-
98-99-100-101
“Nasılsın? Bakıyorum biraz iyileşmişsin!”
“Kimsiniz? Beni nereden tanıyorsunuz!?”
“Seni hastaneye biz getirdik dün akşam. Ölüyordun... ne oldu?”
“Bilmiyorum.”
Bu sırada hemşire Garip’i gördü.
“Sen ne arıyorsun burada. Çık dışarı! O pisliğinle mikrop bulaştıracaksın!”
“Ama ben onu görmeye geldim.”
“Çık diyorum... bak hala konuşuyor. Şimdi polis çağıracağım!”
“Tamam, tamam! Gidiyorum” dedi Garip. Ve aklına ne geldi ne gelmedi, koridora çıkar çıkmaz koşarak kalabalığın arasına karıştı. Gerçekten de -tahmin ettiği gibi-hemşire arkasından koridorda kalabalığa karışan Garip’e el kol hareketiyle, “Hey gel buraya bir dakika diye bağırmıştı. Sonra da hademelere haber vermiş, onu kıyıda köşede divik divik aramaya başlamışlardı. Garip, o köşeden o köşeye saklanarak zaman zaman kafile halinde girip çıkanların tam ortasına kendini atıp ilerleye ilerleye kapıya yaklaşmıştı. Kapıda bir iki hademe tek tek kapıdan çıkanların yüzlerine dikkat kesilmiş olarak bekliyorlardı.
Garip’i bir korkudur aldı. O sırada hastanenin ön kapısında bir kargaşa oldu. İki polis kapıya doğru yaklaştılar. Hademeler onlara doğru yüksek sesle bir şeyler anlatmaya çalışarak onlara yaklaşıyorlarken bir iki saniyelik bir bir fırsatı iyi değerlendirip, kalabalığın içine doğru eğilip yüzünü saklayarak attı kendini dışarı ve kapıda bekleyen arkadaşının kolunu çimdikleyerek onu duvarın yan tarafına çekti. Bu arada polisler hademelerle birlikte koridorun iç tarafına doğru kalabalığı tek tek süzerek ilerlemeye başlayınca rahatladı. Arkadaşının kolundan tutarak,”nasılmış, nasılmış?” sözlerine hiç cevap vermeden, “koş, koş!” diyerek onu nerdeyse sürüklercesine uzaklaştırdı oradan Ana caddedeki kalabalık ahalinin arasına karıştıklarında: “İyi, iyi...” kurtulmuş diyerek cevapladı kapıda kendisine sorulan soruyu.
“Niye koşturdun beni... hasta takip de değil mi? ya bulurlarsa bizi!?”
“ Polisleri görmedin mi! Niye çimdikledim seni sanıyorsun. Onlar beni arıyorlardı. Korkma, hemşire yüzümü uzaktan gördü. Görse bile tanıyamaz. Kaybolalım buralardan!”
Tam kurtulduklarını sanıyorlardı ki, arkalarından onlara birinin seslendiğini duydular. “Durun! Beni de bekleyin!” diyen sese döndüklerinde, hayretle, hastaneye yatırdıkları kadını tam karşılarında gördüler. Nefes nefeseydi ve yıkılacak kadar halsiz görünüyordu.
İrkildiler, biraz korktular ve etraflarına bakındılar şöyle bir. Herkes kendi havasında acele acele yürüyordu. Takip edildiklerine dair şüpheler dağılınca kafalarında, girdiler koluna ve ağır ağır yürümeye başladılar.
“Kimsin, niye peşimize düştün. Niye kaçtın hastaneden?” gibi birkaç acele soru sordular ona.
“Polisin izimi bulmasını istemiyorum. Ailemin artık benden haberi olsun istemiyorum! Ne olur, nereye giderseniz beni de götürün!” Garip’in arkadaşı ona tuhaf tuhaf bakarak;
“Kızım sen deli misin! biz sokaklarda yaşıyoruz. Evimiz barkımız yok. Kışları bulduğumuz bir barakada, yazları açıkta yatarız. Hayatımız sana uygun değil!” dediyse de Ayşe;
“Ne olur! Ben bu utançla yaşayamam artık! Nerde yatarsanız orada yatarım. Nereye giderseniz oraya giderim. Yük olmam. Kendi işimi kendim yaparım! Size yardım ederim!” diyerek yürek parçalayacak bir şekilde yalvarmaya başladı onlara.
Dayanamadılar ve onu kaldıkları barakaya götürdüler. Garip kapıyı açtı. İçeri girdiler. Burası bir çöp evdi. Temiz havadan girer girmez pis bir koku insanın burnunu düşürecek kadar ağır gelmişti Ayşe’ye.
Garip, ortada duran mangaldaki külleri karıştırdı biraz. Ellerini ısıtmak için uzattı. Sonra Ayşe’nin önüne doğru itti mangalı. “Isıt ellerini biraz. Kansızsın” dedi ona ve konuşmasını sürdürdü:
“İşte... bizim evimiz burası. Geceleri buraya sığınırız, gündüzleri çöpte işe yarar ne bulursak toplar satar, ekmek paramızı çıkarırız. Bazen-erken davranmazsak-o da elimize geçmez, aç yatarız.”
“Olsun!” dedi Ayşe.
“Şimdi de sen anlat!” dediler ona.
Ayşe anlattı başından geçenleri. Garip ve arkadaşı Çarıklı-lakabı buydu-adları belli olmayan bu iki kişi de hayatın sillesini yemişlerdendi. Yüzleri pislikten tanınmaz haldeydi. Elinde bir konserve kutusundan yapılmış su kabı aldı. Daldırdı ağzı açık büyükçe, plastik bidondan yarım kesilmiş su kabına ve dışarıya çıktı. Elini yüzünü yıkadı barakanın önünde. Ayşe onun hareketlerini izliyordu. Aklından “biraz insana benzedi” diye geçiriyordu.
Garip kalın, kaba paltosunu çıkardı. Postallarının bağını tek tek çözüşü ve köşeye fırlatışı yaşadığı hayata isyan eder gibiydi. Beresini de başından çıkardığında Ayşe’nin hayretten gözleri fal taşı gibi açıldı.
“Sen bir kadınsın!” diye hayretle yüzüne baktı onun ve kadınca hatlar aradı yıkanmış yüzünde. Kaba saba bir yapıda oluşu kadınlığını gizlemeye yardımcı oluyordu. Yüzünde ne kadar yıkasa, derisine iyice işlemiş kir de anlamayı zorlaştırıyordu.
Garip onun şaşkınlığını gidermek için, “ne daldın öyle yüzüme gözüme, kadınım işte. Belli olur halim kalmadığını söyle. Hoşuma gider bu. Çünkü benim durumumdaki birine böylesi uygun düşer. Sokaklarda bir kadının yaşaması sandığın kadar kolay değil. Bütün kadınca hatlarını saklamak zorundasın. Erkek gibi giyinip erkek gibi davranmaya ve konuşmaya çalışmalısın. Buralarda bir tek çarıklı bilir benim kadın olduğumu. O yaşlı olduğu için kendi cinsiyetini saklamaya ihtiyacı yok. Öyle değil mi yandan çarklı.
“He ya Garibim!” diyerek onu cevapladıktan sonra başladı Ayşe’ye nasihat etmeye:
“Bak kızım... evine dön! Her şeyi unut... bizler gibi yaşayamazsın. Sen sokakları daha bu gün gördün. Bir çöp bidonu yanında baygın yatmak sokağı tanımak için yetmez. Vazgeç”
“Hayır! Ya kaybolmam, ya da ölmem lazım! Kızımın, kocamın yüzüne bakamam artık. Niye kurtardınız beni! Size, beni hastaneye yetiştirin, diyen mi oldu... ölür gider, kurtulurdum!” diyerek ağlamaya başladı Ayşe.
