-
Hatırlarmısınız bilmem? Eskiden Ramazan da satılırdı horoz şekerleri!. Ne çok severdim onları Dedem her aldığında içimde bi heyecan olurdu. Bizim evin yüz metre aşağısında cami vardı onu ününde satardı yaşlı bi amca. Her önünden geçtiğimde görürdüm onları kırmızı,yeşil,sarı renklerde hepsini almak isterdim ama cebimde beş kuruş olmadı normaldi daha çocuktum…..Sonra bir gün önünden geçerken gördüm onları yine,şekerlerin en altına koymuştu bakkal küçükken hepsi benim olsun dediğim şekerlerdi onlar.Yıllar geçmişti tadını bile unutmuştum çocukluğumda ki arkama bakarak yürüdüm o kırmızı renklerdeki horoz şekerlerine bakarak….Kırkbir yaşındayım şimdi en son altı yaşında yedim. Özlemini çektiğim o horoz şekerlerini bulamıyorum şimdi. Ne o evin yüz metre aşağasında ki camiyi ne o yaşlı amcayı nede o güzelim horoz şekerlerini…Hayatımdaki diğer bir özlem oldular ama benim için en güzel horoz şekerleriydi o caminin önündeki yaşlı amcanın horoz şekerleri…
-
Doğanın fışkırdığı, her tarafın yemyeşile kestiği, bin türlü börtü böceğin bir garip telaşın içinde olduğu şu mayıs ayının 5. günü (05.05.1980) sabahın alacakaranlığında yatağından kalkmış, göğsünü sabah yeline vererek sabah namazının abdestini almış ebem.
Namazını kıldıktan sonra, ineğini sağıp sığıra salmış. Eve çıkıp derlemiş, toplamış etrafı.Evi süpürmüş. Yatakları filan düzeltmiş. Odaları düzenlemiş. Sonra da, “Varayım Dudu Ebe’nin gelininin yanına gideyim” demiş, kendi kendine. Kalkmış sizin eve gelmiş. Kah yatmış uyumuş. Kah kalkmış konuşmuş. Dereden tepeden. Köyden şehirden. Oğullardan kızlardan.
Öğle namazını kılmak için dönmüş evine gelmiş. Namazını kılmış çıkmış evden. Şöyle bir dolaşıvermiş köyü baştan aşağı. Gülerken gözleri ışıldıyormuş. Ay gibiymiş yüzü. “Amanııın, bu Havva Ebe gençleşmiş uşaak !” diyorlarmış, görenler. Herkesle konuşuyormuş. Herkesle şakalaşıyormuş. Küçücük çocukları kucağına alıp alıp sevi seviveriyormuş. Herbiryana gülücükler dağıtıveriyormuş.
Öylecene gezmiş tozmuş köyü, bir baştan bir başa, ikindi ezanına kadar. “İkindi namazını kılayım da, sığır gelmeden aş pişireyim” diyerek eve gelmiş. Yemeğin malzemelerini hazırlamış. Sobayı filan galalamış. Bir garip sevinç varmış içinde, bir garip mutluluk; nedenini anlayamadığı. Kuş gibiymiş hani...
O sırada gelmiş, oturmuş amansız bir sızı, sol tarafına, göğsünün, kalbinin, omzunun üzerine. Kapıya dar atmış kendini. Yerlerde sürünmüş. O mutluluğundan, o ay yüzünden, o gücündan eser kalmamış. Ağlayacak gibi olmuş. Yoldan geçen birisiyle anneni çağırtmış zor şer...
“Neyin var Havva Ebe” diyerek koşmuş gelmiş annen. “Bu sefer başkayım geliiin, bu seferki götürücüüüü” diye inlemiş, ebem. Belli belirsiz duyuluyormuş sesi. Beti-benzi sapsarıymış. Büzülmüş, küçücükmüş, çocuk gibiymiş, yapayalnızmış...
Halamı istemiş. “Lütfiye’yi çağırıver” demiş. Annen bir koşu gidip halamı almış gelmiş. İkisi birlik olup karyolaya taşımışlar. Yatağa yatırmışlar. Tuğlaları ısıtıp ısıtıp sol göğsünün üzerine koymuşlar. Ağrıyı azıcık da olsa dindirmişler. Fakat,anlamışlar ebemin öleceğini.Çok üzgünmüşler.Ağlamaklı olmuşlar. O’nu bu halde daha fazla görmeye dayanamıyorlarmış. “Sığır geldi. İnekleri, eşekleri ahıra koyup gelelim” diyerek oradan ayrılmak zorunda kalmışlar.
Onlar çıkarken, dedem girmiş içeri. Ebemi öyle yatar görünce “ne o ebe, ne oldun yine” demiş. “Bu seferki hastalık başka, dedeeee” demiş ebem. Çay içmek istemiş canı ebemin. Dedem de hemen küçük tüpü yakıp, üzerine çay suyunu sürmüş. Ebem de yatağın üzerine oturmuş, yorganı bacaklarına çekmiş, sırtını da duvara vermiş, bekliyormuş çayı, derin derin nefes alıyormuş, bakıyormuş karşı duvara öyle, boş boş, anlamsız...
Biraz sonra çay olup, pişmiş. Dedem dönüp, çayı doldurmuş bardağa. Şekerini koyup, karıştırmış. “Buyur ebe, al iç çayını” demiş. Dönüp çay bardağını vermek istemiş. Yok. Ebe yok. Gitmiş. Kaykılıvermiş şöyle sol’a doğru. Yataktan aşağı sarkmış gitmiş belden yukarısı. “Ebeeeee, ebeeeee” demiş dedem. Çağırmış, ünlemiş. Yok. Ne bir ses, ne bir nefes. Uçmuş. Kaldırıp, yeniden oturtmuş aziz ölüyü. Sonra Kelime-i Şahadet getirmiş. Kur’an okumuş dedem. Ebem üç defa ağzını aşmış. Bir kez de gözlerini açmış. Öylecene bakıvermiş dedemin yüzüne boş, sönük. Sonra yavaşça yummuş gözlerini, bir daha hiç açmamak üzere.
Bağıra, çağıra, ağlaya koşmuş gitmiş halama dedem. “Ne durursun anan öldüüü” diyerek.
Sonra, telefon etmiş köylüler bizim eve. Beni okuldan aldı annemgil. Varıverdik köye. Canlısını onbeş gün önce, ölüsünü o an gördüm ebemin. Anılar donakaldı gözlerimin önünde, öylece. Siyah beyaz fotoğraflar gibi. Ne garipti şu yaşam.
Halam ağlar, babam ağlar, anam ağlar, ben ağlarım. 85’lik koca ağlar. Ama, O geri gelmez ki...
Bir ebem vardı, bıraktı gitti o da…
-
Yaşam Ve Güneş
Yaşam:
Küçük, sevimsiz, kömür kokan bir kasaba... Günlük kaygılar ve baharın gülümseyen gelişiyle hareketlenen bir yaşam...
Kasabaya yaklaşıyordu otobüs: sessiz, dingin, çorak ve yorgun kasabaya... Yolcuların sıkıntılı yüzlerinde bir gevşeme olmuş, renksiz ve biçimsiz kirli sakallı Anadolu erkekleri sigaralarından son nefeslerini çekiyorlardı.
İçlerinde, bu sükunete dahil olmayan, kıpır kıpır bir öğretmen vardı. Uzun bir aradan sonra kasabaya dönüyordu. Gazetesini katladı, iki yıl öncesinde kalmış belli belirsiz hatıralar yokladı onu... Kasabanın çağrışımlarını, sigara ve kömür kokusuyla birlikte çekti içine...
Uzun ve kötü bir geçmişten dönüyordu, bu süre içinde çokça düşünmüş, ayrıntılarına, açmazlarına, ayağına dolanan aşklarına dokunmuştu tek tek...
Yeni bir başlangıç için, baharın esintileri, kokuları ve birikmiş anılardan başka kimsesi yoktu; yalnızdı kasabada; evsizdi... Otobüs, bildiği bir alışkanlıkla, el yordamıyla son durağına vardı, durdu ustalıkla, yolcuların yüzünde bir rahatlama ifadesi görülürken, öğretmen caddeye, tabelalara baktı ve indi sessizce.
Valizini aldı, önce nereye gitmeliydi? Kimi aramalıydı, bilemedi. Bir süre yürüdü. Caddeleri hatırlamaya çalıştı, tanıdık bir sima görmek istedi, istemekle kaldı sadece...
Bir süre sonra karar vermiş, kalacağı lokale yaklaşmıştı. Durdu, bir sigara yaktı ve resepsiyondaki sahte gülücüklü adamın adını hatırlamaya çalıştı. O adamın da biçimsiz bir aşkına tanıklık ettiğini düşündü, yüzünde utanmayla karışık alaycı bir gülüş belirdi.
O akşam orada kaldı, temiz çarşaflar, ferah bir oda ve lokalde yenen güzel akşam yemeğini süsleyen rakı, ona güzel bir başlangıcın ipuçlarını veriyordu, keyiflendi...
Okula gitti ertesi sabah. Her şey, herkes farklı görünüyordu gözüne, baharın coşkusu, yeni bir başlangıcın heyecanı..
İki ayı bu şekilde tamamladı.
Yeni insanlara ve yeni olan her şeye doyulmaz bir heyecanla sarılmıştı.
Yaz bitiminde, eskilerden kalma bir sevdanın peşine düştü. Bu eylül sükuneti ile başlayan, hayal etmesi bile büyük bir coşku uyandıran kişi, bu aşk; onda tarifi imkansız bir ruh hali uyandırıyordu; onunla yaşamak, onunla olmayı düşünmek, hatta onunla konuşabilmek bile, büyük bir heyecandı.
Belki de uzun süre sonra geldiği bu her yanı tozlu kasabada, hayata böyle bağlanıyordu. Lakin bu serüvenin de, bir karakışta sona ereceğini bilmiyordu.
Fakat artık yüreğinin nerede olduğunu biliyordu. Ve artık acının insanın ruhuna bir akşam kızıllığı gibi sızdığını öğrenmişti.
O “karakış”tan sonraki baharda, hayata yeniden tutunması gerekiyordu. Uzun sürdü bu sıkıntılı dönem. Acı, kendini ilk defa böyle belirgin bir biçimde göstermişti ona. Tanışmışlardı artık...
Bir güzel dilden, bir güzel sözcükle sesleniyordu bu anların kahramanına: Ona “”Yaşam” adını vermişti....
...
Güneş,
Ahşap, sobalı bir evde oturuyordu, çevresindeki her şey; sefalet, yalnızlık, acı ve ayrılık kokuyordu; kendini bir daha hiç iyi hissetmedi o evde. Kaçmak istiyordu; kasabadan, evden, okuldan ve kendinden...
Bir süre daha yaşadı orada. Ama ağırdı kaldırdığı her yük, ağırdı okudukları; ağırdı şiirler, imgeler, semboller...
Gencecik öğrencileri, onun neşeli hallerini özler olmuşlardı. Bir gün erken kalktı, silkinmesi gerektiğini düşündü. Kahvesi ve sigarasıyla uzun uzun dışarıyı seyretti, mevsimin son karıydı belki de yağan. Güzelce giyindi ve okula gitti, uzun zamandır derslerini şiire ayırmıştı.
Gencecik çocukların ince duyarlıklarını şiirde seyrediyordu; onların her dizenin rüzgarına kapılışını; ezik, içten ve yüzüne yerleştirdiği hayranlık ifadesiyle seyretmeyi seviyordu.
Bir gün yine böyle dersi ve kendini şiire kaptırmışken, bir anda sınıfta bir çift gözün, çok derin, çok sessiz, çok içten baktığını fark etti. Bu sessiz ve solgun yüzün sahibi, gözleriyle, çocuk olmadığını, derin bir sessizlikle örülü farklı bir dünyası olduğunu söylüyordu sanki.
Çıktı dersten, yanılmak istedi, sigarasından bir nefes daha aldı, kar durmuştu. Ve o sınıfın dersi bittiği için sevinmişti; ama karışmıştı kafası... Uzun süre düşündü, uzun uzun yürüdü, fakat derin bir sıcaklığın bedenini sardığını hissetti. Bu duyguyu tanıyordu.
Kararsızlık , hayranlık ve bir serüvenin doğuş sancılarını hissetti.Ama önemsememesi gerektiğini, yüreğinin (belki de) bu yükü taşıyamayacağını düşündü. Yanılmak ve unutmak istedi.
Artık yeni evindeydi... “Yaşam” ın detaylarını, ruhunun derin dehlizlerine atmaya çalışıyordu ve başarıyordu da... Belki de “Güneş” diye adlandırdığı o derin gözlerin, o solgun yüzün bedeninde yarattığı yeni titreyiş, “Yaşam” ı unutturmaya, bunu hızlandırmaya başlamıştı.
Artık “Güneş” vardı hayatında, isteyip istemediğinden emin olmadan. Sadece adını sessizlik koyduğu bu ılık rüzgara kapılmayı istiyordu.
Bir sabah, onu düşünde, beyaz bir pelerinle kapıda sessizce beklerken gördü.
Günlük yaşamı, her zamanki gibiydi, oldukça rahat ve kaygısız yaşıyordu, yemekleri dışarıda yiyor, hayatı önemsemeyen, hoyrat ve neşeli günler geçiriyordu.
Kalbini bazen dinlemekten vazgeçip, günlük kaygılara dalıyordu. Fakat “Güneş “ yokluyordu sık sık. Sakin sularda seyreden küçük bir yelkenli gibi yaklaşıyordu; dehlizlere inmek isteyen bir serüvenci karalılığı olmasa bile, sükunetiyle bunu başaracak gibi görünüyordu.
Anılara kuşbakışı bakan bu yorgun yürek, bir yandan da, bu gözleri keşfetme arzusu ile dolmuştu.
Şiirle devam etti, bu tehlikeli ve kışkırtıcı döneme. Okulda, evde, içerken sürekli şiire dair bir incelik yakalamayı başarıyordu.
Böylece geçiyordu günler. İçine yaptığı yolculuklardan usanmamıştı. Her günün akşama kavuşması, ”hoyrat akşamüstü” olması anlamına geliyordu ki bu oldukça zor bir ruh haliydi; bu, ıssızlığına biraz daha yaklaşmaktı; bu, diplere doğru sürüklenmekti...
Buna rağmen “Güneş” in sıcaklığını hissetmeye başlamıştı. Sıcaklığın ötesinde bir şeydi bu. Yakından tanıyordu bu duyguyu ama böylesi bir girift duruma düşmemişti daha önce; soyut ve sessizdi “Güneş”, anlamlı ve duyarlı bakıyordu. Çok az konuşuyordu, hatta hiç konuşmuyordu. Bu ürkütücü gizem, beraberinde bir keşfetme arzusu getiriyordu. Issız, sessiz ve dingin yaklaşıyorlardı.
Günler bu şekilde geçmeye devam etti, her gün birbirlerine dair yeni bir detay buluyorlar, her gün ortak bir şiirden, ortak bir dizeyi farkında olmadan keşfettiklerine tanık oluyorlardı. Nihayet, serin bir haziran akşamında, sözcüklerin yardımına koşuldu; nihayet gözlerin aylardır yaptığını, sözlere ve tene bıraktılar...
