ilğinize bende teşekkür ederim...yolum nizibe düşerse ..sizlere kıtabın kendisini getiririm işallah
SİZDEN RİCAM RESİM GALERİME RESİM ATAMIYORUM ORADA BİR PROBLEM OLDU GALİBA ...İŞLEM İPTAL YAZIYOR .DÜZELTEBİLİRSENİZ SEVİNİRİM
Yazdırılabilir Görünüm
ilğinize bende teşekkür ederim...yolum nizibe düşerse ..sizlere kıtabın kendisini getiririm işallah
SİZDEN RİCAM RESİM GALERİME RESİM ATAMIYORUM ORADA BİR PROBLEM OLDU GALİBA ...İŞLEM İPTAL YAZIYOR .DÜZELTEBİLİRSENİZ SEVİNİRİM
152-153-154
Okumak için Kanada’ya gitmiş sevdiği ve gidiş o gidişmiş. Ne bir mektup ne bir haber alabilmiş bir daha ondan ve ona şiirler yazıp durmuşmuş.
Gün gelmiş, babası bir kaza sonucu ölmüş, amcaları ve akrabaları o koca serveti har vurup harman savurmuşlar, kendisi de yaptığı tahsil sayesinde öğretmenliğe başlamış. Tek başına ayakta durmaya çalışırken, ufak bir memur olan kocasıyla tanışmış ve evlenmişler. Kocası çok iyi bir insanmış. Melek hanımın daha önce yaşadığı gönül bağını ona anlatması sonunda, onların sevgisine saygısından, ilk oğullarının adının “Selim konulmasını da kendisi istemişmiş. Öylesi iyi bir insan...
Gerisini zaten önceden biliyordu Sevgi...
Melek hanımın gönül hikayesinden çok duygulanmış ve çok değerli sonuçlar çıkarmıştı Sevgi. “Düşüp kalkmaz bir Allah” sözü hem kendine hem de onun hikayesi bittiğinde ağlamaklı bir yüzle ona bakarken boynuna sarılıp teselli etmeye çalıştığı Melek hanıma ne kadar da uyuyordu...
Sevgi ömür boyu aklından çıkarmadı bu benzerliği.
Yıllar yılları kovaladı. Yine mutlu bir kutlama yemeğinde eksiksiz masadaydılar. Sevginin içi içine sığmıyordu. Melek hanım ise bir abide gibi gururla karşısındaydı Sevgi’nin. Nasıl olmasın... onun lise bitirmiş bir yetişkin kızı vardı artık.
Melek hanım ısrarla komşu oğlu Sedat’ın da yemekte bulunmasında ısrar etmiş, onu da sofrada aralarına almışlardı.
Melek hanım sezdirmeden kendisinden sonra Sevgi’yi emanet edebileceği sağlam insanı belirleme derdindeydi.
Aşk ve Hüzün
Ertesi gün baloya gidecekti. Melek hanımın, o giymeye kıyamadan katlayıp kaldırdığı şahane elbisesiyle üstelik... nasıl sükse yapacaktı kim bilir. Bu duygularla uykuya daldı.
Ertesi gün kahvaltısını yapar yapmaz banyoya koştu. Giydiği elbise gibi, teni de pırıl pırıl olmalıydı. Soyunurken yüksek sesle şarkı mırıldanmaya başladı. Sesi dışarıya Fatma hanım ve melek hanımın kulaklarına kadar ulaşıyordu.
Bir ara Fatma hanım banyonun kapısına yaklaşıp, “Sesin de çok güzel çıkıyor, banyodan mı, yoksa, söyleyenin sesi mi güzel!” diyerek ona takıldı. Sevgi içeriden, “Fatma teyze lütfen benimle dalga geçme!” diyerek kesti şarkı söylemeyi ve boy aynasının karşısında çıplak vücudunu seyre daldı. Göğüsleri iyice çıkmış, harika vücuduna bakıp annesini hatırlamıştı. Tıpkı annesinin vücuduydu aynada gördüğü. “Ne güzel kadındı annem... aah nerelerdesin kim bilir?” diyerek kendini sıcak suyun altına bıraktı. Bir ara aklına genç kızların ve erkeklerin öpüşmeleri geldi. Hayalinde sevdiği birisiyle öpüşüyormuş gibi düşündü kendisini. Başını kaldırıp, ilk sıcak su dudaklarına değdiğinde içini korkulu bir ürperme sarmış ve bunu hayal etmişti.
Düşüncelerinden utandı. İki yanağının kızarmış olduğunu, sıcak sudan daha sıcak hale gelmiş olduğunu anlayınca daha da mahcup hissetti kendini. Sarıldı havlusuna çıktı duştan.
Balo bir alemdi. Bütün kızlar saçlarını yaptırmışlar, sanki güzellik yarışmasına hazırlanır gibi bir hava vermişlerdi kendilerine. Ama, sevgiye göre hâlâ çocuk oldukları her hallerinden belli ediyordu kendini. Sevgi, onların arasında daha göz dolduruyor, tüm salonun ilgisini çekiyordu.
Gençler ön masalarda, aileler arka masalarda guruplaşmışlar, o güne has bir serbestlikle ve hayranlıkla çocuklarının ilk danslarını seyre dalmışlardı.
Bazı kızlar erkek kardeşleriyle, bazıları komşu çocuklarıyla, bazıları da akraba çocuklarıyla dansa başladılar. Sevgi kalakalmıştı ortada. Sedat onunla girmemiş salona, her zaman yaptığı gibi, yine onun çıkışını bekliyordu dışarıda. Bir ara “Sedat yanımda olsa” diye geçirdi içinden.
Tam o sırada, uzaktaki ailelerin oturduğu masalardan, bir genç çocuk kalkıp yanına geldi ve onu dansa kaldırdı. Hiç tanımadığı, çok yakışıklı bu genç’e hayır denmesi mümkün değildi. Hele yalnız kalmışken...
Bir anda bir heyecan sarmıştı tüm vücudunu Sevgi’nin. Çünkü bütün salon onlara bakıyormuş gibi gelmişti o an kendisine.
Alp... çocuğun adı Alp’ti. Ve gerçekten salon onlara bakar oldu bir süre sonra. Kızlar ara da bir yorulup oturmalarına rağmen onlar hiç oturmadan danslarına devam etmişlerdi çünkü.
Alp, Galatasaray lisesini bitirmiş, babasının şirketinde yöneticilik yapıyordu. Kız kardeşi havai bir tipti. Kardeşiyle dans etmemiş hiç, sınıfındaki bir erkek arkadaşıyla bir gizli köşede oynaşıp duruyor, salona bakmıyordu bile. Abisini de ailesine karşı göstermelik olarak kendine refakat için epey zorlamıştı.
Bunları dans sırasında kardeşini gözleriyle işaret ederek anlatan Alp, hiçbir soru sormaya gerek olmadan, sayıp dökmüş Sevgi’ye ve sonunda, “Kader işte, senin gibi bir kraliçeyle tanışmak nasipmiş” diyerek, Sevginin “ilk genç kızlık duyguları”nı şaha kaldırmıştı.
Alp, dans ederken bir yandan da, içinden, “nasıl olur da bir lise öğrencisi bu kadar gelişmiş olur!?” düşünüyordu. Çünkü kollarına aldığı melek diğer kızlardan daha olgun ve attığı adımı bilen biri olduğunu her halinden belli ediyordu.
Sevgi de bu denkliğe, içinden “Kader işte... okula ara vermem bu gencin bana ilgi duymasını sağladı” diye düşünüyordu.
Bu karşılıklı düşünceler ve o düşüncelerin kafalarındaki yorumu her ikisinde de dansı sıradanlıktan çıkarmıştı. Onlar yüreklerinde kıpırtılar başlayan iki gençtiler artık...
Alp unutmadı Sevgi’yi. Sevgi de Alp’i... birbirlerini sık sık aradılar. Gizlice buluşmaya başladılar. Evlenmeye karar vermeleri epey sonra oldu:
Bir yaz kampı düzenlemişti okulları. Kızlar heyecanla katıldılar. Okulları disiplinli bir okuldu. Ailelerden izin almak, ya da aileden bir refakatçiyle katılmak zorunluluğu vardı.
Sevgi yalvar yakar Melek annesinden izin kopardı. Alp zaten hep Sevgi’nin katılıp katılamayacağını kolluyordu. Kız kardeşine kendisi değil, kendisi kız kardeşine muhtaçtı bu sefer. Sevgi’nin izin alamadığını bilmesine rağmen-her ihtimale karşı-kardeşine refakat etmeyi, ailesine karşı-güya zorla-kabul etmiş ve yazdırmıştı adlarını.
Tam onlar listeye yazıldıktan iki gün sonra Melek hanımdan Sevgi’ye izin çıktığını duymasıyla da ne kadar isabetli karar vermiş olduğunu anlayıp havalara uçmuştu.
Kampçıları yolcularken yürekler pırpırdı herkeste. Sedat, otobüse binerken boynuna sarılan Sevgi’ye ne kadar yakın ve ne kadar uzak olduğunu düşünüp içi titredi. Yolcular arasında Alp’i de görünce başı döner gibi oldu. Kendisiyle o zengin ve yakışıklı çocuğu tarttı.
157-158-159-
Sevgi’nin gözü yükseklerdeydi. Hakkıydı da. Kendini öfkeye kaptırmadan bir kardeşmiş gibi davranışını sürdürmeliydi. Dudaklarını ısırdı, gözlerinden akacak yaşı durdurmak için ne yapacağını bilmez halde, aklına başka şeyler getirmeye çabaladı. Sevgi görmemeliydi içine akıttığı göz yaşlarını.
Otobüs hareket edince bırakıverdi kendini. Sevgi’nin göremeyeceği bir uzaklıkta, ardından dökülen göz yaşlarından haberi yoktu.
Arabadakiler pür neşe gülüyor, eğleniyorlardı. Alp başka birisinin yanında, ön sıralarda oturuyordu. İlk mola verildiğinde arkadaşıyla yer değiştirip Sevgi’nin yanına oturdu. Sevgi onun yanına oturuşunun kendisini çok mutlu ettiğini belli etmemeye çalışıyordu. Alp, “seninle konuşmak istiyorum. Dinle beni ne olur” deyince, Sevgi anlamamış gibi, “benimle mi?” diye sordu ona Alp açıldı:
“Balo gecesinden beri seni unutamıyorum. Yok... yok; hiç cesaret edemeyeceğim. Bunu denemektense, kederden eriyip bitmek daha iyi..” diyerek sustu ve çekingen bir şekilde düşünmeye başlayınca Sevgi, onun tekrar konuşmaya başlayacağı anı sabırsızlıkla bekledi. Ama, onun konuşmasını sağlayacak cesareti de vermiyordu ona. Baktı ki Alp’te tık yok, mecbur kaldı:
“Biliyorum Alp, beni seviyorsun. Ben de seni beğeniyorum. Ama ben tahsilime devam etmek istiyorum. Doktor, ya da avukat olacağım.”
Alp’in heyecanı birdenbire geçmişti. Sevdiği tarafından beğenilmek dilini çözmüştü birden:
“Tamam, dediğin gibi olsun. Ben de tahsilime devam ederim. Ama hep beraber olalım. Ben senden bir dakika bile ayrı kalmak istemiyorum. Bu arada da Sevgi’nin ellerini avuçlarının içine almıştı.
Sevgi içinden kurtarmayı düşündüğü ellerini bir türlü çekemiyordu. Beyni istiyor, ama ellerine sanki Alp’in ellerinden geçen bir elektrik varmış gibi bir türlü hareket ettiremiyordu. Bir iki saniye içinde Alp’in elinden geçen tarifsiz elektrik Sevgi’nin tüm vücudunu sarmıştı.
Alp’in nihayet aşkını itiraf etmesi yolculuklarını bulutlar üzerinde yapıyorlarmış duygusu veriyordu.
İlk hayallerini yol boyu kurdular birlikte.
Yolculuk bitip, otele yerleşince ilk birlikte atladılar havuza. İlk yemeklerini aynı masada yediler.
İkinci gün programında çevreyi tanımak amacıyla bir piknik düzenlendi. Otel bir tepe yamacındaydı. Arkası orman, önü deniz, bu harika ortam kanlarını kaynatıyordu.
Piknik sırasında birden hüzünlendi Sevgi. Alp heyecanla ona çevrenin güzelliğini gösterirken Sevgi’deki bir iki dakikalık bu durgunluğu hissetmedi bile. O coşkuyla daha önceleri gelip görmüş olduğu bu yerleri yeniden yeniden ballandırırken, Sevgi Ahmet ve annesiyle yaptıkları kış pikniğini aklından geçiriyordu.
Ama Sevgi, onu dinler gibi yapıp yeniden o eski günlerin verdiği hüzne daldı. Bu sefer o manzara içinden annesinin kayıp gitmiş olduğunu düşündü ve gözlerinden gelen yaşları tutamadı. Alp Sevgi’nin başını avuçlarının arasına aldığını görünce, merakla eğildi ona doğru.
Sevgi toparladı kendini ve göz yaşlarını ondan gizlemeyi becerdi.
Tepeden aşağıya şırıl şırıl akan incecik dere, kuş sesleri, önlerinde sağlı sollu tepelerde uzaktan oyuncak evciklermiş görünen köyler’in güzelliği anlatılır gibi değildi.
Pikniğin en keyifli zamanında birden bulutlar sardı göğü ve ilk yağmur damlası arkasından hemen sağanak başladı. Alp, “Karadeniz böyle işte sevgilim” dedi.
Sevgi’ye bir erkek ilk kez Sevgilim diye hitabediyordu. İçi bir tuhaf oldu. Ürperdi ve hemen toparlanıp bayır aşağı koştular otele doğru...
Sırılsıklam otele döndüler kafileyle birlikte.
O günden sonra mümkün olduğunca gizli köşeleri seçip baş başa kalmaya özen gösterdiler. Buna fırsat bulmak kolaydı. Üçü çıkıyorlar birlikte, Alp’in kız kardeşi, beraber olmaya can attığı sınıf arkadaşlarına koşuyor hemen ve onları yalnız bırakıyordu.
Havanın sıcaklığı, denizin kokusu onları kışkırtıyor ve doyasıya öpüşüyorlardı.
Otele döndükleri bir gün, öpüşmeye doyamamış olan Alp, kalabalığın arasında sevginin beline iyice sarılmış ve yanağına bir öpücük kondurmuştu. Allahtan bu hallerini gören oteldeki yabancı müşterilerdi. Sevgi onu itmiş, Alp ise hiç oralı olmamıştı.
Tatillerinin son gecesiydi. Alp Sevgi’nin kapısını tıklattı. Akşam son gece eğlentisi vardı. Biraz erkence gelip, onu son bir kez daha öpüp de götürmek istiyordu Alp.
Kapı yavaşça açıldı. Sevgi, en çok sevdiği gri elbisesini giymişti. Hafif bir makyaj yapmış, altın sarısı saçlarını serbest bir topuz yapmıştı. O kadar güzeldi ki, Alp kendini tutamadı. İçeri girer girmez sarıldı ona. Sanki yıllardır görüşmeyen iki sevgili gibi uzun uzun öpüştüler. Her ikisi de alev alev yanıyorlardı.
Bir saate yakın odada yalnız kaldılar. Herkes eğlenti hazırlığı telaşındayken onlar her şeyi unutmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi.
Sevgi doğruldu bir ara saate baktı:
“Gördün mü şimdi geç kalacağız! Bak saçımı da bozdun!” diyerek aynaya baktı.
O saçını başını düzeltmeye çalışırken Alp hala hızını alamamış onu onu yanağından, ensesinden kulağından öpmeye devam ediyordu.
Bir ara kapı vuruldu. Neşe kapıdan seslendi:
“Hadi Sevgi... geç kalıyoruz!”
Kapıya çıktıklarında ikisinin de yanakları kıpkırmızıydı.
Neşe durumu anlamış, bozuntuya vermemiş ama, hafif gülümsemekten de kendin alamamıştı.
“Şimdi ancak arka masalarda yer bulabiliriz” diye laf katarak araya durumu kurtarmalarına yardımcı oldu.
Üçü aynı masaya oturdu ve koyu bir sohbete daldılar. Neşe adı gibi, neşeli bir kızdı. Hem gülüyor hem onları güldürüyordu. Bir ara neşeyi bir arkadaşı çağırdı. Alp kendilerinden uzak bir masada oturan kız kardeşini şöyle bir kontrol ediyormuş gibi yaptıktan sonra Sevgi’yle yalnız geçireceği son gecenin tadına varmak için döndü tekrar ona. Sevgi durgunlaşmıştı birden. Alp’i de bir hüzün sardı. Her ikisinin de aklından geçen yarın ayrılık günü olduğuydu.
Duygusallaştı, göz göze bakarak düşünmeye başladılar. Sanki dokunsan ağlayacak gibiydi ikisi de...
iyi okumalar
161-162-163-
Piyanist dokunaklı bir parça çalıyordu. Sevgi, onun mavi gözlerine dalmış, donmuş gibi duran Alp’e uzattı elini.
“Hadi gel... dans edelim!”
kalktılar. Birbirlerine sıkıca sarılıp, kendilerini müziğin ritmine bıraktılar. Sevgi başını onun omzuna koymuştu. Alp onun kokusuyla karışan parfümünü içine derin derin çekti. Ciğerlerinde hep bu koku dolaşsın istiyordu. Tanrı onları birbirleri için yaratmıştı sanki. Aşklarının son bulmasında korkuyordu. Uçacakken yakalanmış ve ayni kafese konmuş kuş gibiydiler.