Garip dayanamadı onun ağlamasına ve atıldı:
-
günaydın bu gün bir sayfa fazla oldu
..ağız tadıyla okumalar
-
102-103-104-
“Dur, dur hemen ağlama! Bir çaresine bakarız. Sen önce biraz yat, dinlen. Çok kan kaybettin. Sana verecek kuş tüyü yataklarımız yoksa da, çaresiz de değiliz. Bak burada iki çuval gazete eskisi var. üzerine bir de battaniye ayarladık mı... al sana kuş tüyü yatak.”
Sonra hemen yatağı hazırladı ve ona, “Hadi bakalım!” diyerek onu kollarından tutup yardım ederek yatağa yatırdı.
İşi bitip üzerini örttükten sonra, “biz yarın erkenden işe çıkarız. Sakın akşama kadar dışarı falan çıkma. Hiç kimseye görünmemen lazım. Yoksa bizi rahat bırakmazlar. Çarıklı sen de kendine bir yere ayarla. Burada yat bu gün. Yarın tekrar konuşuruz uzun uzun” diyerek Çarıklıya da diyeceğini dediği sıra Ayşe’nin uyumuş olduğunu fark etti. Kendine de yatacak bir yer ayarlarken, arada bir bu çaresiz kadının yüzüne bakıyor, “iyileşmez de tekrar hastaneye götürmek zorunda kalırsam ne yaparım!?” diye geçiriyordu içinden.
Uzun süre uyuyamadı. İyileşse bile, bu kadının kendileri gibi bir hayat sürmesine gönlü razı olmuyordu. Polisle başlarının belaya girmesi ihtimali de onu korkutuyordu.
Gece yarısı, uykuya iyice daldığında ani bir çığlıkla uyandı. Ayşe’ye baktı. Uyku arasında sağa sola huzursuzca dönüp duruyordu. Belli ki kabus görmüştü. Sonra sayıklamaya başladı. Kalkıp yerinden Garip, elini alnına koydu. Ateşi vardı. Ter içinde kalmış, terden ıslanan saçları, ıpıslak olmuş yüzüne yapışmıştı. “Zavallı kızım, seni kim böyle yaptıysa elleri kırılsın inşallah” diyerek kalktı, bir tülbent parçası aldı alnındaki terleri sildi. Alnına bez ıslatıp koydu ve sabaha kadar başında korkuyla bekledi.
Gün ışır ışımaz Çarıklıyı uyandırıp başında beklemesini söyledi ona ve en yakın ana caddeye koştu. Eczanelerin açılmasına daha birkaç saat vardı. Dolandı durdu. Nihayet bir nöbetçi eczane buldu sonunda. İçeri girerken adam onu sokmak istemedi kapıdan. O diretti ve girdi içeri. Adam durmadan, “çık dışarı, ne istiyorsun!” deyip duruyordu.
“Bir dakika kötü bir niyetim yok vallahi! Bir arkadaşımız hasta. Bebek düşürdü. Ateşi var. ne yapabilirim? Allah rızası için... kız ölecek! Yardım edin!”
Eczacının ilk andaki tedirginliği geçmişti. “Niye bir doktora götürmüyorsunuz!?” diye çıkıştı ona.
“Paramız yok, ne yapalım!” deyince yumuşadı biraz, “kaç yaşında bu kız?” diye sordu ona.
“Bilmiyorum... herhalde yirmibeş falan var.”
“Bak! Temiz tutacaksınız! Al şu pamukları. Ellerine değirmeden kullanacaksın. Şu şişedeki sudan da bir kapak dolusu bir sürahi suya katıp, onunla yıkayacaksınız altını üstünü.” Diyerek onun eline tutuşturdu hemen tezgahın altından çıkardıklarını. Sonra üst raflara uzanıp iki kutu ilaç aldı ve mavi beyaz kutulu olanı ateşi oldukça ver. Şundan da altı saatte bir tane. Antibiyotik bu. Bunlar pahalı ilaç. Paran olunca bana getireceksin.”
“Kaç para. Getiririm. Ben hurda toplar satarım.” Adam baktı suratına ve “sen hurdalarını sattıkça getir. Ben sana borcun bitince bitti derim. Ama benimkini geciktir biraz zararı yok. Biraz paran olunca doktora götür önce onu. Tamam mı?” diyerek onu göndermek isterken.
“Adım garip. Yazın adımı... sağ olun!” derken adam bir defter çıkardı ve yazdı adını Garip’in.
“Yazıyorum ama, sakın acele etme dediğim gibi. Önce doktor... önce doktor! Hatta bana borcunu hiç aklına getirme. Ama, bir ara gelip bana kızın durumu hakkında haber ver. Ben de merak ettim.” Garip, “Allah tuttuğunu altın etsin! Gelirim ya!” diyerek oradan koşar adım uzaklaştı.
Fırının önünden geçerken sıcak ekmek aldı. Süt de almak istiyordu ama hiç parası kalmamıştı. Utana sıkıla bakkala girdi. Bakkal onu tanıyordu.
“Ne o Garip... uzun zamandır gözükmüyorsun!?” demesinden cesaret alarak, bir hastam var da ondan. Çok hasta zavallı. Diyorum ki, acaba bir şişe süt versen de borca yazsan!?”
“Süt borca olur mu! Ne kadar biliyor musun!?”
Garip hiç sesini çıkarmadan boynunu büktü ve kapıya doğru yürüdü. Adam seslendi arkasından tam çıkıyorken:
“Hadi gel, gel! Ama bir daha borca olamaz!”
“Tamam!” dedi Garip. Uzattığı şişeyi kaptı elinden ve “Allah razı olsun!” diyerek rüzgar gibi çıktı dükkandan.
Garip barakaya girdiğinde Ayşe hala yatıyordu.
“Nasıl... nasıl!?” diye sordu Çarıklıya.
“Eeh. Ölmedi şükür. Çok ateşi var. sayıkladı durmadan.”
Sevinmişti Garip. Onu dürterek uyandırdı. Gözlerini yarı açtığını görünce, “Kalk kızım. Sana ilaç getirdim. Bunları kullanırsan iyi olurmuşsun!”
Başını kolunun altına alıp biraz doğrulmasını sağladı ve içirdi ilaçları eczacının dediği gibi. Biraz da süte ekmek bandırarak yedirdi ona.
Birkaç gün böylece geçti. Garip’in işi gücü bulup buluşturup Ayşe’ye süt, ekmek, bazen de peynir getirmek olmuştu nerdeyse. Kendisi çok geceler aç yatıyor Ayşe’yi yedirip içiriyor
Ahmet Abi
Diğer tarafta, Sevgi de hastalanmıştı. Dili konuşuyor, ama “annemi isterim!” sözünden başka bir şey demiyordu. Hasta halinde bile evde yalnız kalamıyordu. Ahmet nereye gitse o da oraya... Ahmet’in iş yerinde herkes tanıyordu artık onu. Çünkü iş çıkışına kadar onu bekliyordu fabrikada. Fabrikadan çıkar çıkmaz, karakol karakol dolaşıyorlar, "ölü, ya da diri bir haber var mı?" diye soruyorlardı her gün.
Ahmet, bütün hastaneleri dolaşmış, bir ara bir hastaneye kimliksiz, tarife uygun birinin bırakıl
-
105-106-107
bırakıldığını ama, sonra hastaneden kaçtığı haberinden başka hiçbir iz bulamamıştı. Kayıp listesindeydi Ayşe’nin adı.