Sessizliğin, ıssızlığın ve dinginliğin yerini artık coşku almıştı... ”Güneş”, ince duyarlığı ve olgun yüzünü, bir genç kız coşkusuna bırakmıştı. Mutluluk bu ise eğer, mutlulardı.
Zamandan ve tarihten dakikalar kopardılar aylarca, küçük bir kasabada bir serüven romanının kahramanları gibiydiler. Kaygı ve ürkü besliyordu adeta aşklarını...
Sözcüklere diz çöktüren ince ve dolu ifadelerle yazışıyorlardı. İkisi de dili iyi kullanıyordu. Ve öpüşler öpüşler... Belki de ten bu kadar güzel dokunuyordu insan bedenine girdiğinden beri, belki de dudaklar bu denli anlamlı ve sıcaktı ...
Bir süre sonra, bu kasabadan ayrılma vakti geldi. Kasabadan, “Güneş” ten değil... Ardında, her zamankinden daha farklı bir çift göz bırakmanın bilinciyle topladı bir gün eşyalarını.
Çok şey vardı o gözlerde. Bir koca yaşanmışlık; kasabanın, geçmişin anılarından çok, o gözler ve berrak gözyaşları kaldı tozlu bir yoldan geriye bakarken, saklayamadı ağladığını....
“Güneş” batmamıştı o gün. Aslında hiç batmayacak, hiç batmayacak görünüyordu.
Aylarca gelip gitmeye devam etti; hafta sonu dahi olsa görüşüyorlardı. Aşka, coşkuya özlem de katılmıştı. Bu yeni ruh hali, bu yeni şehir; bu şehrin karanlığının üstünde gezinmek ve yüreğe doldurulan ince öpüşleri “güneş”in....
Daha da zorlaşmıştı her şey, bir uyum , bir şehir ve bir bitmemiş sevdanın çelişkisi ve yine hayata tutunma çabası...
Aylar geçiyordu yine ve bir sıcak ağustosta görüştüler.
“Güneş” daha özgür ve daha güçlü idi artık. Bir şehre gelebilecek kadar ve bir şehri onunla yaşayabilecek kadar.
Uzunca bir süre devem etti böyle.Sürekli yollardaydı “Güneş” ve her gelişinde , aşkı , şehri, evi ve onu yeniden keşfediyordu
Her şeyle yeni tanışıyordu sanki, hayatı duyumsamaya aç, yapılan her şeyi sükunetle izleyen , coşkusunu belli etmeyen bir sessiz mutlulukla gelip gidiyordu.
Bir zaman sonra ayrıntılar çoğaldı. Büyük şehrin sinemaları, barları, kitapevleri, müziği, kalabalığı tanıklık ediyordu bu adına “sevda” denilen, belki “aşk”, belki “tutku” denilen gidişe...
Uzun uzun konuşuyorlardı geceleri, okuyorlardı, gülüyorlardı, içiyorlardı...
Bir süre sonra gelişler, daha bir tutkuyla beklenir oldu. Bir süre sonra , öğretmenin içine doğru gidişleri arttı, bir süre sonra ; bir süre sonra “Güneş” in suskunluğu da arttı.
Kullandıkları dil, okudukları, tanıdıkları farklılaşıyordu.Öğretmen tanıdık acılarını ince sızılarını duymaya başladı.Artık onu daha fazla düşünür olmuştu.Kendini ve eskileri yoklamaya çalışıyordu, dokunuyordu tek tek ayrıntılara.
Artık anlaşılamadığını,anlamadığını farklı bir dünyanın, sessiz bir dünyanın oluşmakta olduğunun farkındaydı, onun da bir sabun köpüğü gibi kayıp gideceğini hissetmişti.
Üç yıl içinde ilk defa ayrı kaldılar bir süre, bu halleri bildiği halde bu “ayrı kalma” hissini içinin derinliklerinde sorguluyor, içinden çıkmaya çalışıyor fakat ince duyarlıklar; küçük bir detay, küçük bir dize, bir müzik ve bir koku onu her an çıkmaz bir sokağa, bir labirente, bir dehlize sürüklüyordu.Zaten ayrılmayı beceremeyen, kutsal saydığı hislerinin ardından yıllarca sürüklenen, belki de bundan haz duyan tanımsız bir ruh haline sahipti.
Belki de aşkı böyle tanımlıyordu...
“Güneş” de en az onun kadar ince, en az onun kadar geçmişe saygılı ve en az onun kadar beceriksiz olduğu için, son dönemleri benzeri nadir görülen uzak bir birliktelikle devam etti.
Konuşmuyorlardı eskisi gibi, en son gittikleri filmi hatırlamakta zorlanıyorlardı; eski mekanlarında daha az oturur olmuşlardı.
İç fırtınaları hiçbir zaman dinmedi ikisinin de . Her derin sıkıntıda bir şekilde görüşüyorlardı; ama hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı gerçeği, bir rüzgar gibi dokunuyordu yüzlerine, soğuk bir rüzgar gibi....
Nihayet, “Yaşam” ın gidişi gibi, “Güneş” de ufka doğru yolculuğuna başlamıştı.
-
<p class="baskan" ’’’’NERDE O ESKİ BAYRAMLAR’’’’’.
<p class="baskan" Dikkat ediyorum artık içimizde bir burukluk yaratarak söze “Nerde o eski bayramlar” diye başlanılıyor. Şimdi değişen ne? Çocukluğumuza duyduğumuz özlem mi yoksa geçim sıkıntısı içerisinde olmamız mı bizlere bu sözü kullandırıyor. Geçim sıkıntısıysa şayet o zamanlarda vardı. Hatırlıyorum da sırf çocuklarını mutlu etmek için aile büyüklerimiz kıyafetlerimizi alır bizleri alınan kıyafetlerimizle baş başa bırakırlardı. Yeni alınan kıyafetlerin kokusu ya yatağımızın kenarında ya da gözümün önünde Bayram Sabahı giyilmeyi beklerdi hep. Kaç gün önce alınırdı bilmiyorum ama Bayram günü hiç gelmeyecek gibi günler uzarda uzardı. Her gün kıyafetlerimizin tozunu alırdık neredeyse ayakkabılarımız denenmekten aşınır gibi gelirdi de giymemeye çalışırdık. Özenle evlerimizde hazırlanan ikramların yanı sıra yapılan alış verişler ve uzaklarda hasretle beklediğimiz yakınlarımızın Bayram vesilesiyle bir arada buluşma çabası. Evet belki bizim dönemimize ait Bayram coşkusu çok önemli bir yere sahipti. Ve o beklenilesi gün nihayet gelirdi. Erkenden kalkarak kendimizi aile büyüklerimizle birlikte camide bulurduk. Eve koşarak gelir biran önce kıyafetlerimizi giymek isterdik çünkü dışarıda arkadaşlarımızla birlikte bayramlaşacağımız komşularımızı ziyaret vardı. Saçlarımızı bol su ile yana yatırmaya çalışır, hoş kokalım diye de kolonyalanırdık. Aile büyüklerimizin elini öptüğümüz ceplerimizi doldurduğumuz Bayram harçlıkları ve şekerlerle bir bayram coşkusunu böylelikle geride bırakırdık. Şimdi belki büyüdük belki de büyüdüğümüz için kıyafetlerimizi yatağımızın baş köşesine dizemiyoruz ya da alınan kıyafetlerimizin kokusu bize o dönemki günlerin heyecanını vermiyor artık .
<p class="baskan" Şimdi geçmişe şöyle bir nostalji yaptım da Nerde o eski bayramlar yaa... .
<p class="baskan" Bayramlar, birlik ve beraberliğimizi güçlendiren, kardeşlik ve dostluğumuzu pekiştiren, dayanışma ve paylaşma duygularını artıran müstesna günlerimizdendir. Bu bayramlardan birineailemizle birlikte sağlık ve esenlik içinde kavuşmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Nizip’li hemşehrilerimin Mübarek Ramazan Bayramını kutluyor, sağlık, mutluluk ve huzur dolu nice bayramlar yaşamamızı temenni ediyorum.. .
Edited by - Yankee SAT on 10/24/2006 4:59:38 PM
-
yaw kör ahmet paraları nasıl bilirdi bilen varmı birde inşallah sağdır
-
Birşey sormak istiyorum; İnsanlar hep ama hep birşeylere özlem duyarlar hiç tadmin oldugu görülmemiştir, acaba insan oglunun dogasımı bu, yoksa sırf birşeylere özlem duymak içinmi özlerler...
-
yaw keşkeden öyle oolsa eskiden sorumluluklarimiz yoktu.. sabahdan akşama kadar yeni osmanli parkinda top oynar ondan sonra cadeye çikar evlerin zillerini basar basar kaçardikk yaw neydi o günler .
.
-
Sayın alibey2727 beyefendi,.
İnsanlar mutlaka birşeylere özlem duyarlar ama güzel şeylere, güzel geçmişlerine, güzel çocukluklarına vs. bunun gibi şeylere bu şu demek değildir tatminsizlik anlamında degildir, ayrıca sırf birşeylere özlem duymak için özlem duyulmaz tabiki bu kişilere ve anlayışlara göre değişmektedir. Buradaki asıl amaçgeçmişte kigüzel günleri acısıyla tatlısıyla anmak, yaşamak, yaşatmak tatmak veözlem gidermektir. (Şunuhiçbir zaman unutmayınız ki geçmişi olamayanın geleceği asla olamaz ve olmaz da)Bu konuyu uzatmak ve tartışmak niyetinde değilim hele hele bu konu bu tür tartışmalar için asla müsait bir konu değildir, bu yazıma cevap yazmanızı da istemiyorum çünkü cavap cevabı doğurur bu nedenle bu güzelim konunun (keşke yine cocuk olupda Nizipte olsam) ahengini ve tadını kaçırır, yinede fikirlerinize saygı duyuyorum herşey gönlünüzce olması dileğiyle saygılarımı sunuyorum. ’’Yankee SAT’’.
.
.
Edited by - Yankee SAT on 11/30/2006 4:37:04 PM
Edited by - Yankee SAT on 11/30/2006 4:39:28 PM
-
Nasıl kıydın yıldırımdan tırpanınla,
Çiçeğimdi koklamaya doyamadığım.
Bir tanemin gözündeki buzlu camdan,
Boşuna baktın bu dünyada kalamam artık ben.
Ey kendi kıyametini bile göremeyen,
Eli kanlı budala ölüm!.
Sandın kisevgilerimi yok edivereceksin hemen.
Unutma ki ben sevgilerin bülbülüyüm.
Saygısız, sevgisiz zaten ölüyüm<aa bb="1" </aa <aa bb="" </aa
-
Kalemine sağlık kardeş yazıların beni alıp götürüyor iyi ki varsın...
-
Sayın Gökhan Dokuyucu beyefendi,.
teşekkür ederim bu sizin gönlünüzün güzelliğinden kaynaklanmaktadır, iyiki sizde varsınız herşey gönlünüzce olsun saygılarımla...
.
-
’’’’’’’’BU BİR ALINTIDIR’’’’’’’’’’.
Eylül’ün son hafta sonu, iki günlük İstanbul ziyaretinde oğlumun uzun süredir, görmeyi en çok arzuladığı bir yerdeyiz. Rumeli Hisarı’nda… Ayak değmedik bir yer bırakmamacasına dolaşıyoruz surlarında. Her adımda, manzara sanki daha bir güzelleşiyor. Basamak sayısı arttıkça, İstanbul’un tarifsiz güzelliği de beraberinde artıyor ha bire.
Soluk soluğa çıkılan yüzlerce basamağın sonundaki ödül, tüm yorgunluğa değecek güzellikte nefes kesen bir Boğaz manzarası. Her türlü hengâmeden uzakta, artık İstanbul’la baş başa kalmış hissedecek kadar tepedeyiz. Kalenin en yüksek 9 katlı kulesinin önünde. Oğlum, soluklanmadan “ben karşı kuleye geçiyorum” diyor. Tek adım atacak halim kalmamış, son basamağa oturuyorum. Girişte broşür istemiştik ama ne yazık ki yok. Kalenin içinde tüm bilgilerin yazılı olduğu bir tabela var, dediler. Yarısına gelmeden dikkatin dağıldığı oldukça uzun bir yazı, o kadar basamaktan sonra da hepsi uçup gidivermiş zaten. İstanbul Rehberinden Rumeli Hisar’ını bulmaya çalışıyorum ki omzuma dokunan bir elle aniden irkiliyorum. Nerden çıktığı belli olmayan ince uzun boylu, koyu renk takım giysiler içinde genç bir adam “Yerime oturmuşsunuz” diyor yavaşça. Korkudan duvara doğru çekiliyorum. Yanıma oturuyor. Bu yüz… Ne kadar da tanıdık. Tanrım bu adam, evet, tam tahmin ettiğim gibi… Hani rakı şişesinde balık olmak isteyen, hani karpuzdan fenerler, eskilerden yıldızlar yapan, hani geceleri rüyasında damların üzerinden allı pullu gemiler geçiren, hani hepimiz uykudayken, her sabah gökyüzünü maviye boyayan ve her seferinde gemilerin yırtarak geçtiği denizi diken o büyük şair. Ceketinin iç cebinden çıkardığı tabakadan, -muhtemelen vesikalı yârin yadigârı olmalı- bir sigara yakıp derin bir nefes çekiyor. Hüzünlü gözleri, karşı kıyıya yönelirken belli belirsiz duyabildiğim bir türkü mırıldanmaya başlıyor. Mahzun gözlerle bakıyor uzaklara, mahzun ve garip. Bakışlarının dalıp gittiği maviliklere, karşı kıyıya çeviriyorum başımı. Rüyada gibiyim, gözlerime inanamıyorum. Yan yana, artarda tüm tepelerin üzerleri zümrüt yeşili halıyla kaplanmış gibi. Biraz önce mezar taşlarını anımsatan beton yığınlarından eser kalmamış. Ormanın denize vuran zümrüdî gölgesi Boğaz’ın sularıyla oynaşıyor özlemle. Hisar’ın önündeki iskeleye bir vapur yanaşıyor, yolcular çıkıyor içinden, şapkalı, ondüleli, bir elinde şemsiye, diğerinde yelpazeli şık bayanlar, onlara öncelik veren bastonlu, beyaz keten mendilli kibar baylar.
Hangi türküyü söylüyor acaba? Biraz daha sokuluyorum yanına ama hâlâ sözleri anlaşılmıyor. Öylesine kederli ki bakışları, içimden sımsıkı boynuna sarılmak geliyor ama henüz tanışmıyoruz bile. Yan gözlerle süzmeye başlıyorum fark ettirmeden. Kaçıp gitmesinden korkuyorum. Ne düşünüyor acaba, gözleri yaşlı, onu böylesine hüzünlendiren şey de ne? Hicran yaşları diyor mısralarında, gönül yarası… Eleni olabilir mi, ya da Süheyla? Kim bilir belki de Mualla’dır, hani sandalda, “Ruhumda hicranın” şarkısını söyleyen? Yoksa yalnızlık mı? Onlarca sevgili, dost arasında onu aynalarla konuşmaya mahkûm eden, o denli büyük yalnızlık… Yoksa daha mı derin? İkinci Dünya Savaşının insanlığa yaptıkları olabilir mi? Savaşa giden ve geri dönmeyen çocuklar, Varşova’da ölen on binler, Hiroşima’ya, Nagasaki’ye atılan atom bombaları olabilir mi? Açlık, sefalet, ekmek karneleri, kömür beyannameleri mi onu böylesine tarifsiz kederlere iten?
