selamlarrrrr
Yazdırılabilir Görünüm
selamlarrrrr
230-
Bir yılını geçirdiği köyden onu başta köyün ebesi olmak üzere tüm köy halkı uğurluyordu. Az sayıda insanın birbirleriyle kaynaşması, birbirinin yardımına koşması ve bu karşılıklı koşuşturmayı yaşarken onlara ısınıp sevmesi daha kolaydı. Çoğuyla bu yüzden bu kısacık zamanda dostane ilişkiler kurmuştu.
Köy çıkışında arkasından el sallayan bu insanları özleyeceğine emin olarak yeni hayatına başlamak üzere uzaklaştı. Köyün ince minaresi ufukta kaybolurken bir kez daha dönüp baktı arkasına.
Sonra kapattı gözlerini. Hafif açık olan camdan yüzüne hafif bir rüzgar vuruyordu. Hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Yorgundu ve İstanbul’a gidiyordu.
İstanbul gelince aklına, Melek hanımın onu Ardahan’a yolcularken söylediği” seni Allah’a emanet ediyorum. Güle güle git ve güle güle gelirsin inşallah” sözleri geldi. Pek gülerek gitmediği, ama gülerek döndüğünü düşünüp, huzurla uykuya daldı.
Sevgi İstanbul’a geldikten sonra aceleyle işlemlerini tamamladı. Ertesi gün işe başlayacaktı. O gece içinde tarif edilmez bir duygu vardı. Arada bir bir sevinç çoşkusu bölüyor uykusunu, bazı anlar da ağlayası geliyordu.
Bu arada İstanbul’un bir kenar semtinde bir başka huzursuz ve yorgun kişi çok erken kalkıp işinin başına gitmekte zorlanacağını düşünüp, ya uyanamazsam korkusu yaşıyordu. Sonra birden bir hafta izinli olduğu geldi aklına. Tam huzurla uyuyacaktı ki, bir hafta boyu Hasanı göremeyeceğini düşünüp üzüldü.
Uykusu kaçtı. Aynanın karşısına geçti, ağarmış saçlarını ve yüzünde oluşan çizgilere bakıp, bir zamanlar ne kadar güzel olduğunu aklından geçirdi.
Aynanın kenarına iliştirilmiş gençlik resmine baktı baktı ve “Ayşe nereden nereye geldin. Yıllar seni bir yaprak gibi önüne katıp sürükledi, posanı çıkardı” diye kendi kendine söylendi. Sonra teselli etti kendini. Hasan yoksa da hayatında Tanrı ona Hasan’ın gözlerini göndermişti. Üç beş gün sonra tekrar gidecek hastaneye, onun güzel gözlerine bakıp, onu gezdirecek, doyuracak ve onun kulağına türküler mırıldanacaktı. Ya o olmasa ne yapardı. “Ya ben yokken başına bir şey gelirse!” diye düşünüp korktu bir an. Sonra deliler kolay ölmezler diye geçirip aklından yatağına uzandı. Deterjandan çatlamış ellerine baktı bir süre ve “ne güzel ellerim vardı..” diyerek ellerini gizlemek istermiş gibi, yorganın altına sokup uyudu.
Ertesi gün-alışkanlık olarak-yine erken uyandı ve gönlünce bir kahvaltı yapıp yeni evinde ev işlerine başladı.
Paspasçılıktan öte bir saygınlık kazanmıştı tüm hastane personeli yanında. Görmüş geçirmiş bir kadın olduğu tavırlarından daha ilk günlerinden beri belli olan bu kadın, özellikle genç doktor hanımlara bir anneymiş gibi sevecen yaklaşıyor, zaman zaman onlara gerçek kızlarıymış gibi muamele ediyordu. Ona bu tutumu yüzünden Ayşe ana der olmuştu bütün personel .
Ayşe o sıcak yaz aylarında çok çalışmıştı. Kendine yeni ve daha kullanışlı bir ev kiralamıştı. Gündüzleri hastanede çalışıyor, geceleri yeni evini güzelleştirmeyle vakit geçiriyordu.
Üç beş günlük iznini daha geniş olan evinin boş kalan yerlerini alacağı eşyalarla döşemekle geçiriyordu. Bu ay kazandığı paranın hemen hemen hepsini evi döşemek için kullanmıştı.
Yeni evinin içinde dolaşıyor, dolap, divan ve eski ne varsa, onarıyor, cilalıyor, kendine göre bir düzen veriyordu. Denize bakan yüksek pencerelere cam taktırıp, perde asmıştı. Kış için yeni bir battaniye, bir masa ve sandalyeler en son aldığı eşyalardı. Artan ufak paraları biriktirmek için bir Çin işi kumbarası vardı son aldıkları arasında. Yaz boyunca kafası iyice düzelmişti. Hasan’ı vardı çünkü uzun zamandır yanında.
O tıpkı eskiden olduğu gibi sırtında mavi kazakla görsün diye karşısında, kendine üşenmeden, oturup mavi bir kazak bile örmüştü. Ayşe’ye mavinin çok yakıştığını söylerdi Hasan.
