-
42-43-44
, Ahmet,
“İzin alalım mı yarın?” dedi. “Aylardır dışarıda yemek yemedim...” Ahmet’in her sözüne olduğu gibi buna da itiraz etmedi Ayşe.
Bir mazeret uydurup aldılar izni. İş çıkışında, ikisi de çocuklar gibi hür hissettiler kendilerini. Çarşıları dolaşıp alış veriş yaptılar. Sonra deniz kıyısına gittiler. Mevsim kıştı. Kimsecikler yoktu sahilde. Keyiflerince şakalaştılar. Ayşe ilk defa kuş gibi hafif hissediyordu kendini. Bir kanatları eksikti. Sonra bir kır kahvesine uğradılar. Üzerleri kalın olduğundan dışarıda oturmak istediler. Bembeyaz kar vardı yerde. Beyaz bir deniz gibi uzanıyordu önlerinde. Rüzgar saçlarını uçuşturuyordu Ayşe’nin. Onları tutan tokaya isyan ediyorlardı.
Ahmet uzandı, tokayı açtı. Şimdi özgürdüler. Her teli karda koşuşturan çocuklar gibi uçuşmaya başladı. Aşk Ayşe’nin gözlerine bambaşka bir parlaklık katmıştı. Hiç bu kadar heyecanla bakmamıştı dünyaya Hasan’ı kaybedeli. Yıllardır dökülen göz yaşı nihayet dinmişti.
Ahmet onun yüzündeki mutluluğu okuyunca uzattı elini onun yüzünü okşadı parmaklarını çenesinin altında gezdirdi. Sonra dudaklarının kenarına yüzüne gülücük çizmek istermiş gibi dokundu.
Ayşe öptü, yüzüne gülücük çizen parmağı. Ahmet de en az Ayşe kadar heyecanlanmıştı.
İçleri ürpermiş, üşümüşlerdi. Kalktılar. Hava soğumuştu. Ayşe titriyordu. Baş döndürücü duyguların heyecanından mıydı titremesi, yoksa dışarıda oturmuş olmalarından mıydı... bilemiyordu. Onun titrediğini gören Ahmet attı kolunu Ayşe’nin boynuna kendine doğru çekip başını göğsüne doğru, ısıtmak istermiş gibi bastırdı.
Onun bu hareketi Ayşe’ye öyle bir güven vermişti ki, iyice sokuldu ona. Onun koruyucu kanatları altında sıcak bir yere girmeliydiler. Tenha bir köşede ufak bir lokanta gözlerine çarptı. Onların lokantaya doğru geldiklerini gören lokantacı çıktı kapıya kadar, buyur etti onları.
Girdiler. Etraf kırık döküktü. Eski sandıklarla derme çatma yapılmış, köy lokantası tipli bir yerdi. Eskimiş tahta sandalyelere çöktüler. Lokantacının her hareketinden telaşlandığı gözleniyordu. Belli ki kimsenin bu mevsimde uğramadığı bir yerdi ve hazırda pek bir şeyler yoktu. Kendilerinden başka hiç müşteri yoktu içeride. Ortada eski bir soba çıtır çıtır yanıyordu. Oturdukları yer pencere kenarıydı. Çatlamış camdan dışarısı gözüküyordu. Bahçedeki karlar kürenmiş, toprak ortaya çıkmıştı. Ağaçların tek tük kalan yaprakları rüzgarın etkisiyle bahçeye dökülmüş, ara sıra da birkaç yaprak uçarak konuyor aralarına, yaprakları, üfleyen rüzgar bir beri bir öte uçuşturup duruyordu.
Ağacın son kalan yapraklarına takıldı ikisinin de gözü. Ayşe, pencerenin hemen önündeki çatı altına gizlenmiş dalda yan yana kalmış iki tek yaprağı göstererek,
“Bak, bu iki yapraktan birisi sen, birisi ben. Nasıl da birbirlerine sokuluyorlar.” Ahmet baktı yapraklara, güldü. Ayşe’nin ellerini avucuna aldı, öptü. Tam o sırada yapraklardan birini uçurdu rüzgar,
“Bak bak!” dedi Ayşe heyecanla “birisi uçtu, o benim!” o bunları söylerken öbür yaprak da koptu dalından.
“Bak!” dedi Ahmet “Bu da ben, seni hiç yalnız bırakır mıyım!”
Lokantacı tek çorba olduğunu söylemişti girerlerken. Geldi ısıtılan çorbalar. Ekmekleri sobanın üstünde gevretmişti. Mis gibi kokuyordu gevretilmiş ekmekler.
Çok acıkmış oldukları ekmek kokusunu aldıklarında akıllarına gelmişti ancak. Aceleyle çorbalarını içtiler.
Çıkarken lokantadan,
“Bizim evde içelim mi çaylarımızı? Diye sordu Ayşe’ye. Ayşe hiç nazlanmadı. Onun yaşadığı yeri çok merak ediyordu.
