kardeş eline kalemine saglık beni 40 yıl önceki çocukluguma götürdügün için tekrar tekrar teşekkür ediyorum.
Yazdırılabilir Görünüm
kardeş eline kalemine saglık beni 40 yıl önceki çocukluguma götürdügün için tekrar tekrar teşekkür ediyorum.
ah eski günler ah nerde ...
Yankee Sat abim nerdesin o güzel yazılarına hasret bırakma bizi valla uyumadan önce iyi geliyordu yazıların şimdi bak gözüme uyku girmiyor dön ne olur:(
ARKADAS BENİ CİYERGAH ETTİN HA
1976-77 Öğretim yılı olmalı. Çünküorta birinci sınıfta olduğumu hatırlıyorum. Edebiyat öğretmenimizMehmet hocaidi. Bir gün “Hasan gaz lambasında mı çalışıyorsun ?” diye sormuştu. Ben de ürkerek, heyecanlı bir şekilde “Evet öğretmenim, ancak bunu nasıl fark ettiniz ?” diye cevap verip, bir de soru sormuştum.
Çünkü o yıllarda İlçemiz Nizip’de, özellikle köyden gelen öğrenciler üç beş kişilik evler kiralayarak kalıyorlardı. Henüz on – on beş yaşları arasındaki bu öğrencileri kötü alışkanlıklara düşmemesi için, okulun öğretmenleri zaman zaman evlerine kadar gidip öğrencileri kontrol ederlerdi.
Öğretmenimizin sorusu üzerine, acaba öğretmenlerimiz bizim eve gelip evimizi mi kontrol etti diye düşünmüştüm.
Önceki sorumun da cevabını almadan öğretmenim, öğretmenime bir soru daha yöneltmiştim “Öğretmenim yoksa bizim evi mi kontrol ettiniz?”.
O da, “Hayır Hasan, bakıyorum da her gün saçın ütülmüş geliyor. Hangi gün ne kadar kitap okuduğunu saçından anlıyorum” demez mi. Onun bu sözü üzerine, hem mahcup olmuş hem de sevinmiştim.O yıllarda ilçedeakşamlarısık sıkelektrikkesintisi vardı.
Köyden gelen öğrenciler henüz köylerimizde ve oturduğumuz evlerde elektrikle tanışamamıştık. Elektrikli lambalarda ders çalışmak içimizde bir özlemdi sadece.
Bu yüzden olsa gerek, öğretmenimin gaz lambasında çalıştığımı bilmiş olmasından mahcubiyet duymuştum. Ancak, onun beni herhangi kötü bir şeyle suçlamamasından da oldukça sevinmiştim. Ayrıca, öğretmenimin üzerimde bu kadar ilgisinin olması da ayrı bir gurur kaynağım olmuştu. Onun dersine daha fazla çalışmalıydım. Öyle de oldu. Bu yüzden derslerimin arasında en iyi edebiyat dersim olmuştu diyebilirim.
Bazen, o günleri düşünüp de “iyi ki de o günleri yaşamışız” diyorum. Çünkü, o günlerin yaşanılması ve hatırlanmasıyla günümüzün önemi daha da artıyor...
insanların kültürünü unuttuğu yozlaşmaya yüz tuttuğu şu günlerde bu site Nizip için çok hayırlı olacaktır...eskiden tüm komşular toplanıp (kimin arabasının olup olmadığının hiç önemi yok) karpuz atana pikniğe giderdik, çaylar pişirilir çocuklar suya iner kadınlar dedikodu yaparlardı:) tabi bizim gibi yeni yetmeler ve biraz da tuzunda delikanlılık tohumu bulunanlar suya inmez kızlara bakardık... aslında gözler hiç buluşamayacak buluşsa bile konuşulamayacak konuşulsa bile bunun tekrarı olmayacaktı... bu ve bunun gibi manevi imkansızlıklar içinde büyüdük,biraz duygu ve sevgi fakiriyiz denebilir;) burdan okuyan büyüklerime seslenmek istiyorum çocuklarınıza biraz daha özgürlük tanıyın... her alanda olabilir onlara herzaman arkalarında olduğunuzu hissettirin.bana soracak olursanız eğer seçme hakkım olsaydı yine Nizip te doğmak ve aynı anne ve babanın çocuğu olmak isterdim...
saygılar....
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
Bir sürü belli belirsiz görüntüyü hızla geçen bir film kareleri toplamı. Kamera gerilere, geçmiş bir tarihe gidiyor imajı vermek için hızlıca döneniyor. Görüntüde bir oda ve odada bir kanepe, koltukta diyebiliriz, diğer eşyalar belirsiz, flu, , alacalı renkler var sadece. Koltuk yada kanepe görüntüde, yani fizik kurallarına göre üç hadi bilemediniz dört kişi alır oysa bu onu küçümsemekten öteye gitmez. Çünkü eşyaya anlam yüklemeyi sevmeyen benim için bile bu eşya diğerlerinden sonsuz kere farklı, anlamlı ve şahitlik yaptığı olaylar nedeniyle ortak olduğu hayata yaşanmışlık ve ruh katan, renkleri-desenleri yaşanan olayın coşkusuna ve önemine göre farklılık gösteren, evi bir şiir olarak düşünürsek en önemli mısrasıydı şüphesiz... 20 küsur sene öncesi...