Bin türlü mavi akıyor, Boğaz’dan. Takalarda, teknelerde, çatanalarda ağ yamayan, ağ toplayan, ağ atan balıkçılar türkü söylüyor. Havada çığlık çığlığa martı sürüleri, her bir tüylerinde ayrı bir telaş, silkelendikçe pul pul deniz toplanmış ağların üzerine bir konup bir kalkıyorlar. Her biri kendisine düşecek payın peşinde. Karadeniz’e süzülüyor aheste mavnalar. Arkasında köpükten beyaz izler bırakarak, karpuz yüklü kayıklar geliyor karşı kıyıdan. Denizden geçen motorun sesi, kalenin kalın taş duvarlarında sönümleniyor. Başında eski âlemlerin sarhoşluğu, loş kayıkhaneli yalıların pencerelerinden yansıyan Eylül güneşi içimi ısıtıyor. Martılar uzun kanatlarıyla, denizden yeni çıkmış ağların kokusunu; buram buram yosun, ıstakoz, karides kokusunu beraberinde, hisarın en yüksek kulesine, oturduğumuz basamağa taşıyor.
Bir yaylı geçiyor sokaktan, atları şıngır mıngır. Sucuların hiç durmayan çıngırakları ötüyor çın çın. Simitçinin sesi, macuncuya, horoz şekercinin sesi boyacınınkine karışıyor. Hisarın duvarları yıkıldı yıkılacak gibi duruyor, taşlar yerinden oynamış, aralarından sarı yağmur çiçekleri boyunlarını uzatmış, bahçede ahşap çatmalı evler ve dalları birbirine dolanmış, yaşlı meşeler, yaprakları nerdeyse bulunduğumuz yere dek uzanıyor. Sahi o görmedi ki Rumeli’nin yenilenmiş bugünkü halini. Belki çok şey değişti o günden bu güne ama neyse ki her şey olumsuz değil.
“Merhaba” diye fısıldıyorum. “Ben galiba sizi tanıyorum.” Duymuyor beni, parmaklarında cigara, dalmış gitmiş Boğaz’ın derin bin bir türlü mavisine. Biraz daha yaklaşıyorum yanına, başımı omzuna yaslıyorum yavaşça. O garip ben garip. Deniz çekiyor düşüncelerimi ama yalnız değilim. “Deniz senin için de özgürlük demek biliyorum, bunun için tüm şiirlerin buram buram deniz kokuyor, yosun kokuyor. Ama tek sen değilsin, her giden geminin ardından bakakalan, Madagaskar Limanlarından, Çin’e kadar yolculuk yapmayı, dünyayı fethetmek üzere ardına bakmadan her giden gemide olmayı özleyen, yelken olmayı, kürek olmayı, dümen, balık, su olmayı arzulayan tek sen değilsin”, demek istiyorum ama düğümleniyor kelimeler boğazımda, konuşamıyorum. Bir şiir okur mu acaba?
Sigaranın dumanı içime dolunca öksürmeye başlıyorum. “Alerjim var” diyorum, “İçmeseniz, bakın nasıl da tertemiz bir hava.” Kalkıyor yanımdan. Surlara doğru ilerliyor. Ah ne yaptım ben, “Tamam, tamam, istediğiniz kadar için, yeter ki gitmeyin”, koşuyorum arkasından ama heyhat, bir hayalet gibi süzülüyor kalın surların içinden ve arka bahçedeki ceviz ağaçlarının dalları arasından Şehitlik Tepesine doğru gözden kayboluyor. Yaşadığım şu büyülü birkaç dakikayı yazabilir miyim, mısralarından ödünç alabilir miyim diye soramadan gidiyor geldiği yere. “Bıraksaydın da içseydi”, diyor içimdeki ses, “Nasılsa ölümüne neden sigara değildi ki.” Sahi Başkent’in bugün bile o hiç kapanmayan çukurlarından biri değil miydi, onu henüz 36 yaşındayken sevdiği İstanbul’undan, şiirlerinden ayıran. Buğulanıyor gözlerim, bir çift gözyaşı yanaklarımı ıslatıyor. Asırlık ceviz ağacının üstünden küçük bir serçe havalanıyor ve aynı anda kabuğu kurumuş meyvesi çatırdayarak dalından ayrılıp hızla yere düşüyor.
“Anne”, diye coşkuyla el sallıyor oğlum karşı kuleden. Dönüp bakıyorum, sesi nasıl da neşeli. Seke seke basamakları bir iniyor bir çıkıyor. Ankara-İstanbul, yol boyu dinlettiği Yüzüklerin Efendisi CD’leri… Her bir bölümünde filmin sahnelerini yaşar gibi, nerde ne olup bittiğini anlatıyor. Üstüne üstlük TV’de son bölümün; Kralın Dönüşü’nün, bilmem kaçıncı kez, bir gece önce, otelde mecburi izlenimi. Kalenin surlarında, seğirdim yolunda, merdivenlerinde, burçlarında zıp zıp zıplarken neler hayal ediyor acaba? Muhtemelen hayallerini süsleyen J.R. Tolkien’in kötülere karşı savaşmak ve karanlık güçlerden dünyayı kurtarmak üzere Orta Dünya’dan Mordor’a, Hüküm Dağına ulaşmaya çalışan masal kahramanlarını.
Kulenin taş duvarlarını okşarken Fatih Sultanla, Saruca, Zağnos ve Halil Paşalarla selamlaştığımı hayal ediyorum, dünyanın en büyük kale burçlarına sahip bu görkemli Hisarın nasıl dört ay gibi kısa bir zamanda tamamlandığını düşünüyorum. Arı kovanları gibi olmalı dört bir yan, tuğla taşıyan, taş döşeyen, harç karıştıran, oraya buraya koşuşturan binlerce insan. Merdiven basamaklarında arada bir görülen oymalı beyaz mermer taşlar, muhtemelen civarda bulunan Bizans manastırından ya da kale kalıntılarından alınmış olmalı. Karadeniz Ereğlisi ve İznik’ten getirildiği belirtilen keresteler, taşlar nasıl taşındı acaba? Ya kalenin içinde sergilenen dökme pirinç toplar ve her biri yüzlerce kilo ağırlığında top gülleler, kalenin surlarına, yüksek burçlarına o daracık merdivenlerden nasıl çıkarıldı ki? Bu azim, bu inanç, bu sabır ve çalışkanlık… Kulle-i Cedide, Yenice Hisarı ve Boğazkesen Hisarı, bugün ki adına Rumeli Hisarı olarak kavuşmuş sonunda. Kaç deprem, kaç yangın ve bakımsızlığın sonunda viraneye dönüşmüş Hisar. Ve nihayet yarım yüz yıl önce başlayan yenileme çalışmalarıyla eski görkemine kavuşmuş. Onu 554 yıl önce, büyük güçlüklerle inşa edenlere bundan daha değerli ne verilebilirdi ki? Gerçi eski gravürlerde olduğu gibi, kulelerin üstlerini örten kurşun kaplı sivri ahşap külahlar, yenileme sırasında nedendir bilinmez yerine konmamış ama bu haliyle de son derece etkileyici güzelliği ve azametiyle Boğazdakilerin nefesini kesmeye devam ediyor. Kalede müze yok, ah keşke olsaydı… Kalede hatıra eşya ve tarihini anlatan kitaplar satan küçük bir dükkân yok ve keşke olsaydı. Kalenin kendine ait otopark yeri de yok ve keşke olsaydı… Ama lavabosu ve tuvaleti var, her yer bakımlı ve tertemiz, saf saf açmış ateş çiçekleri, insanın aklını başından alacak alımlı kızıllıklarıyla, ziyaretçilere her dilde hoş geldiniz demesini neyse ki gayet iyi biliyor. Hisar’ın denize açılan kapısından çıkarken gözlerimiz yanıyor ışıl ışıl. Aynı anda, “Rüya gibiydi her şey” diyoruz. Hafiften serin bir rüzgâr esiyor denizden. Oğlum arabaya binerken gökyüzünde asılı duran, kuyruğu ebemkuşağı renginde, telli duvaklı bir uçurtmayı işaret ediyor.
Gerçek olduğunu biliyordum…
El sallıyorum şeytan uçurtmasına, “çok komiksin” diyor oğlum.
Eğilerek selam veriyor o da, gülümseyerek göz kırpıyorum…
.
Edited by - Yankee SAT on 12/1/2006 10:39:03 AM
-
Su gibi akıp geçiyor zaman, bir şeyler yapmalıyım, ama ne?
Temizlik, zorunlu alışveriş, ziyaretler ve hay huyla geçen yoğun bir Cumartesi ve işte nihayet hafta başından itibaren iple çektiğim Pazar günü…
Bugün Pazar!.. Özgürlük günü!.. İstediğim her şeyi yapabilirim; yataktan geç kalkabilirim, TV’nin önünde bağdaş kurup, Pazar sohbetleri eşliğinde, kahvaltımı enine boyuna uzatabilirim, istediğim kitabı didikleyebilirim, ilanlarına kadar gazeteleri tarayıp bulmaca eklerinde tek kare boşluk bırakmayabilirim, o site bu site İnternette gezinebilirim, elimde Ankara kültür-sanat rehberi; sinemaya gidebilirim, sergi, fuar dolaşabilirim, ya da bir alışveriş merkezine dalıp mağaza mağaza gezip ne var ne yok her şeye dokunabilirim.
Oysa ben pazarlardan nefret ediyorum!.. Bütün hafta bugünü sabırsızca bekledikten sonra, hiçbir şey yapmadan, tembel tembel oturup bir an önce geçip gitmesini bekliyorum.
Elimde uzaktan kumanda neredeyse yarım saat oldu kanal kanal dolanıyorum, kanalların hepsi bugün susuz ve de aralarında sözleşmiş gibi neredeyse hepsi, özel hayatlarının en ince detaylarına kadar öğrendiğimiz maymunların –maymun dediysem belirtmem gerek, birinde goriller, diğerinde orangutanlar var- yaşamını anlatıyor, mesela kuyruksuz olan şu ikisi; ağacın üzerindeki sevimli şempanzeler, yarım saat önce de birbirlerinin pirelerini ayıklıyorlardı, şimdi de. Bu işi sırayla yapıyorlar. Bak şimdi bir tane yakaladılar bile, hüp ağza.
Gürültü başladı, alt komşudaki tadilat ikinci ayını tamamladı ve sonunda olan oldu, işler karakışa sarktı. Ev sahipleri, gündüz ki çalışmayı akşam gelip denetlemenin dışında eve uğramıyorlar. Bitişik apartmanda annelerinde kalıyorlar. Yani gürültüden bihaber. Öyle böyle değil, büyük bir tadilata girişildi, banyo mutfak dahil evin zemin ve duvar kaplamalarının hepsi, bizim de beyinlerimizle birlikte, iki aydır tek tek söküldü. Ustalar Pazar günü dahil çalışıyor. Pek bir hoş görülüyümdür ama bendenizde sabır falan kalmadı, sıkılı dişlerim, döküldü dökülecek. –Bir an önce AB’ye girelim istiyorum.- Geçen kışta, üst kattaki komşum da vardı benzer bir çalışma; büyük banyoya jakuzi yerleştirildi, küçük depo da saunaya dönüştürüldü, tabi tüm zemin ve duvardaki fayanslar alttaki sıvalarıyla birlikte kazınarak. Bir önceki yaz ise en üsteki komşum terasın zeminini altmış santimlik seramiklerle kapladı, eskiler on beşlikmiş. “Eve işçiler girmişken” dedi Sermin Hanım, “dolapları da değiştirelim istedik, bir kerede çıksın.” Anlayacağınız bu işler bitecek gibi görünmüyor. Ev elli yıllık falan olsa anlayacağım ki her şey eskidi, üstelik yeni malzemeler de pek cazip, ama binanın henüz on senesi doldu dolmadı.
Nihayet, beklediğim program başladı. Bahçe düzenlemesiyle ilgili bir yarışma programı. Aşağıdaki gürültüden bir şey anlaşılmıyor, sesini biraz yükseltelim bakalım. Hımm şimdi daha iyi. Sunucu bitkilerle ilgili sorular soruyor. Yarışmacı bilirse ki genellikle sorular kolay, karşılığında insanın yüzüne dostça gülen, birbirinden canlı ve güzel çiçekler ve ağaç fideleri hop yarışmacının arka bahçesine taşınıyor; arka bahçede ise öyle bir faaliyet var ki; arı gibi çalışıyorlar, biri bakımı ve türleri hakkında bilgiler vererek çiçekleri dikiyor, biri toprak seriyor, sererken çiçeğe uygun toprağın içerdiği özellikleri anlatıyor, bir diğeri küçük bir oturma yeri yapmakla meşgul ve bahçenin köşesindeki küçük havuz da unutulmuyor.
Telefonum münasebetsiz bir şekilde çalıyor. Evde kimse yok, ben bakmak zorundayım, umarım yanlış numaradır. Telefondaki, arkadaşım “Çabuk TRT 2’yi aç”, diyor. Andrea Bocelli’nin konseri varmış. Tamam diyip hemen kapatıyorum. Ama Bocelli’nin istediğim zaman açıp dinleyebileceğim CD’leri var. Saatlerdir beklediğim programsa BBC Prime’da akıp gidiyor.
Alt kattaki gürültünün şekli değişti. Şimdi delgi makinesi çalışıyor. Vınnn… TV’nin sesini iyice yükseltiyorum, nerdeyse ekranın bir karış önündeyim. Havuzun çevresine hazır çim serdiler ve etrafına kısa- orta- uzun boylarda, biri diğerini tamamlayan, yaprakları yeşil, sarı, koyu kızıl renkli bitkiler yerleştirdiler. Tam bir renk şöleni. Havuzun ortasına ise henüz çiçek açmamış halleriyle bile insanın içini aydınlatan nilüferler dizildi. Etrafında düzenlemeler yapılırken havuzdaki su çamur oldu ama onun da çaresi var, askıdaki toprak partikülleriyle beslenen otsu su altı bitkileri havuzun içine serpiştirildi. Küçük bir kameriye de getirilip bahçenin bir kenarına konuldu. Yerler, hazır çimle kaplandı, üzerinden birkaç kez silindirle geçildi, alttaki toprağa iyice yedirildi. Karo taşları ile yürüme yolları yapıldı ve bahçenin bakımsız halinden eser kalmadı. Yarışmacı bayan; bahçenin sahibi yeni haliyle bahçesini görünce, gözlerine inanamadı, koca bir çığlık attı.
