-
’’Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece..."
dışarda yağmur, gözlerimde yaş.. böğrümde bir sancı.. önümde kıvrılıp giden yılankavi yolda, bedenimi sarsa sarsa yürüyorum... Uğultu, haykırış ve ağıtlar arasında delice yol alıyorum.. ayaklarımın isyanına aldırmadan. Ruhum feryatlarda yüreğimde deliliğe dair izler.. umurumda mı? Kendimi kaybetmiş alabildiğine yürüyorum.. nereye gittiğimi ne zaman duracağımı bilmeden...
"Uzun ince bir yoldayım,"
Bile bile yol alıyorum ölüme doğru. İçimde bir garip hüzün.. bir bebek acziyeti ve yılların yorgunu bir ihtiyar ağırlığında yürüyorum.. Programlanmış bir robot güdümlü bir füze gibi gidiyorum.. bekleyenime... Seneler mi yoksa anlar mı kilometre taşları, tam kestiremiyorum; ama bilemediğim sona doğru inancımı kaybetmeden yürüyorum.
"Uzun ince bir yoldayım," gidiyorum, adımlarım aşikar menzil sabit..
Kayıp bir zamanda adresim varış yerim tutuşturulmuş elime.. yürüyorum.. Hayallerim derinleşiyor birden. Buğulanmış gözlerimdeki bulutlar yavaş yavaş dağılıyor ve umut yüklü bir parlaklığa bürünüyor... gidiyorum..
Yollar yürüdüm hiçbir şeye yetişemeden.. hep geç kalarak; birkaç adım..
Yollar yürüdüm matemler ve cümbüşlerle.. Yollar yürüdüm sırtımda kalp kırıklıkları ve sevdalarla.. Yollar yürüdüm kendimi bildim bileli... tüm geç kalmışlıklarımla..
-
Alıntı...
Yüreğine işleyen bir bakış, iki damla gözyaşı, bir türlü bitirilemeyen yarılanmış bir dans, insanın içine işleyen bir yalnızlık şarkısı...Bir bakıyorsun ki kumsala, akköpüklü dalgalara yazılan isim silinmiş...Anlıyorsun her şey yalan, insanlar değişmiş...Gökkuşağının renkleri silinmiş; dünya delinmiş...
Masmavi denizin derinliğinde, bir geceyarısı serinliğinde, sevilerin kimsesizliğinde yakamozları seyretmek, kumsalda yürümek ve martı çığlıklarını dinlemek; gökkuşağının renklerini görmek için yağmurlarda ıslanmak, kar' ın saf beyazlığını görmek için ayaz gecelere katlanmak; en yaşlı totemden, en genç mabudeye değin kalbinde onlarca darbe olsa da sevgiye inanmak...Akköpüklü dalgalara yalnızlığımı, martı kanatlarına adını yazmak...Geceleri dünyayı aydınlatan ayın bir taş ve kum yığını olduğunu; yıldızlara asla ulaşılamıyacağını; güzel gösteren aynanın arkasının katranlı kağıtla kaplı olduğunu ve bizlerin uzay boşluğunda sadece bir zerrecik olduğumuzu bilmek!
Sadece güneş doğmaz sabahları, güvercinleri de vururlar; çırpınırken kanatları...
Bir gidiş gittin ki, dünya dönmüyordu, acım dinmiyordu. Gökyüzünde jetlerin bıraktığı iz gibi, anlatılmaz bir giz gibi, masmavi deniz gibi... İçimde, rengarenk biçimde, öyle bir yerleştin ki...
Kumsaldayım yine...Senin gittiğin ve benim dönmeni beklediğim yerdeyim. Etraf, zifiri karanlık bir gece gibi.Ben güne hasretken hep böyle olur. Sorma içimi hiç, bilmece gibi.Anlatılmaz dertler hep beni bulur.Ben kimim, neyim ben? İçinde esen, fırtına önünde zerrecik gibi. Ne yapsam, ne etsem karşımda hep sen; karanlıkta birkaç kerecik gibi.
Bir gizsin sen, bir derince iz, olamam sensiz. Rüyada bile olsa ağlama bensiz. Durma öyle sessiz...Yakarken gözlerin içimi, değişmesin bakışının biçimi; bir yosunlaşır, bir hatırlatır çimi...Eriyorum gözlerinin derinliğinde, bir geceyarısı serinliğinde.
En sultan yıllarımı sana adadım. Her yılın dörtte birini budadım, üçte birini boş şişelerde kutladım; kalanını uykuda...En güzel yıllarımın katili sendin! Sendin vuran beni prangalara! Ya sen, ya kahpe gülüşün, ya beni tutsak edişin en yaşlı totemlere? Ya özgür sandığım gecelerimi perde edişim sarışın saçlarına? Ya o yeşilin binbir tonuyla kahpe bakışın? Sen vurdun beni arkamdan, sendin beni kalleş kurşunların hedefi eden! Sendin vuran beni en derininden! Bir türlü gitmiyor gözlerimin önünden ihanetin, ben bedelini herkesten fazla ödedim...
Az mı kutladım başarını boş şişelerde? Az mı çektim zifiri karanlık gecelerden? Bir türlü sabah olmak bilmiyordu. Ben, gündoğumunu beklerden, sen başkalarıyla kadeh tokuşturuyordun! Tek dostum kumsalımız ve adımızı kanatlarına yazdığımız martılar olmuştu. Sen gitmiştin, ben bitmiştim, deniz kirlenmişti...Mavilikten eser yoktu, sadece ihanet çoktu.
Bu gece çok şey değişmeli, en yaşlı totemi öldürmeliyim içimde! Tabuları yıkmalıyım bir bir. Ayaklarım koşmamalı sana sicim yağmuru gibi. Kahpe gülüşlerine, sarhoş ağlamalarına aldanmamalıyım. İçimden seni söküp atmalıyım! Önce bir yılı dörde bölmeliyim. Sonra dördü on ikiye...On ikiyi ikiyle çarpmalıyım, artı üç, eşittir sana harcadığım yıllar...Yılları yakmalıyım, seni yıkmalıyım; içimden atmalıyım! En önemlisi, kahpe gülüşlerini unutmalıyım...
Hava, şimdiki yaşantın gibi karanlıktı, eski yüzün bir ışıkseli gibi aydınlıktı. O özlenen günlerdi, şimdi günler ucuzladı; herşey zaten bir anlıktı , hüzün sırtımı sıvazladı.
-
Yüregine isleyen bir bakis, iki damla gözyasi, bir türlü bitirilemeyen yarilanmis bir dans, insanin içine isleyen bir yalnizlik sarkisi...Bir bakiyorsun ki kumsala, akköpüklü dalgalara yazilan isim silinmis...Anliyorsun her sey yalan, insanlar degismis...Gökkusaginin renkleri silinmis; dünya delinmis...
Masmavi denizin derinliginde, bir geceyarisi serinliginde, sevilerin kimsesizliginde yakamozlari seyretmek, kumsalda yürümek ve marti çigliklarini dinlemek; gökkusaginin renklerini görmek için yagmurlarda islanmak, kar' in saf beyazligini görmek için ayaz gecelere katlanmak; en yasli totemden, en genç mabudeye degin kalbinde onlarca darbe olsa da sevgiye inanmak...Akköpüklü dalgalara yalnizligimi, marti kanatlarina adini yazmak...Geceleri dünyayi aydinlatan ayin bir tas ve kum yigini oldugunu; yildizlara asla ulasilamiyacagini; güzel gösteren aynanin arkasinin katranli kagitla kapli oldugunu ve bizlerin uzay boslugunda sadece bir zerrecik oldugumuzu bilmek!
Sadece günes dogmaz sabahlari, güvercinleri de vururlar; çirpinirken kanatlari...
Bir gidis gittin ki, dünya dönmüyordu, acim dinmiyordu. Gökyüzünde jetlerin biraktigi iz gibi, anlatilmaz bir giz gibi, masmavi deniz gibi... Içimde, rengarenk biçimde, öyle bir yerlestin ki..
Kumsaldayim yine...Senin gittigin ve benim dönmeni bekledigim yerdeyim. Etraf, zifiri karanlik bir gece gibi.Ben güne hasretken hep böyle olur. Sorma içimi hiç, bilmece gibi.Anlatilmaz dertler hep beni bulur.Ben kimim, neyim ben? Içinde esen, firtina önünde zerrecik gibi. Ne yapsam, ne etsem karsimda hep sen; karanlikta birkaç kerecik gibi.
Bir gizsin sen, bir derince iz, olamam sensiz. Rüyada bile olsa aglama bensiz. Durma öyle sessiz...Yakarken gözlerin içimi, degismesin bakisinin biçimi; bir yosunlasir, bir hatirlatir çimi...Eriyorum gözlerinin derinliginde, bir geceyarisi serinliginde.
En sultan yillarimi sana adadim. Her yilin dörtte birini budadim, üçte birini bos siselerde kutladim; kalanini uykuda...En güzel yillarimin katili sendin! Sendin vuran beni prangalara! Ya sen, ya kahpe gülüsün, ya beni tutsak edisin en yasli totemlere? Ya özgür sandigim gecelerimi perde edisim sarisin saçlarina? Ya o yesilin binbir tonuyla kahpe bakisin? Sen vurdun beni arkamdan, sendin beni kalles kursunlarin hedefi eden! Sendin vuran beni en derininden! Bir türlü gitmiyor gözlerimin önünden ihanetin, ben bedelini herkesten fazla ödedim...
Az mi kutladim basarini bos siselerde? Az mi çektim zifiri karanlik gecelerden? Bir türlü sabah olmak bilmiyordu. Ben, gündogumunu beklerden, sen baskalariyla kadeh tokusturuyordun! Tek dostum kumsalimiz ve adimizi kanatlarina yazdigimiz martilar olmustu. Sen gitmistin, ben bitmistim, deniz kirlenmisti...Mavilikten eser yoktu, sadece ihanet çoktu.
Bu gece çok sey degismeli, en yasli totemi öldürmeliyim içimde! Tabulari yikmaliyim bir bir. Ayaklarim kosmamali sana sicim yagmuru gibi. Kahpe gülüslerine, sarhos aglamalarina aldanmamaliyim. Içimden seni söküp atmaliyim! Önce bir yili dörde bölmeliyim. Sonra dördü on ikiye...On ikiyi ikiyle çarpmaliyim, arti üç, esittir sana harcadigim yillar...Yillari yakmaliyim, seni yikmaliyim; içimden atmaliyim! En önemlisi, kahpe gülüslerini unutmaliyim...
Hava, simdiki yasantin gibi karanlikti, eski yüzün bir isikseli gibi aydinlikti. O özlenen günlerdi, simdi günler ucuzladi; hersey zaten bir anlikti , hüzün sirtimi sivazladi.
-
Alıntı...
2004 senesinde Edremit körfezinden Eskişehir’e doğru yola çıktığım zaman, yaşadığım bir anımı yazmadan da geçemeyeceğim. Özellikle , “Tabakhaneye Bok Yetiştirmek!” amacı ile trafik kurallarını iplemeyip hız yapan sürücülere yönelik bir hikaye bu! Keyifli okumalar.