Ördüğü mavi kazak geldi gözünün önüne ve düşündü pencerenin önüne bir sandalye atıp. O mavi kazağımla, hatırlasa bir o eski güzel günleri ve gelse otursa şuraya karşıma, birlikte seyretsek manzarayı ve kaybolan kızımızı düşünüp beraber, umut versek birbirimize, diye geçirdi içinden. Biliyordu. Hasan’ın iyileşme umudu yoktu. Hasan da yoktu aslında. Hasan mı, değil mi belli değildi çünkü. Ölü nasıl dirilirdi. Onun şehit olduğunu bilmese, bu haliyle getirir onu eve ölünceye kadar bakardı ona.
Derin bir iç çekti. Düşünüp o günleri hatırladı:
Gençliğinde ördüğü modelleri hatırlayıp yaptığı örgü işi gecelerin uzamaya başlamasıyla daha hızlı ilerlemişti. Örgüsünü örerken, temmuzda olgunluğa ermiş bitkilerin solgun, sarı renk almalarını seyrediyordu. Evin ufak çiçeklik balkonunda maviye yakın mor çiçekler yetiştiriyordu.
Durmadan, hızla geçiyordu günler. Sağanak yağmurun başladığı ve rüzgarın şiddetini artırdığı bir gün, büyük bir ürperti duydu. Sanki çatının üzerine patırtıyla bir şeyler düşmüş gibi bir ses duymuştu. Baktı çıkıp, sararıp yan çatıda yığılmış olan güz yaprakları ıslanmış ve rüzgarın etkisiyle savrulup çatısının üzerine düşmüştü. Pencerenin önüne de bir yığın kuru yaprak dökülmüş olduğunu gördü. Bahçedeki kocamış çınarın yaprakları da savrulup savrulup balkonuna düşüyordu. Kış iyice bastırmaya başlamıştı. Bir süre dalından kopup savrularak uçuşan ve yağmurla ıslanıp yere düşen yaprakları seyre dalmıştı. Üşüyordu. Başını pencere kenarındaki duvara dayamış, “bir soba almalı” diye düşünmüştü. Tıpkı bu gün, bir battaniye almayı düşündüğü gibi:
Dimdik doğrulmuştu birden. Yoldan geçenlerin ayak sesleri işitiliyordu. Evine bir gelen varmış duygusu heyecanlandırdı onu. “Şimdi girer içeri” diye düşündüğü ayak sesleri geçip gitmişti evinin önünden.
Sabahları işe gidiyor, hastanedeki işlerini yapıyor, boş vakitlerini Hasan’ın yanında geçiriyordu. Hasan duvarın dibine oturuyor, gece olana kadar orada kalıyordu. Bazı zamanlar, yemiyor, içmiyor, uyuyamıyordu. Yere çömelip ellerini bacaklarının arasına alarak başını duvara dayıyordu. Kimi zaman da
230-
Bir yılını geçirdiği köyden onu başta köyün ebesi olmak üzere tüm köy halkı uğurluyordu. Az sayıda insanın birbirleriyle kaynaşması, birbirinin yardımına koşması ve bu karşılıklı koşuşturmayı yaşarken onlara ısınıp sevmesi daha kolaydı. Çoğuyla bu yüzden bu kısacık zamanda dostane ilişkiler kurmuştu.
Köy çıkışında arkasından el sallayan bu insanları özleyeceğine emin olarak yeni hayatına başlamak üzere uzaklaştı. Köyün ince minaresi ufukta kaybolurken bir kez daha dönüp baktı arkasına.
Sonra kapattı gözlerini. Hafif açık olan camdan yüzüne hafif bir rüzgar vuruyordu. Hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Yorgundu ve İstanbul’a gidiyordu.
İstanbul gelince aklına, Melek hanımın onu Ardahan’a yolcularken söylediği” seni Allah’a emanet ediyorum. Güle güle git ve güle güle gelirsin inşallah” sözleri geldi. Pek gülerek gitmediği, ama gülerek döndüğünü düşünüp, huzurla uykuya daldı.
Sevgi İstanbul’a geldikten sonra aceleyle işlemlerini tamamladı. Ertesi gün işe başlayacaktı. O gece içinde tarif edilmez bir duygu vardı. Arada bir bir sevinç çoşkusu bölüyor uykusunu, bazı anlar da ağlayası geliyordu.
Bu arada İstanbul’un bir kenar semtinde bir başka huzursuz ve yorgun kişi çok erken kalkıp işinin başına gitmekte zorlanacağını düşünüp, ya uyanamazsam korkusu yaşıyordu. Sonra birden bir hafta izinli olduğu geldi aklına. Tam huzurla uyuyacaktı ki, bir hafta boyu Hasanı göremeyeceğini düşünüp üzüldü.
Uykusu kaçtı. Aynanın karşısına geçti, ağarmış saçlarını ve yüzünde oluşan çizgilere bakıp, bir zamanlar ne kadar güzel olduğunu aklından geçirdi.