Salonumun her köşesi düzinelerle çiçek dolu; en son aldığım tepesinde kızaran yapraklarıyla Atatürk çiçeği bana gülümsüyor, katmerli mor, pembe, lacivert ve kenarları eflatunlu beyaz Afrika menekşeleriminse keyfine diyecek yok; cıvıl cıvıllar, kauçukla difenbahyanın dalları tavana değdi değecek, diğer köşedeki favorim benjaminle yarışıyorlar. Palmiyemsi yuka, krotonun hemen arkasında; hepsi neşeli ama hiç biri bahçenin tadını vermiyor.
Evimin arkasında küçük bir bahçe istiyorum…
Arka bahçeli ev istiyorum…
Oysa dört duvarla çevrili yaşadığım yerler; evim ve de işyerim. Gönüllü tutsaklıklarım. Her iki mekanda görebildiğim yalnızca bir avuç gökyüzü, o da pencereden başımı uzatıp dışarı baktığımda. “Bir Avuç Gökyüzü”. –Kim bilir belki de Çetin Altan’ı işte bu yüzden seviyorum.-
Ve bu yüzden bu şehirde yaşamaya, yaşamak zorunda olmaya dayanamıyorum. Size de olur mu bilmem ama sık sık alıp başımı uzaklara gitmek isterim. Ormanın içinde, büyük bir gölün kıyısındaki o muhteşem eve. “Altın Göl” filmini izleyenler bilir, hani başrollerini Henry Fonda ve Katherine Hepburn’un paylaştığı; ömürlerinin sonbaharını yaşayan yaşlı karı kocanın her yaz gittikleri göl kıyısındaki evlerinde geçirdikleri son yazı anlatan film… İşte öyle bir yere gitmek istiyorum. Ama bu ellerde benim bildiğim göl kenarındaki evler, her daim kapalı Bakanlığa ait eğitim tesisleri. Başka da görmüşlüğüm yok. Bu durumda başka bir yer bulmam gerekiyor. Mesela bir sahil kasabası… Şöyle kıyısında bir iki sandalın bağlı olduğu, sahilinde birkaç kahvenin ve lokantanın dizildiği, yaz kış yemyeşil bir ormana komşu, birbirine saygılı sakinlerinin, henüz insan olma özelliklerini yitirmediği, sessiz sakin, huzur kokan küçük bir sahil kasabası...
Program bitti, şimdi TRT 2 yi açabilirim. Konser halen devam ediyor, New York Şehri, arkada Dünya Ticaret Merkezleri; ikiz kuleler, henüz ordalar, 11 Eylül’den önce olmalı. Belki de Bocelli’nin milenyum konseri, yalnız değil, başkaları da var. Korkunç bir kalabalık; insanlar derin bir sessizlik içinde huşu ile dinliyor ve o, peş peşe şarkılarını okuyor, kalabalık ayakta, -ben de- alkışlar dakikalarca sürüyor, kamera genç bir kadını yakalamış, onun da gözlerinde yaşlar; sicim gibi. Ünlü tenor, sahneye tekrar yardımla getiriliyor. Bocelli, gözleriyle değil kalbiyle görenlerden ve işte bu yüzden, o yumuşak, sıcacık güzel ses, bu kış günü ruhumu ısıtıyor.
Konser bitti, gürültü yeniden başladı…
Alıp başımı gitmeliyim, ama nereye? Uzun bir süredir, emekli olduğumda, nerede yaşarsam mutlu olurum diye düşünüyorum. Hayallerime uygun bir yer arıyorum. Şu sahil kasabası neresi olabilir acaba? Çetin Altan’ın Köyceğiz’i diyor içimdeki bir ses. Üstat, pancar motorundan çıkan yazılarında, öyle güzel anlatır ki kasabayı, orda olasım gelir. Ruhları bile duymamıştır ama ne çok misafirleri olmuşumdur. Meyvelerinin, aralarında ampul gibi ışıl ışıl parladığı limon ağacıyla gölgelenen, deniz kabuğuyla kaplı, virgül şeklindeki küçük havuzlu bahçelerinde oturup, demli çayın yanında sahanda sucuklu yumurtalarına ortak olmuşluğum çoktur. Ve bilmezler neden sahandaki sucuklar hep öyle bereketsizdir.
Aslında Köyceğiz yabancı bir yer değil bana. Çok uzun yıllar önce mesleğimin ilk çaylaklık döneminde Dalyan Deltasının ve İztuzu Gölü’nün batimetresini çıkarmıştık. Yani gölün tabanının topografyasını. Hangi mevsimde neresi sığdır, neresi derindir, karış karış bilirim. Tekneler, o zamanlar mevsimsel gelgitler ve tabandaki sediment hareketleri nedeniyle tıkanan Dalyan ağzından İztuzu Gölü’ne giriş-çıkış yapamazlardı. Daha sonra neler yapıldı bilmiyorum.
Gölün tabanını gayet iyi bilirim ama ne narenciye bahçelerinin ne lüle lüle açmış bembeyaz sümbüllerin kokusunu, ne koyun sürülerinin ne de arsa boşluklarında otlayan ineklerin çan sesini duymuşluğum vardır. Ne yeşilimsi radyom gözlü simsiyah ve de vefalı Otello’yu okşamanın avuçlarımda kalan yumuşaklığını bilirim, ne uzun yeşil kuyruklu, sarımtırak gagalı sevimliliğiyle benim Maviş’i anımsatan yumucuk “Fıstık”ı, ne de kocaman beyaz kanatlarının uçları siyah, gözlerinin kıyıları hafif sürmeli, uzun pembemsi bacaklı leylekleri yakından görmüşlüğüm vardır, ne de güveçte pastırmalı kuru fasulye tatmışlığım. Ama Ustanın anlattıkları kazınmıştır bir kez aklıma.
***“Bir anda İstanbul’un dağdağasından sıyrılıp, kapağı yine Köyceğiz’e attık…
Köyceğiz, kendi doğal ahengi içinde, kendi aleminde yaşıyordu.
Koyu keskin bir yeşilin, küçük sık yapraklarıyla sıralanan; bodur portakal, limon, mandalina ağaçlarının içinden, şıldır şıldır bakan sapsarı portakallar, limonlar, mandalinalar…
Ve görünmez bir ressamın, değişik tonlarda kırmızımtırak bir karışımla sararttığı upuzun günlük ağaçlarıyla, görkemli çınarlar, şelale şelale yerlere doğru akan salkım söğütleri…
“Lekesiz, saf, iyi bir yüz” gibi Köyceğiz Gölü; Gölü ve Köyceğiz’i çevreleyen büyük profilli ve geniş alınlı dağlar…
Köyceğiz’in ünlü Pazarları, Pazartesileri… Pazaryeri tezgahlarında, sıram sıram domatesler, biberler, lahanalar, patatesler…
Tezgahların arkasında çevre köylerden gelme, genci yaşlısıyla, erkekli kadınlı köylüler…
Kimileri, bir avuçluk bahçesinin ürünlerini sunuyor tezgahlarda…
Bayıldığım insanlar, hele hele o köylü kadınları; bazıları şişmanca, bazıları yaşlı mı yaşlı…Ç.A.”***
Dışarıda, pencerenin önünde bir şeyler uçuşuyor. Kar mı yağıyor ne? Yok yok, bu bir kilimden dökülen tozlar, sesi de geldi işte, pat, pat. Üst kattaki komşum çok titizdir. Elektrik süpürgesine güvenmez, gece-gündüz, mutlaka bir şeyler çırpar, hani tek bir pencereden olsa razıyım.
Alt kattaki gürültü dayanılmaz oldu, tak taklar artık kesintisiz.
Arka Bahçeli bir ev istiyorum…
Neden sincapların yanımıza kadar gelerek yemeğimize ortak olduğu devasa bir Hyde Parkımız yok bizim ve neden kuş seslerini dinleyebileceğimiz, görmüş geçirmiş yaşlı ağaçların bilge fısıltılarına kulak kabartacağımız, geyiklerin dolaştığı –kedi ve güvercinler de olur- Central Parkımız. Dört milyonu aşkın, ince cüzdanlı memur nüfus için tek yapılan şey ha bire ultra lüks alış veriş merkezleri…
***“Güneş battıktan sonra, çam ormanları arasındaki tepelerden Köyceğiz’e inerken; Köyceğiz Gölü de, sakin, sessiz, kimsesiz bir mavilikte…
Yahya Kemal’in mısraları dökülüyor ağzımdan:
Bir hayale dalınır zevk alınır;
Belki hala o besteler çalınır,
Gemiler geçmeyen bir ummanda…Ç.A.”***
Kim bilir Üstat, kime ne dokunduruyordu yukarıdaki üç dizeyle. Aman bana ne canım. Biz onun gözüyle Köyceğiz’i gezmeye devam edelim …
***“Köyceğiz pastorali, çocukluğumun Göztepe’si, Erenköy’ü, Ümraniye’si görünümünde…
Günlük ağaçları, kavaklar, okaliptüsler, uzayıp giden tenha yollar, akşama doğru ortaya çıkan koyun sürüleri, yer yer otlayan beyazlı kahverengili inekler.. Hele hele evlerden, bahçe kapılarından; yerlere kadar inen koyu kırmızıyla hafif eflatun karışımı o canım begonviller, bembeyaz yaseminler…”***
Çetin Altan’ın betimlemeleri bu denli güzel devam ederse Köyceğiz de o sevimsiz apartmanlar silsilesinden nasibini alacak gibi görünüyor.
***“Gök masmavi…Bir avuçluk bahçedeki tek portakal ağacı, gövdesinin sıskalığına aldırmadan, top top sivri yeşil yaprakları arasında bıcır bıcır beyaz çiçeklerle donanmış…
Vızıltılı bir uğurböceği, çiçeklerin birinden kalkıp ötekine konuyor…
Menekşelere karşı, neşeli bir hayranlıkla gülümsemeli sevecenliğim hiç aşınmadı. Sarılar çoğunlukta bu Nisan. Üç beş tane, ortası mor, süslemeli; cilveli mi cilveli beyaz menekşe… Birkaç tane de, ortası minicik sarı noktalı tümden mor olanlar var aralarında…
Bahçedeki menekşeler, kendi mutluluklarında… Siz benim, mıncırıklarım, bücürlerim, her yıl hayran olmaktan bıkıp usanmadığım şekerlerim misiniz?
Köyceğiz’de, yeryüzündeki tüm orkestraların bin bir musikisi, yeşile dönüşmüş gibi… Kavaklar, salkım söğütler, okaliptüsler, günlükler, çınarlar ve çamlar.. Artık hepsi değişik tonlarda yemyeşil…
Evin biraz ötesindeki arsa boşluğunda, beyazlı siyahlı iri memeli bir inek, ayakta siyah anlamsız bakışlarla beni süzüyor…
Selam verdim ineğe:
-Mööö…
İnek işte, ne olacak cevap vermedi selama…
Onun da az ötesinde anaç beyaz bir keçi; ayakları dibinde yere yan yatmış beyaz bir oğlak…
Ve yayılıp giden yeşiller musikisine, mavileri de hatırlatan, kırışıksız Köyceğiz Gölü’yle, kavislenerek dağların tepelerini okşayan gökyüzü…Ç.A.”***
Bakmayın Ustanın böyle romantik doğa takılmalarına onu, bir de İncili Çavuşa, Nasreddin Hocaya sorun, onları kışlada-camide bulamazsanız eğer, Borazan Tevfik’e, Bekri Mustafa’ya, Bektaşi Babası’na sorun, olmadı Temel Reis’e…
Bakın “Şeytanın Gör Dediği” köşesinde ne muzır ne muzip şeyler anlatacaklar size. Benim kalemin boyu anlatmaya kısa kalır.
Her sabah gazetede ilk, bazen de tek okuduğum yazardır Çetin Altan. Bazen 20, 30 yıl önce yazdığı bir yazıyı bugün yazmış gibi okutur, ta ki yazının sonunda Einsteinvari dilini çıkarmış haliyle; 20 yıl önce yazılmış bir yazıdan ibaresini görene kadar her şey bugünkü gibidir. Herakleitos’un tersine, sanki bu ellerde hiçbir şey değişmez der gibi ellerini iki yana açmış, muzır muzır başını sallarken görür gibi olurum. Deniz rakımındaki Köyceğiz’de değil de sarp kayalıkların tepesinde bir şahin gibi yaşadığını düşünürüm. Tıpkı şahinlerinki gibi keskin gözleri, bin metre aşağıda, çalıların arasında gezinen böceği de görür, çiçeği de. Arada bir tepede uçuşlar yapar, bazen okurunu da alır kanatlarına şöyle bir havalandırır derken hiç beklemediğiniz bir anda atıverir üzerinden ve siz büyük bir hızla tepe takla çığlık çığlığa yere düşerken o tepeden keyifle hınzır hınzır güler halinize. Yada bana öyle gelir. Zordur bu diyarlarda çözmeye gücünüzün yetmeyeceği meseleleri görmek, bir de bir gazetenin köşesinde yazarsanız ve de okurlarınıza karşı sorumluluk sahibi iseniz daha da zordur.
***“Mayıs ayının sonlarında, Dalyan’dan Akdeniz kıyılarındaki 7 km.lik İztuzu Plajları’na doğru giderken, inişli çıkışlı ormanlık Gökbel yolunun hiçbir müzede rastlanmayacak muhteşem tablosunu ıskalamamakta, “ben de yaşadım” demenin şifresi saklı…Ç.A.”***
***“Yolun her iki yakasında kilometrelerce sürüp giden, hafif mor flörtlü koyu pembe, birbirine sımsıkı yapışmış bir zakkumlar düğünü, bir zakkumlar bayramı, bir zakkumlar karnavalı…Ormanlık yamaçlardan ve çamların içinden aşağılara doğru inen zakkum şelaleleri. Yolun az uzaklarında, denizle gizlice buluşan göllere doğru baş başa vermiş zakkum grupları…Ç.A.”***
Renkleri birbirleriyle flört ettirmek, kimin aklına gelir ki…
Üçüncü Dünya ülkelerine has hamaset tatavalarına, şakşakçılığa, tabu ve dogmalara, klişeleşmiş politik nutuklara, şark kurnazlıklarına, her türlü yamuk maskaralıklara kimsenin aklına gelmeyen sorular sorup onlara esprili, nükteli şekiller vermek, çaresizliği matraklığa dönüştürmektir sanki en büyük amacı. Ondan iyi ortalığı bulandırıp ondan iyi “enseyi karartmayın” diyen bulunur mu bir daha? Bu kadar politik tatavalar arasında bir de timsahların yaşamı dahil kimsenin merak etmediği şeyleri araştırıp bize de anlatmakta üstüne yoktur. Zeka, saniyede kozmosun bir ucundan diğerine mesafede hızla çalışır. Doğrusu bunun sırrı, sahandaki sucuklu yumurtada mıdır yoksa Solmaz Hanımda mı bilinmez. Yazılarındaki her cümle, günün sözü olarak çerçevelenip duvara iliştirilecek denli özlüdür.