“ Bursa otobanının o süt kaymağı gibi yollarında ki km hızım 150’yi göstermekteydi. Yani bu hız bir şey değildi. Tabi bana göre. Ama o ne! Önüme sağdan bir zıp çıktı geçmesin mi? Bu bir Şahindi. Ve beni sağlamış önüme geçmişti. Baktım arka camında bir yazı var.
“ SIKIYSA GEÇ BENİ!”
Allah’ım, ya! Bu ne kışkırtıcı bir yazı! Biraz merak, biraz küçük bir tahrik ve biraz da altımdaki aracıma güvenip bastım gaza. Tabi sol sinyali yaktım. Geçit vermedi. Selektör yaptım. Yok, inatçı bu Şahin! Ee, ben de nu sağlarım. Ve geçtim önüne. Dikiz aynasından da baktım o sürücüye. Yüzümde geçtim onu işte diye başarı tebessümü belirdi, tabi. Aa, o ne!
Sağladığım aracın ön camında çok büyük harflerle bir yazı daha vardı. Pür dikkat o yazıyı okudum, ister istemez. Yazı üç kelimeden ibareydi.
“ ELİNE NE GEÇTİ?!.”
Çok doğru biz söz yazılmıştı. Evet, ne geçti? Kocaaa bir hiç! Sanki tabakhaneye bok yetiştirecektim. Eşim hep der. “Sakın hız yapma! Vardığımız yerde bize ‘ Geçmiş olsun diyeceklerine bırak, hoş geldin desinler…”
Aşağıda anlatacağım hikaye bizim ülkemizde yaşanmamıştır. Ama yaşanan birçok benzer trajedi olduğu gibi, adalet terazilerinde ve temyizde elenecek, bir alay kabarık dosyalar bulunmaktadır.
“Jack, yavaşlamadan önce Takometreye baktı: Hız limitinin 50 olduğu yerde 73 ile gidiyordu ve son dört ay içerisinde dördüncü defa polis tarafından durduruluyordu. Bir insan nasıl bu kadar şanssız olabilirdi?
Jack, arabasını sağa çekti. 'İnşallah şu anda yanımızdan daha hızlı bir araba geçer' diye düşünüyordu.
Polis elinde kalın bir not defteri ile arabadan indi.
Bob? Bu Polis Kiliseden Bob değil mi? Jack iyice arabasının koltuğuna sindi. Bu durum bir cezadan daha kötüydü. Kiliseden tanıdığı bir Polis, arkadaş olduğuna bakmaksızın birini durduruyordu. Hemde hızlı gidip, trafik kurallarını ihlal ettiği için.
- 'Merhaba Bob. Birbirimizi yeniden böyle görmemiz çok ilginç'
- 'Merhaba Jack' Bob gülümsemiyordu. 'Beni, karımı ve çocuklarımı görmek için eve giderken yakaladın'
- 'Evet öyle' Bob umursamaz görünüyordu.
- 'Son günler eve hep çok geç geldim. Çocuklarım beni uzun süredir hiç görmedi. Ayrıca Dıana, bana bu akşam Patates ve biftek yiyeceğimizi söyledi. Ne demek istediğimi anlıyor musun?'
- 'Evet ne demek istediğini anlıyorum. Ayrıca trafik kurallarını ihlal ettiğinide biliyorum.' diye cevapladı Bob.
- 'Eyvah! Bu taktik fazla işe yaramayacak gibi. Taktik değiştirmek gerekli' diye düşündü Jack 'Beni kac ile giderken yakaladın?'
- 'Yetmiş. Lütfen arabana girer misin?' dedi Bob.
- 'Ah Bob, bekle bir dakika lütfen. Seni gördüğüm anda Takometreye baktım. Sadece 65 ile gidiyordum.'
- 'Lütfen Jack, arabana gir' diye üsteledi Bob.
Jack canı sıkkın bir şekilde arabasına girdi, kapıyı çarparak kapattı. Bob not defterine bir şeyler yazıyordu. 'Bob niye benim ehliyetimi ve araba ruhsatımı istemiyor ki' diye düşündü Jack.
Ne olursa olsun, bundan sonra kilisede bu adamın yanına oturmaktansa, birkaç Pazar Jack kiliseye gitmeyecekti.
Bob kapıyı tıklatıyordu. Jack arabasının penceresini 5 cm kadar açtı. Bob Jack'a bir kağıt verdi ve gitti. 'Ceza değil bu' diye kendi kendine soylendi Jack. Bir anda sevinmişti. Bu bir yazıydı ve kağıtta şunlar yazıyordu:
- 'Sevgili Jack, benim çok güzel bir kızım vardı. Altı yaşındayken çok hızlı araba kullanan biri tarafından öldürüldü. Bu kazadan dolayı, adam cezalandırıldı. 3 ay hapishane cezasıydı bu. Bu adam hapishaneden çıkınca kendi çocuklarına sarılıp, öpüp, onları tekrar koklayabildi. Ama ben... Ben kızımı tekrar koklayabilip, öpebilmek için, cennete gidinceye kadar beklemem gerekiyor. Bin defa adamı affetmeye çalıştım. Bin kerede başardığımı zannettim. Belki başarmışımdır, ama hala kızımı düşünüyorum. Lütfen benim için dua et ve dikkat et Jack, tek bir oğlum kaldı.'
Jack 15 dakika kadar bir süre yerinden kıpırdayamadı. Daha sonra kendine gelip, yavaş yavaş evine gitti.
Evine varınca, çocuklarına ve karısına sıkıca sarıldı.”
Hayat çok değerli ve kısa. Sürekli dikkat etmemiz ve başka insanlarının haklarına da saygı göstermeliyiz. Yeni bir arabayı her hangi bir galeriye gidip, uzun vade de bile olsa alma şansımız olabilir. Ya kaybettiğimiz, “Bir can!” ise! Peki o canı nasıl satın alabiliriz? Tabakhaneye Bok Yetiştirecek değiliz ya! Hız yapma isteğimize azcık fren yapacağımıza inanıyorum, bu hikayeden sonra…
Ne zaman direksiyon başına geçsem bu hikaye aklıma geliveriyor. Tüylerim diken diken oluveriyor. İşte o zaman ayağımı gaz pedalından azıcık çekiveriyorum. (- Bu yörenin insanı gibi yazarsam hiç şaşmayın, sakın!-)
-
Çocuklugumda, herkesten çok sevdigim bazi kisiler vardi. Isste bunlardan biriÇüsük hatçeNine’ydi. Annem hastalanip hastaneye yatiiginda, bize bakan akrabamiz. Ona nedençüsük hatçeNine diyorduk, bilmiyordum. Akrabamizdi ama, akrabalik derecesini de bilmiyordum. Bizim ninemizdi iste. O, yalniz bizim degil, bütünmahalleninçüsük hatçeNinesiydi. Çok yasliydi, kisa boyluydu. Hafif kamburu vardi. Egilerek yürüdügü için, boyu daha da kisalirdi. Konusurken agzinda birkaç tane kalmis disleri görünürdü. Yemek yerken zorlandigini farkederdim.
O yasli halinde peskir dügümlerdi.( Peskir, yerli dokuma kumasindan yapilan havluydu. Bu havlunun uçlarina, makröme dügümüyle dantel gibi bir sey yapilirdi. Yapilan bu ise, peskir dügümlemek denirdi.) Becerikli ablam,çüsük hatçe Nine namaza durdugunda, hemen peskiri alir, dügümlemeye devam ederdi. Ninemizin namazi bitirmesine yakin, hemen birakirdi. Ablam o yasta bile çok becerikliydi.O yastaki çocugun yapamayacagi seyleri yapardi ablam.çüsük hatçe nine peskiri tekrar eline aldiginda, ablamin peskiri dügümledigini farketmezdi bile. Demek ki ablam, onun kadar güzel yapabiliyordu. Bu nedenleçüsük hatçe Nine, ablamin yaptigi yeri anlayamiyordu. O zaman ben ablamla gözgöze gelir, ninemize belli etmeden gülerdik.
Annem rahatsizlanmisti bir gün. Babam annemiG.Antep'e götürdü. Ve annem bir müddetG.Antep'de kaldi. Sanirim hastanede yatiyordu. Bize her seyi açik açik söylemiyorlardi. Onun için, anneme ne oldugunu, nerede oldugunu tam olarak bilmiyorduk.
çüsük hatçeNine çok uysal bir kadindi Bize hiç kizmaz. Biz de onun bu yumusakligindan yüzbulur, yaramazliklar yapardik. Gece olup yataklarimiz serilince, canavarcilik oynamak gibi. Canavarcilik çok zevkli bir oyundu. Ablam yorganin altina saklanirdi.Ben canavar olurdum.Ablam da, kendini canavardan korumak için, bana saldirir, gerçek canavar görmüs gibi çigliklar atardik.Yüzüme, agzima ve gözlerime korkunç sekiller verirdim.
çüsük hatçe nine bize bir seycikler demezdi. Oturdugu sedirde, ne oldugunu anlamadigim bir seyler mirildanarak peskirini dügümlemeye devam ederdi. Söyledikleri ilâhi miydi, türkü müydü anlayamazdim.Namaz kilarken ona sakalar yapardik.Onu güldürmeye çalisirdik. Onun tam secdeye inecegi zaman, seccadenin üzerine yatardik.Sonra da yaptiklarimiza kahkahalarla gülerdik.çüsük hatçeNine namaz sirasinda güçlü bir “Allahüekber” sesiyle biziuyariirdi.
Belki tüm bunlari, annemizin yoklugunun üzüntüsünü üzerimizden atmak için yapiyorduk. Genelde uslu çocuklardik.çüsük hatçeNine de sanki bizim duygularimizi anliyor gibiydi. Bize kizmiyor, bizi incitmiyordu. Annemizin yoklugunda, bizim bir tarafimizin kirik oldugunu biliyordu. Ilk bakista annemizin hastaligi sanki biz çocuklarin hiç umurumuzda degilmis gibi görünse de, aslinda öyle degildi. Evet, zaman zaman yaramazliklar yapiyor, eglenceli oyunlar oynuyorduk ama, içimizde firtinalar esiyordu. Gece yataga girdigimde ve oyundan dönüp evde annemin yerineçüsük hatçeNine’yi gördügümde çok kötü oluyordum. Kimseye göstermeden agliyordum. Gögsümün içinde yanan bir ates var gibiydi. O ates yandikça, ince bir sizi duyuyordum. Annemi hem çok özlüyor, hem de çok merak ediyordum. Annemize bir sey olursa, biz ne yapariz diye düsünüyordum.
Aradan çok uzun yillar geçmesine ragmen,çüsük hatçeNine'yi hiç unutmadim. Annemin yoklugunda bize sahip çikançüsük hatçeNinemi çok seviyor ve kendisini saygiyla aniyorum.
.
Edited by - Yankee SAT on 6/29/2006 11:27:42 AM
-
Alıntı...
Her insanın kara kaplı bir defteri vardır içindeki karanlıkları yazdığı…
Her insanın bir hikâyesi vardır kimisinin yalnızlık! Onunda yalnızlıktı
Kalabalığın içindeki yalnızlık…
Bir gün dedi ki:
Öyle kötü ki bir bilsen tutunacak dalı olmaz insanın bir boşlukta savrulur
hep
(dinledim acıları yüzüne vurmuştu dostumun belli ki onu çok incitmişlerdi)
insan boşuna gelmezmiş dünyaya dedi.