Sevgi’ye belli etmeden, “Allahım bana yardım et! Başına bir şey gelmesin!” diye dua edip duruyordu her gün. Bir yandan da ölüm haberi almadığına seviniyor, gün geçtikçe öldürülmemiş, ya da kendini öldürmemiş olduğuna dair umutları çoğalıyordu.
Bir süre sonra, iki günde bir izin isteyen Ahmet’in iş yerindeki itibarı sarsıldı ve işinden ayrılmak zorunda kaldı. Artık, saç sakal birbirine karışmış, sokak sokak dolaşır olmuştu. Elde kalanlarla zar zor geçiniyorlar, zavallı Sevgi perişan oluyordu günden güne.
Öyle bir zaman geldi ki, yiyecek ekmek bulamadılar. Bir süre daha, gizliden değerli eşyalarından bazılarını satarak ihtiyaçlarını karşıladı Ahmet ve sonunda kararını verdi. Sevgi’yi yuvaya verecekti...
Bir sabah, henüz Sevgi uyanmadan üst kata, Fatma teyzenin yanına çıktı. Halini arz etmekti niyeti. Ayşe ile ilk bu eve girdiklerinde oturdukları divana oturdu. Gözleri dolu dolu oldu. Yanında oturduğunu hayal ettiği yer boştu. Söze başlamadan önce hafifçe arkaya döndü-güya- sezdirmeden gözünün yaşını sildi. Utana sıkıla konuşmaya başladı:
“Sana mahcubum teyze. Birkaç aydır kira veremedim. Bir karar aldım. Biliyorsun işimi kaybettim. Bundan sonra da vereceğim yok yani. Hayatım bu evde başladı ve Ayşe’m kaybolunca da bu evde bitti. Size borçlu kalmak istemem. Manevi desteğinizin karşılığını ödeyemem. Ama, evimin eşyalarını size bırakıyorum. Kira borcumu karşılar. Gerisini de helal edin. Bebeğimiz olacaktı. Onu ilk senin kucağına verecektik. Olmadı. Ayşe’yi ziyan ettiler. Tam bir sene oldu bu gün. Kendimi kurtaramam artık. Ama Sevgi’yi kurtarmalıyım.”
Yaşlı kadın onu dikkatle dinledi. “Ölenle ölünmez oğlum. Kaybolanla da kaybolunmaz. Kendini kaybetme! Senden kira isteyen mi var... otur. bir iş bul, kızcağıza bak. Ben de göz kulak olurum. Ayşe’nin sesi benim de kulaklarımdan gitmiyor. Ama ne yaparsın... kör talih işte!”
“Olmaz teyze. Ne ben kira ödemeden oturabilirim. Ne de Sevgi bu evde kaldıkça sağlığına kavuşur. Onu yuvaya vereceğim. Nereye gitsem benimle geliyor. Ne ben rahatım, ne o rahat. Çocuk yaşıtlarıyla bir yerde olmalı. Acı, tatlı alışmalı hayata. Gene arada bir gider görürüm ben onu.” Dedikten sonra kalktı ayağa, elini öptü ve “hakkını helal et!” diyerek çıktı. Kadıncağızın dili tutulmuştu sanki arkasından öylece bakakaldı.
O gece evdeki son geceleriydi. Ahmet, nasıl edip de Sevgi’ye durumu açıklayacağını düşünüyordu. Sevgi’de sanki durumu sezmiş gibi, ona elde olanlarla sofra hazırlamıştı. Bu daha da işini zora sokuyordu.
Yemeklerini yedikten sonra, divanın bir köşesine büzülüp oturdu ve Ahmet’in yüzünden bir şeyler okumaya çalıştı.
Ahmet baktı onun yüzüne doğru ve “yanaş biraz yanıma, konuşacaklarımız var” diyerek onu yanına oturttu ve konuşmaya başladı:
“Bak kızım... başımıza gelen felaket çok büyük. Annen kayboldu ve artık bulma umudumuzu da yitirdik. Ölüden farksız olduk ikimiz de. Sen okula gidemiyorsun... bu böyle olmaz. Sen gün be gün büyüyorsun. Bir arada yaşamamız, elin günün gözünde yanlış değerlendirilir. Ben çalışmıyorum. İş yok, aş yok... düşündüm ve seni yuvaya vermeye karar verdim. Okuluna gönderirler seni. Yaşıtlarınla arkadaşlık edersin. Karnın doyar.”
Sevgi fırlayıp ayağa kalktı önce. Sonra dönüp, onun boynuna sarıldı. “Ne olur Ahmet Abi... verme beni! İşini tutarım. İstersen çalışırım! Yemeğini yaparım!”
“Olmaz kızım. Yalnız evde bile oturamıyorsun. Benim se çalışmam lazım. Hem gelir seni görürüm. Annenden haber alırsam sana haber veririm. Anneni bulursam çıkarırız seni yuvadan!? Ne olur beni anla kızım...”
Sevgi tarttı tüm dediklerini Ahmet’in ve sesini çıkaramaz oldu.
Rüyasında annesini gördü o gece. Kardelen çiçekleri sunuyor ona, sevgi elinde çiçekler, koşturup duruyor, çiçekleri kardan adamının ellerine tutuşturuyordu. Sonra, annesinin karlı tepeden aşağıya yuvarlandığını görünce birden uyandı. Yastığına sarıldı ve ağladı... ağladı... ağladı...
Sabah olduğunda erkenden kalktı. Kendisine ufak bir valiz hazırladı. Annesinin Ahmet’le olan nikah resimlerinden birisini aldı. Babasının şehitlik şeref madalyasını annesinin eşyaları arasında bulup onu da valizine koydu. Bir de bebeğini aldı. Artık bebek oynama yaşı geçmişti ama, ona baktıkça annesini hatırlıyordu. Onu annesi ona getirdiği ilk gündeki sevinçli yüzü geliyor gözünün önüne, onu yanından hiç ayırmıyordu.
Ahmet uyandığında Sevgi hazırdı.
Birlikte son kahvaltılarını sessiz sedasız yaptılar. Sonra Fatma teyzeye uğrayıp elini öptü ve evden çıktılar.
-
iyi kandiler ...kandiliniz mübarek olsun
-
109-112
Sosyal hizmetlere dilekçe verip Sevgi’yi yuvaya yerleştirdi Ahmet. Müdürün onun okula gönderileceğini, okuyup adam olacağını söylemesi Ahmet’in tek sevinciydi. Sevgi ise bu sözlere inanmamıştı. Ama inanmak istiyordu. İlerde ya bir doktor, ya da avukat olmak isteği geçti içinden o an.
Ayrılık saati gelmişti. Ahmet, “hadi kızım, oku, çalış, beni de affet!”
Sevgi Ahmet’in boynuna atıldı. “beni unutma! Annemi bul ne olur, ölü, diri... yeterki bul!” ellerinde olmadan ikisi de hıçkırıklara boğuldu.
Müdür, onları teskin için, “kızınız emin ellerde, merak etmeyin!” diyerek müdahale etmek zorunda kaldı.
Zor da olsa ayrılmak zorunda kaldılar. Kapıya kadar uğurladılar Ahmet’i. Ahmet uzaklaşırken Sevgi el sallayarak, “beni unutma! Sen annemin hatırasısın!” diyerek dönüp müdürün ellerine sarılarak ağlamasını sürdürdü.
Ahmet arkasına bakmadı bir daha. Arkasına bir daha baksa kararından vazgeçeceğini iyi biliyordu çünkü. Sevgi’nin iyiliği için bunu yapmamalıydı.
Müdür, “gel bakalım. Şimdi seni yerleştirelim” diyerek zile bastı. Kapıdan giren kadına, “gel bakalım Hafize hanım. Bak bu yeni öğrencimiz. Adı Sevgi. artık burada bizlerle yaşayacak.”