Aynanın kenarına iliştirilmiş gençlik resmine baktı baktı ve “Ayşe nereden nereye geldin. Yıllar seni bir yaprak gibi önüne katıp sürükledi, posanı çıkardı” diye kendi kendine söylendi. Sonra teselli etti kendini. Hasan yoksa da hayatında Tanrı ona Hasan’ın gözlerini göndermişti. Üç beş gün sonra tekrar gidecek hastaneye, onun güzel gözlerine bakıp, onu gezdirecek, doyuracak ve onun kulağına türküler mırıldanacaktı. Ya o olmasa ne yapardı. “Ya ben yokken başına bir şey gelirse!” diye düşünüp korktu bir an. Sonra deliler kolay ölmezler diye geçirip aklından yatağına uzandı. Deterjandan çatlamış ellerine baktı bir süre ve “ne güzel ellerim vardı..” diyerek ellerini gizlemek istermiş gibi, yorganın altına sokup uyudu.
Ertesi gün-alışkanlık olarak-yine erken uyandı ve gönlünce bir kahvaltı yapıp yeni evinde ev işlerine başladı.
Paspasçılıktan öte bir saygınlık kazanmıştı tüm hastane personeli yanında. Görmüş geçirmiş bir kadın olduğu tavırlarından daha ilk günlerinden beri belli olan bu kadın, özellikle genç doktor hanımlara bir anneymiş gibi sevecen yaklaşıyor, zaman zaman onlara gerçek kızlarıymış gibi muamele ediyordu. Ona bu tutumu yüzünden Ayşe ana der olmuştu bütün personel .
Ayşe o sıcak yaz aylarında çok çalışmıştı. Kendine yeni ve daha kullanışlı bir ev kiralamıştı. Gündüzleri hastanede çalışıyor, geceleri yeni evini güzelleştirmeyle vakit geçiriyordu.
Üç beş günlük iznini daha geniş olan evinin boş kalan yerlerini alacağı eşyalarla döşemekle geçiriyordu. Bu ay kazandığı paranın hemen hemen hepsini evi döşemek için kullanmıştı.
Yeni evinin içinde dolaşıyor, dolap, divan ve eski ne varsa, onarıyor, cilalıyor, kendine göre bir düzen veriyordu. Denize bakan yüksek pencerelere cam taktırıp, perde asmıştı. Kış için yeni bir battaniye, bir masa ve sandalyeler en son aldığı eşyalardı. Artan ufak paraları biriktirmek için bir Çin işi kumbarası vardı son aldıkları arasında. Yaz boyunca kafası iyice düzelmişti. Hasan’ı vardı çünkü uzun zamandır yanında.
O tıpkı eskiden olduğu gibi sırtında mavi kazakla görsün diye karşısında, kendine üşenmeden, oturup mavi bir kazak bile örmüştü. Ayşe’ye mavinin çok yakıştığını söylerdi Hasan.
Ördüğü mavi kazak geldi gözünün önüne ve düşündü pencerenin önüne bir sandalye atıp. O mavi kazağımla, hatırlasa bir o eski güzel günleri ve gelse otursa şuraya karşıma, birlikte seyretsek manzarayı ve kaybolan kızımızı düşünüp beraber, umut versek birbirimize, diye geçirdi içinden. Biliyordu. Hasan’ın iyileşme umudu yoktu. Hasan da yoktu aslında. Hasan mı, değil mi belli değildi çünkü. Ölü nasıl dirilirdi. Onun şehit olduğunu bilmese, bu haliyle getirir onu eve ölünceye kadar bakardı ona.
Derin bir iç çekti. Düşünüp o günleri hatırladı:
Gençliğinde ördüğü modelleri hatırlayıp yaptığı örgü işi gecelerin uzamaya başlamasıyla daha hızlı ilerlemişti. Örgüsünü örerken, temmuzda olgunluğa ermiş bitkilerin solgun, sarı renk almalarını seyrediyordu. Evin ufak çiçeklik balkonunda maviye yakın mor çiçekler yetiştiriyordu.
Durmadan, hızla geçiyordu günler. Sağanak yağmurun başladığı ve rüzgarın şiddetini artırdığı bir gün, büyük bir ürperti duydu. Sanki çatının üzerine patırtıyla bir şeyler düşmüş gibi bir ses duymuştu. Baktı çıkıp, sararıp yan çatıda yığılmış olan güz yaprakları ıslanmış ve rüzgarın etkisiyle savrulup çatısının üzerine düşmüştü. Pencerenin önüne de bir yığın kuru yaprak dökülmüş olduğunu gördü. Bahçedeki kocamış çınarın yaprakları da savrulup savrulup balkonuna düşüyordu. Kış iyice bastırmaya başlamıştı. Bir süre dalından kopup savrularak uçuşan ve yağmurla ıslanıp yere düşen yaprakları seyre dalmıştı. Üşüyordu. Başını pencere kenarındaki duvara dayamış, “bir soba almalı” diye düşünmüştü. Tıpkı bu gün, bir battaniye almayı düşündüğü gibi:
Dimdik doğrulmuştu birden. Yoldan geçenlerin ayak sesleri işitiliyordu. Evine bir gelen varmış duygusu heyecanlandırdı onu. “Şimdi girer içeri” diye düşündüğü ayak sesleri geçip gitmişti evinin önünden.
Sabahları işe gidiyor, hastanedeki işlerini yapıyor, boş vakitlerini Hasan’ın yanında geçiriyordu. Hasan duvarın dibine oturuyor, gece olana kadar orada kalıyordu. Bazı zamanlar, yemiyor, içmiyor, uyuyamıyordu. Yere çömelip ellerini bacaklarının arasına alarak başını duvara dayıyordu. Kimi zaman da
233-
gırtlağından boğuk bir inilti çıkartıp, kesik kesik, uzun uzun tekrarlıyor, başını duvara
çarpıp duruyordu.