Doğru (dedim)bir nedeni vardır elbet.
Düşünüyorum dedi
Neyi değim
Dünyaya neden geldiğimi… Ben neden burdayım? Görevim ne? Ne için? Kimin için? Burdayım?
Yaşamak için mutlu olmak için ve insanlığa fayda getiresin diye...
Hepsi bir yana aslında sen kendin için burdasın dedim.
Öyle anlar oluyor ki (dedi)hiç bir bey gelmiyor insanın elinden Ağlamaktan başka…
Ağlıyorum sonrada utanıyorum ağladığım için(dedi)
Ağlamak yakışmıyor bana.(ağlıyordu ve çok güzelleşiyordu ağlarken)
Ağlamak ne kadar güzeldir bilir misin dedim doya doya kana kana ağlamak... Ağladıkça ağlar insan sen hiç ağlarken kendini izledin mi aynada?
Ne kadar güzelleşir insan
Süzülür gözyaşların narince yanaklarından kristal parçaları gibi.
Herkese yakışır ağlamak sana da çok yakışıyor.
Tatlı bir tebessüm etti dostum
Sahiden yakışıyor mu bana ağlamak?
Çoook… Dedim baksana aynaya
Gülümsedikçe çukurlaşıyordu gamzeleri ve kristal damlalar
Yanağındaki çukurları dolduruyordu…
Yıllardır uğraşıyorum kalbimi taşlaştırmaya olmuyor yapamıyorum…
Kalbi taşlaşan insan hiç ağlamaz mış öyle diyorlar hiç üzülmez dertlenmezmiş. Öylemi?
(sustum cevap veremedim)
ne kadar istiyorum böyle olmayı bir bilsen dedi
ya ağlıyorum doya doya kana kana ya yazıyorum sonra yazdıklarıma da kıyıyor yırtıyorum dedi
bazen boğuluyorum ölüyorum artık diyorum
Canın çıkması da kolay değil ki dedi(sadece dinliyordum)
Nasıl olacak acaba ölümüm dedi onu düşünüyorum. Ne zaman nerde nasıl
Kaderle mi ecelle mi?(dostum aslında acılarını anlatırken bana bir bey öğretmişti
Farkında olmadan o zamana kadar ölüm hiç aklıma gelmemişti! Ya da işime gelmemişti…
Hani biz genciz ya sözde yaşlanıp öleceğimize inanırız ya… Ya da öyle olduğuna inandırılırız ya hep… Aslında her insan birazcık ölümü düşünmeli…
Yarına çıkacağımız ne malum şimdi düşünüyorum
Ne zaman nerde nasıl olacak ölümüm acaba
Ölüm gence yakışmıyor aslında...
-
Alıntı...
Karla beraber doğmak o kadar güzel ki, bir adam boyu cinsinden bembeyaz bir örtü sarmış etrafı. Annem beyaz tenimi rusları doğrular şekilde karın yağışına bağlar. Fakat bu alışa gelmişliğin tam tersine sıcak kanlı olduğumu düşünürüm hep. İç anadolu kökenime rastlantı, annemin benzetmeleri inat. Yaşımın küçük olması nednse arkadaşlarımın yaşlarının büyük olmasını getirdi. Küçük yaşta olgunluk nedir? onu öğrendim derken çocukluk senfonisi içinde buldum kendimi. Eğlencenin merkezi, aslolan "hayattır" ilkesine terstti. Bilmiyordum ki o zamanın komedisi şimdikinin birebir dertleriydi. Boş zamanlarımı değerli bir şekilde dolduramamıştım ama balkondaki park manzarası her zaman çocukluğumun "yalnız taktaravalyesi" idi. Ege, tatilimin odak noktasıyken İzmirin kızlarını fark edemedim. Karşıyaka, bağırsam duyucaktı yunanın teki. Her tatilimde "barışın" anlamını öğrenmiştim. Sonra söylenen " bir elimde defne bir elimde sevda. Kalbim egede kaldı." şarkısı çok anlamlıydı. Keşke yine söyleyebilsekle kaldığım zamanlar bile ayrı tatları yaratırdı. Oysa İstanbul'un eksozlu havası, para kokan anlarda adeta karadeniz oksijeni değerinde olurdu. Hiçbir yerde yoktur aslında, mekan-ı şahane buralar. Fatih fet etti biz mahvettik. Yinede "KALBİM EGEDE KALDI"
-
“Anne ne olur beni de kaldır olur mu?.. Bak kaldırmazsan küserim sonra”… Her seferinde yalvar yakar olurdum anneme. Saatlerce dil döker “Tamam kaldıracağım” sözünü aldıktan sonra, bir an önce uyumaya bakardım. Bir an önce uyumalıyım ki, sahurda kolaylıkla kalkabileyim…
Kimi zaman annemin uyandırmasına bile gerek kalmaz, davulun sesini duyar duymaz yataktan fırlayıp, soluğu pencere kenarında alırdım. Yüzümü cama dayar – ne dayaması adeta camla bütünleşir- biraz korku, biraz da sevinç karışımı bir duyguyla davulcunun her hareketini soluksuz izlerdim. Korkardım: Çünkü, gecenin zifiri karanlığında, el fenerinin cılız ışığı öylesine oyunlar oynardı ki, davulcu ve yamağı karşı evin duvarına yansıyan gölgeleriyle “Gulyabani” gibi üzerime üzerime gelirlerdi. Sevinirdim: Çünkü, her gece bizim için ayrı bir mani yakılırdı… bakalım bu gece neler söyleyecek diye sabırsızlıkla beklerdim. Aynı sabırsızlığı o da gösterirdi. Özellikle de ışığımızın yanmadığı ve bahşişin geciktiği zamanlarda… İşte o zaman davulun tokmağına daha bir asılır, gecenin sessizliğini daha bir yırtardı hiç sıtma görmemiş sesiyle:
“Üzümüm var ezilecek
Tülbentlerden süzülecek
Çok bekletme Ahmet Ağbi
Çok yerim var gezilecek…”…. Güm be de güm güm… Güm be de güm güm…
Bahşişini alır ve karanlığın içinde, geldiği gibi kaybolup giderdi ardında ateş böceği misali bir bir yanan evlerin ışığını bırakarak…
Asıl cümbüş ondan sonra başlardı. Bir telaş bir telaş ki sormayın… Önce ocağa çay suyu konulur, sonra akşamdan hazırlanan yemekler ısıtılıp dizilirdi yer sofrasına… mutlaka ama mutlaka radyo açılır, şarkılar, türküler eşliğinde yenirdi yemekler… Bol bol da çay içilirdi yemek sonrasında… “Çok çay içelim ki akşama kadar susuzluk çekmeyelim!..” derdi babam… Sahur sofralarının keyfine doyamazdım. Gözümden uyku aksa da, o sofrada bulunmanın, ailemle birlikte o heyecanı, o coşkuyu yaşamış olmanın keyfini hiçbir şeye değişmezdim.
Ağabeyime, ablama oruç yasağı yoktu ama bana vardı. “ben de oruç tutmak istiyorum!..” dediğimde, “Olmaz sen daha küçüksün, dayanamazsın!” cevabını alırdım. Ama ben yine de gizlice tutardım. Tutardım da, o gün öğleni zor ederdim. Neyse ki çocukların “Tekne orucu” tutma gibi bir hakları vardı. Ne demekse!... Öğlene kadar bir şey yeme, öğlen ye… Öğleden sonra yine bir şey yeme, iftarda yeniden ye… yine büyüklerin engin hoşgörüsünün bir yansıması olsa gerek bu Tekne Orucu… zaten çocuklar ne yaparlarsa yapsınlar affedilmeye layık değiller midir?...
Benim için ramazan günlerinin vazgeçilmezlerinden biri de gece eğlenceleriydi.
Mahalle meydanına kurulan Cambaz, iftardan sonra gösteriye başlardı. Ramazan boyunca hemen her gün giderdik Cambaz’ın gösterilerini izlemeye… İpin üzerinde yürürken bize korkulu anlar yaşatan palyaço boncuk’u, şapkasından tavşan çıkaran sihirbazı, allı-pullu giysiler içinde kantolar söyleyen çadır şarkıcısını hiç ama hiç unutamam… ve hâlâ yankılanır durur kulağımda o günden bugüne…
-
İçimde anıların tortusu. Anlatılmıyor, yazsan yetmiyor; cümleler, harfler azalıyor birer birer. Yetemiyor. Hani gidenler bilirler, uzakları olmuştur çoğumuzun. Hasretlerin gecelere döküldüğü, hüzünlerin içimizde bir yerlere aktığı, sayfalarca uzaklar.
Hangi gecesini anlatsam, hangi gündüzünden bir parça kopartıp atsam azalır ki bu kanayan geçmişim.
Ah yazıma bulaştırdım, işte kanadı, akıttım sonunda yazmaklarımı.
Ah onlarca yazdım da bir defa düşmemişti ellerimden; kan.
Ağlama yüreğim, yaz ellerim.
İlk zamanlar ne kadar güzeldi, uzaklarda olmak, başka şehir, her şeyin başkalaşması günden güne. Ben bile başkalaşır buldum kendimi. Yani tat almak, değişik mekanlarda, değişiklikler içinde her şeyle ahenge düşmek. Öyle bir başkalaşmak bu, kendimden gitmedim, onca sağladığım uyuma rağmen. İzmir`di, güzel şehirdi. Sıcaktı .. Palmiyeler, erken gelen yazlar, kısa süren kışlar, bir de günlerce yağmurlar. Üşürsen tam üşürdün ..
İstanbul’uma özlem çabuk bastırdı. Lapa lapa kışlara hasret, şehirde denizin yeşiline özlem, martı çığlığına aç bir ben, yalnız bir ben, doğdu gecenin bir vakti.
Sarsıldı derinden, yer yer damladı gözlerim. Şaşkın.
Ne zaman ki duymadım vapurların çığlıklarını, hani ya, simit atamadım ya, kuşlara, ah işte o an, kime anlatayım nasıl yazayım ..
İstanbul’a gelişlerim oldu, saymadım, defalarca. Her defasında dönmenin daha zor olduğu dönüşlerim, gemide yağmurlara karışan göz yaşlarım. Şehre girip de köprüye varınca, gökyüzünün bile ne kadar yükseklerde olduğunu görürdüm. Öyleydi ama, öyle birikmişti ki içimde hasret, bir nefeste içime çekesim gelirdi koskoca şehri. Eksoz kokularını özlediğin koca bir şehir. Giderken dargındım, beni sığdıramadın kendine diye haykırırdım gecelerce. Suçlusu şehir değildi elbet, ben şehri suçlardım. Çocukluğuma yakışmayan sebeplerden, gittiğimi sakladım içimde, hala da saklarım.
Özlem var ya özlem, mesafelerde yaşanmıyordu sadece. İnsan nereye gitse içinde bir parçaydı özlemek. İzmir’de İstanbul’a ağlardım, İstanbul’umdayım artık, yine var, İzmir’de sevdiklerim, gökyüzünde yağmurlarım var. Nerede olsan bir yarında hasret var. Hayat bir bulmaca olsa, bir parça ki, boş bırakamazsın, karelerce özlemek var.
İnsanlaradır en zor olanı; özlemenin.