Müdürün bu sözleri ilk defa kendi adının anlamını düşünmeyi aklına getirdi ve “adı Sevgi... hiç sevgi görmüş mü acaba!” diye düşünmekten kendini alamadı.
Müdür, dalmış olan Sevgiye, “hadi kızım Sevgi, sana odanı gösterecek Hafize hanım!” sözleriyle irkildi ve kendine geldi.
Valizini aldı ve öğretmenin peşine takıldı.
Hafize hanım çocuğun elinden tutup götürürken, müdür arkasından baktı onların. Kafasını sallayıp, alnını kaşıdı ve eğilip masasına işine devam etti.
Beraber merdivenlerden inerlerken Hafize öğretmene dikkat kesildi Sevgi. Hafize öğretmen sert görünümlü bir kadındı.
Koridorlarda bir sürü kız vardı. Hafize hanım kızlara seslendi:
“Kızlar, yeni bir arkadaş geldi. Gelin yardım edin de yerleşsin. Hep birlikte odaya girdiler. Odada karyolalar ve dolaplar bulunuyordu. Kızlardan bir ikisi ona yanaşarak, “hoş geldin arkadaşım, adın ne?” diye sordular.
“Sevgi”
“Seninle iyi anlaşacağız. Benim adı Aslı, arkadaşımınki de Arzu” diye tanıttılar kendilerini. Sonra, “hadi eşyalarını çıkart da dolaba yerleştirelim.”
“Ben sonra yerleştiririm. Biraz dinlenmek istiyorum” dedi Sevgi.
Kızlar bozuntuya vermediler, ama biraz kırıldılar.
“Nasıl istersen, Arzu, gel biz bahçeye çıkalım!” diyerek yanından uzaklaştılar.
Sevgi çantasını bir kenara koydu. Hafize öğretmenin kapı girişinde ona gösterip uzaklaştığı yatağın üzerine uzandı. Kendini ilk defa sefil ve terkedilmiş hissediyordu. Üzgündü. Gözlerini kapattı. Hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti:
Babasını hayal meyal hatırlıyordu. Aklında ona türküler söylediği ve çok sevdiği geliyordu sadece. Ya halası... ne tonton bir kadındı. Ona oyunlar, masallar anlatırdı. Onu yedirir, içirir, dualar öğretirdi. Sonra, evlerinin alev alev yanışı... Hala’nın o yangında ölmesi, hepsi... hepsi çok korkunçtu. Hele senelerce susması. Tek kelime çıkamaması ağzından...
Tam hayatları düzelmiş, Ahmet’le annesi evlenmiş kısa bir süre mutluluk yaşamışlardı ki, o korkunç olay gelmişti başlarına. O anı aklına bile getirmek istemiyordu. Canından çok sevdiği annesi gitmişti. Onu çok arıyor, çok özlüyor, insanları sevmiyor artık, onlardan nefret ediyordu.
Yuvada bir sürü yabancı insan vardı. Acaba onlarla anlaşabilecek miydi!?” Hiç yerinden kıpırdamadan saatlerce düşündü durdu. Burasını neye benzeteceğini bilemiyordu bir türlü. Ev dese ev değildi. Okul dese okul değildi...
Zil sesiyle kendine geldiğinde, “okulu çağrıştırıyor” diye düşündü. Ama okuldan sonra bir ev gerekti insana ve burasının ev olmadığı kesindi. Büyük bir karamsarlığa düştü.
Zil çaldıktan sonra, bir patırtıdır başladı. Kızlar koşuşturarak odalarına girdiler. Kimisi dolabına elindekileri aceleyle bırakıp gidiyor, kimisi lavaboya ellerine yıkamaya koşuyordu. Sevgi kızları hareketlendiren bu zilin ne zili olduğunu kafasında çözmeye çalışıyordu ki, Arzu girdi içeri ve “Sevgi,yemek zili çalıyor... ellerini yıka yemeğe gel!” diye ona seslendi.
Alışamadığı bir şeydi zille yemek yemek. Arzu’nun peşine takıldı. Lavaboya gittiler beraber. Ellerini yıkadılar ve ellerine birer tepsi alıp, yemek salonunun kapısında kuyruğa girdiler.
Kuyruktaki kızlar, itiş kakış ve fıkırdaşmayla ellerindeki tabakları uzatıyorlar ve gülüşerek masalara dağılıyorlardı. Sevgi onların gülüşlerine sinir olmuştu. Çünkü çoğu ona bakıp bakıp gülüyordu. Sesini çıkaramadı.
Sıra kendisine gelmişti. Görevli ona, “Adın ne? Yenisin herhalde?” diye sordu.
“Adım Sevgi. Yeni geldim.”
“Uzat tabağını!”
Tabağını uzattı. Fasulye, pilav bir elma ve ekmek koydular tepsisine.
Yemekhaneye girdi. Sağa sola baktı. Boş bir masa aradı. Duvarın dibine yakın bir yer buldu ve oraya oturdu. As sonra o masaya Arzu ve Aslı da geldiler ve usulca oturdular. Bu ikisi, diğer kızlardan biraz daha büyükçe ve hep Sevgi’ye yakın duruyorlar, onunla arkadaşlık kurmak istediklerini belli ediyorlardı. Niyetleri onu konuşturmaktı. Ama Sevgi çok üzgündü ve konuşmak istemiyordu.
Aslı söze başladı:
“Şey, Sevgi... niye bize hayatını anlatmıyorsun? Hem yemeğimizi yer, hem de konuşmuş olurduk.”
“Şu anda anlatmak istemiyorum. Ne olur beni anlayın! Hele birkaç gün geçsin. Belki o zaman içimden gelir, anlatırım.”
Kızlar yine hayal kırıklığı yaşamışlardı.
Yemekten sonra televizyon odasına çekildiler ve televizyon seyretmeye başladılar. Meraklı olan sadece Arzu ve Aslı değildi. Kızların biri gidip biri geliyordu Sevgi’nin yanına. Hepsi de hemen onunla ilgili şeyleri
-
üç aylarınız mübarek olsun
-
113-114--115Sevgi’nin yanına. Hepsi de hemen onunla ilgili şeyleri anlatmasını istiyorlar ondan. Fakat Sevgi kibarca onları savıyordu başından.
Vakit epey geç olmuştu. Sevgi tek başına bir köşede oturuyor, diğer kızlar arada bir ona meraklı gözlerle bakıyorlar, fısıldaşıyorlardı aralarında.
Sadece bir kız sokulmamıştı onun yanına. O da tıpkı Sevgi gibi, duvar kenarında bir yer seçmiş kendine, utangaç utangaç oturuyordu. Sevgi’nin ilgisini çekmişti tüm kızların arasında farklı görünen ve kendisinin yanına gelip, kendisi hakkında meraklı sorular sormadığı için. Ona doğru-farkında olmadan-uzunca süre bakmış olmalıydı ki, kız etkilenerek bu bakıştan kalktı yerinden ve Sevgi’nin masasına doğru yaklaştı.
“Ben Hacer, gel yatakhaneye gidelim!” demesi ve ona geçmişi hakkında hiçbir şey sormaması daha da ilginçti.
Herkes üçerli beşerli gruplar halinde yemekhaneyi terk ediyordu. Sevgi, “Ben Sevgi. olur, gidelim diyerek kalktı masadan.
Yatakhaneye kadar, hemen hemen hiç konuşmadan yürüdüler beraber. Hacer, Sevgi’ye yatağına kadar eşlik etmekle görevli birisiymiş gibi yanında öylece yürüyordu sadece.