Köyceğiz.., emekli olunca yerleşmek için benim hayallerimdeki yere tıpatıp uyuyor. Tabi o zamana kadar yabancılardan geriye bir köşe kalırsa… Ne diyor Çetin Altan, ortalık emlakçı kaynıyormuş.
Park yerinde, Sedat Beyin arabası yine çığlık çığlığa, alarmı hatırlamadığım kadar uzun bir süredir bozuk, yanından biri geçse tüyleri diken eden bir sesle karşılık veriyor. Alıştım artık, kalkıp bakmaya gerek yok. Isınmak için altına kesin bir kedi girmiştir. Alarmlar ısı ve hareket sensörlü mü imal ediliyor nedir? Caddenin sabahki sessizliğinin yerini bir araba konvoyudur aldı gitti. İnsanlar yavaş yavaş evlerinden dışarı çıkmaya başladılar, gezintiye de illa ki arabayla çıkılacak, sevmiyoruz yürümeyi. Hava soğuk; kar yağdı yağacak, şehir büyük; mesafeler uzun, eh onlarda haklı. Nerdeyse içi bunalan tüm Ankaralı yola koyuldu bile, yine caddede trafik yavaşladı, aralarında öyle sabırsızlar var ki saniye geçmeden elleri kornada. Kiminki daha uzun ve keskin ötüyor, sanki yarışma yapıyorlar.
Gürültüyü duymamak için bir şeylere yoğunlaşmalıyım.
Coğrafyacılık mı oynasam acaba?–eminim TDK’nın sözlüğünde böyle bir sözcük yok- Yatağımın karşısındaki duvarda, oğlum küçükken birlikte sık sık oynadığımız oyundan kalma devasa bir Dünya haritası var. Oyunumuzun ismini coğrafyacılık koymuştuk, oğlumun canı sıkıldığında el ele tutuşup haritanın önüne gelirdik. Önce önünde bir iki turlar sonra sırayla gözlerimizi kapar parmağımızla bir noktasına dokunur, parmağımızın denk geldiği ülke, o gece çıkacağımız yolun güzergahını belirlemiş olurdu. Yatakta, kucağımızda ansiklopedi, Atlas, Gezi ve yer yer resimleri koparılmış National Geographic dergileri ile o yer hakkında ne var ne yok her şeyi hatmetmiş olarak uykuya dalardık. Avustralya’nın güneyindeki Tasmanya adasını haritada aynı anda keşfettiğimiz de ikimizin de attığı çığlık halen kulaklarımda. -Severek izlediğimiz Tasmanya Canavarının bir ülkesi olabileceği, aklımızın ucundan bile geçmemişti o güne kadar.-
İşaret parmağımız, kazara koca okyanus üzerine denk gelse bile yolculuktan vazgeçmez, ben gemiyi, oğlum deniz altıyı tercih eder, sonunda onun isteği olur çevremizde mavi köpek balıkları dolanırken, binlerce derinlikteki batık gemilerin arasında Kaptan Nemoyla, yirmi bin fersahlık denizlerin altını keşfe çıkardık. Altı üstü üç metre karelik harita sayesinde tüm dünyayı karış karış gezdik. Norveç fiyortlarının üzerinde deniz kızı ve balıkçı kasabalarını selamlayarak uçmuşluğumuz da oldu, onlarca sıra dağlar, ormanlar, şelaleler, çağlayanlar ve bulutlarla kaplı Dünyanın karlı çatısı Nepal’e tırmanmışlığımız da.
Hayallerin yok ki bir sınırı…
Sokakta biri ara vermeden kornaya basıyor. Neler oluyor? Üst kattaki komşum, Sermin Hanım –temizliği bitirmiş!- ve çocuklar ailece arabadalar, park girişinin önü koca bir kamyonla tıkanmış, bir yere kıpırdayamıyorlar. Bitişik apartmanın çatısında tamirat var, Pazar günü demeden çalışıyorlar, eskimiş izolasyon malzemeleri, dördüncü kattan aşağıya fırlatılıyor, sokağa düşene kadar havada parçalanıyor, kamyon da çatıya malzeme getirmiş, zincir gibi araba dizili kaldırımda bir karış yer yok, o da gelmiş bizim otoparkın girişine park etmiş. Neyse mesele kavgasız halloldu, gelip çektiler.
Bir de tarihçilik oyunumuz vardır. Gerçi bu oyunu oğluma şimdilik sevdiremedim. Gelelim nasıl oynandığına, bu iş için Dünya, Türk, Osmanlı yada Cumhuriyet tarihi gibi herhangi bir tarih kitabından yararlanabilirsiniz. Ben babamın kitaplığından aşırdığım kitaplarla idare ediyorum. Dört ciltlik “İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi”, İsmail Hami Danişmend’in 47 baskısı, 1258- 1924 yıllarını kapsıyor ve üç ciltlik “Nutuk”, Kemal Atatürk’ün, 67 yılı baskısı 1919 ila 1927 yıllarını içeriyor. -Türkçeleri biraz çetrefilli ama o dönemler arı Türkçe modası ile yazmaya çalışanlardan daha anlaşılır.- Ciltlerden rast gele birini elinize alıp, içinizden iki sayı tutuyorsunuz; ilki sayfa numarasını belirliyor, ikinci sayı ise paragraf sırasını, -ikinci sayıyı ondan küçük seçin, paragraf sayısı az olabiliyor.- Sayılara tekabül eden paragrafın konusu o gecenin, bazen haftanın bazen de aylarınızın konusu oluyor artık. Ben bu oyunu tıpkı coğrafyacılık gibi gece yatmadan önce oynamanızı öneririm. Sabaha karşı rüyalarınız da renkleniyor. Ayrıca, her iki oyun da gecenin sessizliği içinde konsantrasyon gerektiriyor. Bu oyunlar sırasında tarihin karanlık tozlu yollarında kaybolup çıkmaz sokaklara girmişliğim, merak ettiğim konuları hiçbir yerde bulamayıp, hayal kırıklığına kapılmışlığım çok olmuştur. Bir ara eski belgeleri incelemek için Osmanlıca bilmediğime üzülmüştüm. Kim bilir neler vardı çevrilmeyi bekleyen. Ama neye yarardı ki, hepsi devlet arşivi, nasıl olsa ulaşılmayacak kadar uzaktılar; ya özel izin gerekiyordu yada üzerlerinde Da Vinci’nin şifresi gibi koca bir kaşe vardı; “GİZLİDİR”. -Elin oğlu bilirdi ama bize yasak.-
-Hani diyorum, Topkapı Sarayının gizli depolarından birinde unutulmuş el yazmalı bir günlük bulunsa, mesela el yazmasıyla Abdülhamit’in günlüğü. Çocukluğundan ölümüne kadar tuttuğu bir günlük, ne güzel olurdu. Eğer böyle bir şey varsa, bulsa bulsa İlber Ortaylı bulur yada hiç kimse. Günlüklerden tarih okumak ne zevkli olurdu oysa.-
Bu oyunda en uzun zamanımı alan konu, tarihe Sarıkamış Destanı olarak geçen 1914 yılının Kafkas Cephesi savaşları olmuştu. Belki büyük dedemin Allahüekber Dağlarında şehit olması da buna bir nedendi. Çocukken büyüklerimden dinlediklerimle birleşince, konu daha da ilgimi çekmişti. O gece İnternetteki sörf de yeterli gelmeyince, ertesi gün soluğu kitapçılarda almıştım. Sonunda bulduğum iki kitabı –Köprülülü Şerif İlden ile Alptekin Müderrioğlu’nun- aylarca ağlayarak okudum. Sıcak yatağımdan çıkıp zemheri kışın ortası, çarığın içindeki morarmış ayaklarımız ve belimizdeki kurşun yüklü palaskanın ağırlığıyla iki büklüm karlara bata çıka büyük dedemle aynı safta geceler boyu yürüdüm.
Savaşın 90. yıl dönümünde, at üstünde donarak ölen şehitlerimizi hatırlayan birileri çıktı nihayet. Yıllardır, Avustralya’dan, Yeni Zelanda’dan Gelibolu’ya gelip dedelerinin yasını tutanları; Oberjinleri, Anzakları, gördükçe vefasızlığımızın boyutundan hep ürküntü duymuşumdur. En son Sami Önal’ın “Sarıkamış’tan Esarete” isimli kitabı yayınlandı, Sibirya’da tutsak edilen Tuğgeneral Ziya Yergök’ün anılarından oluşan acı dolu bir kitap.
Ne çabuk karardı hava. İşçiler gitmiş olmalı, sesler kesildi.
Neyse ki yarın Pazartesi, kendimi masamın üzerindeki işlere vereceğim. Resmi yazılar, uzayıp giden ajanda listesi. Ne yazık ki mutat işyeri gürültüsü orda da tıpkı bugün gibi devam eder. Sabah, hizmetliler de benimle birlikte odaya girer. Önce elektrikli süpürgeler çalıştırılır, arkasından kara kara mozaikler homurtulu parlatma makineleriyle cilalanır. -yine de kara kara görünmeye devam ederler.- Tam işe adapte olmuşken, sifon sesleri başlar ve mesai bitene kadar bu ses hiç kesilmez. –Sebebi, “günde iki litre su için” sloganıdır.- Sifon seslerine arka planda bozuk musluk sesleri vokal yapar. Bu arada telefonlar çalmaya başlamıştır, zır zır zır ve sonra bir konuşmadır başlar, dır dır dır. Koridorun bir ucundaki Sema hanımın sesi diğer ucundan duyulur, kahkahası masamın üzerindeki çay bardağımı titretir. Ara ara fotokopi makinesinin gürültüsü yazıcının sesine karışır. Bu arada koyu renk takımlı büyük adamlar sık sık bir araya gelir ve önemli konularda toplantılar yapılır. Ve bu önemli konular hiç bitmez, büyük sözler söylenir ve büyük kararlar ajandalara not alınır. Dosyalar açılır, dosyalar kapanır. Çaylar gelir, içinde çoktan erimiş şekerler yine de büyük bir gürültüyle karıştırılır. Her şey büyük bir gürültüyle gerçekleşir. Cep telefonları çalar, koridorlar sanki uzayla konuşuluyor gibi avaz avaz bağırarak gezinenlerle dolar. Toplantı odasında koyu renk giysiler içerisinde kendimi de görürüm. Bunaldığım, işte o anda, hayallerimdeki o sahil kasabasına sığınırım. Evimin hemen arkasında yaşlı çınarların, meşelerin ve çam ağaçlarının kapladığı ormanın gölgesi, dalların fısıltılarıyla birlikte arka bahçeme düşer. Bahçeye diktiğim renk renk pıtrak vermiş sardunyalarımı sularken görürüm kendimi. Neşelenirim birden, içimden şarkı söylemek gelir. Gülümsememek için kendimi zor tutarım. Ama belli ki yine geç kalmışımdır. Karşımda oturan koyu renk giysili adam benim ona gülümsediğim gibi o da bana tatlı tatlı gülümsemektedir...
Arka bahçeli bir işyeri istiyorum!..
Pencereyi açıp biraz temiz hava alayım, uyuşukluğumu geçirir belki. Dışarıda asılı kömür tozları geziniyor sanki, doğal gaz kullanmamıza rağmen hava kirli, 70’li, 80’li yıllara döndü Ankara, nefes alınmıyor. Kimsenin bir şey yaptığı yok, bari rüzgar çıksa. Neden TV’ler hava durumunu söylerken kirlilik seviyesini de söylemezler. Sıcak veya soğuk olmasından çok daha önemli değil midir? “Solunum problemi olan hastalar, bebek ve yaşlılar bugün dışarı çıkmasın, havada kükürt dioksit şu oranda olacak” diye uyarsalar mesela. Bu konularda Çevre Bakanlığının halkı bilgilendirme zorunluluğu yok mudur, yönetmelikleri yalnızca sanayi bacalarının kontrolüyle mi sınırlıdır? Yoksa bu kadarcık kirlilik bize dokunmaz diye mi düşünürler?
Koca gün geçti, hiçbir şey yapamadım. Biraz kitap okusam bari. Yerdeki büyük sepet, içi ayraçlı onlarca kitapla dolu. Bazıları ateş topu gibi, korkudan yaklaşamıyorum. Ne zaman uzansam elimi yakıyorlar. Bazıları da ikinci kez okunmak üzere ordalar. Şu anda zevkle okuduğum kitap ise lise yıllarında terk ettiğim Türk edebiyatını yeniden keşfetmeme neden olan Selim İleri’nin, “Kafes” isimli romanı; ikinci kez yayınlanmış. Türk edebiyatına gönül vermiş bu yazarımızı geç tanıdım, açığı kapatmaya çalışıyorum. TV sağ olsun arada böyle güzel işlere de yarıyor. “Edebiyat Yarım Küre”den sonra şimdi yine TRT 2’de, “Edebiyat Mekan”ı sunuyor, program Pazartesi akşamları, saat sekiz gibi başlıyor; çok değil yarım saatlik kısa bir mola, insanı gerçekten hem dinlendiriyor hem de bilgilendiriyor. Bu program ile edebiyat, göze de hitap eden bir görselliğe bürünüyor. Görüntüler, cımbızla tutulup çekilmiş gibi, her biri fotoğraf ödülü alabilecek kalitede, ve eşliğinde keyifli bir sohbet.
Şu anda canım bir şey yapmak istemiyor ama size bir başka oyundan daha bahsetmek isterim, kim bilir belki bu Pazar sizin işinize yarayabilir. Okumakta olduğunuz şu kitap; biliyorum çok heyecanlı ve de akıcı, tamam önce bitirin ama bitirdikten sonra hemen rafa kaldırmayın. Varsayın öğrencisiniz ve elinizdeki kitap sizin dönem ödeviniz. - Sizin de öğrencilik yıllarınız diferansiyel denklemler, türev ve entegraller içinde geçtiyse bu varsayım biraz zor ama ben deneyin derim.- Yanınıza not alabileceğiniz kalem ve kağıt alın. Sonra kitap da neleri beğendiğinizi, yazarın sık sık kullandığı objeleri, güzel sözleri, ilk defa duyduğunuz tanımlamaları, yazarın bilerek yada farkında olmadan oraya buraya serpiştirdiği simgeleri, motifleri bulmaya çalışın yada okurken aklınızda kalanları not edin. Sonra da onları arkadaşlarınızla paylaşın. -Okuduğunuz kitabı onların da okuması için kitap alışverişleri yapın, bu konuda asla bencil olmayın.- Sonunda yine siz karlı çıkacaksınız, çünkü arkadaşınızın not aldığı şeyler, sizin okurken belki de hiç fark etmediğiniz şeyler olacak. Çoğumuz kitapları konusu için okuruz ama satırlar arasında keşfedilmeyi bekleyen ne çok hazine gizlidir. Ve onları bulabilmek bazen kitabın konusundan daha zevkli olabilir.