Kaç gece İstanbul’a, kaç gündüz martıların yokluğuna ağladımsa şimdi ağlamıyorum ama uzaklarda insanlarım var. Onlar bana ben onlara hasret.
Anladım ki; uzakları olsun istiyor insan. Özlemeli, ağlamalı, kavuşmalı zaman zaman. Hiç olmazsa, -sarılmalar- o zaman tadı yok bu hayatın.
Bir de dedim ya; Gökyüzünde yağmurlarım var. Yağmur bile yağıyorsa, kim kime kavuşmaz ki bunca zaman.
Tüm uzaklarda olanlar için;
İçten olsun sevgin, bir gün mutlaka senindir, birleşir ellerin.
En önemlisi –sevdiğince- sevildiğin, olsun özlediğin.
.
-
Küçük yaşlardayken başlamışdı kızlarla maceram. fakat o zamanlar şimdikinden daha kolay ve anlamsızdı yaşananlar. her çocuğun hayatında mutlaka oynadığını düşündüğüm bir oyundu bizimkisi < evcilik>. kural basitti. erkeler işe gider kızlarda evin işleriyle meşgul olurlar daha sonra da yemek yiyip yatarlardı. bu durum büyüklerimizin arasında gülüşmelere sebeb olurdu. neden güldüklerini söylediklerini anlamazdık tabii daha küçük ve körpe yüreklerimizde kötülük ve olgunluk yoktu. hayatın gerçeklerini kavramamıştık henüz. karılarımız bizi işe uğurlardı. erkekler olarak hep beraber işe giderdik hurda bir metal yığını üsütnde ki kolları haraket etirerek çalışıyormış gibi yapardık. karılarımızda evin işleriyle ilgilenir ve kendi aralarında dedikodu yaparlardı. eve geldiğimizde bütün arkadaşlar toplanır erkekler bir tarafta kızlar da bir tarafta konuşurduk. bunlar tabii ki ailelerimizden ve televizyondan gördüklerimizdi. en büyük savaş erkekler arasında eş seçerken yaşanırdı. bu savaşın seyrinde kızların istekleri de önemliydi elbet. eğer karınız olacak kişiyi o gün etkileyecek espiri ve kelimeler yada üstünlük sağlayacak bir güç var sa bu o zaman mahalledeki erkek çocuklarında forma ve takım şapkalarıyla moda olan ve bulunan bir aksesuardı. kimi zaman anlaşamaz yada mızıkçılık yapan olurdu bu herkes olabilrdi. her an değişebiliyordu. bir gün eş seçimin de etkilendiğim kızın beni istememesi beni delirtmiş ve küsmeme sebeb olmuştu. bir daha da evcilik oynamamıştım. artık kızlarla televizyonda gördüğüm ama bana ilginç gelen yatak sahnelerinde beraber olmak gibi bu sadece çocukça bir durum birbirimizi öpüp kokluyor birbirimize sarılıp yatıyorduk.zamanla bu durumun bir iç güdü ve hayatın değişmez kanunlarından biri olduğunu öğrenecektik.mahalede en yakın arkadaşlarımızla üçlü yada dörtlü bir çete kurardık o zamanlar televizyondaki çigifilm yada film kahramanlarının adlarını kendimize seçer komşunu eriklerine dalar yada kümesindeki yumurtaları yürütürdük aşşağı mahalledeki çocuklarla bölge kavgalarımız olurdu sık sık hep galip gelirdik bir keresinde elimze aldığımız taşları aşşaıya doğru fırlattık onlarda bize atıyorlardı. sonuçta birini kafasını yarmışız annesi nasıl olduysa bizi yakalayıp annelerimize şikayet etti . sonuçta dayağı yemiştik.gazoz kapaklarıyla oynadığımız oyunlar misket, spor toto, şerefine yaptığımız mahalle maçları,çizgi roman kitaplarına oynadığımız para tutmaca hep özlediğim oyunlardı. insan çocukluğunu özlüyor o arkadaşlıklar ve güzel neşeli günler aranmazmı?şimdi ise hayatın ağır sorumlulukları ve birmek bilmeyen sorunlarıyla boğuşuyoruz yaşamaya çalışıyoruz tek başımıza bu dünyada tüm güçlükleri yenmek elbette zaman isteyen şeyler en acısı da yaşanan ayrılıklar. sonu gelmeyen dert dolu günler gülmek eskisi gibi sık sık yapabildiğim bir duygu değil artık. beni anlayacak ve hayatı beraberce sırtlanabileceğim bir partner bulmak neredeyse çok güç, ama imkansız değil. bir gün gelir bizde birine evet deriz. hayat hızla akıp gidiyor zaman kavramı hep aynı bizler değştik yalnızca. özlüyorum mutlu günlerimi, çocukluğumu keşke tekrar çocuk olabilsem o günlere dönebilsem.
-
Alıntı...
Doğduğum kasaba olan Balyaya dönüşüm tarihim olan bin dokuz yüz doksan dokuz ve iki bin bir tarihleri arasında bir zaman idi.
Çarşıda esnaflık yapmakta olan bir arkadaştan bir malzeme satın alır iken haber aldım.
Diyordu:Müfide şu tarihte Öğretmenler lokalinde bizim döneme ait ,tüm İlk.Okl.arkadaşları bulabildiğimiz kadarı ile toplanacağız haberin olsun,bekleriz.
Çok sevinmiştim.Heyecan ile toplantı tarihini beklemeye başladım.
Ve o gün geldi,gittim,daha da heyecanlanmıştım.Tüm arkadaşlar da öyle idiler zaten.
Birbirimizi tanımamız mümkün değildi.
Çoğunluğumuz gözlüksüz bir şey okuyamıyorduk artık.Bu durumda birbirimize gülüşüyorduk...
İsim soy adlarımızı söylemeye başlayınca,birbirimizi tanımaya başladık.Tabii epeyce de zorlanıyorduk tanımada...
Çünkü artık hepimiz kocaman bay ve bayanlardık.
Yanlız kesin beş seneyi İlk.Okl.da beraber geçiren talebe kişilerdik.Hepimiz de çok akıllı cin gibi aynı zamanda,çok saygılı uslu çocuklardık.
Ne güzel arkadaştıkOgünkü toplantı da bunun bir ispatı idi zaten.
Ogün yine çocuktuk sanki,öyle mutlu idik beraberliğimizden...
Ayrılık zamanında seneye yine aynı tarihte aynı yerde buluşmaya söz verdik.Lakin iki bin bir senesinde Balyadan yine Balıkesire taşınmamız ile birlikte bir daha arkadaşlar ile görüşmemiz kısmet olmadı.
Bizlere ad soy ad ve tel.nolarımız olan zarflar verildi.
Sanırım diğer yıllarda toplantı yapılmadı?Yapılsa idi bana tlf ile haber verilirdi?
Hay Allah!Okağıtta benim sadece ev tlf nom vardı.Demek ki belki toplantı yine yapılmıştır.
Ara sıra arkadaşların adres ve tel nolarının olduğu bu zarfı açıp bakıyorum.
Hatta bu zarfı sağlık karnemin kılıfı arasında tutuyorum.
Şu anda İzmirde ikamet etmekteyim.
Kurban Bayramında İzmirde ikamet etmekte olan bir kaç arkadaşa Bayram tebriği gönderdim.Aynı alakayı buldum,sağolsunlar.Balyada bulunan arkadaşa telefon edip her sene toplantının devam edip etmediğini,ediyorsa tarihini sorup öğreneceğim.
Ya Allah,ya kısmet...
Uzak veya yakın belki yine gider mi giderim,kısmet olur ise.
Ne güzeldi çocuk olmak.
Ne güzel bir durum ergin olmak.
Herşeyi sevmek,sevebilmek ne güzel...
-
Alıntı...
Yıllar önceydi. Bir aile dostumuzun kızlarının nikâh töreni için Ankara’ya gitmiştik. Nikâh Atakule’deki nikah salonunda kıyılacaktı. Nikâha son anda yetiştik. Nikâh merasimleri bende hep hüzün uyandırmıştır. Gözlerim dolu dolu izlerim töreni. “Mutlu günlere ilk adımlarını atan gençleri ilerde acaba nasıl günler bekliyor? “diye düşünürüm.”Her evlenen mutlu olmak için evlenir. Acaba bu gençler mutlu olabilecek mi?” diye kendi kendime sorarım.
Evlenen çiftler kadar onların anne ve babalarını da düşünürüm.” Evlâtları; hayatlarının en önemli kararlarının altına imza atarken, anne- babalar ne hissederler acaba? “diye merak ederim. İşte o gün de öyle oldu. Hüzünlenerek ama kimseye de hüznümü belli etmeden izledim nikâh törenini. Gençlere ömür boyu mutluluk dileklerimizi sunarak ayrıldık salondan.
Kızım ve eşimle birlikteydik. Onlar asansöre binerek kuleye çıkmak istediler. Benim onlarla birlikte kuleye çıkmam gibi bir durum asla söz konusu olamazdı. Çünkü ben asansöre binmem. Daha doğrusu binemem. Dört beş katlı bir apartmanın asansörüne bile. Bir- iki dakikalık asansör yolculuğu , bana yıl kadar uzun gelir. Otuz katlı binanın merdivenlerini tırmanmayı göze alırım, yine asansöre binmem. Asansörün içinde nefes almakta güçlük çektiğimi hissederim. Asansör bana kibrit kutusu kadar küçük gelir. Asansöre binenlere de “merdiven çıkmanın çok sağlıklı olduğunu” söylerim. Asansör korkuma bir mazerettir bu aslında.Yıllardır bana birileri “Canım ne var korkacak !” dediler durdular hep. yİNE Binmedim asansöre.
Bir kenarda eşimin ve kızımın dönmelerini beklemeye başladım. Çok iyi gözlemciyim. Nerede olursam olayım etrafımı devamlı gözlemlerim. Etrafımda hep bir şeyler ararım. Bu beni hem can sıkıntısından kurtarır, hem bana mutlaka birşeyler kazandırır. Öyle dalgın gözlerle bakmam etrafıma. Gördüklerimden, izlediklerimden, hatta duyduklarımdan bir şeyler yakalamaya çalışırım. Doğal olarak da bunun sonucunda; birçok kişinin gözünden kaçırdığı şeyleri yakalayabilirim....
O gün de öyle oldu. Eşimin ve kızımın dönmelerini beklerken etrafı izlemeye başladım. Buradaki insanların hemen hepsinin çok iyi giyimli olduklarını farkettim. Normal bir zamanda, herhangi bir yerde görebileceğiniz insanlar topluluğu değildi sanki. Özel seçilmiş, belli bir kültürü almış insan topluluğu gibiydi. Nedense, o insanlar içinde kendimi çok farklı hissettim. Sanki onlardan ayrı, onlardan uzak.
O arada biraz ötede iki erkek çocuğu dikkatimi çekti. Nereye gitsem, önce çocuklar çeker dikkatimi , sonra çiçekler. Çocukların ikisi de ilkokul çağında görünüyordu. Üstleri başları, diğerlerinin aksine pek muntazam değildi. O çevredeki insanlardan farklı görünüyorlardı. Ancak, öylesine rahat davranıyorlardı ki çocuklar; kendilerinden başka hiç kimse yoktu sanki orada. Birbirleriyle itişiyorlar, kakışıyorlardı. Kovalamaca oynuyorlardı. Tırabzan şeklinde uzatılmış demirlerin altından geçiyor; üstüne çıkıp yere atlıyorlardı. Bütün dikkatimi onlara vermiştim.