Beraber, el ele taksiye bindiler. Ayşe, arabada başını onun omzuna koydu. Başı Ahmet’in omzundayken, uzun zamandır başını koyacak bir omuz bulamadığını düşündü. Araba karlar arasında açılmış engebeli kır yolunda beşik gibi sallanarak ilerliyordu. Ahmet baktı omzuna yaslı yüze, hafifçe gözlerini aşağıya doğru kaydırarak. Uyumuş olduğunu görüp Ayşe’nin içinden binbir güzel duygu geçirdi bir saniyede. Sonra daldı onun yüzünün detaylarına. Onu hiç bu kadar yakından görmemişti bu güne kadar. Ne kadar güzel bir yüzü vardı. Uzun, siyah kirpikleri ok gibiydi. Kalbine saplanıyordu sanki. Dudakları kırmızı, rüzgarda uçuşup üst üste konmuş iki gül yaprağını andırıyordu. Aslan yelesi siyah saçları arabanın sarsıntısıyla boynuna sürtündükçe onu çıldırtıyordu.
Eve geldiklerinde, utanmasa arabayı sabaha kadar durduracak kapıda, onun başını omzundan kaldırtmayacaktı. Bir iki saniye durdu şoför. Yüzüne baktı Ahmet’in.
Ahmet mecburen omzuna yaslı bu meleği uykusundan uyandırmak zorunda kaldı:
“Kalk Ayşe eve geldik!
-
-
gerçektende öyle devanımda neler olacak acaba?
-
45-46-47-
Ayşe, kaldırdı kafasını, gülümsedi ona ve aceleyle indiler taksiden.
Ev bir çatı katındaydı. Dar, loş, bakımsız bir merdivenden yukarıya çıktılar. Ahmet çıkardı anahtarı cebinden, açtı kapıyı.
Ev sevimli, biraz dökük saçık, ama temiz bir yerdi.
“Sen mantonu çıkar, ben çayı koyayım. Şimdi ısınırız” diyerek mutfağa geçti Ahmet. Ayşe sağa sola bakıyor, etrafı inceliyordu.
Ufak bir masa, birkaç sandalye, bir iki eski koltuk yerde küçük, eski bir halı vardı. Pencereden İstanbul kuşbakışı görünüyordu. İçeride ufak bir oda daha vardı. Orada da ufak bir karyola ve bir gardırop bulunuyordu sadece.
Bu sırada Ahmet çayı koymuş, eve dalmış olan Ayşe’yi seyrediyordu arkadan.
“Biraz kirli, biraz da dağınık... nasıl buldun?” dedi.
“Çok beğendim. Bekar evi böyle olur.”
Ahmet, kaşla göz arasında bir paket çıkarıverdi ortaya ve,
“Bu senin için... bakalım beğenecek misin? ben çay bardaklarını hazırlayayım.” Şaşırdı ve sevindi Ayşe. Ahmet, onun daha teşekkür etmesine fırsat kalmadan, sanki mutfağa özellikle kaçıvermişti.
Ayşe, onunla yaptıkları alışveriş sırasında, bir hediye aldığını fark etmemişti. Ne olabilirdi? Merakla paketi açtı.
Kutuyu açınca gözlerine inanamadı. Pakette, askılı dantelden mini bir gecelik, minicik bir külot vardı. Önce çok utandı. Sonra kapının arkasına geçip onları giydi. Çok beğenmişti. Öylece bir süre kaldı.
Tam o sırada Ahmet elinde çay bardaklarıyla geliverdi.
“Ayşe çay haz....” diyebildi ancak. Dondu kaldı Ayşe’yi aldığı kıyafet içinde görünce. O kadar yakışmıştı ki ona. Elindeki tepsiyi usulca bıraktı yandaki sandalyenin üzerine, Ayşe’ye yaklaştı. Saçlarından öpmeye başladı. Sonra sırayla öpücük yağmuruna tuttu her yanını. Kucakladı onu yatağa yatırdı. Kolları o kadar güçlüydü ki... Bir yandan da hızla soyunuyordu. Birkaç dakika içinde, sarmaş dolaş, tek vücut oluvermişlerdi. Aşk ihtiras, coşku, şehvet... hiçbir eksik duygu yoktu aralarında. Sanki kırk yıl ayrı kalmış da birbirlerine kavuşmuş karı koca gibiydiler.
İşte ne olduysa o anda oldu... Ayşe ani bir hareketle Ahmet’i itiverdi birden. Kalktı. Mantosunu giydi aceleyle, elbiselerini toparlayıp eline aldı ve koşar adım, ağlayarak merdivenlerden indi.
Yol ortasında hem koşuyor, hem ağlıyordu. “Ben ne yapıyorum! Nasıl yapabilirim!? Ben Hasan’ın karısı değil miyim!” diyerek sızlandı. Sevgi’nin yüzüne nasıl bakardı! Ona nasıl kızım, derdi! Bu affedilmeyecek bir günah olurdu. Ve o bu günahla yaşayamazdı. Kocasının kemikleri sızlardı. Bir mezarı bile olamayan Hasan’a bu yapılır mıydı! Bir mezar taşı olsun isterdi. İsterdi ki, şu an onun mezar taşına başını vursun vursun ağlasın, ondan kendisini affetmesini istesindi. Ama yoktu işte Hasan’ın mezar taşı. “Kafamı hangi taşlara vurayım Allahım!?” diye bağırdı. “Arzularımın peşine düştüm. Kendimden utanıyorum!” dedi sonra.
Sustu birden bire. Caddede tek tük adamlar gelip geçiyorlardı çünkü. Onun kendi kendine konuştuğunu duymuş, dönüp dönüp garip garip baktıklarını fark etmişti çünkü.