Odaya girdiklerinde, sırf laf olsun diye, “hangisi senin yatağın?” diye sordu Hacer. Sevgi eliyle gösterdi. Hacer’in gözleri parladı birden, “yan yanaymışız!” derken sevincini gizleyemeden, “ne güzel, yan yana yatacağız. Çok sevindim” diye sürdürdü konuşmasını.
Sevgi onu kendisine diğerlerinden çok yakın bulmuştu ve o da Hacer’le yan yana yatağa düşmüş olmaktan dolayı son derece sevinmişti bu yüzden. Öbür kızlardan farklıydı Hacer. Ezik, yıkılmış bir hali vardı. Kendine bile hayrı dokunmayacak bir görünüşte olmasına rağmen Sevgi’ye güven veren bir havası vardı nedense.
Yataklarına uzandıklarında, Hacer, diğer kızların aksine, Sevgi’ye meraklı sorular sormadı. Sevgi’nin de ona sorular sormasına gerek duymadan yuva hayatından bir şeyler anlatmaya başladı. Yine, sanki Sevgi’yi buraya alıştırmak görevi üslenmiş biriymiş gibi gelmişti Sevgi’ye. Evet, bu kızcağız Sevginin içinden neleri merak edebileceğini tahmin edecek akıllılıkta birisiydi.
Onun bu şekildeki yaklaşımı Sevgi’nin çok hoşuna gitti.
Kızlar yatak odasına gelmemişlerdi henüz. Televizyon başında zaman geçiriyorlardı.
Sevgi, beş on dakika içersinde, yuvayla ilgili bilmesi gereken ne varsa öğrenmişti. Kaç ta yatılır, kaçta kalkılır. Ne zaman yemek yenir, ne zaman televizyon izlenir hepsini biliyordu artık. Kafasındaki merak dağılıp, kızların da şu an televizyon saati olduğunu ve televizyona çok meraklı olduklarını öğrendikten sonra, yatma saatine kadar epey vakitlerinin olduğunu da öğrendiğinden, Hacer’in bu yaklaşımına karşılık vermek istedi ve valizini açtı, bebeğini çıkardı. Hacer’e göstererek, “Bu Ayşe” diyerek ona tanıttı önce bebeğini sonra devam etti konuşmasına:
“Adını ben Ayşe koydum. Çünkü annemin adı. Boynundaki de babamın madalyonu. Yangında yandı, bozuldu. Ama olsun... o babamı hatırlatıyor bana.” Hacer, bakması için kendisine uzatılan bebeği aldı eline.
Bu andan sonra sıcak bir konuşma başladı aralarında:
“Sarı saçları, mavi gözleri tıpkı sana benziyor, ne kadar güzel!”
“Evet, annem de öyle söylerdi.”
“Peki annene de benziyor mu?”
“Hayır, annem siyah saçlı, kahverengi gözlüydü. Ben babama benzermişim. Dur... bak annemin fotoğrafı cebimde!”
“Ayy... ne kadar güzelmiş!”
“Bu da baban mı?”
“Hayır, o Ahmet abi. Annemin ikinci kocası. Nikah fotoğraflarından birisini yanıma almıştım.Bu o fotoğraf. Biliyor musun... önceleri hiç sevmezdim onu. Ama şimdi çok seviyorum.”
Tam bu sırada Arzu’yla Aslı içeri girdiler. Onlardan esirgenen şeyleri Hacer’e anlattığını görünce, “ooo... kızlar, muhabbeti koyulaştırmışsınız iyice” diyerek onların yanına yöneldiler.
Bu sözü duyan Sevgi, bebeği ve fotoğrafı Hacer’in elinden aceleyle aldı. Onlar daha tam yanlarına varmamışken çantasına koyup ağzını kapattı.
“Ayy, sevsinler... sanki yedik! Sakla sakla... biz de pek meraklısıydık!” dedikte sonra Aslı, Arzu’yu da kolundan çekiştirip gerisin geri döndürerek, bozulduklarını belli edercesine odadan tekrar çıktılar koridora. Onlar odayı terk eder etmez, Sevgi, “böyle meraklı tipleri hiç sevmiyorum. Konuştuklarımız aramızda kalsın Hacer olur mu?” diyerek yeni arkadaşını tembihledi.
“Tabii canım! Sen kaygısız ol!” sözünü aldıktan sonra Hacer’den yatmaya hazırlık yapmaya başladılar. Çünkü, yavaş yavaş odanın dolmaya başlamasından, uyku vaktinin gelmiş olduğu anlaşılıyordu.
Sevgi hazırlandı ve yatağına uzandı. Bu gece ilk gecesiydi. Kızlar gürültü yapıyor, konuşuyor, gülüyorlardı. Bu gürültüde uyumak mümkün değildi. Nöbetçi öğretmenin “Hala uyumadınız mı, yarın okul var, haydi yatın!* diye bağırmasıyla kızlar bir anda sus pus oldular.
Sevgi hiç böyle kalabalık bir yerde uyumamıştı. Yatarken ona hep annesi iyi geceler dilerdi. O da annesine sarılır, öperdi.
Bütün bunları aklından geçirdikten sonra uzanıp bebeğini aldı. Onu öptü. “İyi geceler Ayşe” dedi. Bebeğini de yorganın altına soktu. Ona sarıldı.
Ayşe bebeğinden annesinin kokusunu alıyordu sanki. Uyumaya çalıştı. Gözlerini her kapatışında, hayatından bölümler gelip duruyordu karşısında., Saatlerce yatakta dönüp durdu. Sonunda yorgunluktan uyudu.
Gece ara sıra uyanıyor, etrafına bakınıyordu. Sabah olduğunda kalk zili çaldı. Herkes yerinden fırladı. Yataklarını düzeltti... Bir yandan da giyiniyor, hazırlanıyorlardı. Çünkü okula gideceklerdi.
Ayşe yatağından kalktı, lavaboya gitti. Ellerini yüzünü yıkadı. Şaşkın şaşkın bu yeni ortama uymaya çalıştı.
Kahvaltı kendilerini bekliyordu. Hazır olanlar kahvaltılarını alıyorlar, yemekhaneye geçiyorlardı. Sevgi kahvaltıdan sonra ne yapacağını bilmez halde dolaşıyordu.
-
hocam kaleminize sağlık bi kaç gundur okuyamıyordum birikince daha guzel oluyor :)
-
117-118-119-120
Bu sırada Hafize hanım onun yanına geldi.
“Sevgi gel benimle...” diyerek onu içeriye götürdü. Oradan okul eşyaları verdi ona.
“Al, bunları giyin, sen de okula gideceksin.”
Sevgi hem sevindi, hem korktu. Yeni bir okul, yeni arkadaşlar... Kendisini acaba nasıl karşılayacaklardı. Gitti, giyinip geldi. Hafize hanım onu okul servisine bindirdi. Kendisi de yanına oturdu. Serviste bir tek sessiz oturan kendisiydi. Öbür kızlar durmadan konuşuyor, şımarık hareketler yapıyorlardı. Okula varıncaya kadar Sevgi ve Hafize hanım sessizliklerini bozmadılar.
Hafize hanım, okula gelince onu önce müdürle sonra da öğretmeniyle tanıştırdı. Sınıfını buldu, yerleştirdi. Burası altıncı sınıftı. Okula çok ara vermişti. Dili tutulup konuşamayınca iki sene mecburen okula gidememişti.
Sınıfta öğretmen onu öbür çocuklarla tanıştırdı. Herkes Sevgi’den hastalıklı biriymiş gibi kaçıyor, onu aralarına almak istemiyorlardı. Çünkü yuvadan gelen çocuklar çok yaramaz, tembel ve problemli oluyorlardı.