Bana öğrencilerimi hatırlattılar. Neşeleri hoşuma gitmişti. Onlarla beraber ben de eğleniyordum. Birdenbire kanım kaynayıvermişti onlara. Rahat tavırları, umursamazlıkları ilgimi çekmişti. Yaptıklarının doğru olup olmadığı umurlarında bile değildi. Benim onları izlediğimin farkında değillerdi. Neşeyle oyunlarına devam ettiler.
Bir ara güreş tuttular, yerlerde yuvarlandılar. İçimden “Çocuk olmak ne güzel,” diye geçirdim. Doğrusu onların yerinde olmak istedim. Ya da onlarla birlikte oynamak. Biz büyüklerin yapması hoş karşılanmayacak şeyler, onlar için normaldi. Çocukların davranış özgürlüğü vardı. Yanlış bir şey yapsalar dahi onlara kızmıyorduk.” Çocukluk işte!” deyip geçiyorduk. Onlar, büyüklere nazaran özgürdüler, rahattılar. İşte bu izlediğim çocuklar da böyleydi.
Ben onları keyifle izlerken az ötede, iyi giyimli iki genç bayanın; bu iki çocuğa bakarak, yüzlerini ekşiterek birşeyler konuştuklarını farkettim. “Ay!” dedi birisi.” Şu çocukların pisliğine bir bak. Üstleri başları kir içinde.” Dikkatle baktım, gerçekten öyleymiş. Onlar söylemeden hiç farketmemiştim. Devam etti aynı şık bayan: “Ayaklarında çorap da yok galiba.” Çocukların ayaklarına baktım, gerçekten çorap yoktu. Bu arada çocuklar itişip kakışmaya, yerde yuvarlanmaya, gülüşmeye devam ediyorlardı. Sonra diğer şık bayan aldı sözü: “ Şunların boyunlarına bak. Kirden, kaplumbağa gibi olmuş. Tırnakları da kepçe gibi,” dedi iğrenerek ve yüzünü buruşturarak. Dikkat ettim, gerçekten de öyleydi. Yalnız başka bir şeye daha dikkat ettim.Bu bayanların tırnakları da kepçe gibiydi.
Benim çocuklarda görmediğim şeyleri o şık bayanlar görmüşlerdi. Bu bayanlar da nereden çıkmıştı! Onlardan önce bu sevimli yavruları ne güzel izliyordum. Ne kirlerini görmüştüm, ne paslarını, ne de uzun tırnaklarını. Canımı sıkmıştı bayanlar. Neşemi bozmuşlardı. Güzel bir rüyadan uyandırmışları beni.
Bu arada eşimle kızım kuleden indiler. Hemen arabamıza atlayıp, dönüş yolculuğuna başladık. Onlar Atakule’deki asansörden gördüklerini bana anlatıyorlardı. Ben ise, biraz önce gördüklerimi ve o iki bayanın konuşmalarını düşünüyordum. O bayanların çocuklara karşı nasıl böyle acımasız ve katı olabildiklerine anlam veremiyordum. O bayanlarla benim, çocuklara bakış açımız ne kadar farklıydı. Onlar çocuklardaki yanlışları ( “çirkinlikleri” demeye dilim varmıyor) görmüşlerdi, ben güzellikleri görmüştüm. Ben çocukları sevmiştim, onlar iğrenmişlerdi. Çocukları izlerken benim yüzüm aydınlanmıştı, onların ise yüzleri ekşimişti. Bu aslında o kadar doğaldı ki. Çünkü ben bir öğretmendim. Öğretmene yakışan da buydu. Ben eğer çocuklarda var olan güzellikleri göremeseydim, yıllarca severek öğretmenlik yapabilir miydim! Öğrencilerimin uzun tırnaklarından, kirli ellerinden iğrenseydim, öğretmen olabilir miydim? Ya da ne kadar başarılı olabilirdim?
Ben çocuklardaki güzellikleri gördüm hep. O güzelliklerden yola çıktım. İşte iyi bir öğretmen olmanın sırrı buradaydı: Çocukları sevmekte, onlara sevgi dolu bir yürekle bakmaktaydı. Onları anlayabilmekteydi. Eğer çocukları seviyorsanız, onlardaki güzellikleri yakalayabiliyorsanız, onların herşeyine katlanabilirsiniz. Çocukların eksilerini değil, artılarını göreceksiniz. O artılardan yola çıkacaksınız. Eğer yanlışları düzeltmekten işe başlarsanız, asla başarılı olamazsınız. Çocukları küstürürsünüz. Sonra, seveceksiniz, sevdiğinizi hissettireceksiniz. Çocuk sevildiğini bilecek. Öğretmeni tarafından sevildiğini bilen çocuğa güven gelir. Öğrenme isteği gelir. Onların duyduğu bu güven , sevilme duygusu ve öğrenme isteği, hem çocuğu başarıya götürür hem öğretmeni. Sonra da o eksiler zamanla kaybolur gider.
Çocuklarda çoğumuzun göremediği öyle güzellikler var ki. Bunu ancak, çocuklara sevgiyle yaklaşanlar görebilir. Öğretmenlik yıllarımda, her çocuktaki güzelliği görmekte hiç zorlanmadım. O nedenle, onları eğitirken ve öğretirken, pek fazla sıkıntı yaşamadım. Çocuklara bu şekilde yaklaşmam, başarılı olmamda çok büyük bir rol oynadı. Benim işimi kolaylaştırdı.
Çocuklar bir dünya, çocuklar bir kaynak.Onlara yaklaşmayı deneyin bir. Eminim, benim gördüklerimi siz de göreceksiniz.
-
Sayın fsoyarik beyefendi,
Estağfurullah efendim ilginize teşekkürler, nacizane anılarımızdan ve birkaç alıntılardan derleyerekten bu güzide sitenin güzide insanlarına birşeyler sunmaya çalışmaktayım. İnanın ki boş zamanım hiç yok denecek kadar desem yeri vardır, bunun yanında çok az da bir zamanım olsa da bu güzide siteye zaman ayırmaya çalışmaktayım.
Sorunuzun cevabına gelince, kesinlikle böyle bir şey düşünmüyorum (menfi) ve düşünmemde çünkü benim çok sevdiğim bir işim var veonu dabaşarıyla ve onurumla devam ettirirsem ne mutlu bana, ayrıca iltifatınız için de size teşekkür eder, herşeyin gönlünüzce olması dileğimle saygılarımı iletiyorum..Yankee SAT.
-
Rutubetten boyaları pul pul dökülmüş, mavi badanası rengini unutmaya çoktan yüz tutmuş bir odadayım. Gündüz perdeyi açıp baktığımda yan penceresinden deniz görünüyordu. Akşam çökünce karanlığa karıştı, kayboldu. Bıraktı, gitti beni. Kasaba saatler önce derin bir uykuya daldı. Rüzgar uğultusunun kasabayı ele geçirmesinden az önce kapanan dükkanların kepenk sesleri sokaklarda son kez yankılandı. Akşam el yordamıyla sokaklara, ağaçlara, denize ve kudurmuş dalgalara dokunduğunda, otomobil kornaları, motor sesleri de kayboldu. Bütün kasaba ağzı köpük köpük kudurmuş bir rüzgara ve karanlığa boyun eğdi.
Deniz, bu amansız, bu deli, evlerin çatılarına pençelerini geçirmiş, kiremitleri sökmeye, sokaklara fırlatmaya kararlı rüzgarın kollarında, kendini kayalara vuruyor, sahile atıyordu. Ardından sisle iyice karanlığı katmerlenmiş geceye ince damlalar halinde bir de yağmur eklendi. Yakın sokak lambaları bile seçilmez oldu. Karşıki evin ışıkları yandı. Belki bir bebek uyandı. Ya da son demlerinde bir hastanın üzerine karanlıktan kocaman bir sıkıntı yuvarlandı.
Dalgaları daha iyi duyabilmek için penceremi açtım. Yakın evlerin birinin bahçesinden inlemeler geliyor. Evet şimdi daha iyi duyuluyor. Yavru bir köpek olmalı. Üşümüş zavallıcık. Gidip alsam onu. Odama getirsem. Can yoldaşım, geceme arkadaş olur. Beni hırsız sanırlar. Yabancıyım. Hırsız sanmasalar bile böyle bir karanlık korkuları çoğaltır, insanları tedirgin eder, başkasının bahçesine girilmez ki. Aklım bu sese takılı kaldı. Penceremi kapattım. Şimdi artık o sesi duymuyorum. Böyle kurtulamam ki; duymasam bile o köpek yavrusu hala inliyor.
Gecenin en ıssız dalgasındayım yine. Kaç bininci uykusuz gecenin kollarındayım? Neredeyim ben? Ne yapıyorum? Neden bu kadar yalnızım? Hani nerede sevdiklerim? Neden hasretim bir cana bu kadar ? Yazgı denilen şey mutsuzluktan halsiz düşmek mi? Uykusuz sabahları beklemek mi?
Bana bırak bu karamsarlığı, uykusuz geceleri, ayrılık öykülerini demiştin. Günlerdir bunu düşündüm. Çok zor oldu biliyor musun? Düşüncelerimde mutluluğa dair bir resim çizdim. Sabahın ilk ışıklarında okula giden bir çocuk gördüm. Mavi önlüğü tertemiz, babasının eline teslim etmiş küçücük, kar gibi beyaz, yumuşacık, tatlı ellerini. Yüzünde billurdan bir gülüş vardı. Arada bir sekerek okul yolunu oyuna çeviriyordu. Diğer elinde ise yarısı yenmiş bir simit... Bana baktı, dikkatsizce, rasgele gözleri geçti yüzümden. Gözlerinde yeni bir günün coşkusu, okul bahçesinde oynayacağı oyunların sabırsızlığı vardı.
Haberin geldi. Bir kızın olmuş. Gözleri babasına, burnu sana benziyormuş. Analı, babalı büyüsün. Bir çiçekle, yanağına bir öpücük borcum olsun. Sana kocaman bir söz veriyorum. Oraya geleceğim, biraz sabırlı ol emi. Kızın yirmisine gelmeden borcumu öderim. Bahçedeki dut ağacına bir salıncak kurun. Sallansın doyuncaya kadar. O’na Pamuk Prensesi anlat, ama kötü kalpli cadıdan söz etme. Ona ninniler söyle, masallara uyurken, bostana giren danaları çıkar ezgilerinde.
Hayırsız çıktı, bizi unuttu gitti demişsin. Haklısın, hayırsız olduğum doğru. Ama hala hatırladıklarım var. Ninen bize masallar anlatırdı. Pamuk kozalakları açardık ellerimizle. Hep cadılar olurdu, hep bir dudağı yerde, bir dudağı gökte devler. Sizden çıkınca sokağı geçip evimize gitmeye korkardım. Buna rağmen yarın akşam yine kozalak açmaya gelirdim. Ninen yine masallar anlatırdı. Baban kahveden dönerken bize leblebi alırdı. Her akşam korku dolu masallar, her akşam korkudan fal taşı gibi açılmış gözler, her akşam leblebi, kuru üzüm ve badem. Boş kozalaklar yanardı teneke sobada. Her akşam kötü kalpli cadı öldüğünde gece biterdi.