Müzik bitince dışarı çıktılar. Serince bir hava vardı. Ay ışığı denize vurmuş, minik dalgalar üstende oynaşıyordu. Sahil oldukça kalabalıktı. Üşüyen sevgi Alp’in koltuğunun altına sokuldu. Alp hiç konuşmamış dans boyu hep düşünmüştü. Sevgi’nin sığınacak bir kanat istermiş gibi ona sokulması dilini çözdü:
“Dün gece hiç uyumadım. Kendi kendimi yedim durdum. Yarın dönüyoruz. Eve gidince aileme açılacağım. Uzunca bir tahsili falan boş verelim. Zaten biraz geciktik. Hemen nişan yapalım.”
Hiç sesini çıkarmadı Sevgi. sanki sevdiğinin koltuk altında uyumuş kalmıştı. Ama, duymuş ve tartıyordu kafasında. Melek anne ne diyecekti bu duruma....
“Ne diyorsun Sevgi... bir şeyler söyle!” demesiyle, başını kaldırıp, “şimdi bu gecenin sihrini bozma lütfen... sonra konuşuruz bunları” dedi.
Alp Sevgi’nin çenesini tutup kaldırdı ve “sana son bir kez daha bakayım...” dedi ona.
Sevgi ağlamaklı, üzgün ona baktı. Konuşurken dudakları titriyordu:
“Seni sık sık düşüneceğim.”
“Sonsuza kadar ayrılmamalıyız!”
Otele döndüklerinde ay bulutlara gömülüp kaybolmuş bir iki saat sonra doğacak olan güneşe yer açmıştı.
Dönüş yolculukları başlarken. İstanbul’dan çıkarken titreyerek ürkekçe tutaşan eller birbirine kenetli bir şekildeydi ve yolculuk boyu öylece sürdü.
Herkes yemek molasına iniyor, onlar el ele otobüste öylece oturuyor ve akıllarından geçen binbir zorluğu nasıl yeneceklerini düşünüyorlardı. Alp ailesini, Sevgi melek annesini nasıl ikna edeceklerinin derdindeydiler...
Sevgi bir ara gözünü yumdu. Alp’in evlilik kararını verirken odada dolaşmasını, derenin şırıltısını duyarak, kuş sesleri arasında öpüşmelerini, hele son akşam yemek öncesi ateşli sarılışlarını gözünün önünden bir daha geçirdi.
Hiç konuşmadılar neredeyse. Arkadaşları şarkılar söylüyor, birbirlerine tempo tutuyorlardı. Sevgi ile Alp için ise, bakışmak, konuşmaktan, şarkı söylemekten daha güzeldi...
Yine o bildik kavuşma yaşandı Melek hanımın evinde. Yine bildik şenlikler... Ama Sevgi eski sevgi değildi artık. Melek hanımın kampla ilgili sorularına sıradan cevaplar veriyor, anlatırken çokluk gözlerini kaçırıyor ondan, sırası gelmeden verdikleri evlilik kararını açık etmek istemiyordu. Ama, yılların eğitimcisi Melek hanım ondaki değişikliği sezmişti...
Bu arada Sedat Sevgi’deki değişikliği aylar önce sezmiş, korkular yaşamayı hayatının bir parçası gibi kanıksamıştı. Onun Alp’le balodan birlikte çıkışları sırasındaki vedalaşmalarındaki samimi davranışlarla gördüğü günden beri yüreğine saplanmış bir hançerle yaşıyor gibiydi. Kamp dönüşünde iyice emin olmuş ve Alp’le Sevgi’nin evlilik kararına giden yolda olduklarını görmüş ve sonunda umudunu kesmişti.
Melek hanım sevgili kızını birden üstüne giderek üzmek istemiyordu.. ama, hiç sezdirmeden gizli gizli söyletmeye çalışıyordu Sevgi’yi.
İlk günlerde hiç sesini çıkarmadı. Kamptan dönmüş, henüz ders çalışmaya başlamamış olduğunu anlayışla karşıladı bir süre. Ama sudan bahanelerle sık sık dışarıya çıkması ve yanına da refakatçi olarak Sedat’ı almıyor oluşundan pirelendi.
Bu arada Sevgi Alp’le sık sık buluşuyordu. Alp ailesine durumu açtığını söylediğinde Sevgi, hayatını en ince detaylarına kadar anlattı ona ve “şimdi kararını yeniden gözden geçir ve beni ailenle tanıştırmaya öyle götür” diyerek ona kararını sordu.
“Benim için önemli olan sensin... aramızdaki sevgi.” demesiyle boynuna sarıldı onun ve “acaba ailesi de böyle düşünür mü?” diye geçirip içinden hayatının en büyük korkusunu yaşadı.
Melek hanım söyletti Sevgi’yi sonunda. Daha doğrusu Sevgi Melek hanımın kendisini söyletmesine fırsat yarattı. Çünkü Alp onu ailesiyle tanıştırmayı ayarlamıştı. Melek hanımdan gizlemesi artık mümkün
iyi aksamlar
164-165-166-
değildi...
Melek hanım, tahsilini bırakmayı düşünen eserine bıkmadan usanmadan, her fırsatta nasihatler verdi. Nasihatler kar etmedi Sevgi’ye...
Son karar: Sevgi tahsilini bırakacak, Zengin bir aileye gelin gidecekti.
Üniversite sınavlarına çok az kalmıştı. Sevgi üniversite sınavlarına girmedi. Çaresiz kalan Melek hanım Alp’in Sevgi’yi ailesiyle tanıştırmaya götüreceği günün bir gün öncesi, gece yarısı, son bir defa daha onunla konuşmaya karar verdi:
“Çok çalıştın. Bir yıl dinlenmeni ben de istiyorum. Ama demir tavında dövülse daha kolay olurdu. Olsun ama, sen azimli bir kızsın... gelecek yıl da kendini hazırlar üniversiteye girersin. Mesele buna senin karar vermen. Bu ihtimali hep kafanda tut. Benim yaşadıklarımı aklına getir. Babamın servetine güvenip tahsilime devam etmesem ne yapardım...”
Sevgi havalarda uçuyordu. Tahsil falan uçup gitmişti kafasından. Ama yine de onu dikkatle dinledi:
Alp’in ailesini tanıyordu Melek hanım. Servetlerine güç yetmez, köklü ve havalı bir aileydiler. Olabilecek tüm sakıncaları sıraladı Sevgi’ye:
“Sen bakma o gencin duygularına. Ben tecrübeliyim. Çünkü onların içinden, aynı şartlarda yaşadım. O insanları, düşüncelerini sana ezbere söyleyebilirim. Olacakları biliyorum. Seni aralarına gelin olarak almazlar. Onların sevgi anlayışları, kitaplarda yazıldığı, filmlerde gösterildiği gibi değildir. Hayal kırıklığına uğrayacak, yıkılacaksın... İdeallerini yıkmaya değip değmeyeceğini iyi tart! Ve yarın bu saatlerde dizime kapanıp ağladığında, güçlü olmaya ve daha önce kendine çizdiğin yolda yürüyeceğine dair bana şimdiden yemin et!” diyerek ve ondan söz alarak gönderdi yatağına.
Sevgi yatak odasında, Alp’in hayali gözünün önünde, Melek annesinin dediklerini düşünüyor ve “Alp’e ve aşkımıza güveniyorum” diye mırıldanarak içinden, Melek annesinin kucağına yarın gece sevinçle koştuğu an o Melek yüzünün daha da melekleşeceğinin düşünü kuruyordu.
Alp, ertesi gün Sevgi’yi almaya geldiğinde, Melek hanımın elini öpmek için eve girdi. Dış merdivenin ilk basamağından başlayarak, güzel kıyafetiyle bir kelebek gibi, Alp’in elinden tutarak onu koşturup Melek hanımın karşısına dikmiş olan Sevgi, gururla ikisine bakıyor ve ikisiyle de övündüğünü yüzünden belli ediyordu.
Melek hanım elini öpen bu insanüstü yakışıklı genci görünce, ben genç olsam ben de sana aşık olurdum. Maşallah kibar, güzel evladım. İnşallah mutlu olursunuz!” demekten kendini alamadı.
Sevgi, “gördün mü!” der gibi, her ikisinin de yüzünü bir süre süzdükten sonra onlara birer kahve getiren Fatma hanımın yüz ifadesini de süzmeye başladı.
Epey konuştular Melek hanımla Alp. Genç adam kapıya yönelirken Sevgi dönüp elini öptü Melek hanımın ve onun ipekleşmiş sesinden, kulağına fısıldadığı, “Sağlam bir genç ve seni yürekten sevdiği belli. Ama, yine de dün akşam dediklerimi ve verdiğin namus sözünü sakın ha sakın unutma!” diye kulağına fısıltıyla tembihleyen sözlerini gözlerine bakarak ve gülümseyerek dinledi.
“Elbisen çok güzel... harika görünüyorsun, unutma!” diyerek onu cesaretlendiren sözlerini de duyduktan sonra güvenle elinden tuttu Alp’in.
Arabaya bindiklerinde sevinçle gülüşüyorlardı ikisi de. Sevgi Alp’in melek hanımla konuşurkenki hallerini taklit ediyor, ona takılıyordu. Alp de onun o heyecanlı, şaşkın halini aklına getirip gülüyordu.
Alp’in evinin önüne geldiklerinde heyecanlanma sırası Sevgi’ye gelmişti.
Ev o kadar büyüktü ki, Sevgi ürktü birden. Arabadan indiler. Bahçe içinde kocaman bir villa... yabancı kokusu alan köpek havlamaları bir kat daha artırdı Sevgi’nin korkusunu.
Alp elinden tutup Sevgi’nin, adeta sürükler gibi eve doğru götürdü. Sevgi o kadar şaşkındı ki, neredeyse yürümeyi unutmuştu.
“Hadi sevgi, yürü! Önüne bak canım, şimdi takılıp düşeceksin” diye onu acele etmesi için sıkıştıran Alp olmasa neredeyse, öylece donup kalacaktı. Muhteşem evi dıştan seyrederken, “acaba içi nasıldır ki!” diye aklından geçirdi bir an.
Kapıyı evin hizmetkarı açtı. Tahmin ettiği gibi, içerisi sanki bir saraydı. Sevgi nereye bakacağını şaşırmıştı. Duvarları süsleyen pahalı oldukları belli tablolar, yerde muhteşem halılar, tavanda ışıl ışıl avizeler ve daha neler neler... hele o pirinç oymalı mobilyalara vişne çürüğü kumaşlar ne güzel uymuştu. Perdeler bu dipten tavana muhteşem tabloyu insana huzur verecek bir şekilde tamamlıyordu.
167-168-169-
Alp Sevgi’yi hafifçe belinden kavrayıp öne sürerek salona götürdü:
“Merhaba, anne... baba, işte size Sevgi’yi getirdim” diyerek onu takdim etti.
Şimdi kızarıp bozarma sırası Sevgi’ye gelmişti.
“Nasılsınız efendim...” diyerek ellerini öptü. Gösterilen yere oturdu. Eğer biraz daha ayakta kalsaydı bayılıp düşecekti.
Alp’in annesi Mine hanım ve babası İhsan bey Sevgi’yi süzdüler bir iki saniye. Her ikisi de böyle bir güzel kız olacağını düşünmemişlerdi doğrusu.
“Hoş geldin kızım” derlerken şaşkınlıklarını belli ettiler.
“Alp senden hep bahsederdi. Demek tanışmak bu güne kısmetmiş” diyerek söze girdi İhsan bey. “Maşallah! Maşallah!” dedi Mine hanım ve hemen ardından onu sorgulamaya başladı. Arkası arkasına, onu sınavdan geçirir gibi sorular soruyordu. Alp de arada lafa giriyor, ortalığı yumuşatmaya çalışıyordu.
Mine hanım kendi ailelerinin ne kadar asil ve köklü olduğundan, nice asil ailelerin Alp’e kızlarını vermek için can attıklarından ve servetlerinin çokluğundan bahsediyordu hep.
Bu sıralamadan sonra kritik sonuç belirleyici-kendince- asıl önemli sorularını sıraladı:
Sen kimlerdensin kızım? Annen baban kim? Sülalenize kim derler?”
Sevgi, “Şey efendim!..” diye başladı sözlerine:
“Benim babam subaymış. Şehit olmuş.”
“Öyle mii!?”
“Peki anneniz!?”
“Öldü efendim.”
Tam bu sırada Alp lafa girdi:
“Anne, karnımız açıktı. Yemek yiyelim... konuşmanıza sonra devam edersiniz!”
“Dur oğlum, beni sıkboğaz etme!”
“Hadi be anne! Yemekten sonra...”
o ana kadar sorgu sualden uzak, hep susup dinlemiş olan İhsan bey de Alp’in düşüncesine katıldığını söyleyince, beraberce kalkıp yemek masasına ilerlediler.
Masa muhteşemdi. Kaşık, tabak, peçeteler dahi birbirine uyumlu renkteydiler.
Alp bir sandalye çekerek Sevgi’nin oturmasına yardım etti.
Evin iç hizmetçisi çorba servisine başladığında Sevgi’nin elleri titriyordu.
İhsan bey Mine hanım kadar acımasız görünmüyordu. Daha hoş sohbetti. Masada Sevgi’nin güzelliğine iltifatlar ediyor, ona şakalar yapıyordu. Alp de bu arada Sevgi’yle nasıl tanıştıklarını anlatıyordu. Baba-oğul gelin adayı üçlüsünü izleyen Mine hanımhiç sesini çıkarmıyor, pusuda avını bekleyen kedi gibi, gözleri Sevgi’nin üstünde öylece duruyordu.
Nasıl olduysa, bir anda oluşan sessizliği fırsat bulup konuştu:
“Demin sohbetimiz yarım kaldı. Siz kimin yanında kalıyorsunuz!?”
“Melek hanımın... beni o büyüttü efendim”
“Önce neredeydin peki!?”
işte ne olduysa o an oldu. Sevgi ağzındaki lokmayı yutamadı. Yutkundu bir iki sefer ve “bir yuvada kalıyordum efendim” deyiverdi.
Bunu duyan mine hanım elindeki kaşığı hışımla masaya fırlattı ve oğluna döndü:
“Teessüf ederim Alp!! Bana bula bula, baldırı çıplak, servet avcısı, besleme, ne idüğü belirsiz bu kızı mı buldun!!?”
“Anne, rica ederim... lütfen otur!”
“Hayır efendim!! Çabuk bu kızı geldiği çöplüğe geri götür! Haddini bilsin, yoksa ben bildiririm!! Bekçiyi çağırır dışarıya attırırım onu!”
Sevgi ayağa kalkmış, yüzünü avuçları arasına almış, ağlaya ağlaya salonu terk etti hemen. Koşar adımlarla dışarıya çıktı. Hem ağlıyor, hem koşuyordu.
Alp de arkasında fırladı.
Sevgi’nin gözü hiçbir şey görmüyor, koşuyor, düşüyor, kalkıp yine koşmasına devam ediyordu.
Alp ona yetiştiğinde, çantası ve ceketi elindeydi. Onu zorla ikna edip arabaya bindirdi.
Sevgi artık Alp ne söylese hiç birini duymuyor, onunla konuşmuyor, hıçkırarak ağlıyordu.
Akşama kadar arabayla gezdiler. Sevgi hep ağladı. Alp hep konuştu. Onu teselli etmeye çalıştı. Binlerce kez özür diledi belki...
Akşam olduğunda Sevgi’nin ağzından bir söz çıkabildi nihayet:
“Beni evime götür!”
evin önüne geldiklerinde, Sevgi usulca indi arabadan. Ceketini yerlere sürükleyerek bahçeyi geçti.
Çorabı yırtılmış, diz kapakları düşmekten çizilmiş, ceketi çamur içinde, ayakkabısının bir teki kayıp, topallayarak, hiç arkasına bakmadan içeri girdi.
iyi akşamlar
okumaya devammı
Elbette
Sayaçtan da görebilirsiniz.
:)
170-171-172
Alp’in arkasından koştuğunu bile bile onu dışarıda bırakıp yüzüne kapattı kapıyı...
Bir müddet sırtını kapıya dayayıp ağladı. Sonra koşup odasına kapandı. Aynanın önüne durdu. Hali içler acısıydı. Yüksek sesle konuşmaya başladı aynadaki görüntüsüne:
“Sen kimsin be... kimsin!! Ne idüğü belirsiz bir besleme!! Ama bir gün pişman olacaksın söylediklerine Mine hanım!!!”
Melek hanım olacakları baştan biliyordu. Fatma hanımla birlikte onun odasından gelen sesleri duymuştu.
“Bir süre rahatsız etmeyelim. Boşaltsın içini” diyerek odaya koşturmak isteyen Fatma hanımı engelledi.
Aradan saatler geçti. Ses seda kesildi içerde. Melek hanım tekerlekli arabasıyla kapıya kadar gitti. Kapıyı tıklattı:
“Girebilir miyim kızım!?”
hiç ses gelmedi içerden. Fatma hanımı çağırarak yanına birlikte içeriye girdiler.
Onun yatakta yüzükoyun cansız gibi yatışını görünce büyük bir korkuya kapıldı.
“Hemen bir doktor çağır Fatma!!” diye telaşla gönderdi onu ve “Sevgi!! Sevgiii!!!” diye onu sarstı.