Bir baba...
Çocuklarını her daim kendi kararlarını vermek üzere yüreklendirmiş, gündüz işini yapıp gece üniversite öğrenciliğini sürdüren, çalışkan, haksızlığa ne pahasına olursa olsun dayanamayan, klasik bir baba tipi, haberleri izlemekte...
Bir anne...
Herdaim pür neşeli, şen şakrak, hayat dolu, bol kahkahalı bir hayata bakış açısı, okulu kırabilecek kadar muzip bir öğretmen (her zaman değil ama), öğrencileri hep çok başarılı ve her yıl okullar açılınca ve öğretmenler gününde asla unutulmayan, evinde de tatlı sert ama çoğu zaman dominant bir anne, masayı hazırlamakta...
Bir küçük şımarık kız çocuğu...
5.5 yaşında, birinci sınıfa gidiyor, zafer kazanmış edasıyla mutlu, yazının esas eşyasına uzanmış yüzü koyun ayaklar havada, önündeki kitabı okumakta...
Şımarık, çünkü hem çekirdek ailenin ilk çocuğu ve hem de bir aşiret kadar kalabalık anne tarafının ilk torunu. Bir dolu teyze- dayı, çocuklara adeta tapan bir anneanne ve büyükbaba. Sevgi dolu ama ne yazık ki sınırsızlar. –oysa çocuk dediğin sınırsız bir hayatta kaybeder kendini- Ona kötülük ettiklerinden bihaber büyükleri tarafından sınırlarını bilmeden büyümektedir çocuk.. Güzel olan koşulsuz sevgi ve ilgileri, sonradan herşeyle başaçıkabilme yetisini ve kendine güveni geliştirecek altyapıyı da vermişler şükür ki. Yine de kız çocuğu gerçek bir "şımarık" olmaktan kendini alamamakta ve yıllar sonra üstüne yapışan hoşlanmadıklarını atmak ve varolmanın sorumluluğunu layığıyla taşımak çok vaktini aldı. Hep söylerim belli bir yaştan sonra kişi mesuldür kendinden, başka tarafı sorumlu tutmaya gerek yok... Neyse hikayemize dönelim...
Küçük kız çocuğu ogün hayatın ilk kuralını öğrendi: "güçlü, güçsüzü devirir.-fiziksel güç gerçekten güç müdür??-... İrikıyım arkadaşı okuldan çok nişana gelir gibi giyinen Elif, günlerdir her ders ve ders aralarında bu kısa ve çiroz kızı çimdiklemekte ve bundan da haz duymaktadır. Ogün olan olur, tüm gücünü toplayan kız, korkmamayı ve ona meydan okumayı kafasına koyduğundan, önce ona bağırır ve "yapma" diyerek güzel bir şaplağı eline indirir. O gün aslında o ana kadar herkesin onu kayıtsız şartsız sevmeyeceğini de anlamış, buruklaşmıştır. Doğal selection ile bir hayvan olsa yokolacağını düşünür ama baskın ruhu buna izin vermez. İlkokulu bitiren nişan kızı, çarçabuk evlenip, arkasından koşan varmış gibi bir de çocuk doğurur, çocuk yaşta. "Önümüze gelene bir tekme" mantığıyla büyüyen bir üç yaşında üç dişli canavarı vardır artık, yaman bir "savaş" isminde...
Aynı kanepe yada koltukta yaşanan bir çok resim var hafızamda. Sırası geldikçe anlatacağım birbir. Yalnız ayrılma hikayemiz sandığımdan keyifli oldu. Onunla ayrıldıktan sonra, hüzünlü kareleri eğlenceye çevirmeyi başardığımdan, yine çok şey borçluyum ona. Belkide bizim evimizdeki görevini tamamlamıştı ve yeni kahramanlara kucak açacaktı, bir iki yenilenme hamlesinden sonra. Kendisi evimizden ayrılırken üstündeki bir çok anıyı resmedip, dondurup saklamış, bundan da gizli bir haz duymuştum. Gelip üç adam onu kaldırdığında üstünde yaşananlarla sanki onu kaldırmak imkansız gibi gelmiş ve içimden kıs kıs gülerek izlemiştim olanları. Bana göre kaldıramayacaklardı, sandıklarından daha da ağırdı, onlar göremese de taşıdığı ne çok şey vardı. Birkaç dakikada bir gün önceden başladığım anıları stoklama işimi tamamladığımdan kaldırmaları kolaylaşacaktı, üstündeki anılarımı almasaydım zor kaldırırlardı...
Bu gün çok mutluyum çok hafifim tüy misali.
Hayatta bazı şeyler yolunda gittiğinde mutlu olunur ya?
İşte o zaman dilimlerinden birindeyim şimdi.
Böyle zamanlarda hayatın her şeye rağmen,
Yaşanılası olduğuna dair inancımız yenilenir,
Gönlümüze hapsettiğimiz özümüzdeki iyilik tazelenir.
Karşılıksızca mutlu ettikçe insanları,
Yüzümüzde Dünyanın en nadide çiçeği filizlenir.
Her muhtaca demetlerce verebiliyorsak çiçeğimizden eğer;
Mutlu olmak için inan risk almaya değer...