Anna Karenina’yı son baskısından bir kez daha okumak istedim geçen yıl. Tolstoy’un o dönem içinde ne kadar sosyal ve spor etkinlikleri varsa olayların kurgusunu onların çevresinde ördüğünü fark ettim. Levin’in Kiti’yle elele yaptıkları buz pateni, Petersburg’daki opera konserleri, geleneksel valsların yapıldığı Moskova baloları, Anna ile Vronski’nin birlikte gittikleri ilk ve son tiyatro gösterisi, bale gösterileri, gümüş semaverli, saydam porselen çay takımları eşliğinde dedikodulu çay partileri, Vronski’nin de katıldığı uzun uzun anlatılan at yarışı bölümleri, Levin’in dostlarıyla çıktığı çulluk avıyla ilgili uzunca anlatımlar, Vronski’nin sorunlarını unutmak için İtalya’da sığındığı portre ve resim çalışmaları… İlk okuduğumda zavallı Karenina’nın gözyaşlarına, oğlu ve iki yüzlü katı kurallı bir toplumda aşkı için verdiği savaşa ve hak etmediği hazin sonuna takılmıştım. Bu kez beni etkileyen karakter iyi yürekli Levin’di. Gönlü daha yakışıklı Vronski’de olan güzel Kiti’yi unutma yolunda verdiği çabalardan biriydi, çiftliğinde düşüncelere dalarak aralıksız çalışmak. Doğanın içinde renk renk giysili köylü kadınların, neşeyle hep birlikte türkü söyleyerek ot biçtiklerini anlatan bölümler öyle etkileyiciydi ki, esen rüzgarlar, ara ara ezgileri kulağıma kadar getirir gibi oldu. –Sahi hasat zamanı bizim çiftçimiz neden böyle hep birlikte neşeyle türkü söylemez?-
Ve bir Pazar daha geçti… Hiçbir şey yapamadan…
Hayat dediğimiz şey hani o güzel söz gibi; güzel şeyleri beklerken arada geçen zaman galiba.
Buzdolabı- TV- bilgisayar üçgeni arasında, okaliptüs ağacındaki gri tüylü koalalar gibiyim bugün. Umarım anlattığım oyunlar hiç olmazsa bu Pazar sizin işinize yarar. Sabrınızı tüketecek kadar uzun bir yazı oldu. Bugün bu kaleme söz geçiremiyorum. Başına buyruk oldu, alıp başını uzaklara gidiyor. Ardına düşmezsem de küsüyor. Ama biliyorum her şey Pazarın suçu, bir de arka bahçeli evimin olmamasının…
Her Pazar Sevgiyle Kalın.
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
Eylül geldi,
Kim ne derse desin, şairler ne yazarsa yazsın tarifine hacet olmayan, maskesiz özentisiz hilesiz eylül geldi. Silkinin ey insanlar hüzünlenmenin değil yüzleşmenin, geçip giden hayatı, bir kefeye koyamadığın yüreği yorumlamanın vakti geldi. Telafisi mümkün olmayan, buruşuk bir kağıt gibi yırtıp attığın, zuhûruna asla ihtimal vermediğin vakit geldi.
Al yüreğini eline sorgula, bir akşamüstü geçtin mi arka sokaklardan, kaldırımlardan fışkıran fukara çocukların saçlarını okşadın mı? İhtiyar bir ninenin hatırını sordun mu? Genç kızın melankolik,hummalı ve eskimiş gözlerini bıçkın delikanlının tükenmişliğini, terkedilmişliğini gördün mü? Hayatı bir sanrıdan ayıran sükûnetin kırık dökük pencerelere, hırpalanmış ve örselenmiş yüreklere sindiğini serpildiğini hissedebildin mi?
Perçemlerini, hayallerini, fıtratını, ve oluş sırrını çağdaş tanımlara, sinsi ve şeytani tebessümlere sunan adsız ve hep sanık durumunda bırakılan genç kızlara, istikbâlinden bile sürgün edilen, solmuş pörsümüş, hayalleri talan ruhu iğdiş edilmiş, şâşaalı ve tantanalı dünyalardan kovulmuş delikanlılara yüreğini açabildin mi, başını koyup dizlerine ağlayabildin mi?
Binbir çeşit bilumum mağazaların hızla arttığı, envai çeşit metanın “ al, al “ hilesiyle camekânlara sürüldüğü “ al – tüket ” diye bas bas beynine üfürüldüğü, hınzır ve sömürgen bir keşmekeşin içinde sızlayan yanının farkına varıp “eyvah!“ diyebildin mi?
Bütün bedenini istila etmiş, ruhunu bakımsızlaştırmış bir parya muamelesini müstehak saymış sloganlardan, ideolojilerden ve şehirleşmiş münasebetlerden tiksinip bütün geçmişini kusarcasına “heyhat” diyebildin mi?
Karangu gecelerde başını ellerinin arasına alıp sana vadedilen yaşam ve ölüm hususunda sesin titremeden, sararıp solmadan, korkmadan “nereye kadar” deyip nefsinle cebelleştin mi?
En güzel yerindeyken hayatın,bu sürüp giden hengâmeden başını kaldırıp aynalara koştun mu hiç?...
Eylül geldi, hüznün değil yüzleşmenin ...
-
Sen yoksun’’Yankee SAT’’! Bu sararmış defter sayfalarında şiirin yasını kaç yürek tutar ? Bu dinmeyen sızı, kelimelerdeki ıssızlık, dildeki yara, yürekteki hengâme şimdi bilmem hangi şaire sermaye olur ? Dar zamanların yetim güvercini, pervazlara konmayan güvercini, şimdi acep bu hınzır ve öksürüklü, arsız ve tasasız kurtlar sofrasında ne belâ hallara düçâr. Bu bağı kurutan yağmursuzluk, bahtına düşen yıldırım, ne yaman oyunlarda körebe, ne şirret nefislerde dilber ..
Kalemlerinden’’Yankee SAT’’damlar, üç buçuk tebessüme şiir. baksan gözlerine kesililiverecek gibidir nefesleri, üflesen yıkılıverecek fildişi kuleleri, çırılçıplak, elsiz ayaksız, kimsesiz kalıvereceklerdir. Ne hayatı sallayacak ruhları, ne kalbleri eritecek gönülleri vardır. Buz gibi renksiz kokusuz ve tatsız. Öyle hayındır ki kalemleri kaybolur gider sayfalar, iğreti ve ürkek bir adları kalır. Parsel parsel işgal de etseler, envai çeşit oyuncaklarla hücum da etseler pâk zihinlere foyaları ortaya çıkacaktır elbet. Tükenince kardan ve hardan semayeleri, yoldan olunca yoldaşları bir mum gibi eriyiverecektir haneleri.
Aldırma ’’Yankee SAT’’, bu tufan gelir gecer, sen sıkı tut kalemini, seyreyle ...
Edited by - Yankee SAT on 12/1/2006 1:25:06 PM
-
geçip gidiyor ömür dediğin şey, Yankee SAT. .
Yoksul omuzlarına yorgun kuşlar, ağaran saçlarına hırçın sonbahar tünüyor. Penceresine kör, sağır ve dilsiz yıllar, arsız ve hoyrat hatıralar vuruyor. Sokakları tenha, kaldırımları yabancı, hanesi ışıksız, çocukları sevinçsiz. Güneş pervazlara yitip giden günlerin, sönüp biten aşkların, akşam sarısı kederlerin, yağmurlu ve sabıkalı sokakların, sevgiliye adanan bakışların küllenen hatırasını nakşederken, en derin hüzünlerin en mazlum sinelere çekildiği, en melül yüreklerin en mahzun saatlere sığındığı zaman ve mekan. İnsanı iliklerine ve hücrelerine kadar sığlaştıran bir tebessüm bırakıyor yaşam. Kırılgan ve nazenin yüreğini, dünyayı sığdırdığı gözlerini, uykularına dar gelen düşlerini saklıyor çocuk. Gazozsuz, resimsiz, adsız ana ve babasız bayram anıları, Yankee SAT.Resimli sakızlar, uzamış yağlı saçlar, ayağından büyük ayakkabı, rengi ağarmış önlük, yaklaştıkça uzayan okul yolları.Babanın zamanı çatlatacak yıldızları bir bir avuçlayıp söndürecek sabrı ve kahrı . Umudu çiftkanatlı kırlangıç, hüznü kuyruğunu yitirmiş uçurtma, tebessümü beyhude, yaprakları sararmış, mevsimi hazan.Yol meçhul, yolcu tedirgin .Sırtlanlar, devedikenleri, ömür tacirleri şehrin en işlek caddesine kurmuşlar tezgahlarını. Ne alırsan bedeli ömür Yankee SAT. Merhamet; kalbin titrediği an.Yeryüzü bir yanında hicran, bir yanında rahmet. Yeşil bir vadiye açılır düşler Yankee SAT. Binlerce kuş uçuşur, binlerce çiçek tomurcuğa durar. Gülümserdi; gülümserlerdi Ağlardı; ağlarlardı Yankee SAT. Bir yanı uçurum olurdu, sırma saçlılar gülümseyen yüzler için. Bir yanı vaha; kırılgan insanlara, ömrünü tüketen şehre, umudunu pazarlayan çocuklara, şikayetsiz kuşlara, çocuksuz annelere, penceresiz hanelere, minaresiz camilere, O yorgun, o eski ve yoksul gözlerini hayatın ve merhametin sırça sarayını çatlatan düşlerini, şehir şehir dolaştırıp, mutlu, kaygısız ve merhametsiz insanlara sunardı. Hayatta olmak, şehri baştan başa geçip yetim bir çocuk gibi kalbini, gözlerinin, ellerini ve gönlünü bırakıp; yanına sitem ve isyandan başka bir azık almadan tozlu hatıraları, solmuş ve pörsümüş künyeyi yol eyleyip çiçeksiz bahçelere, rahmetsiz şehirlere, kalbi daralan annesiz çocuklara yürümek,yürümek ...
Geçip gidiyor ömür, Yankee SAT. tebessüm beyhude, yapraklar sararmış , mevsim hazan ’’Yankee SAT’’.
.<div align="center" <div align="justify" </div </div
Edited by - Yankee SAT on 12/1/2006 1:28:00 PM
-
1.Yazınız için.
Kalede müze yok, ah keşke olsaydı… Kalede hatıra eşya ve tarihini anlatan kitaplar satan küçük bir dükkân yok ve keşke olsaydı. .
.
Ama sizin gibi güüzel bir tasvir ustası var bize bu da yeter::).
boğazı yada istanbulu hiç görmedim ama yazınızı okurken sanki o şairin yanında sizinle oturur gibi hissettim hatta size içimden bir 5 dakika da dayanamadın içseydi sigarasını belki bize bir şiir okurdu diyesim geldi:).
Boğazı görmedim ama artık biliyorum nasıl nefes kesici olduğunu şunu da söylemeden geçemeyeceğim oğlunuza imrendim çok şanslı sizin gibi harika bir annesi olduğu için......
http://images.google.com.tr/url?q=http://www.byegm.gov.tr/YAYINLARIMIZ/kitaplar/turkey2005/content/turkey/images/032-1[/IMG]&usg=__wh7XzA8eiEMiTAXK8cgv1_d0JJc= .
işte burası olsa gerek sizi böyle güzel düşüncelere götüren yer....
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
Çocukluğumun geçtiği, iki katlı müstakil evimizin arka bahçesine annem, daha ev yapılırken minicik bir asma fidanı dikmişti. Canım annemin her ektiği, diktiği şey gibi, o da inanılmaz bir hızla büyüdü, uzadı da uzadı; sanki bir şeyleri yakalamak ister gibi göğe...
Ve o asma, damdaki çardağın üstüne serilmeye başladığında, altındaki yatağı paylaştığım kuzenimle birlikte, sıcak yaz gecelerinin yeni oyunu olan; "yıldız sahiplenme" oyunumuzun sayısız figüranı oluverdi yaprakları!.. Onların arasından, kendimize yıldız seçip, her akşam aynı yaprakların arasından yıldızımızın bize görünmesini beklerdik. Gelmeyince ya da gecikince "başka yaprakların arkasına mı saklandılar acaba" diyerek, bu kez, onları biz aramaya çıkardık bakışlarımızla...
Kalın ana dallara, inceleriyle tutunmaya çalışan iri yaprakların konukları, sadece yıldızlar değildi o yaz gecelerinde... Serçeler de uyurdu bizim üstümüzde... onları yakalamaya çalışan mahalle kedileri de...
Hiç unutmam, bir keresinde kedinin biri uyuya kaldığı yerden üstümüze düşmüştü gecenin bir yarısında, uykumuzu korkuyla bölerek... O düştüğü için; biz de uykumuza düştüğü için korkmuştuk birbirimizden...
İnanılmaz büyük salkımlarla koruğa oturan asmamızın koruklarını annem, kurduğu turşuların içine atardı, biz de birbirimize...
Eylüle sayılı günler kala ise, üzüme dönerdi artık o koruklar... Annem, her zaman yapması gerekeni bilen biri olarak, başlardı o salkımlara, dikiş makinasıyla bez torbalar dikmeye... Dikiş makinasını ayaklarıyla çalıştırmaya başladığında çıkardığı, "tıkır da tıkır- tıkır da tıkır- tıkır tıkır tıkır tıkır" sesini dinleyip içimizden "tıkır tıkır" demek için, biz de annemin yanında yerimizi alırdık; asıl amacımızı "üzümleri biz torbalayacağız"ın arkasına saklayarak...
Aslında, o üzümleri torbalamayı, torbalanmasını hiç istemezdik. Çünkü, serçelerin gelip onları didiklemesini beklerdik... ki "bu üzümü kuşlar didiklemiş, torbalamayıp biz yiyelim" diyebilelim... İnanılmaz lezzetli üzümü vardı asmamızın. Kışa kadar onu beklemek, bir çocuğun olmayan sabrının harcı değildi.
Ama, her zaman olduğu gibi annem üstün çıkardı; "her taraf üzüm dolu, şimdi tam sezonu, buradaki üç tane koruğa mı gözünüzü diktiniz" diyerek...
Ertesi yılın martına kadar, çeşitli kutlamalarda sofraya, o kışlık üzümlerin gelmesini beklerdik ailece... En çoğu dahep birlikte ailece olduğumuz gecede sunulurdu ev halkına... Çünkü, en kalabalık toplanılan gece, o geceydi...
O asmanın üzümünün tadını, bir daha hiçbir yerde bulamadım. Aslına bakarsanız, aramadım da... Çünkü, o üzümün tadı, o dönemin tadıydı... ’’Yankee SAT’’
-
Nizipli olmama rağmen böyle bir sitenin olduğunu yeni öğrendim..burdan ali kardeşime teşekkür etmek istiyorum...
Nizipteki çocukluğu kim istemezki..!.
-
hele sen şu uşaklara bak.
.
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
39 yaşıma girdim ve şu yazdıklarınızı gözlerim dolu dolu okudum.samimiyetimle söylüyorum o günlerin bir gününü yaşamak için bile neler vermezdim.AH .AH. AHHHH.
-
Selam Söyle Çocukluğuna.