Sevgi gözlerini açtı:
“Hayır... doktor falan istemez. Korktuğun şeyi yapmadı. Çok istedim ama yapamadım.
Anne kız kucaklaştılar.
Melek hanım neler olduğunu bile sormaya gerek duymamıştı...
Sevgi kapanmış dizlerine Melek annesinin hüngür hüngür ağlıyordu. Dünyası yıkılmış, ama Melek annesi devleşmişti gözünde. Alp ise küçülmüş de küçülmüştü:
“Nasıl bana sahip çıkmaz ve beni servet avcılığıyla suçlayan ailesine karşı savunmak bir yana, ağzı kilitlenmiş gibi durur karşımda. Bir süre yuvada kalmış olmamı, bir şehit subay çocuğu olmam kapatacak bir değer değil mi Melek anne!! Nasıl insan bunlar... nasıl insan bunlar!!” diyerek ağlıyor ve onun başını okşayan Melek hanım olmasa, ona verdiği söz olmasa ölmek geliyordu içinden...
Sevgi bütün göz yaşını döküp bitirdikten sonra bir iki cümleyle özetledi Melek hanım onun sorusunu:
“Bu bir sistem kızım. O insanlar da bu sistemin ufak ufak parçaları. Kimseyi suçlama. Alp de öyle... çocuğa hiç kızma! Dünya gerçekleri bunlar! Öğreniyor ve olgunlaşıyorsun. Bu duygular güçlü insanlara değil yıkım, yaşama azmi için vitamin yerine geçer!”
Sevgi Melek hanıma verdiği sözünü tuttu. Daha daha azimli, daha olgun, ama hiç yüzü gülmeyen bir kız olmuştu sonunda.
Alp ise Sevgi’yi defalarca aramış, ama Sevgi her defasında onunla görüşmeyi reddetmişti.
Bu ısrarlar zamanla azaldı... telefonlar kesildi.
Uçak Paris'in üzerinde uçarken, Alp için yeni bir hayat başlıyordu. Ailesi onu ikna etmiş, yurt dışına göndermişti.
İşte Paris ayaklarının altındaydı. Hava kararmıştı. Yorgun sayılırdı. Işıl ışıl caddeler uzanıyordu önünde. Ama o dinlenmekten başka bir şey düşünmüyordu. Bir otel adresi almıştı İstanbul’dayken. Bir taksi çağırdı ve adresi şoföre verdi. O gece dinlenecek, annesinin öğütlerini yerine getirecekti.
O gece iyi bir uyku çekti. Ertesi gün ilk işi ailesine uzunca bir mektup yazmak oldu. Paris'in çok pahalı olduğundan, bu yüzden de ona çok para göndermeleri gerektiğinden bahsetti.
Onların sözünü tutmuş, Sevgi’sinden ayrılmış, buralara gelmişti. Her şeyin bir bedeli vardı. Onlar da çeksin, ödesinlerdi.
Otelde kalmaya devam etti. Gündüzleri gezmeyle, geceleri de eğlenmeyle geçiriyordu. Paris tahmin ettiğinden de büyük ve çekici bir şehirdi. Hele kızları, kadınları... bir başka güzeldi. Ama hiç birisi Sevgi’nin yerini tutamazdı.
Burayı çok beğenmişti. Böyle giderse yüksek tahsilini de burada yapardı.
Kendi kafasına göre birkaç Türk arkadaş edindi önce. Başından geçen, acı olayı yavaş yavaş unuttu. arkadaşlarıyla ucuz bir pansiyon buldu. Bu şekilde, barlara, pavyonlara daha çok para ayırabilecekti.. arkadaşlarından kimi kimya, kimi mimar, kimi sosyoloji okuyordu. Onlarla buluşup, gecenin geç saatlerine kadar yiyor, içiyor, batakhaneleri dolaşıyorlardı. Annesinin öğüdünü dinliyor, Sevgi’yi unutmaya çalışıyordu.
Aslında Sevgi’yi çoktan unutmuş, ailesine karşı öyle görünmek işine geliyordu.
Kendisiyle sürekli ilgilenen babasına durmadan telefon ediyor, para istiyordu.
Bu avare yaşantının sonunun nereye varacağını bilmiyordu.
Evden para çekmenin bir yolu da acındırıcı mektuplardan geçiyordu. Mektupta annesine, “öğütlerini harfiyen yerine getiriyorum. Günümü gün ediyor, Sevgi’yi unutuyorum kıymetli anneciğim(!)” diye yazıyordu.
Annesi de Alp’in her istediğini yerine getiriyordu.
Annesi Romen, babası bir İngiliz olan Helen, Paris’te ki yüzlerce kızlardan birisiydi. Konsomatristi. eğlence hayatında bayağı tecrübeli olan Helen Alp’i tuzağına düşürmekte geç kalmadı. Toy bir delikanlıyı ayartmak hiç de zor değildi.
Bundan sonra, bir çok geceleri beraber geçirdiler. Bazen gündüzleri de birlikte oluyorlardı. Tahsil Alp için ikinci planda kalmıştı. Bütün saatlerini Helen’le geçiriyordu.
Büyüklerin sözü bir kere daha doğru çıkmış, çivi çiviyi sökmüş, Helen Sevgi’yi unutturmuştu.
Helen’le tanışmalarının üzerinden altı ay geçmişti. Alp Paris’te hayatını sürdürmekteydi. Günlerden bir gün annesine bir mektup yazdı:
“Sizden artık, para, pul, hiçbir şey istemiyorum. burada bir şekilde hayatımı kazanıyorum. Artık kendime sizleri değil, buradaki insanları aile olarak seçiyorum. Çünkü öz oğlunu göz göre göre bataklığa atan insanlara aile demem ben. Beni siz yaktınız. İstediğim tek şey beni unutmanız. Yapacağınız en akıllı hareket, kimseyi hor görmeyin bundan sonra. Şimdi sizin oğlunuz da aynı durumlara düştü. Bu mektup size yazdığım son mektubum. Bir daha göndermem. Benim için üzülmeyin. Çünkü, bu sonu siz hazırladınız bana. Sonucuna katlanmalısınız. Son bir defa ellerinizden öperim.
Alp.
iyi geceler
her zaman okuyoruz hocam sayenizde :)
173-174-
Ayşe Ana
Sevgi reddedilmenin ve unutulmanın acılarını yaşarken dayanılmaz hayat şartlarına rağmen hayatını barakada sürdüren Ayşe’nin başından çok sıkıntılar geçmişti.
Gariple sokakta eskiler toplayarak çöp evde yaşıyorlardı. İşini kimsenin görmeyeceği sakin saatlerde yapıyor meydana çıkmak istemiyordu. O da Garip gibi her tarafını sarıp sarmalıyor, meydana çıkmasını engellemeye çalışarak yaşıyordu.
Kendini öldürmeyi defalarca düşündü ve denemek istedi. Ama yapamadı. Kendinde güç kuvvet bulduğu zamanlar bırakıp barakada yaşamayı, her gün hasretleriyle yandığı sevdiklerini aramak istedi ve her seferinde, kendini öldürmekten vazgeçtiği gibi, bundan da vazgeçti. Çocuğunun gözü önünde yaşamış olduğu utancı bir türlü silemiyor aklından, onların yüzüne tekrar bakmayı ölümle bir sayıyordu.
Ayşe kendini sevdiklerini ölü bilmesinin daha hayırlı olacağını düşünüp mutsuz yaşantısını sürdürürken Garip ve Çarıklı hayatlarından memnundular. Yoksulluktan, pislikten hiç rahatsız olmuyorlardı. Ellerine geçeni temiz, pis demeden yiyorlar, erkek gibi birbirlerine ağız dolusu küfretmekten bile zevk alıyorlardı. Barakanın içindeki pisliklere çıplak ayaklarıyla basıyor, yemek artıklarını bile hemen barakanın önüne, çokluk da yerlerinden kalkmadan, içerden kapının dışına savuruveriyorlardı. Ayşe kendine ayırdığı barakanın temizlediği bir köşesinde hapismiş gibi hissediyordu kendini.
Bu pis yaşantılarına rağmen, Ayşe’nin köşesine pislik atmamaya çalışıyorlar, ona temizliğinden dolayı saygı duyuyorlardı. Hatta onun bu yaşantıdan kurtulabilmesi için ona öğüt veriyorlar, “sen kendine başka bir yol bulsan, sen buraya göre değilsin” diye onu sıkıştırıyorlardı.
Ayşe ise, onların kendisini başlarından atmak için olmadığına emin olduğu bu tür konuşmalarından sonra, genellikle düşünceye dalıyor ve en sonunda buradan daha iyi gizlenecek bir yer olamayacağına hükmedip, yaşantısını onlarla sürdürmeye karar veriyordu.
Herkes yerini iyi belirlemişti. Garip ve Ayşe barakanın hanımefendileri, Çarıklı hizmetkar gibiydi. Zaman zaman durumundan şikayet etmesine rağmen Çarıklı yine de onların hizmetinde olmaktan memnundu.
Bir gün, dondurucu soğukta yandaki dereden su getirmiş olan Çarıklı, elleri soğuktan morarmış halde kovayı sobanın yanına yerleştirirken, çay içen iki arkadaşının durumunu görüp kendi haliyle karşılaştırınca patladı:
“Sevgili hanımefendiler, her gün çay içmek moda oldu. Patlayın inşallah!” diyerek ellerini ısıttı biraz asık suratla. Sonra çamaşırları toplayıp, o soğukta derede yıkamaya gitti. Daha barakadan çıkarken ağza alınmayacak küfürleri savurmaya başlamıştı.
Onun küfürlerine aldırmayan Garip, “geçen kış bundan iyiydik. Hep lapa, bulgur çorbası yerdik. Pazaryerindeki artık sebzeler taze kalıyordu. Bu yıl artıkların hepsini don öldürüyor, ne yapsak acaba?” diyerek evin geçiminden sorumlu bir baba gibi kalkıp odanın içinde dolaşmaya başladı.
Barakanın penceresi ısı kaybı olmasın diye her tarafı sıkı sıkıya kapatılmıştı. Kış günlerinde gündüz bile gaz lambası yakmak zorundaydılar birbirlerinin yüzünü görmek için. Odanın içinde bir beri bir öte düşünerek adımlayan Garip’in gölgesi duvarda büyük bir bulut gibi gidip geliyordu.
Ayşe, bu gölgesi düşen insana, minnet duygularını yineledi içinden. Çarıklı biraz önce küfretmesine rağmen o da Garip’in kendinden çok onları düşündüğünü biliyor ve onca eziyete bunun için katlanıyordu.
Karşılıklı küfürden oluşan o akşam sohbeti bitip yataklarına “yarına çıkar mıyız!” endişesiyle yattıklarında herkes uyumuş, Garip hala düşünüyordu.
Ertesi sabah erkenden kalktı. Cebindeki üç beş kuruşla ekmek, biraz da zeytin almış dönmüştü. Soğuktan dişleri takır takır birbirine vurarak açtı kapıyı. Uyandırdı onları.
“Sobayı yakın, öleceğim neredeyse. Size ekmek zeytin aldım.”
Babaları eli dolu gelmiş çocuk gibi sevindiler. Sobaya kağıt, çul çaput doldurdular hemen ve kibriti çaldılar. Çürümüş sobanın deliklerinden çıkan dumanlardan göz gözü görmez olmuştu. Ayşe şiddetle öksürmeye başladı. Çarıklı hiç oralı değildi. Garip endişeyle yüzüne baktı Ayşe’nin. İçinden, belki bin kez
175-176-177
bin kez geçirdiği gibi yine geçirdi: “sen buraya göre değilsin!”
Akşam olmuştu. Soğuğa rağmen işe çıkan Garip hala dönmemişti. Evde yiyecek hiçbir şey yoktu. “ya dönmezse!” diye korktuklarını birbirinin yüzünden okuyorlardı Ayşe’yle Çarıklı.
Nihayet kapı tıkırdadı ve Garip elinde getirdiği poşeti bir köşeye kendinden evvel fırlatarak içeri daldı. Elleri ayakları buza kesmişti. Yüzü soğuktan simsiyah görünüyordu.
Hemen ellerini ellerinin içine alarak hızlı hızlı ovalamaya başladılar ikisi birden. Ona bir ot çayı kaynattılar.
Poşette yiyecek bir şeyler vardı. Nereden bulmuşsa bulmuş, kuru birkaç ekmek ve oldukça sağlam bir göbek lahana... epeyce de yeni kalın kumaş parçaları vardı.
Kumaşlara bakan Ayşe’ye döndü Garip çayını yudumlarken. “Bir terziden yalvar yakar aldım. Sana bir manto dikeceğiz.”dedi. Bunu söylerken çocuğuna hediye almanın gururunu yaşayan bir baba edasıyla bakıyordu Ayşe’ye.
O gece çok zor bir gece oldu. Garip’i bir titreme tuttu. Yattı. Ne varsa odanın içinde üzerine örtmelerine rağmen yine de titremesi geçmiyordu.
Ayşe’nin aklına bu barakada ilk geçirdiği gece gelmişti. Garip’in onun için yaptıkları. Yemek ve ilaç getirmesi, onu dizinde yatırıp iyileştirmesi.
Ayşe iyileşip gariple işe çıkmaya başladıkları bereketli bir gün kendisine ilaç aldığı eczaneye götürmüştü onu. Borçlarını ödemişler ve eczacı, “o ilaçları bu arkadaşının için mi almıştın?” diye de sormuştu.
Garip’in ölümcül yatışına dayanamayıp, Çarıklının “nereye gidiyorsun bu soğukta? Bu ölürse ben ne yaparım. Dayanamadın, kaçıyorsun ha hanımefendi!” demesine aldırmadan ve hiç sesini çıkarmadan barakadan çıkıp gitti.
Eczane henüz açılmamıştı. Caddede ileri geri biraz yürüdü. Yürürken de çöpleri uzaktan bir kontrol etti. Eczacının uzaktan gelişini görmesine rağmen biraz bekledi. Tam karar veremiyor, hâlâ bir aşağı bir yukarı titreyerek dolaşıyordu. Ne olursa olsun diyerek sonunda, emin adımlarla yürüdü ve eczaneye girdi. Eczacı tanıdı onu. Ne o kızım, burayı çöplük mü sandın.
Ayşe eczacıyla hiç konuşmamıştı. Kibar bir şekilde, “affedersiniz, sabah sabah rahatsız ettim” diye söze başlaması şaşırttı eczacıyı. Böyle kibar konuşan birinin çöplükte ne işi var!? diye düşünerek kulak kesildi.
“Nedir derdin kızım?”
“Bu kış çok soğuk. İşe çıkamıyoruz. Açız...”
Eczacı endişeyle bakarak onun yüzüne, “Eee?” diye sordu.
“Camlarınız kirlenmiş. Başka bir temizlik işiniz de varsa yaparım. Para istemiyorum. İlaç lazım. Garip ölecek. Titreme tuttu. Soğukta işten dönünce başladı titremesi. Herhalde çok üşütmüş. İlaç verirseniz, kalan borcum için de her gün gelir işinizi yapar ödeştiririm”
Eczacı, “önce çıkar üstündeki şu paltoyu. Burası eczane” diyerek çıkarttırdı paltosunu ve bir önlük verdi eline, “giy!” dedi.
Ayşe yüzüne baktı onun. Pırıl pırıl mavi renkteki önlüğü kirletirim korkusu yaşadığını belli etti.
“Giy dedik ya kızım. Sana vereceğim ilaç pahalı. Çok çalışman gerekecek.”
Ayşe rahatlamıştı. Giydi önlüğü. Eline tutuşturulan temiz beze baktı. Yıllardır temiz bir bezle cam silmemişti. İçinden ağlamak geldi. Tuttu kendini ve camları silmeye başladı. İşini bitirince, “yerleri paspas edeyim mi?” diye sordu.
“Et bakalım!?” diyerek paspası getiren eczacının dikkatli bakışları altında yerleri pırıl pırıl yaptı. Tekrar aldı eline bezi ve ilaç vitrinlerinden tozlu olanlarına yönelirken,
“Hastanı unuttun. Gerisini hastan iyileştikten sonra yaparsın. Buraya yazıyorum. Bir ay boyu her hafta bir gün gelip temizlik yapacaksın. Kaytarmak yok. Al bu ilaçları üzerindeki çizik sayısınca aç karnına içir. Daha etkili olur” diyerek onu gönderirken, Ayşe zaten her gün aç olduklarını düşünüyordu.
Teşekkür etti ve kapıya yöneldi.
Eczacı seslendi ona:
“Dur biraz. Şunları al, bir hafta fazladan geleceksin temizliğe. Hastana yiyecek de lazım!”
Yaşlı eczacının eline sarılıp öpmek istedi. Adam mani oldu ve gönderdi onu.
“Şu tanrının işine bak!?” diyordu elinde yiyecekler ve ilaçlarla barakanın kapısından girerken. “bir iyilik et, denize at” diye ne güzel söylemişler. Ama ben kime ne kötülük etmiştim de bunlar geldi başıma” diye düşündü. Bir of çekti ve Garip’in yatağının baş ucuna koydu nevaleyi.
Çarıklı şaşkın şaşkın onun yüzüne bakarak sordu.
bu gün iki günlük attım
zaten 246 sayfa
180-181-182-183
Çarıklı şaşkın şaşkın onun yüzüne bakarak sordu.