Bende bugün çok mutluyum çünkü siz yazmaya başladınız yine Yankee Sat:)
Devamını bekliyoruz...
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
Sayın Gökhan Dokuyucu beyefendiye;
Baba ocağında,annesinin dizinde sıcacık bir yuva….Hayatın ne denli acımasız olduğundan henüz haberin yoktur. İlkokul,ortaokul,lise…Derken üniversite gelir çatar. O sıcacık yuva yerini artık soğuk yurt ortamına bırakmıştır. Yabancı bir şehirde,soğuk bir odada yabancı bir güne uyanırsın. Günler günleri kovalarken sende yavaş yavaş alışırsın çıkar dünyasına,sahte dostluklara. Seneler geçer para kazanmaya başlarsın ,bin bir maske arasında. Her gün biraz daha tükenirsin dünyanın sevgisizliğinde. O tozpembe dünyanın gerçekleri yüzüne bir tokat gibi çarpar.
Masum, nazlı hallerini hatırladığında gözlerinde bir telaş belirir. Acılı bir sızı gözlerinden yüreğine yerleştiğinde ,artık çok geçtir. Kaldırımlara düşen yağmur taneleri gibi sağa sola çarpar saflığın. Bebek masumiyetin dönmeyecektir. Yüreğinin derinlerindedir artık. Oralara giden masumiyetin yolu uzundur,çetindir. Çağırırsın gelmez,gelemez. Onu kaybetmenin ağırdır bedeli. Ağırlaşır yüreğin, takılıp kalır yaşlar göz pınarlarına,titrer sesin… Dalar gidersin seni anlatan şarkılara,uzaklara…
Kızgınlığın ve hırçınlığın yerini suskunluk aldığında,artık içinden ona kadar saymadığında, söylenen sinir bozucu şeylere gülüp geçtiğinde yorgunluğunu ilan edersin. İşte o zaman ; yeniden masumiyetin gelir aklına. Bir kez daha doğar içinde kim bilir? Biraz yorgun,biraz ürkek…
masumiyetinizi kaybetmemeniz dileğiyle…
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
Baba ocağında,annesinin dizinde sıcacık bir yuva….Hayatın ne denli acımasız olduğundan henüz haberin yoktur. İlkokul,ortaokul,lise…Derken üniversite gelir çatar. O sıcacık yuva yerini artık soğuk yurt ortamına bırakmıştır. Yabancı bir şehirde,soğuk bir odada yabancı bir güne uyanırsın. Günler günleri kovalarken sende yavaş yavaş alışırsın çıkar dünyasına,sahte dostluklara.
Şuan yazdığınız bu bölümleri harfiyen yaşadım inşallah gelecek daha güzel olacak yani ben ümitliyim:)
Bu güzel yazılarınızı tekrardan görmek çok sevindirici ayrıyeden yazılar için sağolun...
sayın gökhan dokuyucu beyefendi,
geleceginizin güzel olacagından hicbir şüphem yoktur umarım herşey gönlünüzce olur. Güzel insanlar güzel şeylere layıktır. sizde sağolun saygılarımla..
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
Tabi ki küsmem. Sen bir çekirgesin. Özgürce istediğin yerlere zıplamalısın. Ve şiirine duyarsız kalmak mümkün değil. Ben çocukluktan uzaklaşmanın çok da kötü olduğunu düşünmüyorum. Çocuk olmak masum olduğun kadar savunmasız olmak aynı zamanda. Hep korunmak birileri tarafından... oysa yaş ilerledikçe kendi ayakların üzerinde durabiliyorsun, ne kadar zor olsa da, çocukluğunu özletse de, kendinsin büyüyünce. Sevgiler.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
çocukluk hatırası işte!
75'lerin çocuk oyuncaklarının en güzellerinden biriydi bilyalı kaykaylar. bizde bilyalı araba derdik. asvalt yolda ne güzel giderdi. yokuş bir asvalt yol seçilir. yokuş başına mahalle de ne kadar çocuk varsa dizilir, aramızda yarış yapardık. bilyaları makina tamir eden dükkanlardan alırdık.gövde kısmını oluşturan tahtaları yeni başlayan inşaatlardan temin ederdik.:)) bekçilerle veya sahipleriyle bu arada yakalamaca oyunu başlardı. gövde 1-1,5m uzunluğunda eni 50 cm olan tahtadan oluşurdu. arkaya bilyalı arabanın eni uzunluğunda genişliği 10-15 cm bir tahta çakılır. iki bilya yerleştirilirdi. ön kısmına da ufak bir tahta daha monte edilir, eni gövde tahtadan uzun olurdu. bu kısım bilyalı arabaya yön vermede kullanılırdı. bilyalı arabaya oturulduğunda ayaklar buraya konur, ortasında bir bilya daha bulunurdu.sol ayağın geldiği kısım arabanın gövdesine çivi ile sabitlenir, sağ uca çivi çakılmazdı. sağ ayağın konulduğu kısımla, öne çakılan tahta yukarı aşağı çekilerek arabaya yön verilirdi. o zaman asvaltta çok değerliydi. mahalleli asvalt deforme oluyor diye bilyalı arabayı kullanmamıza kızarlardı. çıkardığı ses de cabası tabi:)))
hatta kökmen amca vardı az dayak yemedik ondan. Palazlanırdık sonra kaçardık o olmasa oğlu ejder vardı kovalardı bizi.