Ayşe, yanına gelip, sevgi dolu bir tonla ve alçak sesle adını söyleyince sakinleşiyordu ancak. Ayşe onun sakinleştiğini görünce, yanı başında sevdalı sözler söylemeye başlıyordu.
Hiçbir şey bilmeden beklemek... hep beklemek, ne zor olmalıydı. O avutucu sözler,, altları morarmış mavi gözler sevgi dolu bakışlarla Ayşe’yi dinliyordu.
Ayşe’nin göz yaşları daha sessizce, daha sakin akıyor, ağlarken, içinden, bildiği duaları tekrar tekrar okuyordu.
Mavi kazak bitmiş, Ayşe giymişti nihayet kazağı. Hasan Ayşe’nin mavi kazağının yakasıyla oynuyor, kazağın katlarını açıyor, sonra tekrar düzeltiyordu.
Hasan’ın, karşısında mavi kazağı giymesine, sevindiğini belli edermiş gibi Ayşe’nin kazağıyla oynayacak kadar sakinleşmesi bir mucize gibiydi.
Onu tanıdığı, o zapt edilemez haldeki ilk karşılaştıkları gün geldi aklına:
Ayşe, o gün de, her gün yaptığı gibi, artık alıştığı işine erkenden gitmişti. Poliklinik hizmetleri başlamadan evvel hastanenin ilk sabah temizliğinin yapılması, gerekiyordu. Hastanede dolaşan birkaç hasta dışında bir kalabalık yoktu koridorda.
Ayşe, her zamanki işlerini yapıyordu. Camları silmiş, zararsız hastalardan bir ikisini dışarıda biraz dolaştırmış ve koridoru paspas etmeye başlamıştı.
Paspas yaptığı zamanlarda paspası bir ileri bir geri alışkanlık olarak hareket ettirir, bu arada kafasından bin bir şey geçirerek dalar giderdi çokluk.
Yine dalmıştı. İleri geri iteleyip çektiği elindeki paspas birden bire yere çivilenmiş gibi duruvermişti. Bir çift ayağın paspasın üzerine basmış olduğunu fark edememişti ilk anda. Ayşe fırçayı çekmiş, ama hareket ettirememişti.
Paspasın üzerinde bir çift ayak gördüğünde, başını kaldırmış, ayakların sahibinin yüzüne bakmıştı.
İşte, ne olduysa o anda olmuştu. Bir çift mavi göz... Hasan’ın gözleri tam karşısındaydı. Sakallı, uzun saçlı bir yüz Ayşe’ye gülümseyerek bakıyordu.
Ayşe, korkunç bir çığlık atmış. Olduğu yere yığılıp kalmışmış sonra. Çevredekiler koşarak gelmişler. Adam korkup, duvar dibine sinmişmiş. Doktorlar, hemşireler kendisini revire götürmüşler.
Ayılınca,“Hasan! Hasan!” demişmiş yine ve tekrar bayılmışmış. Herkes çok şaşkın. Onlar, adamın Ayşe’ye bir şey yaptığını zannediyorlarmış. Oysa Ayşe’nin Hasan’ını gördüğünden haberleri yoktu. Bu nasıl olurdu. Hasan yıllar önce şehit olmamış mıydı!?
Ağlamış, ağlamış... “Hasan! Hasan!” diye sayıklamışmış.
Sonra, kendine gelince olanları anlatmış. Adamın öz geçmişini, nereden geldiğini araştırmışlar. Kimsesiz, adı bile olmayan bir hasta olduğu sonucuna varmışlardı. Kimliği hakkında hiçbir şey bilinmiyordu. Onu sokakta bulup getirmişlermiş.
Adamı sorgulamak istediler. Ama o konuşmuyor, sadece sallanıyor, gülümseyerek insanların yüzüne bakıyordu. Bazen çocuksu şeyler yapan zararsız bir hasta görünümündeydi.
O günden sonra adamla yakından ilgilenmeye başlamıştı. Onu temizliyor, tıraş ettiriyor, yedirip içiriyordu. Sanki onu sahiplenmiş, Hasan’ın yerine koymuştu. Adamın deniz mavisi gözleri ona çok şeyler anlatıyordu.
Hasan’ı hâlâ deliler gibi seviyordu. Bazen kendi kendine, “acaba Hasan mı?” diye sorular soruyordu. Günü geçmiyordu ki, ondan ayrı kalsın... artık iyice alışmıştı ona. İşini aceleyle bitiriyor, diğer hastaların taşkınlıklarına hiç aldırış etmiyor artık, hemen Hasan’ın yanına koşuyordu.
Onu, dizinin dibinden ayırmıyordu. Ona eski güzel günlerini anlatıyor, belki bir şey hatırlar, hafızası yerine gelir, diye umuyordu. Ama nafile... her şey boşuna. O bunların hiç farkında değil, sadece boş boş bakıyor ve gülümsüyordu. Bazen Ayşe’nin saçlarını tutuyor, çekiyor, ama sonra gözlerine bakarak yavaşça bırakıyordu. Ellerini onun saçlarında gezdiriyor, onu seviyor, o ne yapsa ses çıkarmıyor, büyük bir sabırla onu idare ediyordu.