“Bir bok mu yedin?”
“Hayır, eczacının camlarını sildim. Temizlik yaptım. Borçlandım.”
Çarıklı, mahcup bir şekilde kirli ellerini omzuna koydu onun ve hemen sonra, telaşla sobanın üstündeki sıcak sudan döktü bir bardağa içine biraz çay atıp çökeltti dibine ve uzatarak, “Şeker de mi aldın?” diye sordu ona.
Aradan iki hafta geçmişti. Garip ayağa kalkmış, ama işe çıkamıyordu. Roller değişmişti barakada. Baba Ayşe’ydi artık. Her gün işe çıkıyor, azdan çoktan dondan zarar görmemiş sebze artıklarıyla tencere kaynatıyor, işe gideceği günlerde ise, onu eli yüzü temiz bir hale getirmek için diğer ikisi canla başla çalışıyorlardı. Hele Çarıklı... elinin yüzünün kirine yakışmayan bir titizlik sergiliyordu.
Eczacının borcunun ödenip bittiği hafta gelip çatmıştı. Ayşe bir an önce işini bitirmeyi hem istiyor, hem istemiyordu. Eczacı o işini yaparken onun hayatıyla ilgili birkaç şey sorardı hep ve Ayşe, kimliği belli olmasın diye, kaçamak cevaplar verir, tüm yakınlarını depremde kaybettiğini söyleyip geçerdi. Bu arada kim olduğunu kendisinin de bilemez hale geldiğinden bahseder ve gerisini deşer çıkarır korkusundan, biraz deliliğe vurdururdu. Son gün Ayşe’yi iyice sıkıştırdı.
“Kaçamak cevap veriyorsun. Derdini söylemeyen derman bulamaz kızım. Yine çöplüğe dönmek sana göre değil. Aklı başındasın. Benim sürekli bir temizlikçiye ihtiyacım olsa iş kolaydı. Geçinir giderdin. Ama bu gün son gün. Senin için bir şeyler yapmak istiyorum.”
Ayşe kendisinin iyiliğini düşündüğüne emin olduğu bu adama başından geçenleri anlatmamak için çok direndi. Ama anlatmadı.
“Zaman zaman kim olduğumu unutuyorum” demekle yetindi.
Eczacı, “ yaşadığın çöplükte kim olsa, kim olduğunu hatırlayamaz kızım. Sana kefil olup yatacak yer, yapacak iş bulsam... şöyle karın tokluğuna falan beni mahcup edersin diye korkuyorum. Beni düşündüren o söylediğin biraz delilik yanın...”
Ayşe heyecanlanmıştı.
“Deli değilim... sizi mahcup etmem. Kimseye açamadığım ailevi bir acım var. kimliğimi gizlemeliyim. Deliliği ondan uydurdum. Açığa çıkmam ölmem demek!” diyerek, “ne olur bana kefil ol!” dercesine ağlamasını tutamayarak onun ellerine sarıldı.
Eczacının içi parçalanmıştı.
“Yarın seni bir yere götüreceğim. Elinden geldiğince temiz giyin. Aklında bir zorun varsa bile, tam yeri. Akıl hastanesi başhekimi arkadaşım olur. Senden delileri görür deliliğin varsa bile unutursun.”
Ayşe eczaneden çıktığında, kesici soğuk işlemiyordu artık ona. Sıcacık yerden çıktığından mıydı, yoksa içi mi ısınmıştı bilemiyordu. Çıkarken eline tutuşturulan paraya bile bakmayı aklına getirmemişti heyecandan.
Alış veriş için elindeki paraya baktığında şaşırdı. Eline tutuşturulan para oldukça büyük bir paraydı. Birazını bozdurdu, kıyamayarak harcadı. Çünkü, eğer işe yerleşirse, kendi karnı her gün doyacaktı. O parayı Çarıklıyla Garip’e vererek ayrılmak istiyordu.
Garip ve çarıklı bayram yaptılar o gece. Yediler içtiler beraber ve gece boyu uyumayıp, Ayşe’ye yeni kumaş parçalarından dikmeye başladıkları mantoyu bitirip sırtına verdiler.
Ayşe sabah erkenden kalktı. Her zaman olduğu gibi, barakanın önüne çıkıp yarı buzlanmış suyla yüzünü yıkadı. O gün her günkü gibi soğuktan ürperme ve üşüme hissetmedi nedense.
Yeni paltosunu giydirip onu uğurlayan arkadaşlarının yüzüne minnetle baktı.
Kadir bey onu bekliyordu eczanede. Birlikte çıktı ve hastaneye gittiler.
Başhekimin odasında on dakika ya kaldı ya kalmadılar. Ama, Ayşe’ye bir yıl gibi gelmişti o dakikalar. Kadir bey onun durumunu açıklar, ona güvendiğini belirttikten sonra, Ayşe kafasını indirmiş odadaki asılı çerçevelenmiş sözler ve Atatürk portresinden, başhekimin ağzından çıkacak kararı bekliyordu. Kalbi hızlı hızlı çarpmaya, kendini boğuluyor gibi hissetmeye başladı. Nihayet konuştu başhekim:
“Bak kızım. Daha önce de anlattı kadir bey senin durumunu. Kalacak yerin yokmuş. Burada yatarsın. Mutfağa bitişik bir odacık var. burası akıl hastanesi. Delilerle uğraşacaksın. Zor iştir. Temizlikleri daha da zor. Sadece yer paspaslama değil yani işin. Sakatlarla daha çok ilgilenmen, her türlü temizliklerini yapman gerekecek. Bilirsin işte... karnın doyar. Eline de üç beş kuruş geçer. Ne dersin!”
Ayşe odaya girdiğinden beri arar ara süzdüğü kır saçlı, babacan görünümlü bu adamın sözleri biter bitmez, hiçbir cevap vermeden kalktı ayağa. İçinden konuşmak değil, sadece elini öpmek gelmişti. Adam anladı, “otur, otur!” dedi ona ve bir iki söz daha ekledi:
“Kadir bey çok sevdiğimiz bir dostumuzdur. Onun hatırına giriyorsun buraya ama, kaytarma yapmaz, bize onun anlattığı gibi işine sarılırsan olur bu iş... tamam mı?”
Boğazında düğümlenmiş olan sesi biraz açılan Ayşe, “tamam efendim!” diyerek bu sefer, direnmesine rağmen elini öptü onun.
Dışarıya çıkarlarken bir yandan gözlerinden akan yaşları siliyor, bir yandan da gülüyordu. İçinden, “gülerken ağlamak bu duygu olsa gerek”, diye geçirdi.
O akşam barakada veda gecesiydi. İş bulmasına rağmen kararsız anlar da yaşıyordu Ayşe. Hastane onun kimliğini gizleyebilecek bir yer miydi? Yoksa, bu barakada kalıp ölümü mü beklemeliydi... bilemiyordu. Bu düşüncesini sezen Garip, “kızım, kafandan sen deli misin. bu barakada daha kaç yıl yaşayabilir insan. Bak göreceksin. Ya beni, ya çarıklıyı bir gün ya dereden su alırken donmuş, ya da bir çöplük kenarında ölmüş bulacaklar. Sen ölmesen bile, burada yalnız başına ne yaparsın! Bizi düşünme, biz sen gelmezden önce de böyleydik. Git kendini kurtar!!” diye azarladı onu.
Ertesi gün onu uğurladılar. Ayşe’nin onlara vermek üzere cebinde sakladığı parayı ellerine tutuşturduğunda ağlamayı unutmuş bu iki güzel insanın gözlerinden yaş geldi.
Yıllardır yaşadığı barakayı ve arkadaşlarını geride bırakıp uzaklaşırken, Tanrının ona kendisine hayat veren
184-188arkadaşları için az da olsa bir şeyler vermek fırsatı yaratmış olduğu için şükretti.
Başhekim zile basıp Kadriye hanımı çağırdı. Ayşe ayakta Kadriye hanımın gelip kendisini almasını bekliyordu. Ona yapacağı işleri, yatacağı yeri Kadriye hanım gösterecekti. Başhekim öyle demişti ona.
Kadriye hanımla koridoru hızlı adımlarla geçerlerken, ona kıyıyı köşeyi, hangi işi hangi saat yapıp bitirmesi gerektiğini anlatıyordu. Ayşe büyük bir dikkatle dinliyordu onu.
En son durakları yatacağı yere gelinceye kadar başı dönmüştü Ayşe’nin. Zararsız hastalar açıkta dolaşıyorlardı. Birkaç ayrı bölüm vardı ki, insanın aklını başından alacak kadar berbattı. Kapılar demir parmaklıklı, arkasında hayvandan daha beter durumda insanlar, üstlerini başlarını yırtmışlar, hatta bir başka bölümde tümüyle çıplak, gayet doğalmış gibi dolaşanlar bile vardı.
Kadriye hanım, “bu bölümlerle genelde erkek bakıcılar ilgilenir. Başhekimin izniyle geziyorsun buraları. Hastaneyi ve nasıl insanlara hizmet verdiğini bilesin diye, tanıtmak amaçlı gezdirmemi söyledi” dediği zaman Ayşe’nin yüzündeki korkulu ifadeyi beklediğinden sözlerine “korkma, alışırsın. Hepsi zavallı, yardıma muhtaç yaratıklar bunların. Zamanla alışacak ve onlara hizmetten zevk duyduğun zamanlar bile olacak” diye devam etmişti.
Ayşe, yeni mantosunu çıkarıp odada bulunan dolaba astıktan ve Kadriye hanımın ona yeni bir iş önlüğü vermesinden sonra, onun tarif ettiği yerlerden başlamak üzere işine başladı.
Hastanenin içi sıcacıktı. Ama, koridorların arkasındaki felaket manzara aklına geldikçe içinin üşüdüğünü hissetti. Bu barakada yaşadığı türden bir üşüme değildi...
O gün hep başucuna gelip talimat verdi Kadriye hanım. Paspas bitince, hastaların üzerini değişme, sonra onların yemeklerini yedirme ve tuvaletleriyle uğraşma... yani hastanede yapılacak ne türden işler varsa onu alıştırmak için hepsinden biraz biraz yaptırdı ona ve başında durup nasıl yaptığını kontrol etti.
Geç vakit yatağına uzandığında uyku gözlerinde akıyordu. Uyumadan önce arkadaşlarının şimdi ne halde olduklarını düşünmeden edemedi...
İlk Pazar gününe kadar Kadriye hanımın konrolünde düşünmeye zaman bulamayacak kadar yorgunlukla girdi hep yatağına.
Ertesi gün pazardı. Dinlenme için zamanı vardı. Biraz daha uykusuz kalarak düşünmeye vakit ayırdı. Gözünün önünden sıcak yuvasını terk ettiği günkü manzara geçti. Hayatının üzerindeki ışıltılı bütün renkleri silip kapatan, hayatını kara bir çamur gibi kaplayan o günü yaşamış olan birisinin yerinin böyle bir odada uyumak değil, mezar olması gerektiğini düşündü. Yanında onu teselli edecek Garip de yoktu. Şu an bir dört duvar arasında kimsesiz, acı içindeydi. Sonra, demir parmaklıklar arasındaki çıplak gezenleri düşündü. Ya aklını oynatmış olsa da onlar gibi ortalarda gezseydi!? İşte “beterin beteri var” dedikleri bu olsa gerek diye düşündü ve haline biraz olsun şükrederek uykuya dalmak isterken, hastaların çığlıklarıyla uyandı.
O huzursuzlukla tekrar uykuya daldığında ırzına geçenleri rüyasında gördü: Onu kovalamaya başladılar. Kapıdan kızını sandalyeden çözdükten sonra kapıdan çıkmasına rağmen bırakmıyorlar adamlar peşini ve çırılçıplak onu kovalıyorlardı sokaklarda. “sen de öleceksin... sende!!” diyerek bağırıyorlardı arkasından. Nereye gideceğini, hangi kapıya sığınacağını bilemiyor, kan ter içinde imdat çığırarak rasgele kapıları yumrukluyordu. Son kapıyı yumrukladığında kapı sesi o kadar hızlı çıktı ki, sıçrayarak uyandı.
Önce nerede olduğunu şaşırdı. Hatta, Garip’in yatağını aradı gözleri. Sonra yattığı yerin baraka olmadığını fark etti.
Kendi kapısı yumruklanıyordu. Sabahın ilk ışıkları vurmuş cama, aşçılar gelmiş mutfağa, onun bağırdığını duyarak meraktan kapıyı açması için zorlamışlardı.
Açtı kapıyı. Aşçı kadın, “delirdin sandık. Neydi o bağırma!? Duvarları yumruklamandan şüphelendik. Ne oldu?” diye sordular.
“Kabus!” dedi Ayşe.
“Haa... burada ilk işe başlayanların başına gelir böyle kabuslar görmek. Alışırsın... alışırsın! Gel bir sıcak çorba iç. Kendine gelirsin” diyerek gittiler.
Yıllar geçti. Ayşe artık korkularını yenmiş, işinin ehli bir eleman haline gelmişti. Hastalarla sohbet ediyor, onların anlattıkları bir şeye benzemese, hatta dediklerinden hiçbir şey anlamasa da anlamış gibi yaparak onları oyalamayı becerebiliyordu artık. Ona Ayşe ana diyordu personel.
Sevginin Gücü
Lise biteli iki yıl olmuş, Sevgi kendini toparlamış ve üçüncü yılda nihayet hedeflediği Tıp fakültesine girmeyi başarmıştı.
Bir sonbahar başlangıcıydı. yapraklar sararmaya yüz tutmuş, hafif esintiler başlamıştı İstanbul’da. Sevgi’nin yüreği bir yaprak gibi titriyordu. Daha soğuk bir bölgeye gidecekti çünkü birkaç gün sonra.
“Güle güle git yavrum, yolun açık olsun” diyen melek hanım bu sözleri söylerken dudakları titriyordu. Sevgi çok istediği Fakülteyi kazanmış, hazırlıklarını büyük bir heyecanla günler öncesi tamamlamış, bu gün yola çıkıyordu.
“Hakkını helal et anneciğim. Bana yapmış olduğun iyilikleri asla unutamam. Bütün bunlar senin sayende oldu. Sen olmasan ben başaramazdım.” Sevginin bu sözleriyle zaten gözleri yaşarmış olan annesi kendini daha fazla tutamadı. Yavrusuna sarıldı, göz yaşlarıyla onu uğurlarken, içinden ayrılmak istemiyordu. Sevgi de aynı duyguları yaşasa da, otobüsü kaçırabilirim kaygısıyla acele ediyordu. “Canım annem, inşallah altı
iyi aksamlar
189-190-191-
sene sonra bir doktor olarak beni yeniden bağrına basacaksın. Bunu sana yaşatabilmek benim için en büyük görev ve istektir. Kendine iyi bak. Sana sık sık mektup yazacağım.”
“Kızım, Elazığ soğuk olur. Oraları İstanbul gibi değil, üşütüp hasta olma. Yurtta arkadaşlarınla iyi geçin. Kavga etme. Sen artık bir hanımefendisin.”
Bu sırada kapıda, onları almaya gelen arabanın korna sesi duyuldu.
Sedat arabasıyla Sevgi’yi götürmek için gelmişti. Sedat da Konya’da mimarlık okuyacaktı bu yıl. Dışardan bitirmeler için, öyle azimle çalışmıştı ki... bu azmi ona veren güç, Sevgi’nin Alp’ten ayrılması olmuştu. Sevgi ile aralarındaki mesafeyi tahsil olarak kapatmış, ama ona açılamamıştı ne yazık ki. Onu yolcu etmeye hazırlanırken, büyük korkular yaşıyordu. Ya birisi gönlünü çalarsa korkusu Sedat için ölmek gibi bir şeydi.
Onun için o da büyük bir heyecan duyuyordu. Sedat sırf bu yüzden değil, onu hep yakınında hissetmek duygusundan da mahrum olacağı için büyük bir telaş yaşamış sın günlerde ve ona nasıl yaklaşabileceğinin yollarını arayıp durmuştu hep. Ve işte o ayrılık günü gelip çatmıştı.
Ana kızın veda faslı bittiğinde eşyaları arabaya yerleştirdiler.
Sevgi Sedat’a arabada, büyük bir heyecanla yapacaklarını anlatıyordu. Sedat, ses çıkarmadan onu izliyordu. Sevgi ailesinden, hep yanı başında görmeye alıştığı Sedat’tan, hele de İstanbul’dan ayrılmanın bu kadar zor geleceğini hiç düşünmemişti. Bir tarifsiz burukluk vardı içinde.
Kapıda, annesi, Fatma teyze ve bazı tanıdıklar el sallıyordu. Çocukluğunu düşündü bir an. Okula başlayışını, ilkokulunu, sonra başına gelen felaketleri, Melek hanımın yanına gelişini, orta okul ve lise yılları, Alp’le tanışması, aşkı, ayrılışı bir film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden.
Terminale geldiklerinde otobüs kalkmak üzereydi. Aceleyle eşyaları yerleştirdi ve Sedat’la vedalaştılar.
“Hoşça kal Sedat. Benim için yaptıkların hiç aklımdan çıkmayacak.” Sedat, Sevgi’nin ellerini tuttu ve gözlerine bakarak, “hatırlıyor musun… sınavı kazanırsak sana bir şey söyleyeceğim demiştim. Çok düşündüm… bir türlü açılamadım sana. Sınav başarını etkiler korkumdandı belki. Şimdi anlatmak istiyorum: Ben seni seviyorum.”