İlk kez böyle bir tatile çıkıyordu.Hayatına bir yerlerden bulaşmış insanlar büyük değişimler yapıyorlarken, neden kendisi yapmasındı. Bugüne kadar heyecanla beklediği sürprizi bilen henüz kimse çıkmamıştı karşısına. Bir gün farkına vardı: İnsan en çok ihtiyaç duyduğu sürprizin ne olduğunu en iyi kendisi bilirdi. İşte o günden sonra karar verdi kendi hediyesini yapıp bir köşeye saklamaya ve sonra onu bulmaya.
Otobüs Toroslar’ın eteklerinden kayarken, deniz dayanılmaz şehvetli tenini göstermeye başlamıştı bile. Çevresine bakındı; diğer yolcuların hiçbiri içeri arsızca dalan güneşten kaçmadan dikizliyordu etrafı. Bir an tereddüt etti. Güneş gözlüğü güneyde ne anlama geliyordu ki? Kasabada dolaşsa kara gözlüklerle, herkes onu “ turist tansiyoncu” diye çağırıyordu. Sanki otobüste “Lütfen dikkat! Sayın yolcularımız, otobüsümüzde güneşe derin saygı duyulduğundan güneş gözlüklerinin kullanılmaması rica olunur.” diye bir anons yapılmıştı da yolcular bu yüzden takmıyordu bu mereti. Olsundu, nasıl olsa kimse tanımıyordu burada kendisini.
Otobüs terminale gelince etrafta ne kadar çok turist olduğunu fark etti. Acaba kendisi mi daha turistti, yoksa bu onlarca yabancı mı diye düşündü. Bu uzun yolculuğun ardından daha önce hiç bulunmadığı bir yere ulaşmak o kadar zor geliyordu ki, aynı otobüse atlayıp geri dönmek istedi bir süre. Etrafta hemen herkes kısa kollular ve şortlar giymiş ve üşümüyordu da, şu karşısında duran iki ecnebi neden birbirlerine üşüyormuşçasına sarılmışlardı. Bir de utanmadan herkesin ortasında birbirlerinin “dişlerini çekiyorlardı”. Bu tabiri Rıza’nın kahvesinde kendisine her Allah’ın günü Bulvar gazetesinin sayfalarında gezinirken tansiyon ölçtüren Hasan Bey’den duymuştu ilk. “Olum patlatacaksın kolumu yahu! Kararınca her şey canım, sen adamın tansiyonunu fırlatmaktan başka ne halt edersin ki zaten!” dese de Hasan Bey, bunlara aldırmaz ve işini yapmaya devam ederdi.
Bütün gün bir bir dolaştığı kahveler öfke doluydu. Zarlar, pullar, taşlar, kağıtlar hep hışımla atılır; çay bardakları sanki çok ağırmış gibi elin bütün parmaklarıyla tutulur ve bir yudum çektikten sonra masaya şiddetle vurulur; bozuk paralar bezginlikle çok uzak mesafelerden çay tepsisine doğru fırlatılır; kahvenin kapısı küfürlerin gürültülerini süzemezdi bile. İşin en zor yanı tüm bu velveleye rağmen o kritik anları yakalamak, stetoskopla güm gümlerin kuvvetlenmeye başladığı ve bittiği yeri iyi saptayabilmekti. Eğer başarmışsa bunu, büyük şuydu; küçük şu. Bir tuzlu ayranla limonu bilirdi; bir de sarımsağı söylerdi reçete soranlara. Sigara dumanından camı sararmış saatine baktı. Gece karanlığı bastırmadan otelini bulmalıydı. “ Ötel macestosa çek!” dedi taksiciye yabancı dilini konuşturarak.
Güneşin batışını daha önce hep yarım saati geçmeyen bir işmiş gibi bilirdi. Oysa yanıldığını fark etmişti kumsaldaki günlük ritüele katılan müdavimlerinden. İşte bu yüzdendi belki gün batımını ufuktaki kızıllığa doğru bir kuğu sessizliğinde yüzerken seyreder oluşu. Artık güneş izleyenleri selamlıyor; perde yavaş yavaş kapanıyordu. Bir an arkadan bir yerden hayatında duyduğu en güzel ses,ona bir şeyler mırıldadı. Hemen sesin geldiği yöne doğru güçlükle çevirmeye çalıştı kendini. Gözlerinin ancak ucuyla yakalayabildiği belli belirsiz yüz ifadesi, bu sesin sahibini görene dek o anda hayalinde resmettiğine çok benziyordu. Bir an yüzmeyi bırakmış olduğunu fark etti; şaşkındı. Hangi dilde, nasıl bir anlama geliyordu bu duydukları… Anlamı kesinlikle tınısındaydı. İyi ki de anlamamıştı belki; bu kısa zamana sığan seslerin kendisinde oluşturduğu anlam olasılıkları o kadar uzundu ki… Hayat da bu yüzden insanların bilmediği bir dille yazılmış olmalıydı. Bunun farkına vardığında ayakları dibe çoktan değmişti. Buğulu gözleriyle nefes almaya çalıştı. Onlar da olmasa topuklarından gömülmüş bir deniz ibiği gibiydi. Tepesinde bir karartı gördü ve uzaklaşıyordu koşar adımlarla. O an derin bir korkuya kapıldı, fırlattı kendini yüzeye. Kadın sahile doğru yüzüyordu. Peşinden takip etti hızla. Gören de yüzmeyi on gündür değil, on yıldır biliyor zannederdi. Sonunda bir genç adamla el ele tutuşup kayalıklara tırmandı kadın.