Adımlarını hızlandırdı. Saatlerce yürüdü. Kalabalık bir caddeye gelmişti. Bir satıcıdan bir poşet aldı ve elbiselerini poşete koyup eline aldı. Saçlarını topladı. Mantosunun alt düğmelerinin iyice kapanmış olup olmadığını kontrol etti. Allahtan tüm düğmeler iliklere geçirilmişti. Mantosu uzun ve bolcaydı. Hiçbir yerinin görünmediğinden emin olunca biraz rahatladı. Yaşlı gözlerini sildi.
Eve geldiğinde, oldukça geçti vakit. Hala ve Sevgi uyumuşlardı. Odasına girdi. Mantosunu çıkardı. Dolabın aynasına baktı. Hali perişandı. Orada öyle durup kendini seyretti. Ne yapacağını bilemedi. Geceliği çıkarmak istedi, ama yapmak içinden gelmedi. Sonra dolabı açtı, Hasan’ın madalyonunu çıkardı. Boş boş baktı bir süre. Sonra dudaklarına götürdü madalyonu. “Affet beni ne olur! Az kaldı, bir hata yapıyordum Hasan’ım!” dedi ve madalyonu öpe öpe birkaç saat ağladı.
Madalyon elinde, gecelik sırtında yatağa girdiğinde hala gözleri yaşlıydı.
O gece rüyasında, Hasan’ı ve Ahmet’i birlikte gördü. Yarım kalan geceyi rüyasında tamamlıyor, Hasan’ın onu suçlayan sözleri kalbini deliyordu.
O gece gördükleri. Rüya, kabus, şehvet, utanma, suçluluk duygusu... sanki tüm hayatının kısa bir özeti gibiydi. Sonsuz sevinçler yaşamış, korkunç acılar çekmişti.
Sabah olduğunda çıkardı geceliği üstünden, özenle katladı, bir kutuya koyup dolaba kilitledi. Madalyonu
-
eski ve yeni aşk ikilem yaşıyor bakalım hangisi galip gelecek
-
48-49-50
Madalyonu bir zincire taktı ve boynuna astı. Kazağını giydi. Madalyonu kazağının altına koydu. Kıpırdadıkça göğsünün üstünde varlığı hissedilen madalyon sanki ona Hasan’ın varlığını da hatırlatmış olacaktı.
“Anneciğim, seni çok özlüyorum” diye seslenişiyle Sevgi’nin ayrıldı hayallerinden, kapıdan başını uzatan kızının gözlerine baktı.
“Ben de özlüyorum canım kızım!” diyerek onu kucakladı öptü, öptü... Sevgi devam etti annesinin kucağında konuşmasına:
“Çalışıyorsun. Ev gelince bile seni göremiyorum. Öğretmenim defterime yıldız attı. Bir de aferin yazdı... defterimi getirip göstereyim mi? akşam gösterecektim. Ama uyumuşum...”
“Özür dilerim kızım. Bir daha olmaz. Hadi getir de bakayım”
Sevgi koşarak defterini getirmeye gittiğinde Ayşe kahvaltı hazırlığı için mutfağa girdi. Bu sırada Hala da mutfağa geldi, Ayşe’ye günaydın, dedikten sonra konuşmaya başladılar:
“Akşam geç mi geldin, yoksa biz mi erkenden dalmışız kızım. Geldiğini duymadım.”
“Evet hala. Mesai yaptık. Kusura bakma. Haber etmeyi akıl edemedim. Bir daha olmaz. Hadi gel kahvaltı yapalım.”
Sevgi elinde defteriyle geldiğinde kucağına oturttu Ayşe kızını. Defterindeki yıldıza bakarken bir yandan da onu doyurmaya başladı.
O gün kızını eliyle giydirdi Ayşe. Kendisi de aceleyle hazırlandı. Sevgi’yi sevip okşayarak servisine bindirdi.
Merdivenlerde Zehra onu bekliyordu telaşla:
“Hadi yine geç kalacağız. Çabuk, şimdi fırça yeriz yine” diyerek onu neredeyse sürüklemeye başladı kolundan tutup. Koşar adımlarla yürürlerken Zehra bir yandan da onu sıkıştırıyordu:
“Akşam ne oldu. Hadi çabucak anlat. Heyecandan ve meraktan öleceğim!”
“Hiç... gezdik, yemek yedik, yürüdük. Sonra evine gittik.”
“Eee...sonra!? hadi söylesene canım!”
“Bir şey olmadı. Çay içtik.”
“Utanmayı bırakıp, söylesene kız. Onunla yatmadın mı?”
“Hayır, yapamadım. Ona haksızlık edemedim.”
“Akılsız! Böyle fırsat kaçırılır mı hiç! Ahmet çok iyi bir insan.”
Fabrikaya geldiklerinde, Ahmet’i onları kapıda bekliyor buldular. Zehra, “hoşça kal. Akşama görüşürüz” diyerek onları baş başa bıraktı.
Ayşe, Ahmet’in yüzüne bakamıyordu. Bir köşeye çekilip konuşmaya başladılar:
“Ne oldu? Seni benden uzaklaştıran nedir? yoksa beni beğenmiyor musun? Hani seviyordun!”