Sevgi şaşkın ve üzgündü. Çünkü yaşadığı olaylar onu yıkmış, omuzlarına ağır bir yük yüklemişti. Eskiyi unutamıyor, yeniden zevk alamıyordu. Bu durum onu içine kapanık yapmıştı. Kendini derse veremiyor, hep dalıp dalıp gidiyordu.
“Neden bu kötü şeyler hep benim başıma geldi?” diye düşünüyordu. Arkadaşlarının anneleri çocuklarını ziyarete gelince onlara imrenerek bakıyordu. Acaba kendi annesi de bir gün gelecek miydi?
Artık yaşam okul ve yuva arasında geçiyordu. Hacer en iyi arkadaşı olmuştu. Aslı ile Arzu ona hala gıcık gidiyorlar, kendisini her fırsatta incitip üzüyorlardı.
Günlerden bir gün, okuldan döndüğünde, dolabının karıştırılmış olduğunu fark etti. Bebeğinin saçları yolunmuş, annesinin fotoğrafı yırtılıp parçalanmış, dolabın dibine atılmıştı.
Sevgi bunları görünce çılgına döndü. Deli gibi bağırıyor, “Bunları kim yaptı!” diye ağlıyordu. Onun feryatlarına dayanamayan kızlardan biri, “Aslı,” dedi. “Ben gördüm, Aslı yaptı. Bebeğin saçlarını Arzu yoldu.”
Sevgi, Aslı’yı buldu, yere yatırdı, başını bir kaz kez duvara vurduktan sonra saçalarından bir tutam yolup eline verdi. Sonra onu bırakıp Arzu’ya saldırdı.
Odada kıran kırana bir kavga başladı. Diğer kızlar hiç karışmıyor, sadece seyrediyorlardı. Sevgi sanki arslan kesilmiş, ikisiyle de baş ediyordu. Ona yaptıkları şey affedilemez türdendi.
Bu sırada Hafize hanım yetişti. Elinde kalın bir sopa vardı. Sopayla kızlara rasgele vurmaya başladı. Sevgi, Aslı ve Arzu ölesiye dayak yediler. Bu da yetmezmiş gibi Hafize hanım onlara hapis cezası da verip içeriye kapattı.
O gün akşama kadar kapılı kaldılar. Sevgi çok üzülüyor, durmadan ağlıyordu. Yatağında da sabaha kadar ağlamaya devam etti. Bir bant bulup parça parça olan annesinin yırtılan fotoğrafının parçalarını birbirine yapıştırdı.
Sabah olduğunda kimse uyanmadan annesinin tamir ettiği fotoğrafını ve bebeğini alarak kimseye görünmeden yuvadan kaçtı.
Dışarıda başka biri hayat vardı. Bilmediği yollardan amaçsızca nereye gittiğini bilmeden yürüyüp; durdu. Yolda bir iki kişi ona asılmak istedi.Ama o, aceleyle onların yanından kaçarak kurtuldu.
Ahmet’i bir bulsa, kurtulurdu. Ama ne adresini, ne de iş yerini biliyordu. Karnı çok acıkmıştı. Açlığını bir lokantanın önünden geçerken içinin kıyılmasından anladı. Vitrinde cızın cızır kızaran tavuklar şişte dönüyordu. Tavukların altına konulmuş olan ekmeklerin üzerine şıpır şıpır yağları damlıyordu. Sevgi vitrine bakarak bir iki yutkundu. Cebinde çok az bozuk para vardı. Yavaşça oradan ayrılıp bir simitçi aramaya başladı.
Akşam bastırıyordu. Sığınacak bir yer derdine düşmeliydi. Ne yapacağını bilmiyordu. Simitçiye rastladığında elindeki bozukları adama uzattı. Simitçi parayı alıp saydı. Adam “Buna olmaz,” diyerek parayı geri verdi. Sevgi hiç ses çıkartmadan parayı geri alıp cebine koydu ve yoluna devam etti.
Artık ayakları kendini taşıyamayacak kadar yorulmuştu. Hem üşümüş, hem uykusu gelmişti. Az ilerde bir yaşlı bir simitçi daha gördü. Gitti yanına, ilk sefer yaptığı gibi yine parayı uzattı. Adam parayı alıp saydı, cebine attı. “Buna olmaz ama sana yarım simit vereyim” dedi.
Yarım simidi alan sevgi bir çırpıda iki avurdunu doldurarak onu yedi. Adam onu ayak üstü sorguya çekti.
“Kimin nesisin sen kızım. Adın ne. Bu geç vakit burada ne arıyorsun?” diye sordu.
Sevgi:
“Kimsem yok, Adım Sevgi. Yuvadan kaçtım.”
“Nerede kalacaksın?”
“Ahmet abime gidiyorum.”
“Nerede oturuyor?”
Sevgi sesini çıkartmadı. Sadece ağzında kalan son lokmayı yuttu. Simit bitmiş, ama doymamıştı.
“Doydun mu?” diye sordu simitçi.
Sevgi buna da cevap vermedi. Adam, biraz önce böldüğü simidi camekandan çıkardı, kıza uzattı.
Sevgi biraz durakladı. Adamın yüzüne baktı. Alıp almamakta tereddüt etti. Sonunda dayanamadı, alıp yemeye başladı.
“Kızım gel seni karakola götüreyim. Biraz sonra sokakta kimseler kalmaz. Başına bir iş gelir.” dedi.
Sevgi hiç sesini çıkartmadan adama arkasını dönüp yürümeye başladı.
Simitçi bir süre arkasından düşünerek onu süzdü. Sevgi, beş on adım attıktan sonra ani bir hareketle, geriye dönüp koşarak simitçinin yanına geldi.
“Gidelim amca,” dedi.
Adam camekanını kapatıp omzuna astı. Sevginin elinden tutup yürümeye başladı. Uzun bir yürüyüşten sonra karakolun önünde nöbet tutan polise yaklaştı.
“Memur bey, kız yuvadan kaçmış. Size getirdim.” dedi.
Biraz bekleyin diyerek içeriye seslenip arkadaşını çağırdı. Az sonra yanlarına gelen bir başka memura durumu izah etti. O da simitçiyle Sevgiyi alıp nöbetçi komisere götürdü.
Komiser durumu öğrenince, onu ekip arabasına bindirip, yuvaya gönderdi.
Kapıda Sevgiyi Hafize hanım karşıladı. Çok sevinmişti. Polisler onu teslim edip gidince, o sevimli hali kalmamış, adeta canavara dönüşmüştü. Onu yine içeriye götürüp dövdü Sonra, “yüzünü yıka!” diyerek başında bekledi. Yatağına gittiğinde Sevgi çok üşüyor ve
-
-
Itiraf edeyim 'kiskirtici, cekici bir o kadar tahrik' edici uslubunuz heralde kadin olmaniz hasebiyle icimizi gicikliyor. Ve sunu da eklemeliyimki 'resimde daha basarilisiniz'.
Bu 'eserin turu' sanirim uslup=romantizm ile dogalci kirmasi, konu=gotik ile tore arasi bir havada. Hayaldunyaniz klasik ancak curetiniz takdire sayan diyebilirim.
Daha once 'deneme' calismalariniz oldu mu acaba?
-
121-122-123
titriyordu. O kadar yorgun düşmüştü ki, titreye titreye uykuya daldı.
Aradan aylar geçmişti. Sevgi okulu sevmiyor, orada hırçınlıklar yapıyor, hiç ders çalışmıyordu. Hem yuvada, hem okulda dayak yiyor, yedikçe daha da hırçınlaşıyordu.
Artık eski sevgi gitmiş, yerini yaramaz, tembel, söz dinlemeyen bir kız gelmişti. yuvada çalışanlar ve öğretmenler ondan şikayetçiydi. sorumsuz, duyarsız biri olup çıkmıştı.