Hayırsız çıktığım doğru. Ama hala hatırladıklarım var. Sümbül İsmail’in bahçe duvarında, acemi bir yazıyla Ali Ayşe’yi seviyor. Biz Ünver’in bisikletine binmek için sıra bekliyoruz, yazlık sinemanın köşesinde. Her mayıs geldiğinde bekçi Ekrem çağla çalan çocukları ağaçta yakalıyor. Her yaz Sülük Gölünde yüzen haytaların Recep Çavuş elbiselerini topluyor. Bisikletinin peşinden koşuyoruz, ellerimizle ayıp yerlerimiz kapalı. Yalvarışlarımıza dayanamıyor, halimize gülüyor ve yine giysilerimizi vermeye razı oluyor. Verdiğimiz sözü en fazla iki gün tutacağımızı bile bile. Yazlık sinemada gazozlarımızı köpürtürken filmin sonunda sevgilisini kötü adamlardan kurtaran kahramanı alkışlıyoruz. Kanal boyundan çaldığımız topatan kavunlarını, önce taşa vurup parçalıyor, yine yiyoruz avuç avuç. Bütün zamanları seninle yaşıyorum, sende durdu saatlerim, söyleyemedim. Ben anılarımda hala okul yıllarındaki gibi hep öğretmen olmak istiyorum. Sense subay karısı. Usanmadan bıkmadan artist fotoğraflarıyla alt mı üst mü oynuyorum. Annelerimiz yemeğe belki onuncu kez çağırana dek.
Belki bu yaz gelirim. Gündöndü üzümlerine leke düşerken. Nasılsa bir düğün olur ince çalgılı. Kucağında kızınla seni görürüm. Ne sen sitemini söyleyebilirsin. Ne de ben anılarımı yada gizlediklerimi. Sana bir çiçek, bir öpücük borcum kalır. Veremem, kızın analı, babalı büyüsün.
Alıntı...
-
Bazen nane kokulu, bazen isot gibi acı anılar...
Anılar ne bırakır hayatımızda acaba hiç düşündünüz mü?
Anılardan ne kalır yüreğinizde hiç baktınız mı?
Bazen hiçbirşey kalmasını istemeseniz bile, unutmak için dünyaları feda etmeye razı olsanız bile kalır birşeyler...
Bir sigara dumanında, yadaiki kadehin sonunda, hiç olmadı bir şarkının son notasında karşınıza çıkıverir anılar.
Herzaman merhaba da demez ki nalet olasıcalar... Selamsız sabahsız yüreğimin içine doluverdiği, akşamları sabah ettiğim günleri nasıl unuturum ki?
Tek birşey var eminim anılardan arta kalanların genelde anıların kötü yanlarının olduğu. Keşke değiştirebilsek ama olmuyor işte. İnsanoğlu kendine eziyet etmesini çok seviyor nedense.
Her anıda bir kötü yan bulan anti polyanna timi gibi bir varlık insan (yani en azından ben böyleyim).
Kendini değiştirmediğini zanneder ama en çok ta anılarla birlikte insanın yüreğide değişir... Her anıda biraz daha nasır her göz yaşında biraz daha asla...
-
Hani insan birine aşık olunca; onun hayatındaki herkesi tanımak ister ya...Ben de öyleyim. Ben Nizip’e aşık oldum ya, artık konusunu komşusunu tanımak isterim. Önce, yakın köyleriyle başladım dolaşmaya. belkıs,atındağ,çanakçı, çardak, taşbaşve mızar’a gittim.Karpuzatan da piknik yaptım.
Taşbaş’da güneş batarken,göğün rengi muhteşem bir kızıla döndü.Beni etkilemek için gösteri yaptı diye, sevindim. Aslında böyle ikramlara gerek bile yoktu. Zaten çok beğendim. El değmemişliği, masumiyeti, doğallığı sarhoş etti beni.
Biliyormusunuz? Yaz akşamlarında dama çıkıp yemek yemek ve çay içmek, o yatağına yatıp da yıldızların dans etmelerini seyretmek, yıldızların ışıl ışıl yanmaları varya. Hani, ışıkları suya vuruyor, allı yeşilli.. Ben ilk günler, onların da beni mutlu etmek içinparladıklarını sanıyordum. Arkadaşım ‘’ Yok yahu, sana öyle gelmiş. yıldızlar devamlı parlıyorlar, hem dedünyanın kuruluşundanberi ‘’ dedi.. Ama laf aramızda, ona inanmadım. Ben, halayıldızların benim içinböyle güzel parladıklarını düşünüyorum. Kime ne zararı var ki?
Tirmiyeni daha tam tanıdığım söylenemez.orul köyünü, az biraz gezdim.
Hemen hemen görmediğim köylerini gezdim ve gördüm.Güzel bir gündü... Zaten, yaşamak nedir? diye sorulacak olursa, ben; ‘’anı bırakmaktır.’’ derim. Güzel anın çoksa, güzel yaşamış, kötü anın çoksa, kötü yaşamışsın demek.
Bu kasaba da , yani Nizip’de, birçok akrabam yaşıyor benim. Birçok da dostum.Allah onlara uzun ömürler versin.
Dostluk, arkadaşlık öyle güzel ki... İnsanı tanımadan, yaşamı tanımanın imkanı yok diye düşünürüm ben. Her insan ayrı bir renk... Her insan ayrı bir hikaye... Yaşam da işte bu hikayelerden ve renklerden oluşur. Oku oku bitmez bu insanoğlu... Şehir de gez gez bitmez. Tanıyamazsın her sokağını her köşesini. Koca bir mağazaya girer de hiçbirşey bulamazsın da, sokak arasında, küçücük bir dükkanda rastlarsın aradığına.. Bir de üstüne üstlük, orta şekerli bir kahvesini içersin dükkan sahibinin, sıcacık bir sohbetle, yeni bir yaşam hikayesi daha dinlersin.
Her insan eşşiz ve tek. Tanımak emek istiyor insanları. Dinlemek lazım. Biri konuşurken dinlemez ve konuşma sırası, bana ne zaman gelecek? Diye düşünürsen, hikayeleri kaçırırısın.
Bu güzide Nizip'i tanımak da emek istiyor. Gezmek yetmiyor, dinlemek lazım Nizip'i.Güneydoğu beni bekliyor dostlarım gezmeli, dinlemeli ve gördüklerimi, duyduklarımıbilmeyen dostlarımaanlatmalıyım..
Edited by - Yankee SAT on 7/6/2006 10:08:38 AM
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
sevgili kardeşim çok güzel yazılarınız var ara ara takip ediyorum gerçekten yazarlığı düşünmezmisiniz sayılar
-
Birazda yer ve mahalle tanımlarına ağırlık verilirse okunma isteği artacaktır..
-
Sayın admin beyefendi,
öncelikle fikirleriniz için teşekkür ederim sağolun. Ayrıca şunu belirtmem de yarar var sanıyorum (bu arada sakın yanlış anlamayın sizin ne demek istediğinizi çok iyi anladım) okunma isteğinin artması için yerin, mahallenin ve mekiinin tanımlarının bence hiç mi hiç önemi yoktur hele hele edebi konularda özellikle anı ve hatıra metinlerinde hiç önemi yoktur bu benim bir hobim, muhakkak ki ilgi çeksin diye bir düşüncemde hiç yoktur. Bu tür
edebi metinler ilgilenenler tarafından takip edilir bu da bir aşikardır. Bu tür yer ve mevkiiler
yazılmasının amacı bence şu olur, o kişi hakkında yer, mevkii ve şahıs tahminini yaratır bence buna da hiç gerek yoktur. Suçu lisan eylediysem af ola. İfadelerimi size karşı sakın saygısızlık olarak sakın değerlendirmeyin. saygılarımla. Yankee SAT
-
Yazdıklarınızı ben ve benim gibi istekli birçok arkadaş okuyor. Fakat mesajlarda tarif edilen yerleri kafamda canlandırırken zorluk çekiyorum. İstiyorumki yer tanımları biraz daha açık olsun ve bizler oraların değişmişse eski hallerini kafamızda canlandıralım ve bizlerinde anıları tazelensin. Yinedebu söylediklerim sizin anılarınızı paylaşma isteğinize engel olmasın veya etki altında kalmayınız, siz böyle devam etmek isterseniz biz yine zevkle okuruz, okuyoruz.. Emeğiniz için tekrarteşekkür ederim. Saygılarımla
-
sayın admin beyefendi,
sizi çok iyi anlıyorum, bundan sonraki yazılarımda dediğiniz şekilde uygulamaya çalışacağım gösterdiğiniz hassasiyete teşekkür eder saygılar sunarım.
-
Kızmasın kimsecikler yine yazacağım geçmişi ahvalimi.
uykusuz dönen kaçışlarımdan sonra(yatılı okuldan) ellerimde biten gülleri bilirdim ve yüzümde büyüyen mor aynalarımı...toplumun ve zamanın baskısını çekerken sineme,çocukluğumun gözyaşlarımla beraber tükeneceğini bilemezdim...bilemezdim o mülayim çehremin asi bir rüzgara dönüşebileceğini...bilemezdim,bilmiyordum,çocuktum,masumdum.
Geceleri,karabasan eller dolaşırdı rüyalarımda...sığınırdım dost bildiğim yorganımın altına.o zaman anlamıştım yanlızlığımın doğuştan boynuma asılan bir yafta olduğunu.
gölgelerimin peşinde gezen,ergenlik şarkılarıma rağmen;inatla çocuk oluyordum.
Yeşiline küs gözlerle bakıyordum hayata...hayat namelerini en acıklı notalarla diziyordu boğazıma.Tıkanıyor,okuyamıyor,söyleyemiyordum.
Umud bizim sınıfa uğramazdı.Uğramazdı gözlerinde sevgi görebileceğimiz insanlar.o kadar kin o kadar nefret o kadar acı,acı,acı..
Nedensiz susmalar biriktirdim güncelerimde.
Bilirdim uykusuz sabahların,hep bir devinimle döneceğini ertesi geceye.
Umudsuzluğu öğrendim o günlerde...o günler de aslında huzurun ve umudun bize vaad edilen sahte düşlemeler olduğunu öğrendim.
o günler dilime bir cümle takıldı ve yaşım daha 16...
"burası dünya ve ben çok sıkıldım".
-
<table border="0" cellspacing="0" cellpadding="0" width="100%" height="100%" id="HB_Mail_Container" <tbody <tr width="100%" height="100%" <td id="HB_Focus_Element" width="100%" height="250" valign="top" 2 gün bekledim mutlu olup olmadığımı anlamak için. Önce hatalarımı didikledim... Sonra yanlışlarıma baktım. En son doğrularımı çözümledim. Evet, bütün bir gece, daha önceki gecelrde adını sayıkladığım kişi yanımdaydı. Masum bir şekilde uyuyordu. Masum bir şekilde izliyordum. Masum bir şekilde Özlemiştim. O günü beklemiyordum hiç... Dudaklarımın dudaklarına bir daha kavuşamayacağını düşünüyordum... O gün bile o gecenin tez elden bitebilmesi için bahaneler arıyordum , O gecenin sabahında işe gitmemek için bahaneler arayacağımı bilmeden... Bedenini , kokusunu , onu özlemiştim... Özlediğimi bilerek gitmiştim.