Gece yastığına açtı gönlünü kasabadaki tek katlı evinde çok zamanlar yaptığı gibi. Sağına döndü, kimse dinlemedi. Bu sefer soluna döndü ve “Keşke…” dedi, “ondan kalan bir şeyim olsaydı.” Biraz sonra kulağının derinliklerinden tatlı bir sancıyla tıkırtılar geldi. Yastığına Heredotos’un tarih kitaplarına bile alamadığı kaçamak aşkların ve o sesin şahidi birkaç damla Akdeniz aktı.
Yolun sonunda bir ışık yanıp yanıp sönüyor. Ama çok uzakta. Yolun sonu görünmüyor sadece bir ışık, yanıp yanıp sönüyor. Her biri birbirinden farklı, çiçeklerle kaplı yolun iki tarafı. Çiçeklerin arkası karanlık. Yılanlar var orada, zararlı böcekler var. Ama uğur böcekleri de var. Kelebekler çiçeklerin olduğu bahçelerde yaşıyor. Adam bu bahçeli yolda ışığa doğru ilerliyor. Kırmızı eldivenini giyip özenle kopardığı çiçekleri kurutup cebine koyuyor. Çünkü kimi zaman yılanlar çıkıyor çiçeklerin arkasından, kimi zaman çiçeğin dikeni batıyor ellerine. Yine eldivenini giyip karanfile uzatıyor ellerini. Karanfilin parladığı ellerine uğur böcekleri ve kelebekler konuyor. Uğur böcekleri getirdikleri uğuru alıp uçunca, karanfil kuruyor, kelebekler uçup gidiyor. Çiçekçi onu içinde yalnızca kitapların arasında kuruttuğu çiçeklerin olduğu göğüs cebine koyuyor. Işık yanıyor, sönüyor. Adam yürüyor. Mesafeler kat ediyor, kopardığı çiçekleri kurutarak... O kadar ağırlaşıyor ki kurumuş çiçekler, çiçekçi yoruluyor. Etrafında hiç yılan, uğur böceği ve kelebek olmayan bir çiçek çekiyor dikkatini. Gidip çiçeğin dibine oturuyor. Işık yanıp yanıp sönüyor. Kokusu dikkatini çekiyor çiçeğin. Renginin daha sonra farkına varıyor. Ama bu çiçeğe dair en güzel şeyin, rüzgarla yapraklarının kımıldayışı olduğuna karar veriyor. İlk defa bir ikilem de kalıyor. Kurutup yanına aldığı çiçekler, yolun sonundaki ışığa ulaşmak için bir çok şey gibi gerekli, bunu biliyor. Işık yanıp yanıp sönüyor. Işığı ona gösterenin söyledikleri geliyor aklına ve O’nun başkasının gösterdiği ışığa doğru serüveni. Ama bu çiçeğin en güzel yanı, rüzgarla yaprağının kımıldayışı. ‘Suya koyup götürsem’, diye düşünüyor. Fakat o rüzgar sadece burada esiyor. Işık yanıp yanıp sönüyor. Rüzgar esiyor, çiçeğin yaprakları adamın ellerini çağırıyor. Çiçekçi sonunda karar veriyor: bu çiçeği alacağım, ama ilk defa kırmızı eldivenimi kullanmayacağım. Işığı göstereninden özür diliyor. Çıplak ellerini çiçeğe uzatıyor. Çiçek kopmuyor. Kopmadığı gibi çiçeğin dikenleri adamın elini kanatıyor. Işık yanıp yanıp sönüyor. Rüzgar esiyor, çiçeğin yaprakları dans ediyor. Adamın canı acıyor, çiçeğin canını acıtmış olabileceğinden. Kafasını kaldırıp ışığa bakıyor. Bu rüzgarın aslında çiçeğe ait olduğunu anlıyor, ışığın ise kendine... Cebinde kurutulmuş çiçeklerin ağırlığı, yolun sonundaki ışığı, ilk defa kandan kıpkırmızı eldivensiz elleri ve çiçeğin canını acıtmış olma ihtimalinin kalp ağrısı... Zorda olsa doğruluyor. Işık yanıp yanıp sönüyor. Çiçekçi biliyor, ne kendisi kalabiliyor, ne çiçek kopabiliyor. Çiçekçinin gözlerindeki ışık yanıyor, sönüyor; rüzgar esiyor, duruyor. Işığa doğru ilerliyor. Çiçekçinin ışığa doğru olan yolunda geriye iki acı kalıyor: biri eldivenini her giyişinde elindeki yaraların acısı, biri de çiçeğin canını acıtmış olma ihtimalinin acısı. Işık hep yanıp yanıp sönüyor. Çiçekçi kurutmak için çiçekleri kopararak ışığa doğru ilerliyor hiç durmuyor. Ama mutlaka, tekrar o çiçeğin rüzgarla yapraklarının kımıldayışını görür müyüm diye ara sıra dönüp geriye bakma ihtiyacı hissediyor. Orda o rüzgar halen belki esiyor, belki esmiyor ama ışık hep ama hep yanıp yanıp sönüyor.