“Seninle ilgisi yok. Kocamı unutamıyorum. Lütfen aramızda olanları unutalım. Eskisi gibi, yine dost kalalım.”
“Peki... ben beklerim. Zaman en iyi ilaçtır.”
Ayşe, hoşça kal, bile demeden hızla ilerledi ve içeri girdi.
İş çıkışı Ahmet’i beklemedi. Onunla karşılaşmaktan, duygularına yenik düşmekten korkuyordu.
Haftalarca bu kaçış devam etti. Onunla karşılaşmak istemiyor, ama kalbine de söz geçiremiyordu.
Bir gün, iş çıkışı, Ahmet yolunu kesti onun.
“Seninle konuşmak istiyorum.”
“Hayır”
Fakat Ahmet diretti. Kolunu tutup hafifçe sıktı. Ve yürümeye başladılar öylece. Sonra, bir bank bulup oturdular yan yana. Ahmet, söze nereden başlayacağını bilemiyordu. Ayşe’nin ellerini tuttu. Biliyordu. Ayşe ona ilgisiz değildi. Elini dudaklarına götürdü. Ufacık bir öpücük kondurdu:
“Ben sabırlıyım. Beklerim. Ama ne olur benden kaçma. Seni çok seviyorum. Hayatta gerçek sevgiyi sende buldum. Bundan önce evlendim, ama mutlu olamadım. O aradığım yapıda birisi değildi. İki sene zor dayandım. Bütün mal varlığımı ona bağışladım. Yeter ki benden ayrılsın diye... sonra pişman oldu. Arkamdan çok koştu ama, ben kabul etmedim. Şimdi yalnızım. Hayatıma senden başka kimse girmedi. Girmeyecek de... seni anlıyorum. Kocanı unutamıyorsun. Biliyorum, onun hayali hep aramızda olacak. Ama ben kendime güveniyorum. Onu sana unutturacağım. Aşkımız her güçlüğü yenecek.”
Ayşe Ahmet’in bu konuşmasını hiç ses çıkarmadan dinledi. Gözlerinden iki damla yaş istem dışı olarak çıkıp yanaklarından aşağı yuvarlandı ve onun elini tutan Ahmet’in elinin üstüne damladı. Sonra daha fazla tutamadı kendini ve başını, tıpkı takside yaptığı gibi onun omzuna dayadı.
Ahmet onu bir çocuk şefkatiyle okşadı.
-
slm arkadaşlar kısa bir aradan sonra yine beraberiz
-
51-52-53
Ahmet onu bir çocuk şefkatiyle okşadı.
Artık ikna olmuştu. Her gün eskiden olduğu gibi işe birlikte gidiyorlar, birlikte geliyorlardı. Genç aşıklar gibiydiler. Fakat hiç eve gitmiyorlar, dışarılarda geziyorlardı.
Sevgi ilkokulu bitirmiş ortaokula başlamıştı. Ayşe hala eski işinde çalışıyor, Ahmet hâlâ onu sabırla bekliyordu.
Bir gün, yıllardır yaptıkları akşam gezintilerinin birini yapıyorlardı yine. Ahmet, şaşırdığı bir isteğiyle karşılaştı Ayşe’nin:
“Hadi bu gün sana gidelim. Evini tekrar görmek istiyorum.” Ahmet ne diyeceğini şaşırdı.
Eve vardıklarında yine şaşırtıcı davrandı Ayşe:
“Hadi sen otur. sana güzel bir yemek yapayım.” Ahmet, yine sesini çıkaramadan öylece kalakaldı.
Ayşe mutfağa girdi. Biraz çorba, biraz kızartma, biraz da salata yaptı. Bu arada Ahmet de sofrayı hazırladı. Tam sofraya oturmuşlardı ki Ahmet aklına bir şey gelmiş gibi birden kalktı yerinden, içeri gitti. Bir dakika sonra elinde iki bardak ve bir şişe kırmızı şarapla geldi.
Şaraplar kadehlere dolduruldu, sofraya kondu. Ayşe bu güne kadar hiç şarap içmemişti.
“Ben içmem, hiç kullanmadım”
“Tadı biraz garip gelebilir. Ama içtikten bir süre sonra, o kusurunu örteceğini göreceksin” diyerek kadehi eline aldı Ahmet ve onun güzel, şarap rengi dudaklarına doğru uzattı. İçti Ayşe... önce bir iki yudum, sonra kadehin tamamı. Hafiften bir baş dönmesi başladı on dakika sonra. Öyle hoşuna gitti ki, sanki çocukmuş, salıncağa binmiş de salınıyormuş, sevinçten uçuyormuş gibi geldi ona. İkinci kadeh, üçüncü kadeh derken iyice çocuklaştı Ayşe. Radyodan gelen müzik kalk oyna, zıpla diyordu sanki. Fıkır fıkır, müziğin ritmine uyarak oturduğu yerde kıvırtmaya başladı. Bu arada Ahmet’e de cilveler yapmaya başladı. Ahmet de bu cilvelerine karşılık veriyor. Yıllardır karşısında çıldırdığı kadının bu hali onu göklerde uçuruyordu.
Ayşe oturduğu yer ona dar gelince oynamak için ayağa kalktı. Ama, ayakta duramıyor, sallanıyordu. Ahmet belinden kavradı onu. Kendine doğru çekti, dans etmeye başladılar birlikte.