Artık hastanede bile adı çıkmıştı. Herkes onunla alay edip eğleniyordu. Hemşireler, hademeler, “kız Ayşe, kocan bu gün nasıl?” diye ona takılıyorlardı. Onun içi kan ağlasa da, kaderine razı olmuş, hiç sesini çıkarmıyordu.
Bazen, dilinden “çektiğim özlemlerin çilesiyle sar beni. Gözlerini mermi yap, oracıkta vur beni”, bazen de ağlayarak, “birazcık kendine gel, anla artık yar beni. Kurtulmak istiyorsan, al silahı vur beni” dizeleri dökülüyordu. Bu söyledikleri okuduğu bir şiirden mısralardı.
hadi sona yaklastık artık...iyi okumalar
237-
Ama, Hasan hiç bir şey anlamıyor, yüzüne bakıp duruyordu hep. Ezan sesiyle uyanmıştı bir gün. Ellerini havaya açmış, “Allahım sen büyüksün. Beni affet. İsyan etmek istemiyorum. Onun her gün gözlerimin önünde bir şey anlamadan dolaşması beni deli ediyor” diye tanrıya arzetmiş halini ve sonra, yıllar önce aklında bir rüya gibi kalmış o sahne gözünün önünde bir kez daha canlanmıştı:
Gözlerinde hatıralar okuduğu Hasan’ın askeri elbiseleriyle ona el edip gemiye binişi, o günkü coşkusu, sevinci, hüznü bir başkaydı. Hele, buram buram ayrılık hüzün çiçekleri mektupları...
Yıllar geçmiş, onu bir akıl hastası olarak karşısına aldığı günler gelmişti. Usulca yatağından inmiş. eski tip dolabı açmış. Bavulu çıkarmıştı. Biraz çamaşır, bir elbise alarak bavulu tekrar kapatıp dolaba kilitlediğini bu gün gibi hatırlıyordu. Bir ara, “acaba bavulumu alıp çıkıp gitsem mi?” diye düşündüğünü de... Onu bu halde görmeye dayanamıyordu. “Ama nereye... eski sefaletli günlere mi?” diye hemen kendi kendine sormuştu sonra.
Burada karnı doyuyor, iki kuruş maaş alıyordu. Belki de ilk kez çıkıyordu ağzından “kaçıp gitmek” sözcüğü. Bu kadar yanık ve bu kadar yakıcı haliyle bütün vücudu titriyor, bütün benliğini sarıyordu. “Yardım et Allahım!”
O gün doktor beye yalvarmış, yardım etmesini istemişti ondan. Doktor beyle araştırmaya başlamışlardı. Yıllar öncenin kayıtlarında hastaneye gelen yaralının geçmişini öğrenecek ve bu Şekilde Hasan ise, kimliği ortaya çıkacaktı.
Arşive atılmış, birbirine karışmış evraklara ulaşmak kolay olmamış, ama aradıklarını bulmuşlardı.
Bir şok yaşamıştı Ayşe o gün. Bu şok onun bütün umutlarını tersine çevirmiş, kafasında, beyninde birikmiş olan bütün hayallerini alıp götürmüştü:
Yaralı olarak gelen bu adam Hasan değildi. Ama, ailesiyle ilgili bir kayıt da yoktu. Bu karışık arşiv içinde onları bulamamışlar, Elleriyle göz yaşlarını silmiş ve ağlayarak doktorun ellerine sarılmıştı.
Doktorun, içinden gelerek, onu teselli için söylemiş olduğu “ağlama kızım böylesi daha iyi. Onu karşında öyle hiç bir şey bilmeden yaşadığını görmek çok daha zor olurdu” demesi bu gün bile aklından çıkmıyordu hala.
Ayşe bir anda doktora karşı bir yakınlık, bir güven hissetmiş, sanki içinde yanan ateşi o söndürmüş gibi gelmişti ona. Doktor onun içini okumuştu sanki. Sözleri öyle sevecen ve nezaket doluydu ki... yanına yaklaşmış, teselli için elini uzatmıştı ona. Hatta bir an bakışlarını kısıp, çok ötelerde bir şeyler kaybetmiş, bir şey arıyormuş gibi baktığını da gözünün önüne getirebiliyordu.
O’nun bitmiş, tükenmiş halini izleyerek, “Gel kızım, odamda oturalım. Bir kahve içelim, kendine gelirsin” sözleri de daha dünmüş gibi kulaklarında çınlıyordu.
Başı eğik, kalbi kırık, yalnız, çaresiz bir halde, omuzları iki yana düşük, doktorun yanında ilerlediğini; uzun koridorlardan geçerek odaya girdiklerini; kendini oradaki koltuğa bir külçe gibi bıraktığını; Doktorun masanın yanındaki zile basarak, içeri gelen hizmetliden iki kahve istediğini de hiç aklından çıkaramıyordu.