Sevgi, durumun farkındaydı uzun zamandan beri, ama yine de şaşırmış göründü”
Onun yüzündeki şaşkınlığa aldırmayan Sedat, sözlerini tamamladı:
“Düşün bunu... birbirimize mektup yazacak kadar yakınlığımız var. Bana sonra mektup yazarsın. Buralardan uzakta düşünmek için çok zamanın olacak. Alp’ten sonra kimseye bakmadın. Bunu biliyorum. Söylemiyorsun ama, o küllenen bir yara gibi içinde hâlâ. Tekrar ediyorum… seni çok seviyorum. Yıllardır bu sevgiyi hep taşıdım içimde, bir türlü anlatamadım.
Sevgi hiç cevap vermedi ona. Sadece yüzüne bakıp durdu bir süre. O sırada otobüs muavininin kurtarıcı sesi duyuldu:
“Elazığ yolcularından kimse kalmasın. Otobüs kalkıyor.” Sevgiye sanki muavinin bu sesi bir fırsat vermişti. Sedat’a şu an bir şeyler söylemek telaşından onu kurtarmıştı.
“Hoşça kal Sedat, cevabımı sonra yazarım” demekle yetindi ve onun boynuna sarıldı. Bunu bir sevgisine karşılık olarak algılayan Sedat da onun beline sarılarak,
“Güle güle, bana mektup yaz.” Bu sözlerin içeriğinin “bana sevgime karşılık vereceğini yaz” demek olduğunu sevgi onun gözlerinden okuyordu.
Otobüsün üç kere kesik kesik çaldığı korna sesi ayrılık anının geldiğini bir kere daha hatırlattı. Otobüsün koca gövdesi yavaş yavaş terminalden ayrıldı. Birkaç dakika sonra terminal çok uzaklarda kaldı. Sevgi içinde Sedat'ı bıraktığı terminalin kaybolduğu gibi, şu an seyrettiği, Sultan Ahmet, Ayasofya, muhteşem minarelerin de, ufukta birer nokta, sonra da kaybolacağı düşüncesiyle kendini çok hüzünlü hissetti. Ama bu hüznü bir heyecana çeviren bir duyguydu onu teselli eden, doktor olacaktı… hem de büyük bir doktor. Bunu kafasına çok önceden koymuş ve tüm gayretiyle bunun için çalışmıştı. İşte o kapı açılmış, hedefine doğru gidiyordu. Annesinin öğütlerini tutacaktı.
Sevgi otobüsün camına başını dayayıp etrafına bakındı. Gözüne takılan herkesin bakışları herkesi dolaştı. Yalnızlık zor gelmeye başlamıştı. İçinde mahzunluk vardı. Uyumak geldi aklına. Gözlerini kapattı. Hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Ama yapamıyordu. Ne annesinin ne de babasının yüzleri gözünün önünden bir türlü gitmiyordu. Keşke onlar yaşasa da bu günü görselerdi.
192-193-194-
“Yanınıza oturabilir miyim?” diyen bir ses sevgiyi bir anda düşüncelerinden sıyırdı. Karşısında mini etekli bir kız duruyordu.
“Tabii… buyurun. Burası zaten boş.” Bu kız yolda uğradıkları bir terminalden binmişti. Bir müddet sessizce oturdular öylece. Sonra bu sessizliği yine mini etekli kız bozdu. “Adım Zeynep… herkes bana Zeyno der. Benim de hoşuma gider. Ya sizinki ne?
“Benim adım sevgi. Tanıştığıma memnun oldum”
Zeynep onsekizine yeni girmişti. O da yüksek tahsil yapmak için yola çıkanlardandı. Omuzlarına dökülen, uzun kestane rengi saçları vardı. İri gözleri simsiyahtı. Teni beyaz, burnu hafif kalkık bu kız için oldukça, hatta çok güzel denebilirdi.
“Güneşin batışı ne kadar güzel değil mi. Oldum olası severim?” sorusu Sevgi’nin onun ilgi alanını ortaya çıkarmak için sorduğu amaçlı bir soruydu. Zeyno’dan hemen karşı cevap geldi:
“Çok hoş… sanki şair gibisiniz. Tahsilini burslu mu okuyacaksın.”
“Hayır… ailem karşılayacak.”
“Ne kadar güzel… demek ailen var.”
“Evet, hem de varlıklı bir ailem var. Hiç para sıkıntısı çektirmediler bana. Ama bu demek değildir ki, her şey para…”
Artık muhabbet iyice koyulaşmıştı. Bu arada güzel delikanlılar, arkadaşlıklardan söz açılmaya başladı” Zeynep,
“Bir çok arkadaşım oldu” sözüyle bu kapıyı aralamıştı. Devam etti sözlerine, “ama hiç birisi ciddi değildi. Anlayacağın, hala boştayım…” bu sözler üzerine ikisi de karşılıklı bakışıp gülüştüler.
Sevgi, yolculuğu boyunca konuşacağı, beraber vakit geçireceği bir arkadaş bulduğu için sevinçliydi. Yol da bu arada belki sıkıcı geçmemiş olurdu.
Yolda verilen molada beraberce indiler. Restorana girip, garsonun yardımıyla dip tarafta boş bir yer bulup oturdular. Zeynep bir çorba, Sevgi de et sote ile pilav istedi. Kimse birbirine bakmıyordu. Masalarda herkes kendi alemindeydi. Zeynep,
“Biliyor musun Sevgi, seninle tanışmam çok iyi oldu.” Zeynep bu sözleri söylerken samimiyeti gözlerinden okunuyordu. Sevgi garsonu çağırıp su istedi. “İnsanları seyrediyorum. Nasıl da aceleyle atıştırıyorlar. Biz de çabuk olmalıyız. Şimdi arabamız giderse görürsün…” gülüşerek kalktılar. Şakalaşıyorlardı. Koşarak otobüse bindiler. Vakit hayli ilerlemiş, hava iyice soğumuştu. Dışarıda batı yeli çıkmıştı. Damların oluklarından duyulan hafif pıtırtılar yağmurun başladığını gösteriyordu. Yaşlı bir kadın bastonunu sallaya sallaya bazı hareketler yapıyordu. Hoplayıp zıplayan çocuklar etrafını sarmış, gülüşüyorlardı. Yaşlı nine üstü başı yırtık, ordan oraya sürünür gibi, çocukların arasında bir yandan bir yana dönüp dönüyordu. Bu kadıncağızın bunak bir ihtiyar olduğu her halinden belliydi.
Olayı otobüsün camı arkasından seyreden Sevgi çok etkilenmiş, gözlerini bu tablodan ayıramıyordu. Bu sırada otobüs mola yerinden hareket etmiş, ağır ağır uzaklaşıyordu…
Yol boyunca Zeynep, konuştu, anlattı durdu. Sevgi biraz onu dinliyor, biraz az önce terminaldeki olayı tekrar kafasından geçiriyor, biraz uyukluyordu. Gecenin geç saatinde tek başına yanan küçük tavan lambası omuzlarıyla başını süslüyordu. Onun güzel boyunu posunu , biraz daha *****lı yansıtan Sevgiye baktı arkadaşı Zeynep. Aynı duyuşları sanki arkadaşının onu sessizce süzmesinden anlamış gibi olan sevgi de kendi kendini düşünmeye başladı. Sevgi yüzünün güzel olduğunu biliyordu da, vücudundaki güzelliğinin farkında değildi. Bu güzellik doğuştandı. Göz önüne sermek şöyle dursun, bunu göstermekten bile utanırdı. Kulaklarının üzerinde örülü o saçları çözmeye başlayınca bir yılan kıvraklığıyla dökülüverirdi sırtına doğru. Yatarken onları bir taç gibi kaldırır başının arkasına atar, yatakta rahat olurdu.
Bu düşüncelere ara vermesi ancak uykusunun gelmesi sayesinde oldu. Uyuyuverdi… otobüsün motor gürültüsünü artık duymuyordu. Zeynep de başını sevginin omzuna koyarak kendini uykunun kollarına teslim etmişti.
Kaç saat uyuduklarını kendileri de bilmiyorlardı. Aradan hayli zaman geçmişti. İşte Fırat’ın o azgın sularının üzerindeki köprüden geçiyorlardı.
Aşağıdaki durgun sular, gözü yoran, insanı üşüten solgun bir parıltı saçıyordu. Sularda durmadan değişen, dalgalar, halkalar oluşuyordu. Güneş ışıkları suların üzerin oynaşıyorlardı. Uykudan yeni uyanmış olduklarından sonsuz bir sabah mı yoksa akşam mı olduğunu kestiremiyordu. Güneş hep orada duruyordu. Gölgeli olduğu için ışıldamayan suyun içinde olup bitenler bir camın arkasındaymış gibi seyredilebiliyordu. Sular hep bir yana kayıyordu. Yan yana uzayan sıra
günaydnlar sabah keyf çayı içerken okuyabilirsiniz
195-196-197-
dağlar gittikçe azalan ağaçlar yerlerini kayalara bırakıyordu. Ufukların açık gri renkleri birer oyma etkisi yapıyorlardı. Öndeki koltukta oturan kadın, torununu oyalamak için daha neler anlatacağını düşünüyor gibiydi. Otobüs gittiği yerde hafif hafif sallanıyor, değişmez bir türkü gibi, hep aynı iniltiyi çıkarıyordu. Akşam olsun diye beklerken gittikçe uzuyormuş gibi gelen gündüz uzun geliyordu ona.
Saat on sularında iki yol arkadaşı birbirlerinden ayrılırlarken, yaşamaktan ufak yollu korku duyuyor olduklarını belli ediyorlardı. Yeni bir kentteydiler artık ve onları nelerin bekleyeceğini bilmiyorlardı. Vedalaşıp ayrılırken, buluşmak üzere sözleştiler. Her şey için acele etmeleri gerekiyordu. Yoksa yeni yaşamlarına basamak oluşturacak kapıyı onlara açacak olan kayıtlara yetişemeyeceklerdi.
Zamanın akışını hep biraz telaşla korkuyla düşündüler. Sevgi otobüsten iner inmez eşyalarını aldı ve Melek annenin eski bir tanıdığının adresini bulmak için elinde adres yazılı kağıt ve eşyalarla bir taksi çağırıp bindi.ve adresi taksiciye verdi: “Bu adrese gideceğiz.”
“Peki efendim” diyen şoför, Sevgi daha arka koltuğa yerleşirken arabayı çalıştırmıştı bile. Gece karanlığında yol alırlarken arada bir aynadan kendisine bakıyordu. Sevgi bu bakıştan tedirgin oldu. Bunu sezen adam, “Elazığ’a ilk gelişiniz mi?” diye sordu. “Evet, üniversite okumak için geldim.” “ Şey... yanlış anlamazsanız, acaba hangi bölüm? Ben de çok okumak istedim ama,şartlar el vermedi. Çalışmak zorunda kaldım.” “Tıp fakültesi.”
“Sizi kutlarım. Dilerim başarılı olursunuz”
Bu arada araba ana yoldan çıkmış, ara sokaklara sapmıştı.. yer yer sökülmüş, siyah parke taşlı bir yolda ilerliyorlardı.
Araba mavi boyalı bir kapıda durdu.
“Burası efendim”
“Teşekkür ederim.”
Sevgi taksimetrede yazan parayı verdi adama. Adam aceleyle indi. Kapıyı açtı. Sonra Sevginin eşyalarını indirmesine yardım etti. Görünüşte iyi bir adama benziyordu. Kapının açılmasına kadar beklemesi ince düşünceli olduğunu gösteriyordu.
Kapıyı açan yaşlı kadın, yavaş yavaş üç beş basım olan merdivenleri indi ve kapıyı açtı.
“Buyur kızım. Ben de seni bekliyordum. Melek hanım telefon etti. Sevgi taksiciye bir kez daha teşekkür etmek için ona doğru dönüğünde, adam ona bir kartını uzatarak,
“Şey... efendim, size kartımı vereyim. Telefon ederseniz gelirim.” Sevgi, gülümseyerek, “yardımlarınız için teşekkürler. Gerek olursa ararım” dedi ve kartı aldı adamın elinden.
Araba gece sessizliğini bozarak uzaklaştı. Yaşlı kadınla beraber içeri girdiler. Burası büyükçe bir salondu. Ortada büyükçe bir masa ve sandalyeler vardı. Salona diğer odaların kapıları açılıyordu. Eşyalarını bir kenara bırakıp içeri girdi. Burası oturma odasıydı. Yerde kocaman bir vişne rengi halı ve etrafında ona uygun koltuklar vardı. Buranın üç tane, içi çiçek saksılarıyla dolu penceresi vardı. Eski bir televizyon güzel bir Anadolu türküsü söylüyordu. Türkünün eskiliğine uygun bir yaşlı adam köşedeki bir koltukta türküye daldığı belli, oturuyordu. Üzerindeki çizgili pijamasının atleti gözüküyordu. Onu görünce biraz doğruldu oturduğu yerden ve
“Gel kızım. Gel... hoş geldin” dedi.
“Öpeyim amca, ben Sevgi.”
“Evet, Melek anlattı seni”
sevgi önce adamın, sonra kadının ellerini öptü.
“Benim adım Müslüm, hanımın adı da Fatma. Biz iki ihtiyar, burada yaşayıp gidiyoruz. Yaşlılık malum, hastalık sürüp gidiyor.”
Sevgi, ilk bakışta sevmişti bu ihtiyarları.
O gece, yemekten sonra hemen yatmak istedi. Çok yorgundu. Yatağa girer girmez de hemen uykuya daldı. Ama yatmadan önce Melek hanıma telefon etmeyi ihmal etmemişti. Onun kendisini merak içinde olduğunu, o şimdi oralarda perişan olmuştur diye düşündüğünü adı gibi biliyordu. “Canım annem, ben geldim. Beni merak etme” sözleri onu rahatlatmıştı. Sevginin sesi ona huzur vermişti. Sevgi yatağa girdiğinde yarın tahsil hayatında yepyeni bir günün başlayacağını düşünüyordu. Sevinç deryasında yüzüyordu. Bilhassa Melek hanımın gururundan yanına varılmayacaktı. Bu gurur onun başarısıydı. Bir enkazdan bir şaheser çıkarmıştı.
Ertesi gün olduğunda sevginin heyecanı doruğa çıkmıştı. Okul ve yurt kayıt işlemleri için oradan oraya bu heyecan içersinde gün boyu koşturdu durdu. Ne kadar zordu yaşadıkları. Hiçbir yeri bilmiyor, yanlış gidiyor, tekrar dönüyor, koş ha koş...
Akşam olup eve geldiğinde neredeyse yorgunluktan bayılacaktı. Bu koşturma günlerce sürdü. Yurt kayıtlarında yedeğe kalmıştı. İnşallah çıkardı... yoksa ne yapardı. Gerçi Fatma teyze, “burada kal, bizim kızımız
sabah aksam pek denk getıremıyoz ama sureklı takıp edıyoz :) sayenızde...
Unutmayın
Kitabı okuyup
Nizip.com yaz toplantısında
anlatacak olanlardan
bir kişiye ödül verilecek
Osman ben senin adını unutuyorum okuduğumu hiç anlatamam.
selam arkadaşlar şu anda tatıldeyim ...dönüşte devam deriz
inş. hocam...
Selam arkadaşlar........
201-
ama, yurt çıkması başkaydı. Orada daha rahat olurdu.
Üniversite açıldığı gün, kendisi gibi yüzlerce genç toplanmıştı. Konferans salonu bir bayram kutlanırcasına coşkuyla dolu gençlerle dolmuştu.
Rektör, dekan ve hocaların konuşmalarıyla başladı sonra bölümler ayrıldı. Herkes kendi bölümüne dağıldı. Konuşmalar o kadar uzun sürmüştü ki sıkılmışlardı.
Okulun ilk gününde konuşmalar, tanışmalar, tören derken bütün herkes çok yoruldu.
Sevgi'nin güzelliği okuldaki o kadar kalabalık arasında dikkatleri çekiyordu. Bir gören ona mutlaka bir kere daha bakıyor, çoğu ondan gözlerini hiç ayıramıyordu. Yakınında bulunanlar-bir bahaneyle-hemen ellerini uzatıyor tanışmak istiyor, yakınlık gösteriyorlardı.
Sevgi şaşkındı. Akşam olup eve vardığında yorgunluktan ölmek üzereydi.
“Aman tanrım tabanlarım patladı. Canım çıktı” diyerek Fatma teyzenin o ihtiyar halinde elinden geldiğince hazırladığı sofrayı gördü.
Yıllar önce Melek hanımın kendisine yapmış olduğu iyilikleri unutamamıştı bir türlü. Onun için onun kızı Sevgi’ye elinden geleni yapmak istiyordu. Elde yok avuçta yoktu ama, fakat yine de güzel bir tarhana çorbası, etli nohut ve güzel bir bulgur pilavı yapmıştı. Yanına da ayranla bir baş soğan koymuştu ki, tamamdı her şey.
Sevgi,
“Fatma teyze, neler de hazırlamışsın. Yorulma sen benim için, ben ne olsa yerim. Yapma bir daha ne olur, darılırım” diyerek onun boynuna sarıldı. O buruşuk, ama yumuşacık yanaklarından öptü.
Sonra içeri girdi. Müslüm amca her zamanki yerinde oturuyordu.
“Nasılsın Müslüm amca? İyi misin?”
“İyiyim kızım. Sen ne yaptın? Nasıl geçti günün?
