik tozlu falanda değildi
Defteri elime alır almaz başladım okumaya ablam birde yazısının altına bir imza atmış ki görülmeye değer hemen bir G harfi yapıp üzerini de karalayıvermiş. Hadi tarih atmış anladıkta sonuna bir de saati saniyesine kadar yazması bitirdi beni.
Arka sayfayı çevirdim. İnsan hiç kendi kendime hatıra yazar mı? ben yazmışım işte
Ne utanç verici.
Sonra bir birinin tıpkısı yazılar
Birisi; “bana kalbin kadar temiz sayfayı ayırdığın için…” yazıyor ve ona bakarak diğerleri de aynısını yazıyor tıpkı birbirinin fotokopisi…
Birde yaşıtlarım ve büyüklerim bilir.
O yılın meşhur şarkılarını *aboneyim abone biletleri cebimde-ada vapuru yandan çarklı simitçi kahveci gazozcu* gibi şarkıları yazmışlar …
Ve sayfalara çoğunlukla bir kalp çizmişler bilirsiniz ortasından bir ok geçirilir uçlarına da bir takıp harfler yazılır, sevdiğinin baş harfleri falan (bak seeen! O yaşta aşkı da bilirmişiz)
Başka kocaman bir S harfi ve karşısına tek bir S kullanarak *seni seveni sende sev* gibi yazılar…
Sonra arka sayfalara doğru kargacık burgacık bir yazı dikkatimi çekti. “Aptal” dedim başta mahvetmiş defterimi. neden mi?
Bir erkek çocuğu “bana kalbin kadar temiz sayfayı ayırdığın için sağ ol” yazıp yamuk yumuk bir kalp çizmiş ortasından bir ok geçirip bir ucuna kendi isminin baş harfini, diğer ucuna da benim baş harfimi yazmış. Sonra da kalbi karalamış “şaka şaka” yazmış. Belli ki bu çocuk bana aşık ! dalga konusu olmamak için son anda kıvırmış velet. “Şimdi ben bu sayfayı koparsam ayıp olur bari karalayıvereyim” demiş galiba
Farkındaydım zaten ben onun. Az mı uğraşırdı benimle. Annemin özenle iki kuyruk ördüğü saçlarımın tokalarını çekip sökerdi. Siyah okul formamın kuşağına asılır koparırdı.
Hatırladım seni küçük Seyhun! pek bir şeye benzemezdin. Üstelik boyunda benden çok kısaydı ama kokulu silgilerine bayılırdım. Her ne kadar koklatmasan da…
Hem ben Ayhan’ı seviyordum.O yakışıklıydı ve sınıf başkanıydı üstelik çok şımardığım halde beni tahtaya hiç yazmazdı…Senin kremalı bisküilerin bile beni tavlamana yardımcı olamamıştı biliyorsun…Ama olsun ben seni bir arkadaş olarak çok severdim
Ne kadar küçükmüşüz meğer ne kadar çirkinmiş yazılarımız. Kargacık burgacık yazılar yazıp bir de hatıra yazdık diye övünürmüşüz kendimizle.
Şimdi bakıyorum da doğru dürüst kimsenin hatıra defteri yok.Ama ben çok mutluyum
benim bir hatıra defterim var artık yaşasın…
Bu hatıra defteri benim *Anılarımda saklı olan çocukluğumun bir kırıntısı olarak kitaplığımın baş köşesinde yer alacak*
“Sevgili arkadaşım bana kalbin kadar temiz sayfayı ayırdığın için çok teşekkür ederim” diyerek başlayan yazılar halen bendeler peki bu yazıları yazan küçük arkadaşlarım şimdi neredeler ?
Alıntı...
Bahar geldi. Bitkilerde, hayvanlarda, sularda, bir şevk bir heyecan var. İnsan da bunlardan bağımsız olamaz tabi ki. İnsanlarda bu şevk ve heyecana katılmaya başladı. Eline kazmasını, küreğini alan bahçe yoluna koyuldu.
Her şeyin maddileştiği dünyada güzellikleri fark etmek ne kadar güç oldu artık. Ne yapmalı o zaman? Bizi esir kılan sihirli kutulardan kurtulup birazda tabiatı gözlesek mi acaba? Kafamızda dönen kelimelere bir göz atmalı belki de. Diziler, taksitler, araba, çekler, altın, dolar, politik çekişmeler vb. En fazla şikâyetimiz zamanla ilgili. Ne yaparsak yapalım “zaman yetişmedi, zaman yok”. Kelimler havada uçuşuyor. Zaman var da bunu algılayışımızda bir sorun var galiba. Bir çobanın, bir mahkûmun, bir çocuğun zaman algısı bir olamaz tabi. O halde algıladığımız ölçüde yaşıyoruz hayatı. Bazen dokunamadığımız şeyler benim değil diyor insan. Ama dokunma sadece beş duyu organıyla olmuyor ki. Hislerimiz de var demi?