2 gün bekledim ; düşündüm. Nedenler aradım. Başını omuzuma koyup ağlamalarına ; sarılamlarımıza ; beni sevdiğini söylemelerine nedenler aradım... Bir oyuncak gibi Part-Time sevgili olamazdım... Bir hiç uğruna mı gülümsüyordum , bedenimi kaplayan o sıcaklık hiçbirşey miydi.
Aşk , kendinizden başka bir gerçeğin de var olduğunu anladığımız , zor bir kavrayıştır. Çözümü olmayan sorularla kafa karıştıran bir denklemi yaşıyorduk biz onunla... Belki de ne ben ona ne de o bana aşıktı. İkimizde kendi hayatlarımızdan bir birimize kaçıyorduk zamansız yorgunluklarımızda. Ertesi gün yine hayatlarımıza dönerek kurtulmaya çalışıyorduk birbirimizden.Ben beceremiyordum.Hayatımı , kanser misali sarıyordu. Hayatım yoktu belki de artık... Ben onu özlüyordum. Uğruna yalanlarla yaşıyordum... Belki de artık kanser olan bendim.Gittiğim yerleri sevdiğim insanları da zehirliyordum belki.
Ama sabah uyandığımda , artık gülümseyerek kalkıyorum yatağımdan. Düşünebiliyor ve Hareket edebiliyorum.Ölümü değil bugünü düşünüyorum. Ne yapıyorsam onu konuşuyor , ne konuşuyorsam ona çabalıyorum ; hayatımı ondan koparıp onsuz yaşamaya çalışabiliyorum.Onu anmadan artarda dakikalar geçirebiliyorum. Onsuzken bile mutsuz olabiliyorum.Her mutluğumun orijini o olmayabiliyor.Onun yeralmadığı cümleleri daha fazla kullanabiliyorum.Buna rağmen onu eskisi kadar çok özlüyorum. Buna rağmen onu eskisinden az arıyorum.. Buna rağmen onsuz yaşıyorum.
Çok sevdiğim bir film repliği vardı uzun zaman tekrarladığım ve birçok yazıma da konu olan... "This is not living ; is just surviving" ; Bu yaşamak değil sadece hayatta kalmaktır... Ben hayatta kalmayı değil yaşamayı seçtim ; Yaşam ise enerjisini aşktan alır ve ben yaşıyorum. Aşkımı yalnız yaşıyorum.Çünkü yalnız bugün için yaşamıyorum.
Galiba mutluluk buradan geçiyor.Yalnız bugün için yaşamamaktan.
''Ve ben yarına inanıyorum.''
</td </tr <tr <td height="1" style="font-size: 1pt" </td </tr </tbody </table
-
Gözleri yaşlarla doluydu ve düşündü fakirliğini. Duygusuz bakışların onu üzen,yoran sevgisizliğini. Umut etmek isterdi yarınlardan. Sevgiyi, huzuru ve mutluluğu dilerdi ya yine yineliyordu kendince bu temennileri. Radyoda çalan her melodi kafasında umuda dair sinyaller veriyordu azar azar. Yüreğinin tozlu raflarına bir göz atmak istedi,onları yad etmek.
Eline ilk önce aşk plakları geçti.
Yaşamının en güzel aşklarını,o yüreği güzel insanları hatırladı birer birer.Hepsinde nasıl ümitli,nasıl heyecanlı olduğunu ve her bitişte nasıl acı çektiğini gördü. Anladı ki bu ilk değildi; doğru asıl olsaydı içi hala kıpır kıpır olurdu.Bitti dedi kendi kendine. Artık yaşamı kayıyordu yenilere,ümit dolu günlere.
Gözyaşlarını kolunun tersiyle sildi ve içten bir gülümseyişle selamladı yaşamı. Dedi ki; hayat başlangıç ve sonlarla doludur. Önemli olan bu anları saygı ve sevgiyle yaşamaktır. Sonra baktı gökyüzüne ve dedi ki;yaşamım seni seviyorum ve kutluyorum. Herşeye rağmen...
-
Yola çıkmadan önce, yapmam gereken şeyler var diye düşündüm öncelikli olarak..Güneşli bir gün, başlıbaşına mutluluk istenci yaratmaya ne kadar yetebilir ki.? Çevremizdeki herşeyin güzel ve düzenli olması, içimizdeki karmaşayı da düzenleyebiliyor. Çoğunlukla bu olabiliyor.. Ya bazen?
Bu şehri bir çok nedenden seviyorum demiştim ve bunedenleri de içselleştirerek yapmıştım.Ama sanırım, kıyırestaurantlardan gelen müzik ve insan seslerini atlamışım.Bir de bütün bunların oluşturduğu rengahengin bana bir Lutrek, çimenlere uzanmış insanların bir Cezan, ince aşıkların bir Climt tablosunu seyretmenin zevkini verdiğini de atlamışım..
Y inede insan; Kararı yargıçlar tarafından verilmese de,uzun yola çıkmaya hüküm giyiyor.
İnsan iç denizindeki fırtınalı havalarda, ruh gemisine, kayalıklardan sızan ışığıyla yol gösterecek deniz fenerine ihtiyaçduyuyor.Ya da modern zaman kahinlerine..
Hayatımı yakın geçmişinden başlayarak anlatıyorum..Sakin ve anlattıklarımın arkasındakilere bakan sezgilibir yüz ifadesi ile dinliyor.Toplumdaki erozyondan, kendi iç dünyamdan, yaşadığım aşktan, gecenin bir yarısındaki dramatiksahneden ve buna benzer merkezinde ben olan olaylar arasındadolaşıyoruz.bir saat.
Davranışlarımın nedeni ne, nevrotik mi ?
Daha önce böyle bir tepki göstermemiş ve gerçek yaşamında böyle olmayan biri olduğunuz için değil... .Biriktirdiğiniz baskılar,daha önce çok önem verdiğiniz ve kaybettiğiniz işiniz,beyin kanamasının küçük bir mirası olan asabilik, son zamanlarda yaşadığınız gerginlik ve olaylar..Bu tepki, bir çok insanın gösterebileceği bir dışavurum.Üstüne eklenen kaybetme duygusuyla da,bir acıyı başka bir acıyla dindirdiniz.Tavrınız kendinizi sevmemenizden kaynaklanmıyor. İçinizdeki irini akıttınız bir yerde veiçinizdeki tıkanıklığı açtınız da denilebilir. Çokanormalbir şey yok. Sadece küçük dozda bir rahatlatıcı yazacağım. Kendinizidaha kolay taşıyabileceksiniz.. Düşünüldüğü gibi bir insan değilsiniz. B u duyguyu içinizden atın. Haftaya tekrar gelin..
Özenle ütülenmiş birkaç gömlek ve pantolonu katlayıpvalize koyarken, eli elime değdi.Yatağımı düzeltirken kokusu burnuma geldi.Nesneleri düzenlerken silueti omuzuma dokundu..
Kapıyı çekip çıkarken yanıma, bunların dışında başkaşeyler de alıyorum; Onun boynundan akan ter damlasından, biraz anılardan, biraz eksiklik duygusundan, biraz içimidelen kötestereacıdan, örümceklere yetecek kadar kuytu ve bazı anlarda takındığımmüztehzi bakıştan...
Otobüs terminali;
Nereye ?
İlk kalkan gemi nere gidiyorsa oray a
Karanlığa bir mum yakıyor adam...
-
Yoruldum. İnsanların arasında kendimi aramaktan. Her yeni yüzde kendi kimliğimi sorgulamaktan yılların ardında koşmaktan. Birde martısız denizlerin soğukluğundan Kapkara geceler kadar yalnızım. Anlamsızlaşıyorum gitgide. Bir limana ihtiyacım var. Bulunamayan, hayallerde varolan.
Yoruldum.Yalnızlıktan, kalabalıktan, insansılardan. Kalbimin duygusuzlaşmasını istemiyorum.Yollara bakarak hayaller kurmak istiyorum yarınlarda da. Soluk bir fenerin ışığında da olsa kitaplarım olmalı okuyabileceğim, sonra birde sevdiğim...
<p align="left" Yalnızım. Bunca ölümlünün arasında kendimi bulamıyorum. Nerdeyim? Nasıl bulurum kendimi? Soramıyorum bile...
.
-
ÇOCUKLUK ARKADAŞIM MEHMET
Sebze halının arka taraflarında bir havara taşlı evdeoturuyorduk büyükannemler ise ara sokak denebilecek, çocukların rahat rahat oynayabileceği yerleri olan bir sokakta. Yaşıtım bir sürü arkadaşım vardı. Sonradan, bana çok mutlu bir çocukluk geçirdiğimi söyleten o fevkani mahallesinde geçen yıllarımdır. İlkokul arkadaşlarımın çoğunu unuttum ilkokul sıraları benim için toz pembe hatıralar değil, ama o mahalle ah ah...orada gerçekten çok mutluydum. Kısa süreli arkadaşlıklar bile olsa orada edindiğim her arkadaşımı hatırlıyorum.. Her biri ayrı ayrı yazımın satırlarında anılmaya değerler, ancak bunu başka zamana erteleyip özellikle birinden bahsetmek istiyorum.
Büyükannemlerin evlerinin beş ev kadar üzerinde kalıyordu. 'Kalıyordu' diyorum çünkü ailesinin yanında değildi. Almanya'da olan ailesi sanırım eğitimi yarıda kalmasın diye onu amcasına emanet etmişlerdi. Çocukluk arkadaşlarımın çoğunu simaen hatırlamama rağmen çok sevdiğim bu arkadaşımı çok istememe rağmen hatırlayamıyorum. Aynı yaştaydık. Ramazan ayı Ağustos'a denk gelmişti ve her ikimizde dokuz yaşının verdiği kararlılıkla dilimiz bir karış dışarıda oruç tutmaya çalışıyorduk. Ayrıca o kurbanlık koyunları otlatmak zorundaydı. Buna mecbur mu tutuluyordu yoksa severek mi yapardı bilmiyorum ama ben yengesinin bir keresinde 'Eğer koyunlara iyi göz kulak olmazsa kulaklarının çekileceği' yolundaki ikazı üzerine zavallı çocuğa zorla koyun güttürüldüğü hissine kapılmıştım. Halbuki bir oğlan çocuğunun kendi mahallesinde koyunları otlatmasının ne gibi bir külfeti olabilir? Hafızam nedense hep ikimizin yalnız olduğu zamanları hatırlıyor. Ya o yaz başka çocuklar bir yerlere gitmişlerdi ya da ikimiz özellikle yalnız kalmaya çalışıyorduk.Mehmet koyunları dışarıya çıkarttığı zaman beni de çağırırdı yada bizim kapının önündeki otlara gelir, ben de onu görünce dışarıya çıkardım. Ayrılışımız içimde hep ukde olarak kalmıştır.
Bir sabah apar toparköye götürüldüm. Ona veda bile edememiştim.Köyde geçen tüm bir haftayı hafta sonu olup, babamla geri dönmek ve ona neden veda bile edemeden ortadan kaybolduğumun açıklamasını yapmak düşüncesiyle grup vakitleri hüzünlenerek geçirdim. Ancak, tasarladığım gibi geri döndüğümde bu sefer de o Almanya’ya götürülmüştü. Meğer son koyun güdüşümüz son karşılaşmamızmış.