Ağlıyorsun… Kedini kucağına almış, ağlıyorsun. Öyle ağlıyorsun ki, içindeki fırtına sökülüvermiş. Rahatlarsın. Dinginleşirsin birazdan. Öyle ağlıyorsun ki, biri görse seni, içindeki ‘o huzursuz fırtına’nın ıslattığı ‘sokakta’, yalnız başına kalıverir. Biliyor musun, hiç böyle ağlarken görmedim seni. Hiç sesini duymadım sen ağlarken. İnanır mısın, sana köle yapar göreni, senin bu ağlayışın. Böyle bakarken sana, ışık olmak geliyor içimden. Hafifleşip dağılmak. Enerji tanecikleri şeklinde etrafına yayılmak… Işık olmak… Işık olup göz yaşına vurmak… Göz yaşında, gök kuşağının renklerini oluşturmak…
Kanepeye uzanmış bakıyorum sana. Bir bacağını tuhaf, iç gıcıklayan bir eğimle bükmüş, öbürünü de uzatmışsın. Duvara yaslanmış, öylece yerde oturuyorsun, kitaplığın yanında. Kedini kucağına almış, ağlıyorsun…
Gözünden yere düştüm önce. Isındım, hafifledim. Hafifledikçe havalandım, yükseldim. Sıyrılıp saçlarının arasından, o güzel kokular eşliğinde camdan dışarı uçarken, denizin ardında belirsiz bir ufuğa bakıyordu, Gözünden Düştüğüm. Bir bilinmezliğe götürüyordu beni, kendini bilmez bir rüzgar. Yükseldim, biraz daha. Ne kadar maviydi aşağısı, ne kadar da parlak. Her yer maviydi, masmavi…
Yüzdoksansekiz gün sonraydı, bir kuş sürüsünün ortasında buldum kendimi. Biri vurdu kanadıyla, savurdu beni; birinin kafasının üzerinden akıp geçtim. Tam gittiler derken, biranda bir karanlık sardı etrafımı. O kuşlardan biri tarafından solunmuştum.
Bu canlının organizmasının bir parçası olduktan sonra, tekrar eski özgün halime dönmem, dörtyüzdokuz gün aldı. Ardından bir çiçeğin yaprağına bıraktı beni. Ne güzel bir çiçekti bu, hemen kabul etti içine. O yapraktan içeriye girdiğimde mevsimlerden ilkbahardı. Yaprağı gövdeye bağlayan yerde uzunca bir süre durdum öylece. Bir parçası oldum onun da. Ve sonra sonbahar… Önce sarardı yaprak, ardından havada biraz salınıp yere düştü.
Apansız bir yağmurlaydı yerin altına inişim. Karanlık yarıkların arasına sızdım, derinlere indim. Sonra daha karanlığa, daha derinlere… geniş bir yarıktan süzülüp, büyükçe bir su birikintisine karıştım. İkiyüzsekiz gün devinip durdum orada. Gökyüzünü tekrar gördüğümde, demirden makinelerin arasındaydım. Karmaşık işlemler, ardından bir pet şişe…
Almışdört gün sonra herhangi bir marketin, herhangi bir rafına uzanan herhangi bir adam aldı, içinde bulunduğum pet şişeyi. Ağzına dayayıp, havaya kaldırdığında ise hızla ilerliyordum karanlığa doğru.
Dilindeki gözeneklerin birinden yetmişdört gün sonra dışarı çıktığımda, inanılmazdı görünen şey adamın bir kapanıp bir açılan ağzından: işte o… İşte Gözünden Düştüğüm. Huzurluydun o zaman. Ne kadar neşeliydin, gülüyordun. Dudağın yaklaştı seni ancak görebildiğim aralığa, sonra ne olduğunu anlayamadığım bir karmaşa… Artık açıklıktan görünen o pet şişeyi alan adamdı. Tekrar o mutlu sıcağındaydım Gözünden Düştüğüm’ün. Ağzı kapandı sonra, dili yükseldi onun. Kainat oluştuğundan beri ilk defa huzurluydum. Huzurla indim, o korkutucu organik karanlığa…
Gözünden düştüm. Ağlıyordun, o kitaplığın yanında, yerde. Kucağına almış kedini, ağlıyordun. İnanılmazdın. Yoksa hayatın doğaya bahşettiği bir mucize miydin sen? Ne kadar parlaktın, işte şu karşındaki deniz gibi, tıpkı bizzat yaşamın kendisi gibi. Ne kadar da vardın orada, hemen oracıkta, o kitaplığın yanında. Neydi doğanın acımasız döngüsüne katan, gözlerinden bir damla yaşı?