Ellerini yıkadı hemen sofraya oturdu. Sofrada hem yemek yiyorlar hem de sohbet ediyorlardı. Onlara o günün heyecanlı olaylarını bir bir anlattı sofrada.
Günler geçti. Okulda dersler başlamıştı. Yurt henüz çıkmamıştı. Sabırsızlanıyordu. Yeri çok rahattı aslında. Fatma teyze ona çok iyi bakıyordu. Hele akşam sohbetlerinde Müslüm amcayla konuları tartışıp, ondan fikir almaktan öyle haz duyuyordu ki...
Günlerden bir gün okuldan her zamankinden daha sevinçle geldi eve. Yurda giriş sırası gelmişti nihayet. Arkadaşlarıyla daha çok zaman geçirecekti artık. Haberi bir çırpıda anlattığı Fatma teyze ona çok iyi bakıyordu. Çünkü Sevgi geldiğinden beri evlerine bir hareket ve neşe gelmişti. Kocası Müslüm amcayla Fatma teyze artık eskisi kadar konuşmuyor olduklarından paylaşacak bir şeyleri kalmamıştı. Onlar bir evde yaşayan iki yabancıydılar. Oysa yıllar önce birbirlerini ne çok severlerdi. Artık aşkları bitmiş, o heyecanları yerini sıkıcı alışkanlıklara bırakmıştı. İşte Fatma teyze için evdeki değişmeyen bu sıkıcı durumu Sevgi’nin gelişi değiştirmişti. Ama gidiyordu işte evin neşesi. Gitmemesi için ısrar ettiyse de olmadı.
“Teyzeciğim, üzülme. Temelli gitmiyorum ki. Hafta sonları evci çıkarım. Size gelirim. Yine beraber oluruz” sözlerine Sevgi’nin razı oldu ister istemez. Birlikte hazırlık yaptılar.
Kız yurdu, üniversite kampusunun içindeydi. Dört katlı koyu renk boyalı bir binaydı. Sevgi, binaya girer girmez koridorun sonunda, müdüriyet yazan odaya girdi. Odada genç bir bayanla orta yaşlı bir kadın oturuyorlardı.
“Merhaba. Ben müdire hanımla görüşecektim.”
“Buyurun, ben yurt müdiresi inci? Kayıt için mi?” dedikten sonra buyur etti yanındaki sandalyeye, sonra art arda soruları sıralamaya başladı:
“İsminiz, nereden geliyorsunuz?”
“Adım sevgi. İstanbul’dan geliyorum.”
“Hangi, bölümdesin?”
“Tıp fakültesi.”
“Aferin. Belgelerin hazır mı?”
“Hazır. Hepsini tamam ettim. İşte burada.”
Belgeleri verdi. Kayıt işleri tamamlandı. Müdire hanım odasının numarasını verdi ona: 451 dördüncü kat.
Odanın kat koridorunun ilk en baştaki oda olduğu söylenmişti. Binanın asansörü yoktu. Basamakları tek tek, dinlene dinlene, elindeki ağır valizi sürükleye sürükleye çıktı. Yorgunluğuna rağmen yine de kendini mutlu hissediyordu. 451 nolu odanın önüne geldi. Kapıyı hafifçe araladı. İçeride altı tane ranza ve dolaplar vardı. Sevgi sağına soluna baktı. Sadece iki yatak dolu gözüküyordu. Gerisi boştu. Boş olanlardan birisini seçti ve eşyalarını yerleştirdi. Dolabı temizlemekten oldukça yorulmuştu. Biraz dinlenmek için yatağının üzerine oturmak üzereydi ki, içeri uzun boylu, kısa saçlı esmer bir kız girdi.
“Merhaba. Yeni misin? Ben Itır” diyerek elini uzattı.
“Ben Sevgi. Itır... ne kadar güzel bir isim. Nerelisin?”
“Afyonlu. Sen?”
“İstanbul”
Bu kısa tanışma faslından sonra hemen birbirlerini daha iyi tanımak için karşılıklı konuşmaya başladılar:
“Hangi bölümde okuyorsun Itır?”
“Edebiyat öğretmenliği. Ya sen?”
“Tıp.”
“Ooo... senin işin zor. Ay ben dayanamam öyle kan falan görmeye.”
Uzunca bir sohbetin ardından beraberce yurdun kantinine yemeğe indiler.
Yurdun yemekleri güzeldi ama, Fatma teyzenin yaptıklarını şimdiden özlemişti. Yemeklerini yerken sarışın bir kız yanlarına yaklaştı. Selam verip, yanlarına oturup oturamayacağını sordu.
“Tabii” dediler. Itır yeni gelenle Sevgiyi tanıştırdı:
“Bu sevgi yeni oda arkadaşım. Tıpta okuyor. Bu da Elif 452 de, hemen yanımızdaki odada kalıyor. O da tıpta okuyor.”
Sevgi çok sevindi buna.
“O halde yarın derse birlikte gideriz” diyen Elif’e, “neden olmasın...” dercesine kafasını salladı. Üç arkadaş beraberce kantinden ayrılıp, yukarı, odalarına çıktılar. Itır’ın çay makinesi getirmişmiş. Birlikte çaylarını içtiler yemeğin üzerine.
Elif ve Sevgi birlikte kampusu dolaştılar, boş vakitlerinde Elazığ’ı gezdiler. Dersler henüz pek sıkı değildi. Elazığ çok otantik bir yerdi. Harput, yatırlar, Harput’tan şehre kuş bakışı, Hazar gölü çok büyüleyici
205-
gelmişti Sevgi’ye. Elif beğenmemişti Elazığ’ı. “Şimdi İstanbul’da, İzmir’de olmak vardı. Tam gençlerin yaşayabileceği şehirler. Elazığ’da bir bar bile yok.” Sözlerini duyan Sevgi kaşlarını çatarak,
“ Buraya okumaya geldik.derslerimiz zaten çok ağır olacak.o tür gezmelere vaktimiz olabileceğini pek tahmin etmiyorum.” Dediği sıra Itır girdi içeri ve hemen söze karıştı:
“Konuşmanın sonunu duydum. Sevgi haklı söylüyor. Ben daha çok doğayı severim. Canımız eğlenmek ve dinlenmek istediğinde mesire yerlerine gideriz. İsterseniz bir ilki gerçekleştirelim.”
Sevgi çok sevinmişti bu teklife.
“Bu çok harika olur” diye atıldı. Elif de,
“Evet, olabilir “ diyerek istemeden onların isteklerine katılmak zorunda kaldı.
Elif çok hoş bir kızdı, ama aklı biraz havalardaydı. Sanki okula değil de tatile gelmişti.
Geç saat olmuştu. Elif Sevgiye,
“Benim tanıdığım birkaç arkadaş var. onlarla buluşur hep beraber takılırız” dedi.
“Tamam, yarın dersten sonra buluşur, dolaşmaya çıkarız”
Sevginin bu sözlerinden sonra Itır’ın,
“Geç oldu arkadaşlar. Hadi yatalım” sözlerine Elif’in tepkisi, “Yahu arkadaşlar hiç bu saatte yatılır mı? Sabahlasaydık... sonra da direkt derse giderdik” şeklinde oldu.
Onun bu sözlerine verecek cevap bulamayan Itır’la Sevgi, gözlerini ayırarak ona bakmaktan kendilerini alamadılar. Durumu anlayan Elif,
“Tamam, kötü bir fikirdi. Vaz geçtim. Ben de gideyim artık” diyerek konuyu kapatıp kalktı ayağa ve iyi geceler dileyip çıktı odadan.
Elif gidince ikisi de derin bir nefes aldılar. Hemen yataklarını hazırlayıp uyumaya hazırlandılar. Itır başını yastığa koyar koymaz uyudu. Sevgi bir müddet yatakta döndü durdu. Bir türlü uyku tutmuyordu nedense. Sonra, evini, annesini ve Sedat’ı düşündü. Gelirken ona söyledikleri hiç aklından çıkmıyordu. Sedat'ın kendisini uzun zamandır sevdiğini biliyordu. Ama, ona hiç umut vermemişti. Alp’in terk edişi onu yıkmıştı. Alp’le ayrıldıklarından sonra uzun süre kimseye karşı bir şey hissetmemişti. Büyük bir darbe almıştı bu olaydan. Darbe, sevdiği insanın ailesinden kaynaklanıyordu. Sevdiği de ona sahip çıkmamış ve bu davranışıyla asıl darbeyi o vurmuştu. Diğer taraftan, her şeyi bilmesine rağmen, Sevgiyi sabırla bekleyen ve onu sonsuz bir sevgiyle seven Sedat’a karşı artık o da bir şeyler hissediyordu.
Belki ilk başlardaki bu duygu sevgi değildi. Ama ona bir şans vermeliydi. Hem zaten onu beğeniyordu. Akıllı, terbiyeli, çalışkan, azimli biriydi. Ve kararını verdi. Kalktı yatağından. Eline bir kalem kağıt aldı ve gönlünden geçenleri yazmaya başladı:
Sevgili Sedat,
Hayatımda sen olduğundan beri, insanlara dair bütün kırgınlıklarımı attım. Sanki her şeyi ilk kez görüyorum. Dün gece, perdeyi çekip, camdan, bembeyaz karın yağışını izledim. Bunu yapmayalı ne kadar zaman oldu bilmiyorum. Güvenmezdim önceleri kimseye... sen olmadan önce. Çünkü, kime güvendiysem karşılığı acı oldu. İhanetlerin, terk edilişlerin, yalanların ortasında yaşarken, kendimi ve benliğimi koruma adına insanlara inancımı yitirdim. Bir an bile ötesini düşünmeden, kaygısızca sevdayı yaşamak, o anın içinde olmak ne kadar güzelmiş.
Bir İstanbul’u düşünüyorum, bir de seni. Seni bu güne kadar fark edemediysem bu benim suçum. Bağışla. Şimdi yeni bir başlangıç yapmak istiyorum.
Ay çekiliyor yavaş yavaş. Gözlerim ağırlaşıyor. Odamda sessizlik, beynimde düşünceler. Uyku çağırıyor beni. Gözlerim kapanıyor, yeniden aklımdan-şu anda-bir sürü cümle geçiyor. Hiç birini toparlayıp söyleyemiyorum. Say ki, yazıp geçmişim. Bir başkasını anlatmak için başlamış cümleler seninle bitecek.
Bak, yine bastırdı kar. Mucize yağıyor gök yüzünden. Ortalık nasıl da beyaza boyanır birazdan ilk defa sever oldum kış mevsimini.
Kelimelerle bitti savaşım. Işıl ışıl bakan gözleri daha fazla bırakamazdım merakta. “Evet” diyorum. Yalnızca bir sorum var. sen yalnız bırakanlardan olmayacaksın değil mi? Bilmem başka söze gerek var mı? ben de seni seviyorum. Selamlar.
Sevgi.
Sevgi mektubu itinayla katladı. Bir zarfa koyup üzerini yazdı. Mektubu kitabın arasına koydu ve yorganın içine gömülüp gözlerini kapattı.
Sabah uyandıklarında, giyinip, kahvaltı için kantine indiler. Güzel bir kahvaltıdan sonra Itır kendi fakültesine, Elif ve Sevgi de kendi kampuslarına gittiler. Ellerindeki ders programına göre dersleri büyük amfideydi.
Dersi veren öğretim görevlisi, yıl boyunca görecekleri eğitimle ilgili bir konuşma yaptı. Bu günkü dersleri Genel eğitimdi.
Ders çıkışında daha önce konuşulduğu gibi kantine gittiler. Itır da orada bekliyordu onları. Sonra, elifin telefonu çaldı. Arayanlar, Elif’in daha önce bahsettiği arkadaşlarıydı. Onlara, kantine gelmelerini söyledi.
Yarım saat sonra, üç arkadaş kantine geldiler. Gelenlerden ikisi erkek, birisi kızdı. Hep birlikte toplanıp Elazığ’ı gezmeye çıktılar. Önce çarşı Pazar dolaştılar. Buranın çarşısı çok büyük değildi. Bir iki cadde boyu, sıralı dükkanlardı o kadar. Ama yine de çok yorulmuşlardı.
“Çarşı içinde bulunan camiyi arkadaşın birisi çok methetti. Gelin gezelim” dedi Itır. Hep beraber camiye girdiler. İzzet Paşa camisi gerçekten ihtişamlı bir camiydi. Hele içindeki çini süslemeler... tavanda asılı duran avize o kadar büyüktü ki, hayretle izlediler. Dualar edip çıktılar.
“Harput’a çıkmadan olmaz” diyen bir arkadaşlarının sözüne uyup, bir araba tuttular ve Harput’a çıktılar.
Harput yatırlarla doluydu. Battal Gazi’nin heykelini gördü, Arap Baba’nın türbesini gezdiler. Hikayesini dinleyip öğrendiler. Harput’ta kebapçıda yedikleri ekmek arası gerçekten lezzetliydi.
Akşam olmadan yurtlarına döndüklerinde çok eğlenmişler ve birbirleriyle kaynaşmışlardı. Çok yorgun olduklarından vedalaşıp ayrıldılar.
209-
Sevgiyle Itır, hatta Elif bile erkenden yataklarına girdiler.
Artık dersler yoğunlaşmıştı. Sevgi başını kaldırmadan ders çalışıyordu. Arada sırada Melek Anne ile telefonla konuşuyor, Fatma Teyze’nin İstanbul’u ne kadar özlediğinden söz ediyor, onların sesini duyunca biraz olsun özlemi diniyordu.
Para yönünden bir sıkıntısı yoktu. Sağ olsun Melek annesi araştırıp, onun şehit babasından kalan maaşını bağlatmıştı. Sevgi ne zaman parasız kalsa, gidip, bankadan aylığını alıyordu. Arada bir de Melek Anne ona koli gönderiyordu. Koli geldiği zamanlar arkadaşlarına haber gönderiyor, toplanıp, hep birlikte kendilerine ziyafet çekiyorlardı. Yurdun odalarında çay pişirmek yasaktı. Ama, Elif’in getirdiği ufak cereyanlı ocak işe yarıyordu.
Birinci sınıfta eğitim dersleri ağırlıktaydı. Kitaplar çok kalındı. Latince kelimeler çok zordu. Bunların hepsini ezberlemek oldukça zordu. Bazı zamanlar iyice bıkıyor ders çalışmaktan, o zaman kağıda kaleme sarılıyor, Sedat’a mektup yazıyordu. Onun mektubuna karşılık gönderdiği mektubu açıyor, arada bir yeniden okuyordu. Bu gün de bıkmıştı ders çalışmaktan. Çıkardı Sedat’ın mektubunu sakladığı yerinden ve okumaya başladı:
Merhaba Sevgi
Uzak durdum. Duygularıma gem vurdum. Sevda yorgunuydun. Yarım kalan aşkının yüzünde bıraktığı acı izlere bir tane de ben eklememek için. Bilsen, nasıl içim yanıyor.sadece birisi sevsin diye beni... ben de onu seveyim. Yüzündeki acı izleri silmek için yanındayım. Birlikte paylaşacağımız çok şey olduğunu düşünüyorum. Aşkımızı büyütmek,sevgiyle yaşamak varken beklemek, inan çok zor geliyor. Şimdi beraber olsak. Kırlarda el ele gezsek. Dalgaları seyretsek sahilde. Sonra sokulsam koynuna. Sarı saçların rüzgarda uçuşsa, yüzüme çarpsa.
Kendime, sensizliğin dayanılmaz olduğunu bin kez tekrarladım. Yokluğun bir kez daha yıktı beni. Seni çok seviyorum. Okulum olmasa, bıraksam her şeyi, sana koşsam... ulaşabilir miyim?
Bu hırsla çok daha sıkı sarıldım kitaplarıma. “Gelin!”diyorum içindekilere, gelin de beynime girin. Doldurun orayı bilgilerle. Okulum bitsin, kavuşayım Sevgi’me bir an önce.
Daha yeni ayrıldık. Ama, bana asırlar gibi geliyor. Çabuk geçin, yazlar, kışlar bir su gibi geçsin seneler. Ben onsuz, havasız, susuz nasıl yaşarım. Döküldü göz yaşlarım, dinmiyor. Sevgisiz zaman hiç geçmiyor.
Seni çok... ama çok seven Sedat.
Sedat’ın mektupları artık sıklaşmıştı. Her hafta bir tane geliyordu. Artık aşk şiirleri yazıyor, sevgi sözcükleriyle dolduruyordu sayfaları. Kenarına onun adını diziyor, kalpler çiziyor, mektubun ucunu yakmayı da unutmuyordu.
Sevgi artık çok mutluydu. İdeallerine yavaş yavaş ulaşıyordu. Onu seven annesi, sevgilisi ve okulu vardı. Onların yüzünü güldürecek ve başaracaktı. Çok uzaklarda, yaşayıp yaşamadığını bilmediği annesi için büyük adam olacaktı.
Bunca senedir hep o ezilmişti. Artık ezilmeyecekti. İnadına insanları sevecek, onlara yardım edecekti. Başka bir yerlerdeki Sevgiler sevgisiz büyümesinler diye...
Türkiye’nin dört bir ucundan gelen mektuplar dağıtılıyordu. İçlerinde Sevgi’ye de mektup vardı. Sevgi, heyecanla mektubu aldı. Gayri ihtiyari dudaklarına götürdü ve öptü. Mektup, “Canım Kızım” diye başlıyordu. Canından çok sevdiği Melek annesiydi mektubu yazan. Rahat bir soluk aldı.