Yıllar sonra öğrendim ki hala Almanya'da.
Mehmet! Çocukluk arkadaşım. Sana veda edemediğim için ne kadar üzülmüştüm bir bilsen...Ve hala çocukluğumun çizgi filmi 'Vikingler'in müziği bana o tanıdık duyguyu ve seni hatırlatır.
-
Buluşmanızı isterdim.Birçok insan bu sitede birbirinibuldu.
Mümkünse adını yazsa idiniz belki buluşmanıza vesile olurdu
-
Çok teşekkür ederim sayın admin beyefendi,
bence böyle kalsın, böyle kalması daha da iyi diye düşünüyorum. Bence sevgilerin, dostlukların, arkadaşlıkların, anı ve hatıralarınen iyisi ve en kalıcısı hepsinin uzaktan olmasıdır. Sonunda üzülmek ve hayal kırıklıgına ugramak kadar kötü birşey yoktur. Bırakalım o güzel çocukluk ve güzel arkadaşlık bir gül gibi dalında kalsın, gül dalında daha güzel durur, ben böyle düşünüyorum.saygılarımla..
.
Edited by - Yankee SAT on 7/26/2006 11:30:55 AM
-
Öylesine bir yazı olacak,satırlarım anlam kazanacak böylelikle.Bir öğleden sonra neler hissedilir, neler yaşanırsa bende onları gizliyorum kelimelerime.
Radyomda çalan kıpır kıpır şarkılarla çelişen yüzüm ve yalnız bir odada mahsur kalmış yüreğim. Düşüncelerim zaman zaman yoruluyor,dinlenmek istiyor ki ben böyleyim.Her neyse ben bugün burda yokum farzedin öylesine...Ne farkeder ki?
(Öylesine duruyorum bulunduğum noktada.Belki birisi sorar diye neden?Oysa herkes kendi yaşamsal senaryosunu oynarken.Neden?)
Yine öylesine karalıyorum sayfaları,ozanca söylemlerim yok benim,neyleyim ki sıradan kendimce mırıldanıyorum yaşamımı. Birileri farkında olmazken yaşadığım boyutta,ben yinede öylesine sarılıyorum kalemime. Sonra aşk şarkılarının nakaratlarını sarıyorum gönül yaralarına,bu çabam ki anlamsız.Zaten öylesine.
Dostum diye birilerinin kapısını aşındırıyorum,canım diye olmadık insanlara sarılıyorum. Sanmayın ki bir anlamı var bunların;yok canım yaşamımı bile kurgulamam öylesine. Anlayın bugün anlamsızım bir sebebi yok, öylesine...
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
Nizip’de aynalar gri.
Yüzsüz bir aynanın önünden geçtim..
Aks etti ömrüm ırmağına
Yağmur sesi kadar narin
Acılanmış kırık parçaları..
“Son’a geldim sana”
Nizip
Düş vurgunu yüreklerin senfonisiydi sanki gidişin, dağlar yerinden oynuyorda notalar karışıyordu ağıdıma, sen gidiyordun ben kalıyordum, yangın saçlarından süzülüyordu ömrüm.düşüyordum ellerinden, güvercin kanatlarına misafir oluyor ağlıyordum, sen gidiyordun.
Gitme’ler dizildi de boğazıma ses edemedim.çıkmadı sesim yüreğimin mağrasından, oysa ki son da sendim ben, son da sana kalmıştım ben…
Uzuyordu yol izleri ayak izlerinin önünde, yıkılıyordu tüm kale burçları önünde, sen gidiyordun ve dünya engel olamıyordu sana…öyle ya sen bu dünya ya ait değildin.
Yazılar yazılmışlar yazgılar, kader denilen kara kitap yine karartma ya çekiyordu yeşillerimi, umudun yosunlaştığı sen denizinde fırtınalar kopuyor ve tüm umudum savruluyordu sen yollarına senin yollarına, sen gidiyordun ve hiçbir şarkı uyak düşmüyordu gidişinin meydan yalnızlığına.
Ey yar…
Gitme…
“savur alevini yansın gözlerine konan turnalar”
-
Vakit gece yarısını çoktan geçti, gözlerimde uykunun zerresi yok.
Buğu yapmış cama yaslayarak alnımı, seyrediyorum yıldızları, dışarıyı ve insanları.
Yaza söz kesmiş bir gece yaşanıyor Nizip’de; ben oturmuşum yüreğimin sandalına bir senaryo yazıyorum buğu yapmış cama yasladığım beynimin içinde.
Heryer gelinlik giymişcesine bembeyaz kır çiçekleriyle kaplı. İnceden bir yağmur çiseliyoryeşillikler kasabasıNizip’e. Çiçeklerin narin yapaklarından sarkıp toprağa düşüyor bir bir yağmur damlacıkları, tekrar yeşerebilmek uğruna, yok olan umutlar gibi.
Aniden bir gözyaşı bir hıçkırık bölüyor dalgınlığımı.
Ağlıyor içimdeki çocuk, yolunu bulamamış karanlığın içinde. Yıldızlar küsmüş, ay küsmüş aydınlatmıyormuş yolunu, ağlıyor, korkuyor ümidini kesmiş karanlıktan, kendi haline bırakmış, sabahı bekliyor, güneşini bekliyor.
Oysa biliyorum ki o yıldızsız aysız gecelerde de yolunu bulabiliyordu, onun hiç güneşi olmamıştı ki, ay ve yıldızlarla ezelden küskündü zaten, hiç aydınlatmamışlar
dı ki yolunu.
Bu tedirgin ve ürkek bakışları hiç görmemiştim daha önce. Yediği darbelerin izini yüreğimde hissederdim de gözlerinde bulamazdım bir türlü. Dağlardan inmiş eşkıya edasıyla dolanır yolunu bulurdu.
Ne tuhaf!
Neydi bu geceyi farklı kılan, neydi onu bu kadar ağlatan, korkutan. Karanlıktaki algılarına ne olmuştu ki? Bulmak zorunda olduklarını aramaktan vaz mı geçmişti, yoksa tüketmiş miydi onu bunca yorgunluk?
“Ağlama çocuk, sil gözyaşlarını yeter içimi üşüttüğün” diyorum.
Hiç susmayacakmış gibi başlıyor anlatmaya;
Gözyaşlarımı avuçlarımda sakladım görme diye, sessiz çığlıklarımı martılar duydu bir sen duymadın.Yüzümü avuçlarının arasına alıp, gözbebeklerime hiç baktın mı? Hep bekledim dizelerin şairleri beklediği gibi; ama sen gelmedin.
Yoruldum artık!
“Karanlığın içinde, yol bulamadın bu gece Yankee SAT!..”
Edited by - Yankee SAT on 7/28/2006 3:29:18 PM
Edited by - Yankee SAT on 7/28/2006 3:47:01 PM
Edited by - Yankee SAT on 7/28/2006 8:52:10 PM
-
Nizipi ünv. gittiğim ve orda yatağa yattığım an ne kadar çok sevdiğimi anlamıştım.Gözlerimden akan yaşın her damlası Nizipten ayrıldığım içindi.Orda sevdiklerimin hepsini bırakmıştım aramıza mesafeler girdi benim kalpime her km için bir kurşun girmişti daralıyordum bir hafta dayanamadım kaçtım geldim Nizipime öptüm o bereketli toprağını yedim o güzelim nohut dürümünü :))) ama gitme günü geldiğinde anama bırakma beni dedim ama nafile gidecektim ama hep bir sözüm oldu kendime bir gün gelip Nizipte görev yapma isteği okuduğum okullarda Nizipli çocuklara eğitim verme işte beni o an gitmeme vesile olan sebep hala o sebepin üstüne kuruyorum hayatımı belki Nizip çoğu kişi için taş toprak benim için hep kanlı canlı bir insan oldu sevdim hep onu her metrekaresini annenin çocuğunu sevdiği gibi seviyorum karşılıksız sevgi bu olsa gerek...............
-
kardeş ozan gibisin sana esasen admin bir kıyak yapmalı senin bölüme girdiğimizde arkadan fon müzik olarak saz yada ney sesi gelse daha güzel olurdu :))))
bende eilmden geldiği kadar yazmak istiyorum ama sizin gibi olamıyorum ilham gelmiyor.....:(((.
-
Estagfurullah sayın gökhan beyefendi,
siz dahaiyisiniz, bende nacizane biraz bizden biraz alıntılardan bir şeyler yazmaya çalışmaktayım. Yine de ilgine tşk. saygılarımla.
-
ah...ahhh...hep anlatırız ya biz çocukken şöyleydi, böyleydi diye, hani bunları anlatırken hep şöyle deriz ; tabi biz çocukken şu yoktu diye. İşte tam olarak asıl mesele burada başlar. Bunu anlattığımız kişiler genelde şöyle söylerler; o zamanlar nasıl yaşıyordunuz şaşıyorum. Aslında yaşamak bence eskiden her yönüyle daha güzeldi. İnsanlar o zamanlar çok daha mutlulardı. Belki teknoloji bu kadar gelişmemişti ama yinede güzeldi. Eski zamanlarda herkes en ufak bir şeyden bile büyük mutluluklar çıkarabiliyorlardı. Ben 7-8 yaşlarındayken bir komşumuz vardı. Bu komşumuz bahçesine çok düşkündü. Tabi mahallenin çocuklarıda bunu fırsat bilirdi. Bir gün ben bahçelerindeki ağaçların birindeki meyveleri yoldum, düşünüyorumda şimdi olsa kesin güvenlik kamerası koyardı kadın bahçesine ve bende doğal olarak yakalanırdım......... hoşçakalın.....
-
Çocuktuk, herşey siyah beyaz tv rengindeydi o zamanlar. Hayat güzeldi,yoksulda olsan güzeldi zenginde olsan güzeldi. Sokak kavramının internetle rekabet ortamına düşmediği zamanlardı, bayram sabahları başucumuzda duran yeni ayakkabıyı giyme heyecanı acaba şimdi hangi bilgisayar oyununda bulunabilir, yada o heyecan nasıl tarif edilebiir? Akşam baba eve gelince annemizin bizi çzğırması, komşu evlerde yenilen peynir ekmekler, su ve şekerle yapılan mükemmel içecek şerbet, küçücük evlerde oynanan saklambaçlar, değiştirilen zagorlar/texaslar, sokağa çıkma yasağı zamanlarında boş sokaklarda top oynamalar, topu topu 1 litre olmasına rağmen aile boyu sıfatını haketmiş kolalar, şimdiki tüketim dünyasının ne kadarda dışındadırlar. Biz eskiden çocuktuk ve iyikide o zamanlar çocuk olmuşuz, aslında paylaşılacak daha o kadar çok şey var ki ama herşeyide bir çırpıda bitirmeyelim canım..
Saygılar
-
ve yine cocuktuk ozamanlar dondurmacıamcanın geldigini caldıgı teypyteki ferdi tayfurdan bilirdik.......ve evdeki hurdaları verip yerine bir bardak leblebiyi almayı alan memnun satan memnun ve kimseyi kandırmadan ve biz ozamanlar cocuktuk.......