Bir taraftan da teselli ederken, ona nasihatler vermişti. Doktoru dinlerken, onun için “Melek yüzlü, dünyalar iyisi, bir insan” diye geçirmişti aklından. Onu dinlerken sanki ruhundaki fırtına dinmiş, “öyleyse bu hayatı daha fazla çekecek, bu acılara dayanacak sebep yok artık... galiba bu işi bitirmenin zamanı geldi. Daha fazla perişan olup dayanılmaz acılara girmeden önce bu hayatın iplerini koparmalıyım” diyerek çıkarken odadan, dudaklarından istemeden yavaşça dökülen bu sözleri duyan doktor, “eğer bu söylediklerinle intiharı kastediyorsan, yanlış yaparsın derim. Olaylardan kaçmak yerine onların üzerine gitmek, onun karşısında dimdik durmak çok daha iyi. Senin o bölümde çalışmanı istemiyorum. Başhekimle konuşup seni başka bölüme vermesini isteyeceğim” diyerek, Ayşe’ye yaşamakla ilgili güzel örnek yaşam öyküleri anlatıp, o yarayı eskisi kadar acıtmayacak hale getirdiğini, teşekkür ederek oradan ayrıldığını ve yaşamaya devam kararını verdiğini büyük bir minnet duygusuyla andı yeni döşediği evinin penceresinden dışarıya bakarken.
O günden sonra kendi kendini düzeltmeye hazırlanmıştı. Bütün duyguları bunun için çarpıyordu: “Yeter artık bunca çektiklerin... kendine gel. Geçmişi unut, bu günü yaşa!”
Bu kararı verdiği günlerde şimdiki gibi bir evi yoktu. Hastanenin yemekhanesinin bitişiğindeki küçük bir odada kalıyordu. O odada kalışının karşılığı da mutfak işlerine yardımcı oluyordu.
Her şeye rağmen yaşamalıyım azmiyle uyandığı ilk sabahtı. Güneş doğmuş, ışıkları yatağın üzerinde çizgiler çiziyordu. Bu sırada hastane mutfağından, çöp kutusunun kapağı gürültüyle yere düşmesi, kulağına tabak şıngırtıları gelmesi, önce görevini hatırlatmış ona, sonra, izinli olduğunu hatırlamıştı.
Ağrıyan bacakları üzerinde doğrulduğunu; neredeyse hastanede işe başladığından beri ilk defa, “bu gün biraz gezeceğim” diyerek, mutfak görevlilerinin şaşkın bakışlarına aldırmadan ayrılışını aklına getirdi.
Sahile inmişti o gün. Sahil yolunda masmavi sulara doyasıya bakarak yürümüştü. Dalgalarla hafif hafif sallanan iskeleye bağlı tekne, sabahın ilk ışıklarının denize vuruşu, Hasan’la yaptıkları o güzel gezintileri getirmişti aklına. Bir ara İskelede arkası dönük oturan adamı Hasan’ benzetmişti hatta.
Sonra, Hasan’la Sevgi’yi birlikte düşünmüş, güzel, minik kızını deniz kabuğu toplarkenki haliyle gözünde canlandırmıştı. Sahilde deniz kabuğu toplamayı ne de çok severdi.
Sular yükseliyordu. Rüzgar çıkmıştı. Denizden esen rüzgar, asfalt kenarındaki ince kumları uçuşturuyordu. Otlar canlıymış gibi kımıldıyordu. Sonra, dönüp sahili yalayan dalgalara bakmıştı. Titremeye başlamış, içinde biriken boğulma hissinden kurtulmak için, kumlar arasından bir avuç taş toplamış, gözlerini kısarak sahildeki iki sokak lambasını nişan alıp, taşları teker teker fırlatmıştı.
Hastaneye döndüğünde hava kararmak üzereydi. Elinde kocaman buketteki çiçeklerin arasındaki iki gonca gülün kokusunu içine çekerek mutlu iki evlilik yaptığını düşünmüştü. Ama ikisinin de sonu gelmemiş olmasına rağmen sevgiyi tatmış, tek kızı, Sevgi’sinin özlemiyle içi yanmıştı. “Nerede şimdi acaba? Nasıl? Ne yapıyor?” merakıyla küçük odasına girmişti. Onu utancından arayamaz halde oluşunun en büyük dert olarak bir taş gibi yüreğine oturduğunu o gün de duymuştu.
SLAM günaydınlar
saolun hocam246 sayfa demiştiniz az kaldı gibi...
241-
Ağlayarak, Sevgi’nin şimdi bir çiçek gibi açılmış olduğunu düşündüğünden elindeki çiçek demetini onun yerine koymuş. Bir sürahiye yerleştirip karşısına oturmuştu.
Eski günleri düşünerek yeni evinin penceresinden bakarken o kadar dalmıştı ki, saatler geçmiş, gün kararmış, hafiften bir yağmur başlamıştı. Sokak lambaları yanar yanmaz tekrar başladı düşünmeye.
O gün de yağmur başlamıştı. Yine böyle bir akşam üstüydü:
O güzel günün akşamına yağmur yağdığına şaşmış ve koşup küçük odasının açık duran penceresini kapatmıştı. Perdenin ucunu kaldırıp yüzünü cama dayamış, tam o sırada minik televizyonunda başlayan harika bir müzik onun başını döndürmüş, onu bir büyü gibi sarmıştı. Gözünü kırpmadan televizyonda müziğin ritmiyle dönen çiftleri seyrettiğini, Televizyondan yansıyan mavi, yeşil ışıklar gözlerini kamaştırıncaya kadar izlediğini hatırladı.