Sevginin tek arkadaşı Hacer'di. bir tek onunla anlaşıyor, derdini sadece ona açıyordu.
Günlerden bir gün Hacer’i kandırdı:
“Gel seninle kaçalım. biraz gezer, eğlenir geri geliriz. Nasıl olsa dayak yiyoruz. gelir yine yeriz.
Hacer gitmek istemiyor, ama Sevgi’nin arkadaşlığını da kaybetmekten korkuyordu. kabul etti onun teklifini.
İlk önce güle oynaya mağazaları gezdiler. akşama kadar aç susuz dolaştılar. Hava çok soğuktu. Üşümüş ve yorulmuşlardı. Sevgi, “gel şu otele girelim. hem yemek yiyelim, hem de geceleyelim. çalışıp öderiz. cam siler temizlik yaparız.”
“Hacer’in aklı yatmasa da “olur” dedi.
Otele girdiler. Vakit akşam olmuştu. lüks otele girdikten sonra sağa sola bakınırlarken bir görevli yaklaştı onlara. “Ne istiyorsunuz?” diye sordu.
“Biz temizlik yaparız. çalışmak istiyoruz. silinecek camınız falan varsa silelim. Karşılığında para istemiyoruz. Burada yatalım yeter.”
Görevli onlara salonun loş bir köşesini işaret etti. “Bir dakika bekleyin şurada oturup. Ben gelirim şimdi” diyerek yanlarından uzaklaştı.
Bir arkadaşını çağırdı dışarı çıkıp. Kızların olduğu köşeye arkadaşını getirirken, “Görüyor musun piliçleri Ali! Daha ellenmemiş. Yatacak yerleri yokmuş. İş karşılığı burada yatmak istiyorlar. İster misin, çıkışta götürelim.”
Ali uzaktan yetişkin kızlara doğru dikkatlice süzdü ve “bakarız” dedi ona.
“Adınız ne sizin, kaç yaşındasınız?” sorusuna Ali’nin, Sevgi’nin “ben onüç, Hacer de ondört” diye cevap vermesi Ali’nin hevesini kırdı ve sordu.
“Nereden geliyorsunuz?”
“Yuvadan kaçtık. Bizi dövüyorlardı.”
Bu sözler üzerine biraz kenara çekti Ali arkadaşını ve kulağına fısıltıyla, “bak oğlum bunlar daha çok küçükler. Polisle başımız belaya girer. Bırakalım gitsinler.” Dedikten sonra kızlara döndü:
“Bakın kızlar. Açsınızdır. Gelin sizlere yiyecek bir şeyler vereyim... mutfak bu tarafta” diyerek onları peşine takarak mutfağa götürdü.
İçerde masanın üzerinde yiyecekler duruyordu. “Hadi atıştırın bakalım masadakilerden” dedi Ali.
Hemen oturdu ve yemeye başladılar. Diğer arkadaşı da geldi bir iki dakika sonra ve Sevgi’ye yaklaşarak, “kız sen ne güzelsin!? Gözlerin ne kadar güzel... bana bir öpücük verir misin?” deyince, Sevgi adama ters ters baktı:
“Vermem!” derken adamın ayağına bir tekme savurdu ve devam etti konuşmasına:
“Beni ne zannettin sen!”
Adam ağrıyan ayağını ovuştururken bir yandan da düşünüyordu.
“Ürkütmemek lazım bu piliçleri. Biraz daha sevimli gözükmeliyim”
“Pekala! Ben şaka yaptım zaten” Bu arada Ali girdi içeri:
“Fazıl buraya bak, konuşalım biraz” diyerek onu mutfağın bir köşesine çekti:
“Ben polisi çağırdım. Sakın bir densizlik edeyim deme. Başımız belaya girsin istemiyorum. Yemeklerini yesinler, dışarı gönder onları. Polis neredeyse gelir!”
Fazlı’nın hevesi kursağında kalmıştı. Sızlanır gibi konuştu:
“Abi, biraz eğlenseydik!!”
“Çok konuşma lan... bela istemiyorum!”
Kızlar yemeklerini yediler ve lobiye çıktılar. Ali bir köşeye oturttu onları ve bekletmeye başladı. Televizyonu açarak onları oyaladı biraz. Polisler gelmeden kaçarlar diye korkuyordu.
Kapıdan giren polislere bir köşede televizyon seyreden kızları gösteren Ali rahatlamıştı nihayet.
Polisler kızlara yaklaşıp, “hadi bakalım kızlar!” deyince irkilerek dönen Sevgi’yi tanımıştı polis.
“Yine mi sen kız!? Ben sana bir daha kaçma demedim mi!” diyerek onu azarladı.
Sevgi, utandı, yanakları kızardı. Arkadaşı Hacer’e baktı. Hacer’in benzi sapsarı geçmişti.
“Kalkın bakalım, gidiyoruz! Ayıp değil mi bu yaptığınız! Hiç sizin gibi güzel kızlar kaçıp da böyle zamanda sokaklarda rasgele gezer mi?”
Polisin son sözleri biraz rahatlatmıştı Hacer’i. Çünkü sesin tonu sevecen bir nasihate dönüşmüştü.
Ama sevgi hiç aldırmıyor, hazır kaçmışken mümkün olduğu kadar sağını solunu izleyip, işin keyfini çıkarmaya çalışıyordu.
Çok sürmedi bu duygusu. Yuva’ya yaklaşmışlardı ve artık Hafize Hanım ve sopasını düşünmeye başlamışlardı. Birazdan sopa yemekten canları çıkacaktı.
Polis onları doğru müdürün odasına götürdü.
“Kızlarınızı getirdik müdür bey. Biz arada bir böyle çocuk bakıcılığı yapıyoruz. Allah size yardım etsin” diyerek yarı esprili onları müdürün masası yanına itelediler. Müdür, “Sağ olun efendim. Başa çıkamıyoruz. Çok sorumsuzlar gerçekten. Allah yardımcımız olmuş ki, onları başlarına bir iş gelmeden bulup getirebilmişsiniz.”
Polisler odadan çıkmaya yeltenirken, kızlara doğru dönüp, “Bakın, bir daha görürsem, bu sefer hapse atarım bilmiş olun! Sizlere yakışmıyor... tamam mı kızlar diyerek son nasihatini vermeyi ihmal etmedi. Müdürle bir kez daha tokalaşarak odadan ayrıldılar.
Müdür neredeyse yarım saat süren nasihat faslından sonra, “hadi bu gün ucuz kurtuldunuz, Hafize hanım izinli” demedimi... dünyalar onların oldu sanki.
Tekrar okul başlamıştı. Dünkü kaçışın ve korkulu özgürlüğün yorgunluğu hala üzerindeydi Sevgi’nin. Okul dönüşü, etüt odasında düşündü: Kafasında yine kaçmak mı, yoksa okula devam mı düşüncesi olduğundan okuduklarından hiç bir şey anlamıyordu. Bir çıkış yolu
-
hocam yazınız çok guzel her gun takıp etmeye calısıyorum sayenızde sanalda da kıtap okuyabiliyoruz sizi ve yazılarını hep burada gormeyi arzu ederiz...
-
125-126-129
bulması gerekirdi mutlaka. Ama, hiç kimseye güveni kalmamıştı. Hangi dala tutunacağını bilemiyordu. Daha doğrusu, kendisine sadece yemek ve yatak sağlamaktan öteye bir anlam taşımayan yuva’dan başka bir tutunacak dal yoktu.
O bunları düşünürken, bir öğrenci onu müdürün odasına çağırdığını haber verdi. Sevgi’nin kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. Acaba müdür dün yumuşak davrandığına pişman olmuş da onu Hafize hanımın eline mi teslim edecekti yine!?