Bir süre dans ettiler. Sonra birbirlerine yapışıp, öylece dolanıp durdular. Bir saat kadar öylece çeneleri birbirinin omzunda yanakları birbirine kenetli şekilde, hiç konuşmadan öylece dolandılar.
Ayşe, Ahmet’in elinden tuttu bir ara ve onu doğruca yatak odasına doğru götürdü.
Ahmet o sarhoş kafayla bile anlamıştı. Ayşe kararını verebilmişti nihayet.
Yatak odasına girerlerken hala kollarında bir yılan gibi kıvrılan sevgilisini ilk seferki gibi sertçe yatağa atmaktan çekindi. Ayşe kıvırtarak kendisi soyundu bu sefer.
Ahmet onu keyifle seyrediyordu. Bir ara büyük bir şaşkınlık yaşadı Ahmet, gözlerine inanamadı. Ayşe’nin üstünde, yıllar önce ona aldığı gecelik vardı. Ahmet’in eski anıları canlanmıştı. Şaşkın ve ürkek onu seyretmeye devam etti. İlk seferde olduğu gibi onu incitecek ve tekrar onu kaybetmesine neden olacak bir hareket yapmaktan korkuyordu.
Karşısında donmuş gibi duran Ahmet’i kendi elleriyle soydu Ayşe. Ahmet şaşkınca seyretti onu bir süre. Sonra şaşkın duruşundan sıyrıldı. Bir aslan kesildi istekli sevgilisinin karşısında. İş çığırından çıkmıştı. Gönüllerde buluşmuş ve üzerinden mevsimler geçe geçe tepelerinde buzul oluşmuş duygu dağlarındaki bütün buzulları eritti ateşli sarılmaları.
Yorgunluk ve şarabın etkisi uyuttu onları koyun koyuna.
Ayşe uyandığında, dün geceyi hatırlamaya çalıştı. Çok ileri gittiğini düşündü bir an. Çarşaf kırış kırış, perişan haldeydi.
“Pişman mı olmalıyım!?” diye sordu kendi kendine. “Hayır...” diye cevapladı yine kendi kendini. Sevdiğinin kollarında sabahlamıştı. Bundan daha doğal ne olabilirdi...
Ahmet kendinden önce kalkmıştı yataktan. Yalnız yatağında doğruldu. Yatağın içinde oturdu. Bir sigara yaktı: “Ölenle ölünmeyeceği”ni nihayet anlamış olduğunu düşündü ve rahatladı.
Ama yine de yatak odasından çıkmaya korkuyor. Hayatın gerçek yüzüyle karşılaşmaktan çekiniyordu.
Tam bunları düşünürken, Ahmet elinde bir kahvaltı tepsisiyle geldi odaya. Onun uyanmış olduğunu görünce, elindeki tepsiyi komodinin üzerine bıraktı. Yaklaştı Ayşe’nin yanına. Onun eğik başını çenesinin altından zarifçe tutup kaldırdı. Göz göze geldiler. Boştaki eliyle örtüyü çekip sıyırdı üzerinden. O şahane vücut ortaya çıktı. Gözlerini kamaştırdı onun güzel hatları gün ışığında. Onu ayağa kaldırdı. Dudaklarına masum bir öpücük kondurdu ve:
-
günaydın bu gün erkenciyim ...
-
kaç gündür atmıyordunuz bekledik :) neyse tşk ederiz devamını bekliyoruz...
-
54-55-56
“Artık benimsin. Şu anda olduğu gibi, aramızda hiçbir şey saklı kalmayacak. Seni seviyorum ve ölünceye kadar da seveceğim.” Diyerek onu göğsüne bastırdı. Üşümesin diye üzerini örttü.
Kahvaltılarını yatakta yaptılar. Bir ara gözü saate ilişti Ayşe’nin.
“Aman tanrım, öğlen olmuş!” diyerek, “şimdi ne olacak?” dercesine yüzüne baktı Ahmet’in.
“Evdekiler çıldırmışlardır meraktan!” diye sürdürerek konuşmasını aceleyle toparlandı. “Hoşça kal!” dedi Ahmet’e ve koşar adımlarla merdivenden indi. Hemen bir taksi çevirdi ve evine doğru yola çıktı.
Heyecanla eve yaklaşırken oturdukları sokakta bir kalabalık olduğunu uzaktan fark etti. İndi sokağın başında. Az ilerde kalabalığın daha da artmış olduğunu ve tam apartmanlarının önünde bir itfaiye aracının durduğunu görüp yüreği ağzına geldi.
İlk rastladığı adama,
“Ne var... ne olmuş!?” diye sordu. Adam pek bir şey bilmiyormuş. Kalabalığı yararak sokağa girdi. Hortumlar sokağın bir ucundan bir ucuna aceleyle çekilmeye çalışıyor, itfaiyeciler sağa sola koşuşturuyorlardı. Arkadan destek için gelen başka itfaiye araçlarının ve ambulansın sesleri yürekleri yakıyordu.
Çevredeki bütün binaların pencerelerinden eşyalar sokağa atılıyor, herkes canını malını kurtarmaya çalışıyordu.
Balta, kürek sesleri, insanların seslerini bastırıyor, gözü yaşlı insanlar sağa sola, perişan bir halde koşuşturuyorlardı. Yangının esas merkezinin neresi olduğu pek belli değildi. Bütün sokak dumandan göz gözü görmez haldeydi çünkü.