Uykusu gelmiş olmasına rağmen uyuyamamasının sebebini uzun süre hatırlayamamış ve o gün Hasan’ı görmemiş olduğu gelmişti aklına birdenbire.
Tıpkı bu gün onu görememiş olmanın huzursuzluğu gibi bir huzursuzluktu onu uyutmayan.
Biraz geç vakit olmasına rağmen giyinip çıkmıştı.
Ona Hasan diyordu. O Hasan olamasa da, o bir kere inanmış, sevmişti. Hasanın yanına geldiğinde, ayağını diğerinin üzerine atmış, sakallı çenesini havaya kaldırmıştı. Gür, kahverengi kaşlarının altındaki mavi gözlerini kırpmadan ona bakıyordu. Sonra ellerini gömleğinin içinde gezdirip duvara yaslanmış, aniden, bir deliden beklenen bir çığlık atmıştı. Kalın sesi odanın içinde yankılanınca. Ayşe önce korkup gerilemiş. Sonra, Hasan’ın bıyığı ve sakalının arasından dişlerini gülümsüyor gibi algılayıp, sakinleşti. Sanki onunla bu gün ilgilenmemiş olduğunun öfkesini belirtmek ister gibiydi.
Öyle yorumlasa da o an, aslında, Hasan’ın nasıl davranacağı belli değildi. Ne zaman ne yapacağını önceden tahmin etmek mümkün olmuyordu.
Yanında götürdüğü şeker kutusunu ona uzattığında, Hasan bir hamle yapıp almıştı elinden kutuyu. Yırtarak açmış ve şekerleri bıyıkları ve sakalının arasına götürmüştü. Onları ağır ağır yerken, Ayşe onu sakinleştirmek için tatlı yanık sesiyle bir türkü mırıldanmıştı.
Bunu hep yapardı, Hasan da onu dinlerken sakinleşir ve uyurdu.
Ayşe yeni evinde ilk uykuya dalmak için odasına çekildiğinde saat gece yarısına yaklaşmaktaydı. Yatağına uzandığında gözlerinin önünde, Hasan’ın mavi gözleri, şekeri bıyığıyla sakalının arasına sokuşu tekrar canlandı. Onu bu haliyle tekrar tekrar gözünün önüne getirip, onun ruh halini tahmine çalıştı.
Yeni evinde ilk gecesini geçirmişti.
Ertesi gün uyandığında odasının penceresinin altında birisinin sızlanıp durduğunu hissetti. Pencerenin önüne doğru yürüdü, camdan dışarı baktığında sesin bir kedi tarafından çıkarıldığını gördü. Pencerenin önündeki kedi yavrusu sürekli miyavlayıp duruyordu. Eline bir parça ekmek ve süt alarak bahçeye çıktı. İşte oradaydı. Üçgen yüzündeki minik ağzını sürekli açıp kapatıyor ve miyavlıyordu. Bu kadar etkileyici sesi çıkaran bu minik yavru, kendisine doğal olarak verilmiş bu silahıyla Ayşe’yi camın ötesinden kendisine çekebilmişti. Bahçede, pencere önündeki ağaca kafasını kaldırdı Ayşe ve,
“Nasıl çıktın oraya?” diye sormadan edemedi seslice. Kedi yavrusu sanki ona cevap verirmiş gibi, içten miyavladı.
“Bir merdiven gerek sana” diyerek uzaklaştı kediden ve bir koşuda bir merdiven bulup geldi. Onu çıktığı ağacın dallarından pençelerini-neredeyse- zorla ayırıp aldı oradan. Minicik patileri olan benekli bu yavru kedi... ıslanmış, üşümüş ve acıkmış olduğunu belli, edercesine titriyordu. Onu odasına getirdi. Biraz süt ve ekmek koydu önüne. Kedicik çok acıkmıştı. Hemen önüne tabakla konulanı yalayıp yuttu. Sonra tekrar konulanı da bitirince minik patileriyle ağzını temizledi. Ayşe bir sepet bulup, içine eski bir kazağını yayarak ona bir yatak hazırladı. Onu sarıp sarmaladı.
Karnı doyan kedi sıcak yeri de bulunca mırıldayarak uyumaya başladı. Ayşe onun rahatladığını görüp, kendi de rahatlamıştı. Onun rahat olduğuna emin olduktan sonra hazırlandı ve aceleyle işine gitti.
Bu arada, Melek hanım çok mutluydu. Telaşsız huzurlu, camdan dışarıyı seyre dalmıştı. İnsanlar aceleyle işlerine koşturuyorlardı. Sevgi de biraz önce işe başlamak için aceleyle koşarak çıkmıştı. Onun kapıdan çıkışını pencereden izlerken, “Sevgili kızım artık yanında...” diye mırıldandı.
Sevgi göreve başladığı gün hocaları ve arkadaşlarıyla tanıştı.
İşte nihayet bir dağ köyünün derme çatma sağlık odasında değil, çok sevdiği o hastane koridorundaydı.
Eskiden arzuları rüyalarını süslerken, şimdi o gördüğü rüyalar gerçek olmuştu. Rüyalar onu avuçlarının içine almaktan çıkmış, o rüyalarını avuçlarının içine almayı başarmıştı.