İnsanoğlu sıkılmasın diye yaratan mevsimleri ardın sıra değiştirip duruyor. Tıpkı sahnenin ve kahramanların değiştiği gibi değişip duruyor. Bazen tek mevsim yaşanan yerlerde hayat ne kadar sıkıcıdır diye düşünüyor insan. Tabi oradaki insanlara sormak lazım belki de. Ama en değişmeyen sahnede ise oyuncular değişiyor mecburen. Oyun devam ediyor durmadan. Dünya hayatı da oyun içinde oyun olsa gerek. Bazen küçük şeyler bizim hayattan tat almamızı engelleyebilir. En büyük engel bile bizim için bir atlama çıtasıdır. Karşımızdaki dağ uzakları görmeye engel gibidir. Tepesine çıkınca öyle olmadığını görürüz. Her şey yaşanmadan en büyük engeldir gibi olur. Yaşanınca onun tepesinden daha geniş alanları görebildiğimiz gibi aslında hayatın o kadar zor olmadığını fark ederiz. Sonra başkalarına deriz ki: “O yollardan biz gelip geçtik”.
Mevsim yaşamı hissettirdiği zamandır bu aralar. Al eline fidanını, kazmanı küreğini. Göm toprağa tohumla beraber sıkıntılarını, kaybolsun toprakta; fidanların ise yeşersin. Avuçladıkça toprağı, hisset yapındaki temel taşı. Bu bahara kimler yetişemedi kim bilir, bu yıl? Sen erişmenin keyfine var. Bir duvar yazısında diyordu ki: “Şuan üstüne bastığın çimler yarın üstünde bitecek”.O zaman o çimenlere ayakkabınla değil de yalın ayak bas, dolaş tarlanın bir ucundan diğerine. Kapat gözlerini, yeni açan erik ve deli badem ağaçlarının çiçeklerinin tozunu tat genzinde. Yorulunca kazmaktan bahçeyi, o zaman getir heybendeki kara tencereyi. Koy içine patateslerini kaynasın sen dinleninceye kadar. Boşa yanmaz ateş varsa kenarında çaydanlık. Aç çıkınındaki yufkayı sık içine kaynayan patateslerden. Otur ye, kuru yavan, varsa acı soğan, içersen deli ayran. Almadıysan nane, idare et yarpuzla. Varsın uzaktan ötsün kanarya ve bülbüller. Açsın bahçeyin kenarında sümbüller. Çağlasın ayakucundaki dere. Uzan dinlen, yat istersen yere. Hisset toprağın taze kokusunu. Yum gözlerini. Düşünme bugün seni üzen şeyleri. Aramazsa aramasın oğlun şehirden seni. Kızın yardıma gelmesin. Bu gün aklına getirme torununu. Hatırında olmasın bu kez toprağın altında yatanlar. Boş ver düşünme pazartesini. Dinle bak ne güzel tabiatın sesini. Çekme başına gelmeyen her şeyin tasasını.
Hadi! Kalk yeter. Kazarsan bu toprağı, sana et verir, Süt verir, elma, armut, kiraz verir. Çalışmayana yaradan dert verir, keder verir. Şükretmeyene beter verir. Çalış ki, ek tohumun hasını, sil bedenin pasını, at gönlünün yasını. Hisset memleketin havasını.
Bunları tatmıyorsak, lazım yaşamı sorgulamak...
Alıntı...
Geçmişle ilgili fotoğraflar vardır, aklımda. Hiç olmadık zamanda ya da bir bir şarkıda onlar gözüm önüne gelir. Onlar benim iç dünyamın odalarında hep asılıdırlar. Her zaman olmasa da zaman zaman onların önünde geçmişe yolculuk yapar. Hem iç dünyamı okşarlar hem yaşadığım anlara eşlik ederler. Çocukluğumun geçtiği kasabanın ne kadar özel ve güzel olduğunu ve çoğu şeyin kaybolduğunu düşündükçe insanın içinin sızlamaması mümkün değil.
Güzel eski evleri, insanları, küçük sokakları… Hepsini anlatmak mümkün değil. Ve bir gün benim de eskiden di, diye başlayacağım cümleler bu kadar yakın mıydı? Zaman görevini yapıyor hiç durmadan yoluna devam ediyor. Ve arkanı dönüp baktığında çoğu hatıraların silikleşmiş, olduğunu görüyorsun.