Girer girmez donup kaldı. Ahmet gelmiş, müdürün odasında onu bekliyordu. Hemen boynuna atıldı.
“Canım Ahmet abi nerelerdesin!” diyerek ona sıkı sıkı sarıldı. Sevgi ona sarılırken annesinin kokusunu almıştı sanki. Sonra annesi hakkında bilgi alıp alamadığını sordu merakla.
Hiçbir haber yoktu annesi hakkında. Bir yandan üzüldü bir yandan da sevindi. Çünkü ölmüş olsa mutlaka bir haber çıkardı...
“hadi, bir yerde oturup dertleşelim biraz” diyen Ahmet’in peşine takıldı. Sessiz, ıssız bir köşeye çekildiler beraber. Çocuklar etütte olduklarından çıt yoktu koca binada.
Eski mutlu günlerden, annesinden konuşup hasret giderdikten sonra, Ahmet gelişinin asıl nedenini açıkladı.
“Müdürle konuştum. Senden çok şikayetçiler. Seni çok özlememe rağmen uzun süre gelmedim yuvaya ki, biraz alışasın arkadaşlarına diye. Sen ortama uymak bir yana, iki sefer kaçmışsın yuvadan. Annen senin çok iyi yetişmeni isterdi. Böyle ikide bir kaçarsan başına bir felaket gelir. Bir daha da kurtulamazsın. Burası senin son umudun. Gel bana söz ver, kaçmayı aklından geçirme bir daha!” diyerek ona yalvarır gibi baktı. Sevgi, “Ama Ahmet abi... bilmiyorsun sen burada benim başıma gelenleri. Hele kızların bana yaptıklarını... sıkıldım buradan. Hep insanlar mı bana kötü davranacak!? Ben de kötü olup onlardan intikam alamazsam nasıl dayanabilirim ki!?”
Ahmet, ona acıdığını belli etmeyerek baktı ve “hayır sevgi, yanlış düşünüyorsun. Kötülüğe kötülükle değil, iyilikle karşılık verilir. Sen dediğimi bir yap hele. Göreceksin... utanacak, mahcup olacaklar sana yaptıklarından dolayı. Belki yıllar sonra anneni bulursan annenin yüzüne nasıl bakarsın. Annen çok iyi bir insandı. Sevgi’sinin kötü biri olduğunu görmek onu ne kadar üzer, bir düşünsene. Bu söylediklerimi sakın unutma!”
Ahmet anlatıyor, Sevgi ağlayarak onu dinliyordu. O da biliyordu yaptıklarının yanlış olduğunu.. ama kendine yapılanları da bir türlü hazmedemiyordu.
Ahmet’i yolcu ederken, karşılıklı, “seni seviyorum” sözleri gözlerini dolu dolu yapmıştı ikisinin de. Dış kapıya vardıklarında Sevgi daha fazla kendini tutamayarak, “Beni de götür! Beni bırakma!” diyerek boynuna bir daha atıldı Ahmet’in.
Boşuna olduğunu biliyordu yalvarmasının. Sevgi, çaresiz onu bırakırken hiç arkasına dönmeden kapıdan çıkan Ahmet’e, “Annemden haber getir bana. Bul onu!” diye bağırdı.
Ahmet, hiç cevap vermeden ve ağlamaklı yüzünü Sevgi’ye hiç dönmeden yürüyüp gitti.
Sevgi’ye nasihat kâr etmemişti. O yine aynı yaşantısına devam etti. Aradan aylar geçmişti. Sevgi hala yuvanın ve okulun, “şunun elinden bir kurtulabilsek!” dedikleri türden birisiydi. Sınıfta kaldı o yıl.
Günlerden bir gün, yine müdürün odasına çağırıldı. Hep nasihat ve bazen de azar işitmeye alışık odaya girdiğinde, müdürün yüzünde bir tebessüm vardı. “Annemden bir haber almışlardır mutlaka!?” diye içinden geçirdi. Birden bir heyecan dalgası kalbine vurup geçti. Müdürün yanında arkası kapıya dönük bir adam oturuyordu. Bir an onu Ahmet olarak düşünmüştü. Adam yüzünü döndüğünde, sevinç dalgası sönen bir balon gibi kaybolup gitti. Adam ona dikkatlice ve ilgiyle bakmaya başladı. Müdüre dönüp, yavaş sesle, “bu mu?” dedi. Sevgi duymuştu adamın dediklerini, müdür “evet” diyerek adama sevgi’ye döndü ve onun meraklı bakışlarına cevap verdi:
“Sevgi, bak kızım bu beyefendi sık sık seyahate giden birisi. Yalnız bırakıp gitmek sorunda kaldığı annesine bir arkadaş arıyormuş. Bize baş vurdu. Gel otur bakalım karşısına, biraz konuşalım üçümüz.”
Oturdu konuştular. Müdür iyi bir insandı. Sevgi’yi anlıyordu. Ama, müdür okulda olmadığı zamanlardı Sevgi’nin çektiği eziyet. Ahmet’ten sonra, Sevgi’nin abi olarak içinden geçirdiği, ama ona “nasihatçi abi” dediği müdür, adama, “Sevgi’yi size verebiliriz, ama bilesiniz ki çok yaramaz, demeyi ihmal etmedi.
Adam bu, eli yüzü düzgün, güzel kıza hemen ısınmıştı.
“Olsun. Annem emekli öğretmen. Onunla ilgilenmekten ve onu yetiştirmekten daha çok mutlu olur. Hem onu okutacak... belki gelin de eder, eğer yaramazlığından vazgeçerse” diyerek ona gülümsedi.
Sevgi’nin içinden garip duygular geçti, adam okumak ve evlendirilmekten söz edince.
Sevgi odadan çıkartıldı ve uzun konuşmalardan sonra karar verildi hakkında.
Evraklar düzenlendi ve adamın müdüre, bu inci tanesi gibi görünen kızı annem gerçek bir inci yapacak göreceksiniz” dedikten sonra Sevgi tekrar çağırıldı odaya ve “nasihatçi abi” son nasihatini vererek Sevgi’yi adama teslim etti onu.
Sevgi, kurtuluyordu nihayet. Üç yanlı bir sevinç yaşanıyordu Sevgi yuvanın koridorundan son kez geçerken. O yuvadan yuva ve okul ondan kurtuluyordu.
Ama yine de bir burukluk hissetti içinde, iyi ya da kötü alışmıştı arkadaşlarına. Hele Hacer’den ayrılmak epeyce zorladı onu.
Kapıdan çıkmadan bütün arkadaşlarıyla vedalaştı. Öğretmenlerinin ve müdürün ellerini öptü. Kapıdan çıktığı anda, “Aslı ve Arzu” ne kadar sevinmişlerdir” diye düşünürken, bir yandan da, gitmeyip, onlara bu sevinci yaşatmamak hırsı hala içini gıcıklıyordu.
Melek Anne
Yeni bir hayat başlıyordu artık Sevgi’nin önünde. Kapı önünde onu bekleyen arabaya bindi ve el salladı arkadaşlarına. Araba yuvanın kıvrılan yolunu hızla döndü. “Dönüş” diye geçirdi aklından Sevgi. Mutluluktan mutsuzluğa dönüş, umuttan umutsuzluğa dönüş, iyilikten kötülüğe dönüş...
Uzunca bir yol kat etmişlerdi ve yol boyu Sevgi’nin aklından hep “dönüş” sözü geçmişti. Acaba neye dönüştü yeni hayatı!? Daha iyiye mi, yoksa daha kötüye mi... İçindeki en büyük “dönüş isteği” ise bir gün ona annesinin dönüşüydü tabii...