Odut ağacı da kesilirse gelmem artık buNizip’e
unutkan nar dilsiz incir o akıllı leylek de giderse
bilir de söylemezse çeşmeleri gelmem artık buNizip’e
dilimde giyinmiş sözlerin hangi taştan sektiğini
Kendimi tanıtsam şaşıracaksınız; böyle birini görmemişsinizdir. Etrafınızda dolaşan insanlara benzemiyorum. Ninemin anlattığı, sonra bir yazarın yazdığı masaldan aranıza düşmüş biriyim. Bir masal kahramanıyla karşı karşıyasınız.
Şaşırdınız değil mi? Haklısınız; masaldan çıktığım günden bu yana gördüklerim, okuduklarım, yaşadıklarım beni de şaşırtıyor; yabancılığımı, bir sürgün yaşadığımı hissediyorum. Yazarın yazdığı masalın ilk cümlesini hatırlıyorum: ’Odamın caddeye bakan penceresine her gün bir kuş gelir. Beni alır ninemin anlattığı masallara götürür.’ Sabahın bu erken saatinde daha yeni masalarını düzelttiğiniz çay bahçenize gelmiş olmam, bahçenin tren istasyonuna bakan cephesinde, tam köşede sarmaşıkların ardında kalan masada kitap okumam, bir şeyler yazmam sizi meraklandırdı, değil mi? Belki de; bu da kim, tatil gününün bu erken saatinde burada ne arıyor, niye herkes gibi kendini uykunun kollarına bırakmamış, diyorsunuz. Dedim ya, bir masal kahramanıyım! Yatak canımı acıtıyor! Televizyonların sabah programları, hafta sonu gazeteleri, günlük kaygılar beni çekmiyor!
Bu sabah rüyama giren ninemin sesiyle uyandım. Üzerimdeki yorganı atar atmaz pencereye yöneldim. Sokağımızı kuş sesi, bahar kokusu doldurmuştu. Derinden bir nefes aldım, içim açıldı. Suya yöneldim, sonra secdeye... Ağlar gibi oldum... Bu yerde bir yabancı olduğumu anladım; sıla özlemi depreşti içimde. ’Çobanların ruhu nasıl sığmazsa kırlara’, ben de bu yerlere yerleşemiyorum... ’İçsel yalnızlığın hüznü’ içinde, ve asla dinmeyen sıla özlemiyle evden hemen çıktım. Aklıma çay bahçeniz geldi. Çünkü burada trenler bir masaldan çıkar gibi geliyor, ve yine bir masala koşar gibi gidiyorlar.
BuNizip’e ilk geldiğim günlerdi. İlk sevdiğim yerlerden biri olmuştu burası. İstasyonun hemen bitiminde, sağa giden sokağın hemen başında bulunan iki katlı binanın üst katında, benim gibi masal kahramanları yaşardı. Bu sabah buraya gelmek istedim çünkü, ruhumun coğrafyasına olan özlem ve ihtiyacım had saflarda. Belki oraya giden bir tren kalkar, biner giderim diye düşündüm. Şaşırdınız değil mi? Belki de bana acımaya başladınız.... İşte siz büyükler böylesiniz. Kalbinizin ışıklarını karartmış, fenerlerin güçsüz ışıklarına kalmışsınız. Elimde fener olmadığından, sanıyorsunuz ki karanlıktayım. Hayır öyle değil, kalbimin ışıklarında yaşıyorum!... Sahi siz ne kadar rasyonelsiniz, ve ne kadar çoksunuz! Buraya gelmeden önce lokantanın birinde çorba içmek istemiştim. Çorba içecek, sonra çay, sonra... Olmadı! Çorbamı bitirmeden içeri büyük bir adam girdi. Önceki gün oynanan bir futbol maçının kritiğini başlattı. Bu bahar mevsiminde, günün ter u taze bu saatinde; kirli, yorgun ve soluksuz bir gürültüyle doldu içeri. Ezogelin’in tadı kaçtı, hava bozuldu ve hemen kendimi dışarı attım.
Biliyorum, çocukluk yapmayın, diyeceksiniz. Hayır, sizi dinlemiyorum! Çocuğum işte! Bir masaldan çıkıp aranıza karışsam da, yine yolunu bulup masalıma kaçıyorum. Orada babamın izini arıyorum: ’Ninemin ninesinin beşiğini sallıyorken, ayağıma yedi dağın en büyüğü çarpıyor. Çok kızıyorum, bir tekme atıyorum, yedi dağın yedisi de yıkılıyor. Koşup bir perinin gölgesine sığınıyorum. Peri diye sığındığım şey, bakıyorum bir nar ağacı. Nar çiçeği... Nar çiçeği! diyorum. Söylesene babam nerede? Baban öldü, diyor. Hayır, diyorum, babam ölmedi. Kimbilir nerededir şimdi? Bir kuş mu oldu, bir kelebek mi? Yoksa mis kokulu bir çiçek mi?’
İşte böyle beyamca! Masala giriyor, masaldan düşüyorum. Ama bana acıma, babam nerede onu söyle! Bak! Tren bir masaldan çıkar gibi geldi.. ve işte bir masala koşar gibi yine gidiyor. Çocuk da bu istasyon gibi büyülü bir duraktır. Ama o durağa bir gün ’büyümek treni’ gelir ve binip gidilir. Bunu, ancak bu büyülü durakta bekleyip de ’büyümek treni’ne binmeyenler bilebilir. Farkındamısınız bilmiyorum, ’Cennette oluşumuzu koruduğumuz anlar genellikle çocukluk yıllarına denk gelir. Büyüdükçe, ilgilerimiz farklılaştıkça, kalbimizden uzaklaştıkça, kalbimizin üzeri örtüldükçe, bu yitirdiğimiz cennetin farkına varmaya başlarız acı bir biçimde. Büyümek bir kaderdir; ama buna bağlı âdeta bir yan kadermiş gibi o cenneti kaybetme durumu da vardır, bu yolda. Bazı insanlar da, büyüdükçe bu cenneti korumak için mücadele verirler.’
Bana acıma beyamca! Güçsüz değilim; cenneti yitirmek istemeyen bir masal kahramanıyım, çocuğum ben. Elimde fener yok diye, fenerinin ışığını üzerime tutma! O ışık yolumu aydınlatmıyor çünkü; ne kadar barbar varsa bu şımarık ışıkla uyanıyor. Kalbimde yanan ışık bana yetiyor. Görmediğimi, yeni zamanların dışına düştüğümü, hattâ bir zavallı olduğumu düşünüyorsunuz. Yanılıyorsunuz! Çocuğunuzu, torununuzu düşünün! Çocukluğunuzu hatırlayın!.. Hatırladınız değil mi? Çocukluk büyülü bir dünya, büyüklük ise kocaman bir tehlike. İnsan büyük olmuşsa bir defa, çocuk olmak isterken bile kaybettirecek bir şey yapıyor. Büyüklerin çocuğa dönük her hareketinde gizli ya da açık bir tehlike vardır. Bu dünyanın şu anki durumunun kötü ve çirkin olduğunu söyledikten sonra şöyle bir mantıkla çocuklara yaklaşırlar: Büyüyün ve bunu devam ettirin! ’İyi’den ve ’güzel’den yana yaşanmayan bu dünyayı düzeltin deseler de, samimi değiller. Çünkü çocuğa yaklaşımlarında, çocuğu kendilerine dönüştürme niyeti bulunuyor. Çocuk bedenleri üzerinde iktidar oyunu oynuyorlar.
Canınızı mı sıktım beyamca?! Tamam, gitmek istiyorsunuz. Öylese gidiniz! Ben de tek başıma masal kahramanlarımla konuşmaya devam edeceğim. Ama gitmeden önce, lütfen bunlardan birini dinleyiniz! Bakınız ne diyor: ’Eğer işler yolunda giderse, yani imkânlar el uzatırlarsa bana, G.Antep’e gideceğim. Düşünsene; âsi bir fırat, tahta bir iskele, ahşap evler, yeşilin tonları, el değmemiş çevrenin güzellikleri, sonra inekler... Yaylada gezinmelerini izlemek hoş olur herhalde. Sonra tavuklar... Her sabah taze yumurtayla başlamak güne. Özenle yetiştirilen biber ve domateslerden ekmek arası yapmak... Sonra upuzun bir yayla. Rüya kadar, hasret kadar uzun... Bir de at, illâ ki beyaz renkli. Ve at sırtında kucaklamak tüm yaylayı. Doyamadığım çocukluğum için... Akıp giden gençliğim için... Tüm semâyı kaplayan dua ve hayallerim için... Hüznü gözlerinden tanıdığım annem için...’
İşte böyle beyamca! Bu da çocuk.! Bu da ninesinin anlattığı masallardan düşmüş..
Şimdi gidebilirsiniz. Büyükler de geldi işte. Ellerinde gazeteleri var... Gözleri iri puntolu manşetlerde... Az sonra çay isteyecekler. Gitmen gerekiyor, çünkü her biri çok para...
Ve işte bir tren daha...
Bu da benim trenim...
Ruhumun coğrafyasına, ninemin masalına gidiyor.
Orada uzun, upuzun yaylalar var.
Rüya kadar, hasret kadar uzun.
Gidiyorum beyamca! Selam söyle çocukluğuna... / Selam söyle Yankee SAT’a.
Edited by - Yankee SAT on 2/7/2007 1:30:47 PM.
Edited by - Yankee SAT on 2/7/2007 1:38:05 PM.
Edited by - Yankee SAT on 2/7/2007 1:48:29 PM
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
Üstad bizi terketme senin yazıların geçmişten geleçeğe bize ışık tutuyor....
-
Sevgili Nizip,
Bu mektubu sana özlemimi dile getirmek için yazıyorum. Bunca zamandır neredesin? ÇocukluğumdakiNizip nerdesin?Sokaklarında oynayarak büyüdüm. Hiç küfür etmeden, arkadaşlarıma eşek şakaları yapmadan. Sokağın başında bir komşu teyzemizi veya bir komşu amcamızı gördüğümüzde koşarak yanına gider, elindeki torbayı alır, evine kadar taşımasına yardım ederdik.Mahallemizdebir cenaze varsa, annem televizyonun ve radyonun sesini mümkün olduğunca kısardı, hatta kapatırdık bir kaç gün açmazdık saygısızlık olmasın diye. Biz büyürken bir şeyler tutturmadan büyüdük, McDonald’s’lar, Tatilya’lar, alışveriş merkezleri, marka giyimler yoktu.Kabaltında parçacılar ve ayakkabıcılarolurdu, ayakkabı, çizme almaya giderdik. Annem kumaş kestirirdi, bize elbiseler dikerdi.Halın açık olduğu günler ucuz olduğu içinailemizle gider, sebze ve meyve alıp evimize dönerdik.Okul harçlıklarımızı biriktirip kitap alırdık, okuyup adam olalım diye. Biz Cumartesi gündüz matinesine gidebilirsek evimize mutlu dönerdik. Bir de Alaska alabilmişsek, keyfimize diyecek olmazdı..
Ah çocukluğumdakiNizip neredesin?.
Sokaklarda ve caddelerdeev ve dükkan komşuları sohbetler ederlerdi. İnsanlar giyimine, konuşmasına özen gösterirdi. Mahallemizin delikanlıları bize ağabeylik yapar, yeri gelince bizleri korurdu.Biz bayramlarda, kandillerde birbirimizi kutlayarak büyüdük. Şimdiki gibi bayramlar, Akdeniz’e kaçma bahanesi değildi.Nizip’i çok özlüyorum. Evlatlarımıza böyle bir şehir bırakamadığımız için çok üzülüyorum. Eski birNizip’liden tümNizip’lilere sevgi ve saygılar sunuyorum..
Edited by - Yankee SAT on 2/7/2007 5:17:34 PM.
Edited by - Yankee SAT on 2/7/2007 5:20:52 PM
-
sayın gökhan beyefendi,
estağfurullah beni mahcup ediyorsun bizler sizler gibi
degerli,saygıdeğer kalemi güzel kişilerin eline su dökemeyiz, dediğim gibi ben sizin yanınızda çölde kum tanesi bile olamam nedeni de şu az çok yazılarınızı takip ediyorum ve yazılarını begendigim ve takip ettigim kişilerin başında siz varsınız, bunlar iltifat değil gerçeklerdir. Ayrıca iltifatınız için teşekkür eder saygılarımı sunarım.
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
Bir sevdadır Nizip. Hatta sevdadan da öte adını koyamadığımız ve sonu olmayan birsevgiyle bağlı olmaktır.Yazdığımız, izlediğimiz, yaşadığımız her anda ve aldığımız her nefeste,herşeyin içinde mutlakaNizip vardır.
Kimimiz nikah törenlerinde,kimimiz vatan görevinde,kimimiz oturduğu yerden kimimiz ayakta,kimimiz her sohbette,kimimiz en acılı günlerinde bile hep Nizip’den bahseder ve karşılık beklemez.
Nizip dostluktur,kardeşliktir.Nizip omuz vermektir yanındakine,maddi yada manevi. Küsmüş olsak bile birbirimize,bir gün barışacağımızı biliriz ve o gün geldiğinde de sorgusuz sualsiz kucaklaşırız.ÇünküNizip kucaklaşmaktır.
Birbirini hiç tanımayan insanların bu sayede tanıştığı ve belki de dünyanın en güzel dostluklarını,arkadaşlıklarını ve ağabeylik kardeşlik ilişkilerini kurduğu,vazgeçilmezdut ağaçları,kokusunu sadece bu semtin insanının derin derin içine çektiği ve bu kokuyu içine çekmenin ne kadar önemli bir duygu olduğunu anlayabilen insanların yurdudur Nizip.
Nizip KANKA demektir.Söz olsun diye değil, içinden geldiği için.
Nizip kendisine bırakılanları korumaktır.
Nizipgeçmişine sahip çıkmaktır.
Kocaman bir ailedir Nizip. Küçüğüyle,büyüğüyle. Nasıl bir ailede herkesin tek ve asli görevi o aileyi yüceltmekse bu ailenin de asli görevidir bu.
Nizip,misafirperverliktir, Nizip,atalarını ve bu vatan için kendini feda edenleri tanımaktır.Çarşıda en sıcak günlerin her hangi birindepastahanede içi kocaman çikolata parçalarıyla dolu olan dondurmayı ve fıstıklı baklavayı yemektir.Her akşam üstü tüm çarşıya yayılankebap kokusudur Nizip. ÖrnekPastanesinden,babanızdan aldığınız zamanın iki buçuk kuruşuyla akşamın bir vakti elinizdeki dondurmayla arkadaşlarınızı kıskandırmaktır.Nizipçarşı meydanınageldiğinizde, gözünüzden iki damla yaşla yanaklarınızı ıslatabilmektir, anıları düşünerek, tellalarınseslerini hatırlayabilmektir. Kumrular daha piyasada yoklarken dans eder gibi muhteşemkebapları hazırlayan ağabeyleri görüp bazen onların o hareketlerine gülmek, bazen de o güzelimkebapların tadını özlemektir Nizip. Anneler gününde Kabaltın’dan annenize hediye alabilmektir Nizip. Her hafta sonu ailecepiknikyapmak için karpuzaltana gitmektir Nizip.Çay’a ve hazuzagidip yüzmektir. Belediye otelininrestaurantının koridorlarında deli gibi koşmaktır Nizip.