Ağlıyordun öylece… Çok kötü ağlıyordun. Duvara yaslanmış, hayata içinde senin de bulunduğun anları lütfediyordun. Bir bacağını hafif bükmüş, öbürünü uzatmıştın. Sanki kozmik evrenin en önemli yapıtaşları sende hayat bulmuştu. Gözlerindeki o dünya klasiği yaşama sevincini kedine yönelmiş ağlıyordun…
Silindi gözümden biranda hayalin. Kendini bilmez bir rüzgar aldı gözümden öykünü. Bu korkutucu, organik bir karanlıkla kaplı sokağın balkonlarına gerilmiş çamaşır iplerini titreten rüzgar. Fırtına kopmuş, deli gibi yağmur yağıyor. Daracık sokakta karanlığa doğru ilerliyorum. Sokağın iki yakasındaki evler yukarıda bir yerlerde birleşiyor sanki. Soğuk, çok soğuk. Üşüyorum. Paltomun yakasını kaldırıp biraz daha sarınıyorum. Kendi içime çekiliyorum biraz daha. Mutlu oluyorum çünkü bu yaptıklarım halen hayatı sevdiğimi gösterir. Öykünü gözümden işte şu rüzgar aldı; senin olup olmadığına bakmadan, gökyüzünden yağan binlerce öyküye karıştırdı. Diyeceğim o ki; işte bütün suçlu odur. O zaman ben de, bu soğuk ve fırtınalı akşamda; bu dar, karanlık, kimsenin olmadığı sokakta ellerimi havaya, yüzümü de gökyüzüne çeviririm. Çeviririm ki, ellerim ıslansın. Çeviririm ki, hayatın bana ayırdığı bütün öyküler yüzüme yağsın…
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
Yağmur damlalarındaki hüznü özlediyse yürek, yağmur yağan yerlere mi gitmek lazım acaba..? Evet, gitmekten bahsediyorum..Herkes bir yerlere gittiğine göre, gidilen yerlerde can alıcı, ilginç, matrah ve gönül fetheden bir şeyler olmalı..Herkes bir yerlere gittiğine göre, gidilen yerlerde deniz huzur, toprak hasret, şarkılar keyif kokuyor olmalı..Herkes bir yerlere gittiğine göre, gidilen yerlerde sevda baştan çıkarıcı olmalı..Herkes bir yerlere gittiğine göre, bunda bir iş olmalı..Balonlar bile sabırsızlanıyor, sıyrılıyor ve kayıyorlar parmaklardan, gökyüzüne kavuşacağı için çıldırıyor. Balonlar bile bir yerlere gidiyorlar..bunda inceden bir ayar olmalı..Şarkılar gidenleri çağırıyor, şiirler gidene özlem yüklü,, romanlarda hasret var, içilen her kadehte gidene falsolu bir sitem var..Bu gidenler büyük insanlar olmalı, herkes onları çağırdığına göre..Bu gidenler çok değerli olmalı, herkes onları özlediğine göre..Birisini görüyorsun, gel otur, diyorsun, gitmem lazım, diyor..Nereye? Sen de mi..?Sokaktan geçenler bile gidiyor..ben susuyorum, anlamıyorum, anlamsızlaşıyorum..Hani ortaya bir soru atıldığında (bu da garip oldu, soru atılmaz ki sunulur!), bir bilene soralım derler ya, biz de bir gidene soralım..Soralım bakalım nereye gider bu insanlar..Acaba bildik ve tanıdık bir yerlere mi..? Mutlaka öğrenmek lazım..
(Havai fişekler patladı biraz önce..Tüm şehir rengarenk oldu, denize renkler düştü. Gidenler
de bu harikalığı gördüler mi acaba..? Bak şimdi merak ettim çünkü inanılmazdı..)
Sahi, bir de gidenlerin arkasından dökülen göz yaşları var. Hem gidiyorlar, hem de ağlatıyorlar. Vay vay vay, olaya bak..İçtikçe içiyoruz, sarhoş oluyoruz, gitme tarzında çakır keyif mesajlar atıyoruz, neden yaptım ki oluyoruz sonra, gururumuzu sigara alırken herhalde bir yerde düşürdük, geri dönüp izlerimizde onu arıyoruz, isyan boğazımızda düğümlenip kalıyor, her çığlık atışımızda bir parçasını kusuyoruz..Gidenler dünyayı kurtaran adamlar olmalı, bizler sanırım bu yüzden kahroluyoruz..
Yok arkadaş, hal böyleyse benim de gitmem lazım. O zaman öğreneceğim orada mutluluk ve huzur var mı diye..Bu yüzden gitmem gerek..Kaldığım için boğuluyorum belki...kaldığım için sürekli sorunlar gelip, biz senin kardeşiniz, diyor belki..kaldığım için bu susuzluğum belki..olamaz mı ki..?