Ayşe, ne kadar bağırdı çağırdı. Evine doğru koşmak istediyse de, bir adım bile yaklaşmasına izin vermediler.
Gece yarısı olmuştu. Sabaha karşı yanan binalar yıkılmış, hâlâ yanar haldeki kalaslar birer caddenin ortasına çekilip son alevler de söndürülmüştü.
Ayşe, şok içinde, yarı baygın öylece yığılıp oturmuştu.
Yanından geçen bir itfaiye görevlisinin, “başarılı bir müdahale oldu. Bütün mahalleyi yanmaktan kurtardınız” demesiyle, uykudan uyanır gibi kalktı çöküp kaldığı kaldırım kenarından. Hâlâ sokak içine kimseyi bırakmıyorlardı. Ayşe şuursuzca önüne gelene sorup duruyordu:
“Nasıl olmuş, ölen var mı!? Çocuğum içerdeydi... yaşlı halamla!? ” deyip duruyordu.
Nihayet olayın nasıl olduğunu anlatan birine rastlamıştı. Yaşlı bir kadın başından sonuna izlemişmiş olayı:
“Saat iki, üç gibiydi. Sokaktan bağrışmalar geldi. Yatağımızdan fırladığımızda, Yangın yangın seslerini duyup telaşlandık. Dışarı çıktık. Korkunç bir sahneydi. En uçtaki binanın bir dairesinden çıkan alevler apartman boyuna yükseliyordu. Çok geçmeden evin her tarafı tutuştu. Kalaslar yanarken çıkan çıtırtı sesleri tüm sokaktan duyuluyordu. Yerlerde kara gölgeler vardı. Hiç kimse yanaşamadı alevlere. İçlerinden birinin, Ayşe’nin evi yanıyor!” dediğini duydum. İnşallah kimse yoktur içerde diye dua eden komşuları birikmiş, dualar ediyorlardı.”
Ayşe çıldırmıştı.
“Yalan, benim evim değil!” diye can havliyle zorladı kalabalığı o sıra bir başka adamın,
“Ev kül olmuş, ölü de varmış. Kimse kurtulamamış, yazık...” sözlerini de duyunca, kalabalığın üstüne basarcasına dalgalarla boğuşur gibi yardı kalabalığı. Sokağın ortalarına doğru vardığında dizlerinin bağı çözülmüştü iyice. Yanan kendi eviydi.
Harabe haline gelmiş evinin tam karşısındaydı.
“Kızım var! halam var içerde!! Bırakın gireyim!?” dediyse de, çökme tehlikesi var gerekçesiyle iki kolundan tutup zaptetti polisler onu.
Yangın, adamın anlattığı gibi, gece yarısı çıkmıştı. Elektrik kontağından olduğu tahmin ediliyormuş.
Az ilerde, merak içinde yangını seyretmekte olan Perihan kadın polislere direnen kadının Ayşe olduğunu fark eder etmez, koşup geldi yanlarına. Onu polislerin elinden aldı.
“Perihan abla!! Ne oldu. Çocuğum ne oldu!!??” diye onun yaralı yüzüne baktı umutla.
Komşular ufak tefek yaralarla kurtulabilmişlerdi. İki gözleri iki çeşme ağlayıp duruyorlardı. Ayşe’nin bu hali, kendi acısını unutturdu Perihan hanımın. Anlattı:
“Yangın sizde çıkmış. İtfaiye evden, bir ceset çıkarttı. Yanmış avuçları içinde teşbih varmış. Haladır muhakkak. Başka bir ceset de bulamadılar.”
Tam o sırada Zehra elinden tuttuğu bir çocukla onlara doğru koşturdu. Yanan kalaslar arasında ceset bulamamak için dualar eden Ayşe,
“Ayşe abla,! Ayşe Abla!! Sevgi burada, bir şeyi yok!!” sesiyle Zehra’nın. İrkilip, bütün hücrelerini
-
merhaba arkadaşlar ...mardine tura gidiyorum iki gün yokum
-
57-58-59-
cereyan çarpmış gibi bir duyguyla döndü sesin geldiği tarafa doğru. inanamadı önce gözlerine. Sonra bir ağıt tuttu onu. Zehra’nın elinden tutup getirdiği Sevgi’ydi gerçekten. Kalkıp yerinden sarıldı küçük yavrusuna. Her yeri is, pas içindeydi. Sevgi konuşamıyor, boş gözlerle kendisine sarılan kadına bakıyordu. Belli ki, hala şok içindeydi.
Sevgi’nin karşısında cayır cayır yanan Halası hâlâ gözünün önündeydi. Ve o an canından çok sevdiği annesi yanında yoktu.
Annesi ona sarılıp göz yaşlarını yüzüne gözüne sürterken o öylece hareketsiz, bir yabancı gibi durmuştu. Bunu hisseden Ayşe,
“Kızım Sevgi!... Sevgi!?” diye onu harekete geçirmeye çalıştı. Nafile... boş boş yüzüne bakıp duruyordu. İçini büyük korkular sardı yeniden duyduğu şok sevincin arkasından. Çocuğunun yüzüne baktı.