Babanızın tayini uzak memleketlerden birine çıktığında, kimseden utanmadan hüngür hüngür ağlayarak bütünNizip’i baştan aşağı kan ter içinde ama yorulmadan dolaşabilmektir. Her adımda daha da fazla özleyeceğinizi bilerek.
Ergenlik çağınızda arkadaşlarınızla birliktepark restorant’da ve hacının restorantında rakı içip eve sarhoş dönmektir. Nazım Hikmet’in Memleketim şiirini hatırlamaktır Nizip. Çarşıya girdiğinizde elliden fazla kişiyle selamlaşmaktır (isimlerini bilmediğiniz halde) Nizip.Nizip lisesinde zembil hösün (hüseyin) ve Zeki Hocayı tanımaktır,Mehmet hocanın fizik dersinde bile ne kadar kibar olduğunu hatırlamaktır Nizip.
Uzaklarda olduğunuz bir gün elinizdeki soğuk birayla ah çekmektir Nizip.
Tribünde avazınız çıktığı kadarbağırmaktır Nizip. Sadece tribünde değil durduk yerde durduk bir zamanda,mesela bir arkadaşınız evlendiğinde,yada bir başkasının doğum gününde,birinin çocuğu olduğunda, sigara içseniz de içmesiniz de gol sigarası ve santra sigarası yakmanın ne demek olduğunu bilmektir.Maça,maçaaaaa diye bağırıpmutlaka bir tanesine gitmektir Nizip.
Dünyanın neresine giderseniz gidin“Türklüğü” temsil ettiğini bilmektir.Nerelisin diye sorduklarında göğsünü gere gereNİZİP demektir.
Nizip öyle biryerdir kihayatınızın her anında bir şeyler öğrenirsiniz.
Nizipbir anıdır,Nizip hatıradır ve bir sevdadır Nizip.
Her şeyden önceNizipbir emanettir.Niziplilikseemanete sahip çıkmaktır.Hadi verin elinizi de bize büyüklerimizden hatta atalarımızdan kalan en büyük emanetimize sahip çıkalım…
Nizip’i yaşayalım....Yankee SAT
Edited by - Yankee SAT on 2/13/2007 12:01:26 PM
Edited by - Yankee SAT on 2/13/2007 12:04:27 PM
Edited by - Yankee SAT on 2/26/2007 4:03:06 PM
-
AHHH O ESKİİ GÜNLERR AHH...
-
Yankee Sat üstadım her yazınızı okurken beni alıp Nizip sokaklarına götüriyorsunuz...
o bedestenin olduğu yıllara ah ahh...
Devamını bekliyorum üstad...
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
Tavan araları gibidir anılar, yarı karanlık, yarı küflü; kiminin üzeri, üfürdüğünüzde akıp giden ince bir toz tabakası ile kaplıdır, kimi de elinizi attığınızda her yerinizi kaplayan örümcek ağları gibi yapışkan. Bazen ekmek kırıntıları gibi un ufak, bazen de lego parçaları gibi ancak ip uçlarıyla bir araya gelebilen bulmacalar gibidir. Bazen de açmaya korktuğunuz bir çeyiz sandığına benzer. Olmadık bir yerde, olmadık bir zamanda tanıdık gelen bir ses, bazen bir koku, bazen bir şekerin tadı, bazen de siyah beyaz bir resim, tıpkı bir çağrı tuşuna basma etkisi yapar ve hızla esir alır yaşanan tam o anı. Geçen bayram bir aradaydık ağbilerimle. Babam torunların anlaşmazlığa düştüğü bir konuda son sözü söylemek için biz çocukken de yaptığı gibi nefti yeşil ciltli Hayat Ansiklopedilerini çıkardı tozlu raflardan
Kurşun gibi ağır ciltlerden birini aldığımda kucağıma, sayfalar buğu ile kaplandı, görünmez oldu. Dünyaya ilk attığım adımdı, Hayat Ansiklopedisi. Eklerindeki siyah beyaz fotoğraflar dışarı açılan pencerelerimdi ve uzun kış gecelerinde oradan hiç tanımadığım ülkelere yaptığım sayısız yolculuklar, bir daha tatmayacağım kadar eğlenceliydi.
Resimli Ansiklopedinin ilk yayınlandığı yıllar. Eve giren her fasikül bir olay olurdu. Kura ile belirlenirdi ilk okuyucu. Renkli resimlere basılmış oyun hamurumuzdu onlar. Her hafta sonu yayınlanan arka sayfalardaki Heidi ve Peter’in maceraları iple çekilirdi. Tüm hafta boyu sayısız kez okunur, resimlerine bakılırdı uzun uzun. Onlarla birlikte biz de kuzuların peşinden Alplere çıkar, mis kokulu çimenlere uzanır, kollarımızı başımızın altına yastık yapıp uçsuz bucaksız gökyüzünde seyreden bulutları izlerdik. Rüzgarlı gecelerde, dağdaki kulübenin yanı başında esen o ulu köknar ağacının sesini biz de duyar gibi olurduk. -Yıllar sonra gördüğüm çizgi filmi, siyah beyaz resimlerin yerini hiç tutmadı.
Televizyonda bayram için hazırlanmış özel bir eğlence programını seyrediyordu ağbim. Gözleri, hani o saat tam dokuzda başlayan ve yaklaşık bir saat süren radyo tiyatrolarını dinlediğimiz geceler gibi takılıydı ekrana. Solgun kış gecelerimizi renklendiren, tüm ailenin sessizce bir arada oldukları o ender ve büyülü vakitler. Her zamankinden farklı olarak tiyatro saatinden çok önce annemin soyduğu meyveleri yemiş olurduk. Yalnızca sesleri ile bizi, evimizdeki küçük odadan alıp farklı dünyalara sürükleyen radyo sanatçılarına ne çok iş düşerdi. Radyodan gelen seslerle, benim goblen perdede, ağbimin tavanda gezinen gözleri hayal dünyamızın sınır tanımayan dekorlarıyla kuşanır, konuşmalar yalnızca bizim renklerimizle görüntülere bürünür ve canlanırdı. Perdeler ve tavanlar o zaman ki televizyon ekranlarımızdı. -Yıllar sonra izlediğim hiçbir tiyatro ve sinema radyoda dinlediklerimin tadını vermedi.
Babamın kitaplıktan çıkardığı ansiklopedileri yerine koyarken yüzleri kirli ama kalpleri temiz onlarca yoksul Tuğcu çocuklarını yine en alt raflarda gezinir gördüm. Kemalettin Tuğcu’nun kitapları, aynı zamanda eriyip giden bayram harçlıklarımızdı da. Kışın karların arasında, cılız yanan bir sobanın etrafında, biz de o yoksul insanlarla birlikte ısınmaya çalışırdık. Komşuda pişirilen bir çift pirzolanın kokusu bizim de burnumuza dolar gibi olurdu. -Halen her pirzola yiyişimde komşunun sıyıramadığı artıkların lezzeti daha ağır basar.- O kitaplarda bizi hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmayacak şekilde kötüye karşı iyiler ve her iyiliğin mutlak mükafatı ile sonuçlanan yaşamlar vardı. Öylesine etkilenirdik ki onlardan, yoksulluğu özler, fakirlere özenirdik. Oyunlarımızda, düşlerimizde hikayedeki çocuk olur, yaşlı ninemize götürdüğümüz fırından yeni çıkmış ekmeğin buğusuyla sırtımızdaki küfenin hafiflediğini hissederdik. -Bu kitaplardan neden bu kadar zevk aldığımı düşünüyorum da, her halde en büyük zevk, en basit ihtiyacın yokluğunun ne kadar acı ve elde edildiğinde ne kadar değerli olduğunu görmekti belki. Yiyecek hiçbir şeyi olmayan için bir dilim kuru ekmeğin yada yıkık dökük bir yerde yaşayan için üstü kapalı, kışın yağmurun girmeyeceği sıcak bir kulübenin ne kadar değerli olabileceği gibi. Yaşamın en basit ihtiyaçlarının karşılanması, mutlu olmak için yeterli bir neden değil miydi, aslında?
Kitaplığımızda düzinelerce Tommiks ve Teksas serileri uzanırdı yan yana. Ağbilerimin biriktirdiği ve arkadaşlarıyla değiş tokuş yaptıkları klasiklerdi onlar. Kızılderililer ile kırmızı urbalılar arasındaki mücadele bizim de savaşımız olurdu. Suzi ve Konyakçıyla tatmıştık hiçbir yerde bulamadığımız o ilk turtanın lezzetini. Annemler akşam oturmasındayken komşuda, ağbilerimle Rudi ve rangerlerin yanında serüvenden serüvene atılıp, sınırlarını az mı zorlardık düş dünyamızın.
Bayram şekerini tuttu yeğenim, bu kez çikolata yerine bonbon şekerleri vardı ışıltılı kasede. Ateş kırmızısı horoz şekerleri ile elma şekerlerini hatırlatan parlak bonbonlar. Her başarımızın sonunda hayallerimizi süsleyen armağanlardı onlar. Okulun önünde, büyük bir tepsinin içine atılan toz şekerin açık uçuk pembe renkli kocaman göz alıcı bir yumağa dönüşmesini nasıl da yutkunarak izlerdik sabırsızlıkla. Girişteki kapıda susamlı sıcak simitler;o zaman da vardı ve babamızın bize verdiği günlük harçlık sabahları onlardan ancak bir tane alacak kadardı. Elimizde kocaman bir deri valiz, siyah önlük, beyaz, kolalı yakalık, yine beyaz, kolalı kocaman kurdeleler ve sol göğsümüzün üzerinde çalışkanlığımızın sembolü, gururla taşıdığımız kırmızı fiyonk... Saçlarıma tuttururken kurdelemi, mis gibi sabun kokardı annemin elleri. O kokuyu yeniden duymak için sabunlar topladım dünyanın dört bir yanından. Hiç biri öyle güzel kokmadı. Hayat ne kadar güzeldi ve bizler ne kadar masum.
Oturduğumuz yere en yakın mahalle okuluna giderdik yürüyerek. Yol üzerinde gördüklerimiz bizi eğlendirirdi. Cadde ve sokaklar sanki yalnızca bizim içindi, çok nadir geçerdi arabalar, onun için annemizin aklı bizde kalmazdı. Okulumuz iki katlı, eski ahşap bir konaktı. Son derece gösterişli oymalı, yekpare bir taş kapıdan girilirdi içeri. Ayda bir cilalanan ahşap merdivenler ayaklarımızın altında gıcırdar, sabahları ziftle karışık ahşap kokusu gözümüzü yakardı. Yerini çok katlı kişiliksiz bir binaya bırakarak her eski ve güzel şey gibi o da yıkıldı. Geriye her nasılsa dokunulmayan oymalı o taş kapı kaldı.
Oğlum, “kim, ne içiyor” diye seslendi salondan? Hiçbir zaman tadını tutturamasak da evde gazoz yapmayı denerdik. Ağbim kapaklarını biriktirirdi gazoz şişelerinin, giysilerini süsleyen madalyalar yapardı onlarla. Dikiş ipliklerinden boşalan makaralar, içinden geçirdiğimiz uzunca bir telin marifetiyle arabaya dönüşüverirdi hemen. Kalıptan çıkarılmış pembe renkli sert plastik bebeğimi annemin arta kalan yünlerden ördüğü giysiler süslerdi. –Hiç bir barbi yerini alamadı o naylon bebeklerin.- Tüm itirazlara rağmen evin içinde çevrilen topacın hızla dönüşünü izleyen ağbimin zevkten dışarı çıkardı dişleriyle bastırdığı dilinin ucu. Mahallede misket pazarlıkları yapılırdı, sakızlardan çıkan futbolcuların resimleriyle her eve dönüşümüzde gözleri parlardı kardeşimin. Mutlu olmak için ne kadar da çok sebebimiz vardı
Babam kaldırmıştı koltuk örtülerini. Salona her zamankinden farklı yepyeni bir hava gelmişti. Her şeyin örüldüğü ve dikildiği günlerdi o günler. Her eşyanın mutlaka bir örtüsü olurdu. Eve gelen yeni koltukların üzerlerine dikilen kılıflar, aynen bugün gibi toplanırdı bayram öncesinden. Sedef kakmalı sandığın üzerine, koltukların kollarına, başlarına, tepsilerin içine, radyonun üzerine iliştirilirdi mekik işlemeli, iğne oyalı danteller. Beyaz iş masa örtüsü serilirdi yemek masasına. Kanaviçe işlemeli peçeteler süslerdi tabak kenarlarını, bardak altlarında peçetelere uygun işlemeli danteller olurdu. Bir ucu vitrin raflarından sarkan tığ oyaları da, rahibe işleriyle bezenen sehpalarla uyumluydu her daim. Ve en güzel bayram hediyesiydi oyalı mendiller. Ya o diş fırçalarımızı koyduğumuz dantelli gözler, başımızı koyduğumuzda hayaller kurduğumuz yastık kılıfları; hepsi de bugün kullanmaya kıyamadığım birer sanat eseri. Şimdi annemin çeyiz sandığında o örtüler, anılarla birlikte, hepsi naftalinlere boğulmuş.
Geceleri sık sık bir araya gelen uzak-yakın akraba, arkadaş, komşu ziyaretleri ve her seferinde masalsı sohbetlerin ninnisiyle yemek masasının altında son bulan geceler. Ta ki cam ekranlar gelip tüm ilişkilerin yerini alana kadar böyleydi hayat; basit ve güzel... Eğlence programı akıp gidiyordu ekrandan ve birbirimizle konuşmak yerine onları izlemeyi tercih ediyorduk. Böylesi daha kolaydı, kimse yorulmuyordu.
Sahi suçlu kimdi, televizyon muydu çocukluğumuzu ve mutlu günlerimizi bizden çalan?
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
Gözleri yaşlarla doluydu.Ve düşündü fakirliğini.Duygusuz bakışların onu üzen,yoran sevgisizliğini...Umut etmek isterdi yarınlardan.Sevgiyi, huzuru ve mutluluğu dilerdi ya yine yineliyordu kendince bu temennileri...Radyoda çalan her melodi kafasında umuda dair sinyaller veriyordu azar azar...Yüreğinin tozlu raflarına bir göz atmak istedi,onları yad etmek...
Eline ilk öncenostalji plakları geçti.Yaşamının en güzel öncelerini,o yüreği güzel insanları hatırladı birer birer.Hepsinde nasıl ümitli,nasıl heyecanlı olduğunu ve her bitişte nasıl acı çektiğini gördü.Anladı ki bu ilk değildi;doğru asıl olsaydı içi hala kıpır kıpır olurdu.Bitti dedi kendi kendine...Artık yaşamı kayıyordu yenilere,ümit dolu günlere...
Gözyaşlarını kolunun tersiyle sildi ve içten bir gülümseyişle selamladı yaşamı...Dedi ki;hayat başlangıç ve sonlarla doludur.Önemli olan bu anları saygı ve sevgiyle yaşamaktır.Sonra baktı gökyüzüne ve dedi ki;yaşamım seni seviyorum ve kutluyorum.Herşeye rağmen...
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.