Yaşantısında çok önemli bir yer teşkil ediyordu Melek hanım. O olmasaydı, Sevgi şimdi buralarda olamazdı. O sırada diğer arkadaşları da kendisi gibi duygulu anlar yaşıyorlardı. Yüzlerine baktı hepsinin. Kimisi dargın, kimisi düşünceli, kimisi de ha bire gevezelik ediyordu.
Sevgi hiç konuşmuyor, mektubu okumaya çalışıyordu. Melek hanımın el yazısı bozuktu. Mektubu daha iyi okuyabilmek için, ışığın altına geldi. Arkadaşlarından bazıları da mektuplarını okurken itişip kakışıyor, şakalaşıyorlardı.
Melek hanım onu çok özlediğini, okulunu çabuk bitirip dönmesini, onun tatlı yüzünü, çocuk bakışlı o mavi gözlerini görmek için sabırsızlandığını yazıyordu. Aklından kendisini geçirdikçe, sarılıp öpmek isteğinin yoğunlaştığını, göz kapaklarından yaşlar süzüldüğünü anlatan satırlarını okuduktan sonra Melek hanımın tutamadı daha fazla kendini Sevgi. Göz yaşları iri iri, çabuk çabuk yanaklarından akmaya başladı. Sonra, göğsünün derinliklerinden gelen hıçkırıklarla sarsıldı.
Sevgi annesinin mektubunu defalarca okudu. Saat ikiye daha yeni gelmişti. Ama dışarı sanki yavaş yavaş ağarıyordu. Gittikçe ağaran gün iyice ışıyınca sevgi kazağının koluyla gözlerini sildi. Sabaha kadar ağlaması dinmemişti.
Bu mektup, onda çok büyük bir duygu yoğunluğu başlatmıştı. Okula başladığı gün, sanki dün gibiydi. Ama dördüncü sınıftaydı işte. Artık hep hastanedeydi. Stajyer doktor olmuştu. Kendini sürekli beyaz önlük içinde görmek ne zevkli bir şeydi.
Bu arada Sedat'la olan arkadaşlıkları daha da ilerlemişti. Boş vakitleri pek olmuyordu ama, fırsat bulur bulmaz ilk işi sevgilisi ve melek annesine mektup yazmak oluyordu. Bir şiir kitabı edinmişti. Oradan seçtiği şiirleri okuyor, Sedat'a aşk nağmeleri yazıyordu.
Sedat, Sevgi’nin yüreğinin sert, sağlam kabuğunu kırmak için çok uğraşmış, ama sonunda bunu başarmıştı. Artık o eski Sevgi yoktu. İnsanlara daha sevecen bakıyordu.
Sevgi, Sedat'ı düşündükçe, aklından, ona sarılıp öpmek geçiyordu. Böyle düşündüğü bir anda, gözlerini pencereye, dışarıya çevirdi. Yanaklarının alev alev yandığını hissetti. Sedat’ın da kendisini öptüğünü hayal etti. Burun delikleri her soluk alışta göğsünün hareketine uyarak açılıp kapanıyordu. Sedat'ın dudaklarının sıcaklığını sanki duyuyor gibiydi.
O sırada kapı “çat!” diye kapandı. Odaya gelen Elifti:
“Ne yapıyorsun Sevgi, böyle odana kapanmış?”
Bu gün üç günlük attım.iyi okumalar
saolun hocam...
214-
Sevgi’nin hayalleri bu soruyla bir anda silindi ve irkilip kendine geldi.
“Hiç... biraz yalnız kalmak istedim.”
“Haydi gel. Biz arkadaşlarla kafeye iniyoruz. Ben hırkamı almaya gelmiştim.”
“Siz gidin. Ben biraz ders çalışmak istiyorum. Yarın sınavım var.”
Elif, sevgi’nin bu cevabından memnun olmamıştı:
“Olur... sen bilirsin. Hadi sana bay bay. Sonra görüşürüz”
Sevgi Elif odadan çıkınca ders çalışmak için kitaplarını açtı. İnsanlara yardım etmek için iyi bilgilenmek şarttı. İnsanlara daha çok yardım edebilmek düşüncesi bile onu mutlu ediyordu. Okulunu, bölümünü çok seviyordu. Arada asistanlarından, hocalarından söz işittiği de oluyordu. Hatta bazen onu azarladıkları da oluyordu. Onun için çok çalışmalıydı.
Dışarıda rüzgar büyük bir hızla esiyordu. Epey ders çalışmıştı. Ertesi günkü dahiliye sınavı çok önemliydi. Yoruldu. Biraz mola verdi. Kantine indi. Orada çalışan kadına çay fişini uzattı:
“Bir çay istiyorum. Biraz demli olsun. Bu gece uyumamam lazım. Biraz uykumu açsın.”
Kantinci kadın sevginin yüzüne baktı:
“Sevgi, yarın sınavın var galiba” dedi.
“Hiç sorma... en zor derslerden biri. Şimdiden strese girdim.”
“Sen başarırsın korkma. Hem seni uzun zamandır tanıyorum. Akıllı, uslu, hanım hanımcıksın. Çalışan başarır.” Kantinci kadının bu sözleri içini serinletmişti Sevginin. Ona gülümsedi. Sonra birlikte gülüştüler karşılıklı.
Sevgi çayını alarak yukarı çıktı. O sırada anons geldi. Sevgi’ye telefon vardı. Heyecanla, merdivenleri bir çırpıda indi. Telefondaki ses Sedat’ındı. Sevginin kalbi küt küt atmaya başladı. Telefonda heyecandan konuşacak halde değildi. Sedat anlatıyor, Sevgi dinliyordu.
“Teşekkür ederim Sedat. Sınav öncesi moral oldun bana” diyebildi sonunda.
“Kendine iyi bak Sevgi. Seni seviyorum. Başarılar aşkım. Ha gayret, az kaldı.” Sedat’ın bu sözleri ilaç gibi gelmişti ona.
“Öptüm” dedi kısaca ve telefonu hafif bir tebessümle kapattı.
Odasına tekrar döndüğünde yine saatlerce ders çalıştı. Çay pek etkili olmamış, uykusu gelmiş, gözleri kapanıyordu. Yatağına uzandı ve derin bir uykuya daldı.
Uyandığında geç kalmak üzereydi. Aceleyle hazırlandı. Ceketini merdivenleri inerken giydi. Merdivende karşılaştığı arkadaşlarına aceleyle günaydın diyerek koşuşturdu. Hastaneye geldiğinde öğrenciler hocaların kapısının önünde toplanmışlardı. Sırayla sınava alınmaya başladılar. Sıra Sevgi’deydi.
Sınavdan çıktığında sevinçten uçuyordu. Sınavı çok güzel geçmişti.
Sınavdan sonra, Itır, Elif, Salih ve Bora hep birlikte kantine gittiler. Sınavı tartıştılar. Herkes kendine sorulan soruları ve hocaların tavrını anlattı.
Zaman su gibi geçmişti. Sevgi artık altıncı sınıftaydı. Okul bitmeye gelmişti. Sevgi okulun bitmesine hem çok seviniyor, hem de üzülüyordu. Hocalarını, arkadaşlarını çok özleyecekti. Bunu düşündüğü için son zamanlarını çok iyi değerlendirmek istiyordu. Hocalarını dikkat ve saygıyla dinliyor, her hastayı dikkatle muayene ediyordu. Özellikle nöbetleri çok seviyordu. Espriler, gülmek, beraber yemek içmek, arkadaşlarla sohbet çok hoşuna gidiyordu.
En sevdiği bölüm Psikiyatriydi Sevgi’nin. Oradaki hastalara daha fazla ilgi gösteriyordu. Servis koridorunda karşılaştığı şizofren bir hastayla çok ilgilenmiş, hasta onu her gördüğünde,
“Nasılsın iyi misin? diye-ilk karşılaştıklarında olduğu gibi- dönüp dünüp, aynı sözleri söyleyerek onlarca kez ona hal hatır sormuştu.
Sevgi büyük bir sabırla her defasında o da onun sorularını hiç cevapsız bırakmamıştı. Elinde aynayla dolaşan ve hep aynaya bakan ve durmadan saçlarını düzelten bir kız da onun ilgisini çekmişti. Bu hasta hep” ben güzelim “diye konuşarak dolaşıyordu. Öğrenciliğinde öğretmenine aşık olmuş, karşılık bulamamış ve kendini okulun dördüncü katından atmış olan bu kızcağızın hikayesi içler acısı gelmişti Sevgi’ye.
Bu ve bunun gibi daha niceleri vardı. Sevgi bu hastalara çok ilgi gösteriyordu. Bu yüzden ihtisas için kendini bu alana yönlendirmek istedi ve kendisine uygun olduğunu düşündüğü bu alanda ihtisas yapabilmek için derslerine bir kat daha sarıldı.
Sonunda sene sonu yaklaşmıştı. Mezuniyet balosunun hazırlıkları okulda başlamıştı. Kantinde, serviste herkes baloyu konuşuyordu. Herkes kendi çapında ufak tefek hazırlanıyordu. Sevgi de baloya katılmak istiyordu. Ancak, Sedat gelemeyeceğini söylemişti. Tam o tarihte çok önemli bir sınavı varmış.
Sevgi bu duruma çok üzüldü. Yine de, arkadaşlarıyla son bir defa eğlenmek istiyordu.
Nasıl da geçmişti altı sene... dillere kolay. Azmin zaferinin sevinci müthişti. Çalışmış, çalışmış, çalışmış ve başarmıştı. Genç ve güzel bir doktordu artık.
Arkadaşları da kendisi gibi çok heyecanlıydılar. Boş zamanlarında birlikte çarşı, mağaza dolaşıyor, mezuniyet balosunda ne giyeceklerini planlıyorlardı. O gece çok şık olmalıydı. Fakat Elazığ İstanbul gibi büyük bir şehir değildi. Ha deyince uygun bir kıyafet bulmak çok zordu.
Fakat bir şeyler ayarlamak zorundaydılar. Gerçi uygun olabilecek şeyler vardı ama, kızlar ilada abartılı şeyler olsun istiyorlardı. Haksız da sayılmazlardı. Böyle bir günde bu onların hakkıydı. Bu günün hayalini yıllarca kafalarında kurmuş, iple çekmişlerdi. Onlar böyle kararsız dolaşıp dururken bazı kızlara aileleri paket göndermişti. Onların arasında Sevgi’de vardı.
Melek anne, yine o melek tavrını sergilemiş, ona çok şık bir kıyafet göndermişti:
Yurt görevlisinin Sevgi’ye paket olduğunu söylediğinde, merdivenleri üçer beşer inmiş, kutuyu almış ve aynı hızla odasına gelmişti. Kızlar başında toplanmışlar kutuyu görünce ve ona “hadi çabuk aç!” diye heyecanla neredeyse kutuyu parçalarcasına aceleyle açtırmışlardı.
Sevgi, içinde ne olduğunu merakından, kalbi hızlı hızlı atarak açmış kutuyu, açar açmaz da ondan daha heyecanlı davranan arkadaşları Itır ve Elif’in dilleri tutulmuştu.
Sevgi beyaz şifondan fırıl fırıl bir elbise olduğunu görünce içini büyük bir sevinç dalgası sarmıştı. Şifonun altındaki ipek astar bile, tek giyilse, şahane bir tuvalet gibiydi. Sevgi donakalmıştı. Heyecandan ne yapacağını bilmiyordu. Itır, “hadi çabuk giy şunu... şimdi heyecandan kalbim duracak! Harukulade! Olamaz böyle şey... Kızım ne kadar şanslısın.! Şu hale bak... bu melek annen anlattığın kadar varmış. Bir kanatları eksik.” Diyerek onu harekete geçirdi.
Sevgi elbiseyi omuzlarından tutmuş, odanın içindeki ufak aynada kendini seyretmeye başladı.
Bu sefer de Elif, “kızım ne uğraşıyorsun öyle üstüne tutup! Hiç mi kafan çalışmıyor... giysene şunu akıllım!” diyerek tekrar uyardı onu.
Sevgi elbiseyi aceleyle giydi üstüne. Sanki üzerine dikilmişti. Bir omzundan aşağıya doğru düşen yakası, uçuşan kolları vardı. Etek boyu diz üstündeydi. Üstü şifon, altı ipek olan bu eteği beli iyice sarıyor ve etek uçlarına doğru genişliyordu. Ve yine kutunun içinde, ince topuklu, bilekten bağlamalı bir de ayakkabı bulunuyordu. Üzeri minik aynalarla kaplı biritli bir fantazi ayakkabıydı. Sevginin mavi gözleriyle uyumlu bir de kolye bileklik çıktığını görünce Sevgi, “canım annem... yine her şeyi düşünmüş” dedi.
Bu arada Elif heyecanla bağırdı:
“Hey kızlar burada bir de gül var. galiba bu da saçlarına takılacak...”
“Ver bakıym! diyerek Itır aldı gülü onun elinden, “ayy... ne şık bir şey bu kız!” sözleriyle hayranlığını belirtirken gülü sevginin saçlarına doğru tutup, başını hafif eğerek ona baktı. Sonra, “ayy olamaz!! öldüm
218-
vallahi! Baloda bütün erkeklerin kalbi duracak... haksızlık bu!” dedi ve “şaka, şaka... sana her şey yakışır. Sen de layıksın doğrusu!” sözleriyle duygularının kıskançlık değil, hayranlık belirtisi olduğunu vurgulamak ihtiyacı hissetti.
Sevgi elbiseyi çıkardı. İtinayla katlayıp kutuya koydu ve dolabına kaldırdıktan sonra, “gelin kızlar Melek anneme bir teşekkür telefonu edelim!” diyerek sürükledi, onları dışarı.
Merdivenlerden koşarak, şakalaşa şakalaşa iniyorlarken merdiveni yurt görevlisi onlara kızdı:
“Hişt kızlar! Yavaş... bakıyorum çıldırdınız!”
Sevgi ona yaklaştı, “idare et canişkom, yakında bizden kurtuluyorsun!” diyerek kadının yanağına bir öpücük kondurdu.
Kadın, bu beklemediği öpücük karşısında daha şaşkınlığını atmadan onlar çoktan alt kata inmişlerdi bile.
Koşarak telefonun başına gittiler. Heyecandan kartını takmakta zorlandı. Sonunda Melek hanımın sesiyle kendi heyecanlı sesini birleştirdi:
“Anneciğim, nasılsın!? Sürprizin için teşekkürler! Ne kadar düşüncelisin... biz de arkadaşlarla kıyafet araştırıyorduk.”
“Beğendiğine sevindim. Ölçülerine uydu mu? Nasıl... hoşuna gitti mi?”
“Ne demek hoşuma gitti mi... bayıldım canım annem!! Sağ ol, ellerinden öperim. Fatma teyzeye de selamlar... onu da çok öpüyorum. İyi geceler anneciğim.”
“Sana da kızım.”
Sevgi telefonu kapattı. Yüzünde mutluluk gülücükleri vardı. Onun sevincine ortak olan arkadaşlarının da içleri kımıl kımıl olmuştu.
Odalarına çıktılar. Yatağına uzandı Sevgi.
Melek hanım Sevgi’nin gelmesine az bir zaman kalmasına çok seviniyordu. Onun başarısı kendinin başarısıydı. Sevgi emeklerini boşa çıkarmamış, çalışıp kazanmıştı. Ellerini havaya açıp, “sana şükürler olsun tanrım, kızımın bu mutluluğunu bana gösterdin!”
O sırada odaya Fatma girdi:
“Yine Sevgi’yi mi düşünüyorsun hanımım!”
“Ah Fatma hanım... şu an onun yanında olmak için neler vermezdim! Biraz önce telefondaydı. Seni de çok çok öptüğünü söylememi istedi.
“Sağ olsun... ben de özledim onun öpüşlerini...”
Böyle bir günde en gerekli organdan yoksunum. Şu kör olası ayaklar tutmuyor ne yapalım. Kızımın ellerini tutmak, diplomayı aldığı günü görmek, ne güzel olurdu...”
“Üzülme! Sen orada olmasan da yüreğin, sevgin onunla olacak.”
“Odasını hazırladın mı?”
“Evet. Yeni alınan genç odası çok güzel. perdelerde takılırsa her şey tamam olacak.”
“Biliyor musun Fatma, onun yıllar önce elinde yırtık bir bebek ve çanta ile geldiği gün hala bu günmüş gibi aklımda. O gün ben bu ışığı onun gözlerinde görmüştüm. İnşallah Sedat'la da evlenirler. Sedat tam ona göre... efendi, çalışkan bir çocuk. onların mutluluğunu da görmek istiyorum. Elbise üzerine tam uymuş, biliyor musun...”
“Bilmez miyim kızımızın ölçülerini... Melek hanımımın melek kızı o” dediği sıra birden heyecanladı Fatma hanım:
“Ayy! Melek hanım, beni lafa tuttun... ocağa çay koymuştum. Taşmadı inşallah!”
Fatma hanım telaşla fokurdayan çaydanlığa koşarken Melek hanım gülümsedi ve daha önce de Sevgi’den konuşurlarken onun yine dalıp çaydanlığı unuttuğunu hatırladı:
İki hafta öncesiydi. Sevgi’nin odasını nasıl tanzim edeceklerini düşünüyorlardı beraberce. İyice hayallere dalmışlardı. “Ayy Melek hanım, yine beni lafa tuttunuz... çaydanlık taştı” diyerek koşmuştu bu günkü gibi.