Zehra atıldı:
Abla, bize çıkalım. Hadi beraber gidelim. Yukarı bırakıyorlar. Evine de bakarız.
“Evim mi kaldı ki!” diye içinden düşünerek tuttu elinden Sevgi’nin.
Ayşe evinin içinde gezindi. Mutfağına girdi. O kırmızı kalp motifli masa örtüleri, perdesi, halısı, dolaplar, her şey yanmıştı. Sadece bir iki tabak, fincan,ve çatal bıçak, alevlerden kararmış olarak duruyordu. Halı, perde kömür olmuştu. Sonra yatak odasına geçti. Orada ne anıları vardı. Hasan’la ne güzel günler geçirmişti. O sırada fotoğraflarını buldu. Ama, hepsi tanınmaz haldeydi. Hatıra olarak alıkoyacağı hiçbir şey kalmamıştı.
Dolaştı, ağladı.
“Neden... neden, her şey beni buluyor! Ne bahtı kara bir insanım!” dedi ve sağı solu umutsuzca kurcalamaya başlamıştı. Eline teneke bir kutu geçti. Umutla, “Madalya!” dedi. Evet, içini açtığında Hasan’ın madalyası çıktı içinden. Uzun zaman önce göğsünden çıkarıp kutuya koymuş olduğunu hatırladığı madalyayı zincirinden tutup salladı. Eliyle üzerini ovuşturup temizledi. Ağlamaktan gözlerinde yaş kalmamıştı.
Kızını teslim alıp evlerine götüren Perihan hanım, Zehra ve diğer komşular, onun geciktiğini görüp aramaya gelmişlerdi. Onu da alıp kendi evlerine götürdüler.
Sevgi’yi banyo yaptırıp temizlemişlerdi. Komşuların da evleri hasar görmüş, ama kullanılamaz halde değildi. Ayşe’yi de yukarıya çıkardılar. Elini yüzünü yıkayıp temizlediler. Sevgi’yi çoktan uyutmuşlardı. Ama, Ayşe uyuyamıyordu. Hala’nın kömür olmuş cesedini ancak o zaman gözünün önüne getirebildi.
“Vah Biçare Halam! dedi “ben evde olsaydım bunlar olmayacaktı. Seni öldürmeye mi getirdik buraya. Sebep benim!! Ahmet’le o gece kalmasaydım bunlar olmayacaktı!!!” hislerime yenik düşmemin ilahi cezası bunlar!! Her şeyimi elimden aldı.” diyerek büyük suçluluk duygusuna kapıldı. Bir yandan da ilerde ne yapacağım? diye düşünüyordu: başını sokacak bir evi, eşyayı nasıl bulurdu? Sevgi’ye kim bakardı!?
Yorgunluktan bitkin düşüp uykuya dalıncaya kadar bunlar geçip durdu kafasından.
Sabah ne yapacağını bilmiyordu. Usulca kalktı yatağından, kimseyi uyandırmadan çıktı kapıdan ve kendini dışarıya attı. Sokak sokak dolaştı.
Akşam olduğunda bir merdiven altına sığındı. Üzerine bir karton kutu bulup, katlayarak örttü. İnsanın kanını donduracak bir soğuk vardı. Eve, daha doğrusu komşuların evine gitmek istemiyordu. Hele Ahmet’i hiç görmek istemiyor, başını alıp buraları terk etmek geliyordu içinden.
O gece aç uyudu. Daha doğrusu, yarı baygın sabahı buldu. Cebinde kalan son bir iki sigarasını aç karnına yaktı. Yudum yudum içti. Halka halka yapıp savurdu gök yüzüne. Halkaların her birini hayatının bir safhasına benzetti. Cebindeki bozuk parayla bir simit aldı.
Nereye gittiğini bilmeden, ne yapacağını düşünmeden ha bire yürüyordu.
El ayak çekildikten sonra tekrar evine döndü. Yıkıntılar arasında sanki eski mutluluğunu aramaya gelmişti. Hasan’lı yıllar ne güzeldi. Ahmet’i de çok sevmişti. Ama evinde aradığı Ahmet değildi. Hasan’dı. Gözlerini kapattı. Hasan’ın sesi kulaklarında çınladı. Sevecen bir şekilde “Ayşe, aşkım nerdesin canım!?” diye sesleniyordu ona. Sevgi’nin “Annecim baba seni çağırıyor “ diyor gibiydi. Hele Hala’nın, “Ayşe kızım, namazlık nerde?”sözleri kulağını o kadar tırmalıyordu ki...
“Ayşe, Ayşe, nerdesin kızım!” sesi hiç Hala’nın ses tonuna benzemiyordu. “Allahım, çıldırıyor muyum!” diye düşünürken seslenenin Hala değil, Perihan hanım olduğunu anladı.
Onun eve girdiğini hayal meyal görmüş ve hemen koşup gelmişti Perihan ablası.
Onun koluna girdi ve evden çıkardı. Bir yandan
-
-
60- 61-62“
Ağlama! Ağlama!! Kızın kurtuldu ya... şükret!” diye onu teselli ediyordu.
Onu kendi evlerine çıkardığında hemen banyoya soktu. Çünkü iki gündür sokaklarda kirin pasın içinde kalmıştı.