Yarı gerçek yarı rüya gibi algıladığı o ilk günleri heyecanı geçmiş, yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı işine.
Günlerden bir gün, nöbetten çıkmış gidiyordu. Bir arkadaşıyla karşılaştı. Ayak üstü sohbete daldılar. O sırada önlerinden bir temizlikçi kadın yerleri paspas ederek geçti.
Sevgi, sebebini bilmeden içinin ürperdiğini hissetti. Yanlarından epeyce uzaklaşmış olan kadına arkadan baktı. Eğilip doğruluşu, yürüyüşü, başını sağa hareket ettirişi ona birisini hatırlatmıştı sanki.
İlk önce önemsemedi. Ama sonra, konuştuğu arkadaşını bırakarak kadının arkasından gitti.
Kadın bir hayli ilerlemiş ve bir başka koridora dönmüştü.
Sevgi koşar adımlarla koridorları dolaştı. Koridorlardan birinde onu arkadan gördüğünde kalbi küt küt atmaya, ağzı kurumaya başladı.
Arkadan ona yanaştı ve omzundan tutup hızla kendine doğru çevirdi.
bitiyor .....az kaldı .....değil......
246-
Şaşkınlıktan ve korkudan dona kalan kadın onun yüzüne baktı. Sevgi hiçbir şey demeden kadının başındaki eşarbı usulca çekti. Saçlarına ak düşmüş, gözleri hüzünlü bu yüzün sahibine
“Adınız Ayşe’mi?”
Şaşıran kadın, “evet!?” dedi.
“Kocanız bir subay mıydı... Bosna’da şehit mi olmuştu!?”
Bu sefer kalbi küt küt atma sırası kadına gelmişti.
“Evet!?” diye cevap verirken dikkat kesildi doktorun göz bebeklerine...
“Sevgi adında bir kızınız da vardı sizin! Öyle değil, mi...
Kadın bayıla yazmış, ona bu soruları soran mavi gözlü doktorun yüzünü dumanlı görmeye başlamış, ne evet ne hayır demeye mecali kalmadığından, sadece içinden olmaz hayaller geçiriyordu ve sadece aptal aptal doktorun yüzüne bakıyordu. Sonunda, ağlamasına eşlik eden bir “evet!?” çıktı ağzından.
“O sevgi benim!! O sevgi benim!!” diyerek ona sarılacaktı ki, kadın ilk, “o sevgi benim” sözünden sonrasını duymadı ve olduğu yere yığılıp kaldı.
Sevgi, annem! Annem diye başında dönerken yetiştiler çevreden. Sedyeye konulmuş, ilk müdahale için aceleyle kliniğe alınan kadının başındaki doktor arkadaşlarının şaşkın bakışları arasında, kurtarın, kurtarın! O benim annem diyerek ağlıyordu...
Kadın ağır bir kriz geçirmiş, komaya girmişti ve hayata döndürülmek için yoğun bakıma alınmıştı.
Sevgi bir doktor gibi değil, yarı akıllı bir kız gibi davranmaya başlamıştı. İşini savsaklıyor, hemen koşuyor yoğun bakıma, diz çöküyor Ayşe kadının yatağı önüne, ellerini avuçları içine alıyor, öpüyor, öpüyor ve hadi aç gözlerini, Hasan’ın mavi gözlerini getirdim sana deyip duruyordu.
Hastane personeli, “ne ekersen onu biçersin” sözünün ne kadar doğru olduğunu düşünüyor onun bu davranışını izlerken ve “Ayşe ana, deli hastasına ne ekmişse, şimdi karşılığını görüyor” diye düşünüyorlardı.
Bir hafta sonra gözlerini açtı Ayşe hanım. Karşısında kızını gördü. Anlatılmaz bir kavuşma heyecanı... sarılmalar, ağlaşmalar, yeniden sarılmalar... bunca yıl aka aka bite yazmış göz yaşları yeniden coştu.
Hasan geldi aklına birden.
“Seni babana götüreceğim!” dedi .
Sevgi şaşırmıştı. Acaba aklını mı yitirdi korkusuyla onun yüzüne baktı. Birkaç sıradan şey sordu ona. Aklı yerindeydi. Şaşkınlığı daha da arttı.
Başından sonuna anlattı kızına Hasan’ı. Sevgi de babasına benzeyen bu adı bilinmeyen adamı merak ediyordu.
Ancak bütün aramalarına rağmen hasanı bulamadılar. Anlattıklarına göre, Hasan bir haftadan beri ortalarda yoktu. Nasıl gitmiş, nereye gitmiş, kimse bilmiyordu.
Ana kız artık onu bulmaktan umut kestiler. Ayşe içi buruk, “yine kızımla beni yalnız bırakıp gittin Hasan!?” diyerek derin bir iç geçirdi.
YAZAN ........RESSAM ....şenel benlier...
Büyük ...bir sabrı göstererek okuduğununz kitabımız bitmiştir .........................selamlar
selam arkadaşlar adı sevgi bitti biliyormusunuz
...........tamamını baştan okuya bilirsiniz ...........iyi geceler
hocam elimizden geldiği kadarıyla en baştan itibaren okumaya çalıştık...
Teşekkür ederiz...