Fatma hanımın koşarak mutfağa gittiği sırada telefon çalmıştı.. Arayan Sevgi’ydi:
“Anneciğim, nasılsın, iyi misin?”
“İyiyim canım yavrum. Seni şimdi Fatma’yla konuşuyorduk. Ne yaptın... sınavlar bitti mi?”
“Bitti annem bitti! Ama ben de bittim! Ama çok mutluyum. Balo yapılacak. Hazırlıklara başladık. Ayrıca diploma töreni de var. canım annem, keşke gelebilsen!”
“Nerde kızım. Çok isterim ama, gelemem ki... inşallah gelirsen görüşürüz.”
“Anneciğim hatırlıyor musun, tıp fakültesi giriş sınavlarını kazandığımda ne kadar üzülmüştün. Bana her gün hastalıklarla, mikroplarla uğraşacaksın, başkalarını iyi edeceğim diye kendini tüketeceksin, yazık değil mi gençliğine, diye ağlamıştın. Bak işte bitti canım annem. Ellerinden öpüyorum” diye karşılıklı konuşmaları olduğu gibi ezberindeydi...
Sevgi ile arkadaşı Ayşe yurttan ders defter kaygısı olmadan çıkmış yürüyorlardı. Bahçede hastane binasına inen yoldan, dersliklerin bulunduğu yöne doğru ilerliyorlardı. Çevreleri her zaman olduğu gibi, yine insan kaynıyordu. Kimi ilgili doktoru arıyor, kimisi de ilaç peşinde koşuyordu. Yakınları hastalarını oraya buraya taşıyorlardı.
Ağaçların arasında önlerine telaşlı iki kız çıktı. Öyle hızla koşarak önlerini kesmişlerdi ki, durmak zorunda kaldılar. Sekiz dokuz yaşlarında olmalıydılar. İkisi de nefes nefeseydiler. Zayıf olan siyah saçlı kız öne atılıp, “Ablacığım, canım ablam... ne olur yardım edin! Diye bağırarak Sevgi’nin bileklerine yapıştı. Öbür, mavi gözlü olanı gözlerini kocaman açarak, “çünkü yardım etmezseniz ölecek!” dedi.
Soluk soluğaydı. Sevgi, “ne!! ne oluyor. Kim ölüyor, hasta nerede!” demesine kalmadan, kara kız onun eline koluna yapışıp sürüklemeye başlamıştı. İncecik bedeniyle Sevgi’yi çeke çeke götürüyordu.
“Doktor abla, bir bakıver ne olur! Bir ilaç verir iyileştirirsiniz belki!” diyerek yalvarıyordu.
Sevgi’nin üzerindeki beyaz önlükten onun doktor olduğunu anlamıştı. Sevgi ne olup bittiğini anlamak için onun peşinden koşuyordu.
Ayşe de onu yalnız bırakmamak için peşinden gidiyordu. Küçük kızlara yetiştiğinde, kızlar çömelmiş ağlıyorlardı. Sevgi kadının fenalık geçirdiğini gördü. hemen sedye isteyip onun hastaneye kaldırılması
iyi aksamlar
222-
kaldırılmasını sağladı. Kızlar, sedyenin etrafında, “anne! Anne!!” diye ağlaşıyorlardı.
Sevgi içinin ezildiğini hissetti. Annesizliği aklına gelmişti. O kızların çırpınışlarını hiç unutmadı.
Kadın kurtulmuştu. Onu defalarca ziyaret etti. doktoruyla konuşup, hakkında detaylı bilgi edindi. Yaptığı yardım kadının kritik bir anında müdahale edilebilecek zamanı kazandırmış ve kadın iyileşmişti. Kızların sevinçleri gözlerinden okunuyordu. Şimdi daha iyi anlıyordu ki, çok kutsal bir meslek seçmişti..
O gece Sevgi’nin neredeyse heyecandan hiç uyumamıştı. Erkenden kalktı. Mezun olan tüm arkadaşlarının erken kalkmış olduğunu gördü. Bu gün herkes için beklenen gündü... demek kimseyi uyku tutmamıştı... Diploma töreni o gün saat ikideydi.
Mezun olanlar büyük bir heyecanla hazırlandılar. Kızlar kuaföre gidip süslendiler.
Tören başladığında heyecandan kalpleri duracaktı. Salon tıklım tıklım öğrenci velileriyle dolmuştu. Öğretim görevlileri yerlerini almıştı.
Salonun ışıkları söndü. Salonda hoparlörden verilen bir kalp atışı sesi yankılandı.
Zaten heyecanlı olan insanlar bu sesle daha da heyecanlandılar. Işıklar yandığında, öğrenciler üzerlerinde cüppeleri, başlarında kepleri birerli sıra halinde salona giriyorlardı. Alkış sesleriyle salon inledi. Öğrenciler bir su gibi akarak yerlerini aldılar.
İstiklal marşını büyük bir coşkuyla öğrenci ve aileleri ve hocalar hep bir ağızdan okudular.
Sahnede yerlerini almış olan öğrenciler, kalabalık arasında ailelerini seçebilmek için gözleriyle salonu tarıyorlardı.
Sevgi hiç oralı değildi. Sadece heyecanla salonu tarayan arkadaşlarına imrenerek bakıyordu. Bir anda gözlerine inanamadı. Seyirciler arasında Melek Anne’si oğlu Selim ve aşkı Sedat da vardı.
Kalbi yerinden çıkacakmış gibi oldu. İçinden, “anlamalıydım bana sürpriz yapacaklarını!” diye geçirdi.
Hep birlikte el sallıyorlardı. Melek hanım elinde bir mendille gözlerini siliyordu. Sevgi yerinde duramaz olmuştu.
Rektör, dekan ve diğer hocalar heyecanlı konuşmalar yaptılar. Kameralar çekiyor, flaşlar sık sık patlıyordu. Ünlü bir kemancı kısa bir resital verdi.
Bütün salon müziğin etkisiyle kendinden geçmişti.
Öğrencilerin isimleri çağırılarak diplomalar verilmeye başlandı.
Sevgi’nin adı okunduğunda Sedat ayakta onu alkışlıyordu. Heyecanla çıktı kürsüye ve hocasının elinden diplomasını aldı.
Diplomasını havaya kaldırdı:
“İşte bu!! İşte bu... Sevgi’nin gücü!” diyerek salonda onu alkışlayan sevdiklerine seslendi. Sevgi Sevgi’yi hayata bağlamış, onu topluma yararlı bir insan yapmıştı.
Diploması elinde, koşarak tribüne çıktı ve Melek hanımın yanına gelip ellerini öptü. Anne kız ağlıyorlardı:
“Anneciğim, eserinle övünebilirsin... bu senin başarın!”
Bu arada Sedat onların fotoğraflarını çekiyordu. Sedat’a gitti. Sarıldı.
“Hoş geldin aşkım! Gelmeyeceksin diye çok üzülmüştüm.
Sonra arkadaşlarının arasına, sahneye koştu tekrar.
Şimdi sayma sırası gelmişti:
“Dokuz, sekiz, yedi, altı, beş dört, üç! İki! Biiir!! Sıfııır!”
Alkış sesleri, ıslıklar arasında kepler havalarda uçuştu. Salonun coşkusu görülmeğe değerdi. Mutluluk, göz yaşları sel olmuştu. Herkes o coşkuyu yüreklerinde hissediyordu.
Bu mutlu sahne altı saat sürmüştü.
Dışarıya çıktıklarında gök yüzü de onların mutluluğuna ortak olmuş, yağmur taneleri de yeryüzüne inmişti. Islanmamak için arabaya koştular.
Sevgi Selim abisine Melek Anne’ yi getirdiği için defalarca teşekkür etti.
Selim onları güzel bir restorana davet etti. Neşe içinde yemeklerini yediler.
Melek hanım Elazığ’daki dostları Müslüm amcalara giderlerken Sevgi ile Sedat baş başa konuşmak için ancak fırsat bulabildi, yüz yüze, derin bir sohbetle hasret giderdiler.
Zaman dardı. Bir gün sonra yapılacak baloya hazırlanması gerekiyordu Sevgi’nin.
Balonun yapılacağı akşam Sevgi giyinip hazırlandı. Dekoltesi ve zengin eteğiyle çok romantik gözüküyordu. Serbestçe omzuna dökülen o güzel saçları, beyaz güllerle bezenmiş bir tarakla yandan tutturulmuştu. Kulağında ince uzun küpeler yakasındaki broşla pırıl pırıl bir uyum içindeydi.
Sedat ise, açık gri bir smokinin içine koyu gri yelek giymişti.
Salona girdiklerinde herkes başını onlardan tarafa çevirdi. Çünkü Sevgi gerçekten göz kamaştıracak bir güzellik sergiliyordu.
Bütün arkadaşları çok güzel olmuşlardı. Artık onları başka bir yaşamın beklediği her şeyiyle belli ediyordu kendini. Salona giriş değil de, geleceğe bir ilk adımdı attıkları.
Sevgi’nin içi kabardı. Göz ucuyla etrafına bakındı. Herkes çok heyecanlıydı.
İlk danslarını nostaljik bir parça eşliğinde yaptılar. Bunu kıvrak Latin müziği izledi.
Bütün salon kendini müziğe kaptırmış dans ediyorlardı. Yemek servisine geçilmese hiç birinin oturacağı yoktu.
Yemekte arkadaşlarıyla arada bir gözleri takılıyordu birbirlerine:
Itır alev kırmızısı bir tuvalet almıştı. İnce bantlı kırmızı sandaletleriyle gerçekten göz alıcıydı. Ayşe ağırbaşlılığına yakışır, bej-kahve tonlarda kıyafet ararken, modacının ona önerdiği turkuvaz rengi kıyafette karar kılmıştı.
Sevgi onu süzerken, “bak Ayşe, artık seni böyle canlı renklerle görmek istiyoruz!” dediğini hatırladı.
Sevgi, Sedat’ın “hadi benim romantik sevgilim... gel dans edelim” sözleriyle ayıldı daldığı düşünceden.
“Arkadaşlarımın güzelliğine dalmışım. Hepsi çok güzeller değil mi?” diye ona sordu masadan kalkarlarken.
“Ama en güzelleri sensin!”
Sevgi, “sen de çok yakışıklısın!” diye cevapladı onu.
226-
Bütün salon sanki gök uşağı gibiydi. Kızlar hep birlikte oyun havasına göre salınmaya başladığında, o ciddi Ayşe’yi ortalarına almışlardı. Ayşe coşmuş, döktürüyor da döktürüyordu.
Dur durak bilmeden parçadan parçaya geçiyorlar, onları izleyenler etraflarında halka olmuş, tempo tutuyorlardı.
Saat oldukça ilerlemiş, insanlar yorulmuşlardı. Zaman uçup gitmiş, balo sona ermişti.
Konuklar birbirleriyle vedalaşarak salondan ayrılıyorlardı.
Büfede yorgunluk giderici bir şeyler alırlarken sınıf arkadaşlarından Murat Sevgi’ye takıldı bir ara.
“Sevgi, Sedat’la birbirinize çok yakışıyorsunuz. Neden evlenmiyorsunuz?”
Sedat şaşırdı. Sevgi kem-küm ederek sıkıntı içinde kaldı. Sedat’ın yüzündeki şaşkın ifadeyi silmek için, “sen bakma bunlara Sedat, hep böyle takılırlar birbirlerine. İnsanları afallatmak hoşlarına gider” diyerek hiç cevaplamadı Murat’ın sorusunu.
Sevgi’yle Sedat salondan kol kola çıktıklarında, hafif kafayı bulmuşlardı. İçkiye alışkın olmadıklarından bir iki kadeh yeterli gelmişti onlara...
Bir müddet yürüdüler. Sedat ceketini Sevgi’nin omzuna örttü. Gelecek planları hakkında konuştular bir süre. Bir taksi çağırıp Sevgi’yi yurda bıraktı ve oteline yollandı Sedat.
Sevgi yurdun merdivenlerini çıkarken ayakkabılarını çıkarıp eline almıştı.
Odaya girdiğinde Itır tek başına oturuyordu. Yorgun iki arkadaş gelecek yaşam planlarıyla ilgili konuşmaya başladılar. Konu gezip dolaşmak, uzun seyehatlere çıkmaktı. Itır’ın bütün dünyayı gezmeli fikrine karşı çıkıyordu Sevgi:
“Bazılarına bu tür hayat cazip gelebilir. Ama bana göre değil. Seyehat etmeyi elbet severim. Gezmeyi kim sevmez... ama önce bir limanım olmalı. Gemi hep açık denizde kalamaz. “Bir evim, çocuklarımı büyütebileceğim bir yuvam olmalı. Bir sürü çocuklarım olsun istiyorum.. Çocuklarımın her biri anam, babam, kardeşim olmalı. Buna hasretim... biliyorsun. Bu temelleri attıktan sonra dünyanın öbür ucuna da giderim” d iyerek içini çekti bir ara ve devam etti konuşmasına:
“Sedat benim sevdiğim insan. Daha hayatın başındayız. Bunları aşacağım. İlk önce mesleğimde yükselmek istiyorum. Psikyatri ihtisasına giriş için çalışmam gerektiğini o da biliyor.”
Itır başka açıdan bakıyordu hayata
“Umarım başarırsın da, bir de şöyle düşün... o pırıl pırıl onyediler, onsekizler nerede şimdi. Ömrümüzün üçte biri uçup gitti. Gerçi daha genciz, bunu da ihtisasa mı kurban edelim. Kafanca yaşamanın ve geçmişte kaybolanları bir nebze olsun yaşamanın tam zamanı.”
Uzun süre konuştular bu ve bunun gibi gelecekte yapacaklarına dair konuları. Geç vakit yataklarına uzandılar.
Ertesi gün geç kalktılar. Daha ellerini yüzlerini yıkamadan Sevgi İstanbul’dan telefonla arandı.
Arayan Melek hanımdı. İstanbul’a sağ salim ulaştıklarını, kendisinin ne zaman dönebileceğini soruyorlardı.
“Diplomamı alır almaz! Sözümde durduğumun belgesiyle geleceğim size” diyerek indirmişti ahizeyi kulağından.
İki hafta sonra nihayet diplomalarını almışlar, toparlanmaya başlamışlardı yurt odasında. Birbirlerine o kadar alışmışlardı ki, ayrılık saatlerini biraz daha uzatabilmek için ağırdan alıyorlardı.
Son dakika gelmişti. Ayrılık anında öpüşüp koklaştılar. Herkes kendilerine hayatın ne oyunlar oynayacağını bilmeden ayrı ayrı yönlere, kendi kaderlerini yaşamaya gittiler.
Sevgi diplomasını alıp İstanbul’a geleli aylar olmuştu. Sedat’ın da okulunu bitirip gelmesine rağmen hemen hemen hiç görüşemiyorlardı. Çünkü Sevgi’nin önünde çok sıkı çalışması gereken dar bir zaman vardı. Bilgileri henüz tazeyken kendini bırakmaması ve ihtisas sınavlarını kazanması gerekiyordu.
Bu arada tayin için kur’a zamanı da gelmişti. Kuraya katılıp katılmamayı epey düşündü. İhtisası kazanamazsa açıkta kalmamak için katılmaya karar verdi sonunda.
Kur’a çekilmiş ve Sevgi Ardahan’ın bir köyünü çekmişti. Üzülsün mü, sevinsin mi bilemedi ilk anda. Sonra, “kader...” dedi kendi kendine. Vatanın her yanı kutsal değil miydi... hele, baba- ana toprağına yakın yerlere hizmet edeceğinden mutluluk bile duydu.
İstanbul’dan gelip kendini bir köy dolmuşunda bulmak dünyanın bir başka ucuna gitmek gibi bir şeydi.
Köy yirmi yirmibeş haneli, tek okulu ve sağlık ocağı bulunan bir dağ köyüydü. İlk kez bir doktor atandığını duyan köylülerin sevincine diyecek yoktu.
Oralarla ilgili detaylı bilgi almıştı yola çıkmadan önce: Soğuk eksi kırk dereceye çıkan, buzdan sarkaçların damları süslediği kış boyunca tüm merkezlerle bağları kesilen, buzlu zeminde, kırığı çıkığı bol olan bir yer.
Sevgi göreve başlar başlamaz bütün köy muayeneye geldi. Sağlam insanlardı çoğu. Gelişleri hayatlarında bir kez olsun bir doktora muayene olmak, bir doktorun yüzünü görüp tanışmak içindi.
Ankara’ya sınava gidinceye kadar. Köylüler doktorsuzluğun acısını çıkarmanın sevincini, Sevgi’de onları mutlu etmenin huzurunu yaşadı.
Sınav iyi geçmişti. Ama yine de içini bir merak kemirdi durdu.
Sınav sonuçlarının açıklanacağı gün karnında korkunç kasılmalar sancılar hissetti.
Sonuçlar açıklandığında telefon başındaydı Sevgi:
“Melek anneciğim, kazandım. Hemde İstanbul, ruh ve sinir hastalıkları hastanesi!!” diyerek müjdeyi verdi.
Melek hanım heyecandan konuşamıyor, “kutlarım canım kızım” diye hep tekrar ediyor ve ağlıyordu.
Yine ayrılık, yine ayrılık. Sanki ayrılıklar ve kavuşmalardan başka bir şey değildi yaşamak denilen şey.