Elini kolunu oynatamıyordu Ayşe. Banyoda Perihan hanımın onu oturttuğu taburede hareketsiz duruyordu öylece. Perihan hanım onu kendi elleriyle soydu. Yıkayıp temizledi her yanını. Ayşe hep ağlıyordu. Sanki gözleri muslukla yarışa girmişti.
Banyodan bir havluya sararak çıkardı onu. Kuruladı. Bir temiz bornoz giydirdi üstüne ve yatağa yatırdı. Bu arada Sevgi’yi de getirdi yanına yatırdı. Sevgi hala konuşamıyordu. Ama bu sefer annesi olduğu anlamış onun ona sarılmıştı. İkisi de ağlayarak uyudular.
Akşama doğru Perihan hanım onları yatırdığı odaya girdi:
“Ayşe, Sevgi, hadi kalkın... size yemek hazırladım. Hadi, acıktınız!” dedi ve onları kaldırdı. Ayşe’ye kızı Zehra’nın kıyafetlerinden bir şeyler giydirdi. Saçlarını toparladı. Masaya oturttu.
“Canım hiç istemiyor abla!” sözleri onun kendini hepten kaybetmediğinin ifadesi olduğu için sevindi Perihan hanım ve,
“Kızım, delirdin mi? iki gündür, aç susuzsun! Yemen lazım. Yemelisin. Yaşamak, mücadele etmek zorundasın. İnsanoğlu dayanmalı hayatın bütün zorluklarına!”
Bu arada, iki gündür Ayşe’den haber alamayan Ahmet büyük bir merak içindeydi. Zehra’yı arıyor sormak için. Ama onun işe gelmediğini söylüyorlardı. Neredeyse çıldıracaktı. Arkadaşlara sordu. Onun adresini öğrenmeye çalıştı. Kimse bir şey bilmiyordu.
Aklına ustabaşına sormak geldi ve hemen koşturdu adama. Ustabaşı düşündü ve,
“Bizde işe girerken bir adres vermiş olmalı. Kayıtlara bir bakalım” dedi ve bir defterden bulup çıkardı adresi. Hemen bir taksiye atladı ve denilen adrese ulaştı.
Evi sorduğunda ve gösterdiklerinde büyük bir şok yaşadı Ahmet. Komşulara sordu. Zehralarda kaldığını öğrendi. Hemen yukarı çıktı. Önce yanan daireye bir göz attı. Olayın korkunçluğu ürküttü onu. Sonra Zehraların kapısını çaldı.
Kapıyı Perihan hanım açtı:
“Ayşe’yi soracaktım abla, ben arkadaşıyım. Adım Ahmet” deyince açtı kapıyı kadın, onu içeri aldı. Kapı aralığında da şaşırmasın diye ona,
“Ayşe hiç iyi değil oğlum. Kızı desen o da ondan beter, konuşamıyor, Hala’larını yangında kaybettiler.” diyerek onu uyarmayı ihmal etmedi.
Odaya girdiğinde şaşırdı yine de Ahmet. Dünkü o şahane kadın sanki birkaç gün içinde erimiş, solmuş, kurumaya yüz tutmuş bir gül gibiydi. Hemen koşup onun boynuna sarıldı.
Ayşe hiç tepki vermedi. Onu da suçlu görüyordu çünkü. Onu sevmemiş olsaydı belki başlarına bu felaket gelmezdi. Ahmet,
“Geçmiş olsun canım. Şimdi, sokağa girer girmez öğrendim. Çok üzüldüm. Başınız sağ olsun” deyince onların rahat konuşmalarını sağlamak için Perihan hanım yanlarından uzaklaşıp, onları yalnız bıraktı.
Ahmet, ona hiç cevap vermeyen Ayşe’nin yanına oturdu. Ona tekrar sarıldı:
“Bize gidelim hadi. Sevgi’yi de alalım. Evimiz küçük ama, sevgimiz çok büyük. O bize yeter.”
Bu arada Perihan hanım, elinde çay tepsisiyle içeri girdi:
“Çay pişirdim çocuklar. Beraberce içelim.”
“Sağ ol abla. Biz gitmeye karar verdik. Artık Ayşe bizde kalacak. Evleneceğiz abla ne dersiniz?” Perihan hanımın ağzı bir karış açık kaldı bu sürpriz haberi duyunca:
“Ne diyeyim yavrum? Allah derim... İyi edersiniz. Bu deli kız da aklını başına toplar birazcık.”
Çaylarını içtiler.
Ayşe hala tek kelime etmiyordu. Ahmet, onun kendisiyle geleceğinden emin bir şekilde konuşmasını sürdürdü:
“Hadi kalkalım. Sevgi nerede getirin de gidelim artık!” Perihan Hanım lafa karıştı:
“Şey evladım. İsterseniz Sevgi bir süre bizimle kalsın. Çocuğun bakıma ihtiyacı var. Annesinin de şimdilik kendine bakar hali yok. Siz ikiniz gidin!”
Ahmet Ayşe’yi yardımlayarak kaldırdı oturduğu yerden. Mantosunu giydirdi. Saçlarını düzeltti ve koluna girdi.
Ayşe, Sevgi’yi görmek için yan odaya geçti. Sevgi bir şeylerle oynuyordu.
“Kızım, ben Ahmetlerde kalacağım. Birkaç gün sonra gelir, seni alırım. Biraz iyileşmem lazım.”