O da benim ilk öğretmenim olması ve de benim gözümde hayran olduğum ilk genç kız olması nedeniyle çok önemliydi. Çocuklukta ilk hayranlık duyduğumuz büyüklerimiz vardır. Benim de ilk hayran olduğum ve imrendiğim kişiler öğretmenlerim oldu.
Şimdi Nisan ayının güzel günlerini yaşıyorum. Kapımızın önündeki ayva ağacının baktım ki çiçekleri solmuş. Hâlbuki ne güzeldi onlar. Pembenin en güzel tonları ile yaprakların o kendine has yeşili ile baharın en güzel habercisiydi. Ve ben o ayva ağacını her görüşümde eski bir türkü başlar içimde.”ayva çiçek açmış, yaz mı gelecek” Bilmeyenler varsa geriside “gönül bu sevdadan vaz mı, geçecek.” Ayva ağacını, her görüşümde ve bu türkü dilime düşünce işte yüzüme bir tebessüm geliverir.
Köyümüze ilk öğretmen olarak gelişinde yanında babaannesiyle birlikte gelir. Hatırladığım kadarı ile babaannesi beyaz yüzlü sert görünüşlü ve çok sigara içen bir insandı. Bir gece babaannesini uyku tutmaz bu türkünün başını hatırlar gerisini hatırlamaz. Bir türlü uyumaz. Sabah ezanıyla birlikte dikilir başına “Ülkü çabuk uyan, “ayva çiçek açmış” gerisi neydi. Kızcağız” ne oldu, babaanne” . “Çabuk bu gece uyuyamadım, sabah kadar bir paket sigara içtim.” Ülkü abla türkünün devamını söyler. Babaanne “ oh, be”. “Gidip şimdi uyuyayım” der. Uzun yıllar her bir araya gelişlerinden bunu anlatır gülerlerdi.
Daha sonraları o kasabaya geldi, bizde. Yaz günleri, Akşamüstleri bütün kasaba beklide ileri geleleri giyinip kuşanıp çay bahçelerine giderdi. Yazlık sinemalar ve herkesin yürüdüğü bir kaldırım vardı.Oraya yol boyu derlerdi, akşam vakti çoğunlukla oradaydı..Özenle giyinmiş herkes orada olurdu zaten yürüyüş yaparlardı.Tabii bu yola çıkıp yürümek özen isterdi.İşte benim ilk öğretmenim ve sonrasının, Ülkü ablası kendine ayrı bir özen gösterirdi.Küçük bir masa hatırlıyorum, küçük bir ayna.Aynanın hemen arkasında o zamanlar çok kıymetli olan kartpostal vardı.Bu bir Japon kızıydı.Hafif bir hareketle göz kırpardı.İlk inci kolyeyi de onda görmüştüm.Saçları kısa ve hafifçe alnına düşerdi.O zamanın modası kulakların önünden ay şeklinde hafifçe şekil verilirdi.Onunda saçları öyleydi.Deri kayışlı bir saati, papatyalı bir kumaştan dikmiş güzel bir takımı vardı.Her şeyi çok yakışırdı.
O gece aynanın karşısında hiç de mutlu değildi .Bütün kolyeleri deniyor.”olmuyor, olmuyor işte” diye bağırıyordu.Bende aynanın hemen arkasından hayran hayran bir ona bir Japon kızına göz atıp duruyordum.Çenesinde bir beni vardı, dudakları dolgunca iri ela gözleri güzel bir kızdı.Zorluklarla okumuştu.Öğretmendi herkes yolda yürürken onu gösterirdi.Okuluna gitmek için kasabanın ortasından geçerdi ve onu görenler birbirine seslenirdi “ülkü öğretmen geçiyor.”
Yıllar geçti o hiç evlenmedi. Mahallesinden avukat çıkan bir komşu oğlunda gönlünün olduğu söylenirdi. O da uzun zaman evlenmedi sonrasını bilmem. Engelleri neydi az çok tahmin ediyorum. Çok uzun hikâye. “Kim demiş ki kader senin elinde.”
Şimdilerde, Ülkü abla çok hasta en son üç sene evvelsi gördüm. Aynı hanımefendiliğiyle tatlı tatlı iki laf ettik. Geçirdiği hastalığa rağmen hala güzeldi. Ben her bahar ayvalar çiçek açtığında onu hatırlayacağım. Ve aynanın karşısında güzel bir kız.