Evet, evet..mutlaka gitmem lazım, o zaman öğreneceğim bunları..( gideceksen git ama, fazla uzattın demeyin, anlatıyorum işte, bir dakka..) Evet gitmeliyim ama bunun adı kaçmak olmamalı..kaçarsam gitmiş olmam ki..Öyle bir gidişim olmalı ki; arkamdan gelmemeli acılar, beni takip etmemeli iki yüzlü gülüşler, dokunmak istediğinde bana ulaşamamalı yüreğe bulanmayan eller, sadece bedeniyle sevişen vücutlar izlerimi bulamamalı yani..Öyle bir gidişim olmalı ki, ben bile anlamamalıyım nasıl gittiğimi, ben bile fark etmemeliyim..Gidişimin bir anlamı olmalı, bir hikayesi, bir mesajı..Kelimeler sıfatlaşmalı hatta somutlaşmalı...dokunabilmeliyim kelimelere, belki onlar da bana....Gidişimin bir fragmanı olmalı, merak edilmeli, alt yazısız türkçe olmalı..Gidişimin oscar’a aday bir film müziği olmalı, ayakta alkışlanmalı, insanlar mest olmalı..Giderken sadece ben gitmeliyim, yardımcı oyuncular perde kapanırken arkada kalmalı..Gidişimin bir ağırlığı olmalı, başı dik olmalı, gururu adımlarında olmalı...Öylesine değil böylesine olmalı..Sahibi olduğum ya da olmak zorunda kaldığım bütün aldanışlar ben giderken el sallamalı..gidişimin bir önemi olmalı yani, önemsenmeli..Bedeni bana uymayan, uzun boylu bütün vedalar, gitmemem için yalvarmalı ama ben duymamalıyım...Gidişimin bir derinliği olmalı, şnokerle dalınmalı ama havasız bırakmamalı..Suskunluk adı altındaki bütün silahlar tutukluk yapmalı, hedefi bulamamalı ama panzerler çalışmalı..Gidişimin gürültülü bir yanı olmalı yani, rahatsızlık vermeli, uyku kaçırmalı, uyutmamalı..Hani nasıl bir anda gelen bir haber şaşırtır yüzlerimizi; gidişimin haberi flash olarak çıkmalı, son dakika haberi olmalı, şaşkınlık yaratmalı, kaygı uyandırmalı..Bu gidişin rengi mavi, mevsimi sonbahar olmalı..Yosun kokusu bulaşmalı izlerine, papatyalar gülümsemeli, yağmur inadına sevgiyle ıslatmalı yani..Gidişimin anlaşılır bir yanı olmamalı, anlaşılmamalı, gizem yaratmalı....anason kokan bir tadı olmalı, sodalı olmalı, birden çarpmamalı..
“Ben gidersem ruhum sen kal dünyada” diye söylüyor şarkısını Sibel Sezal..Ben gidersem ruhum da benimle gelmeli, yabancı bedenlerde öksüz yaşamamalı, yalnız olmamalı..Gidişim bir bütün olmalı anlıyor musunuz, yarım kalmamalı,ekmek arası hasret kokmamalı...Yürekten söylenmeli şarkılar, ruhum giderken dinginliği dans ederek yaşamalı..Gidişimin ritmik ve artistik bir konsepti olmalı..
-nereye gidiyorsun?
-bilmem..
-insan bilmediği bir yere gider mi..?
-bilmediğim için gidiyorum zaten, öğrenmek için..
Gidişimin koordinatları bilinmemeli, haritada görünmemeli, rakımı belli olmamalı..gidişim radara yakalanmamalı yani..Sizleri bilmem ama benim gidişimin yönetmene ve senariste ihtiyacı yok..gidişim kamerasız ve suflesiz olmalı..Alt tarafı gideceğim değil mi, ne çok şey istedim böyle...Eee benim gidişim kolay değil, bol ayrıntılı olmalı..Ayrıntılarda gizlidir asıl önemli olanlar...gidişimin önemli ve öngörülü bir yanı olmalı..
Neyse, hadi ben gittim artık..Sizlere oralarda neler olduğunu, gidenlere neden cazip geldiğini söylemek isterdim elbette ama her giden gibi benim de dönmeye niyetim yok. Şimdi, her zaman iç çekerek dinlediğim, ahlara ve vahlara sardığım ama söylemekten de her nedense garip bir zevk aldığım şarkı, dudaklarıma itinayla oturuyor..Hadi siz de bana eşlik edin, beraber söyliyelim:
bir çok giden / memnun ki yerinden
çok seneler geçti, çok seneler geçti / dönen yok seferinden
Dedim ya, gidişimin bir derinliği olmalı..bir gün sizlerin de gidebilmeniz dileğiyle... Sahi merak ettim şu an, sizin gidişiniz nasıl olmalı, neye benzemeli, hangi tatda olmalı ve nasıl bir fon üzerinde uyarlanmalı..? Yoksa siz bir yerlere gitmek istemediniz mi hiç..? Sahi siz neden kalıyorsunuz..? Yoksa mutlu musunuz..?....Cevaplarınız beni şaşırtabilir, duymadan uzaklaşayım bari, yoksa gidemeyebilirim...!!!!
Hadi ben gittim
Görüşmemek üzere..
eski yi düşünmek hep hüzünlendir beni değilki bukadar eski ben dünü düşünürken ağlarım neler yaşadı şu gönül neden böle aşırı duygu yüklüyüm yokmu bi ışın makinası beni asırlar öncesine attsın
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
sayın admin beyefendi,
bazı zamanlar konu ve şirlerde alıntı yapılıyor bunun nedenide çok beğendim icin, sizden rican bana silme yapmak için sırasıyla yazarmısınız (özel msg ile) anladıgım kadarıyla size özel mesaj işleminide gerçekleştiremiyorum. selam ve saygılarımla.