Kasabaya geldikten sonra, erkek bir öğretmenim oldu. İkinci sınıftayım onunsa gözümün önünden gitmeyen fotoğrafı, bize keman çalardı.Ve kemanı çenesinin altına özenle yerleştirirdi.Tekrar tekrar aynı hareketi yapardı.Rugan ayakkabılarını hatırlıyorum, her zaman parlak kahverengi takımları ve hep masasının üzerine getirip kemanın çantasını açıp çene altına yerleştirmesi.Oda, kasabanın belli ailelerinden birinin oğluydu ve eşini hatırlıyorum.Kısa küt saçlı yuvarlak yüzlü.Öğretmenim beni çok sevdiği için fotoğrafımı istemişti .O zamanlar daha da kıymetli olmasına rağmen en güzel fotoğrafımı seçip evine götürmüştüm.Kapıyı eşi açmıştı tam yüzünü hatırlamasam da pembe bir sabahlıkla kapıyı açmıştı.Bir daha onu hep karşıdan görmüştüm.
Bizim mahallenin biraz yukarısında kayınpederine gelirlerdi. Hafif taşlı sokaktan el ele tutuşmuş inerken görürdüm onları. Hafif gülümseyerek ve muhabbet ederek inerlerdi. Hafif yokuşlu yolu.
Parmakla gösterilirlerdi. O bahsettiğim yol boyuna çıkınca. O zaman birkaç genç çift vardı. Ve dillere destan bir evlilikleri vardı. Benim çocuk dünyama da aklımda kalan buydu. Üçüncü sınıfta ben kasabadan ayrıldım. Yıllar çabuk geçti. Benim öğretmenimi arayıp sorma imkânım olmadı. Ama bir gün muhakkak göreceğim onu derdim. Müziği çok sevmemin sebebini bile ondan dinlediğim kemana bağlardım.
Birkaç sene önce büyük annemi kısa ziyaretlerimin birinde. Büyük annem (onların deyim ile) kasabadan havadisleri verdi. Bir de ballandırarak anlatır ki. Yazık olmuş bir yetenektir bu konuda. İçime sıkıntı verdi bu sefer havadisi. O anlatır çoğu zaman bende pek kulak vermem. Ama bu seferki havadis canımı sıkmıştı.” Odabaşılardan, Nedim Öğretmen intihar etmiş” dedi Çok şaşırmıştım. Bu benim öğretmenimdi. Nasıl olur, diye düşündüm.
Hemen gözümün önüne geldi. Keman çalışı. Masa başında gencecik bir öğretmen. “Nasıl, yani” diyebildim. Büyükannem devam etti haberlerine.”Karısı ile ayrılıyorlarmıştı, eşya yüzünden kavga etmişler.Oda sinirlenip bıçağı almış….” Dona kaldım. Yani bu anlatılan benim hayran olduklarım hep onları el ele hatırladıklarım mıydı. Hani onlar birbirini çok severdi, dillere destandı, onlar pırıl pırıl insanlardı. Hayat nereye getirmişti onları. Onu bu ölüme sürükleyen eşyamıydı? Yoksa asıl kaybettiğine mi tahammül edememişti. İşte hayatta her şey yalanmış dedirten bir şey. Hiç bu, yakışmamıştı benim güzel hatıralarıma. Ve silik zor hatırlanan hatıralar biraz daha kararıyordu.
Kasabamızdaki çoğu şey değişmiş tabii. Benim içimde yıkılan evleri hep yaşıyor. O özel insanları tanımanın bana hayatta neler kattığını ve çok şanslı olduğumu biliyorum. Mahallemiz vardı. Ve mahallemizde yaşayan yaşlısının ve gencinin üzerimizde hep etkisi vardı. Zenginliğimizdi, o insanlar. Paylaşmayı ve hatır sormayı buralarda öğrendik. İyi ki benimde eskidendi, diye başlayan hatıralarım var.
Ben yine, Nedim öğretmenimi hatırlayacağım. Küçücük bir siyah fotoğrafta hatıra kalan bayram hatırasında onu hatırlamamak mümkün mü..23 Nisan da bana beyaz bir gelinlik giydirmişti. Üzerine siyah pelerin. Ve beyaz güvercinleri vermişti, elime. Güvercinler örtünün altında ben bayram kutlamalarının yapıldığı meydana yürüyorum. O da İstiklal Marşını okuyordu. “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım” dediğinde ben siyah pelerini atıp güvercinleri de salmıştım, havaya. Belki özgürlüğün ne olduğunu o gün ilk orada hissetmiştim.