-
88-89-90-
Ayşe ağlarken gülümserken, Ahmet de yandan yandan onun göz yaşlarını silmeye çalışıyordu.
“Söz, artık ağlamayacağım. Sen varsın artık hayatımda. Kızım var, bebeğimiz var.”
“Hah işte şöyle! Benim sevdiğim kadın güçlü olmalı. Hadi kalk, yarın çok önemli bir gün” diyerek Ahmet, sarıldı onun beline ve girdiler yatak odalarına.
“Nikahtan önce olmaz!” demesi Ayşe’nin son nikahsız gecelerinin en büyük esprisi ve en neşeyle söylenmiş sözüydü.
İkinci Evlilik-İkinci Acı
Nikah masasına oturduklarında çok heyecanlıydılar. Perihan hanım, Zehra ve Ahmet’in arkadaşları ve tabii Sevgiden başka hiç kimse yoktu nikahlarında. Hepsinin yüzünde en yakınlarını evlendirenlere has heyecan dalgası seziliyordu. Hele Sevgi, bir çiçek gibi açılmıştı.
İmzayı attılar. Şahitlerin alkışları sessizliği bozdu.
Artık evliydiler. Ayşe elindeki çiçeği Zehra’nın başına atarak, “darısı başına can arkadaşım” diyerek gülümsedi ona. Herkes çok mutluydu. Ayşe karnındaki hafif şişlik dışında bir genç kız gibi duruyordu. Ahmet onu alnından öptüğünde gerçekten tazecik bir kızmış gibi utandı. Ona, “Bizim için yaptıklarına binlerce teşekkür” dedi ve Perihan ablasına doğru dönerek onun eline sarılıp öptü. Zehra’yla sarıldılar bir süre sıkıca tuttular birbirlerini. Ahmet’in arkadaşlarıyla tokalaştı ve Sevgi’nin önünde çömelip, onun ışıldayan mavi gözlerine daldı bir süre ve onu, öptü, öptü,öptü...
Müzikli bir restoranda dostlarıyla bir kutlama yemeği yedikten sonra vedalaşıp ayrıldılar onlardan.
Zifaf yataklarında her zamanki coşkularının aksine, sakin bir sohbetle vakit geçirdiler. Yeni tanışmış da konuşmaya , birbirlerini iyice tanımaya ihtiyaçları varmış gibiydi.
Ayşe, “Hayatıma Hasan ve sen girdiniz. İkinizi de deli gibi sevdim. Bir insan iki kişiyi nasıl sevebilir, diye çok düşündüm. Mümkün değil, bunda bir yanlışlık var, diye düşündüğümden seni yıllarca beklettim. Mümkünmüş, öğrendim. Onu unuttuğumu söyleyip, seni aldatamazdım. Hasan kalbimin bir köşesinde hep var olacak. Çünkü kızımın babası o. Ama artık yaşamıyor. Bebeğimin ve kızımın babası sensin artık. Hepimizi birbirine kaynaşmış gibi düşünmeden edemiyorum. Hiç kimseyi bu hamur yumağının dışına, istesem de çıkaramam artık. İşte böyle sevgilim!”
Ahmet bu uzun konuşmayı onun sözünü hiç kesmeden dinledi.
“Sizleri çok seviyorum. Hepiniz için canımı veririm” diyerek kesti konuşmasını.
O gece hayatlarına temiz bir sayfa açmışlardı. Sabahı ettiklerinde çok huzurluydular. Birbirlerini diğer gecelerin aksine, geleceklerini de kucaklıyormuşçasına kucaklamışlardı. Bir başkaydı nikahlı olarak bir yatakta yatmanın tadı. Sorumlu, ağır başlı, ciddi ve ciddiyetin bütün güzellik ve heyecanlarıyla süslü...
Hayatları nihayet normale dönmüş, düzenli günlük yaşantılarına başlamışlardı. Bu duruma gelinceye kadar az mı yol kat etmişlerdi. Kolay mıydı yeni ev kurmak, yeni düzen tutturmak...
Ayşe’nin tek derdi kızının bir türlü konuşamıyor oluşuydu. Allah bir sabır vermişti ki ona, kızına her gece masallar okuyor, hikayeler anlatıyordu. Hep onunla uğraşıyordu. Ara sıra bunaldığında Perihan ablasına gidiyor, pazardan aldığı rengarenk yünlerle patikler örüyorlar birlikte. Sevgi de memnundu bu işten. Hem gezmiş oluyor, hem de mini bebek giysilerine bakıp bakıp eğleniyordu.
Bazen de Fatma teyzenin yanında vakit geçiriyorlar, ondan kadınlık tecrübeleri konusunda nasihatler dinliyordu Ayşe. Sevgi de bir yaşlı teyzenin başını okşaması mutluluğunu yaşıyordu.
Ahmet desen çok daha heyecanlıydı. İlk çocuğu doğacaktı. Her gün onu soruyor, onu annesinin karnında yokluyor, onun için dualar ediyordu.
Aradan haftalar geçti. Ahmet işinde gösterdiği başarı ve dürüstlükten dolayı patron onun maaşını artırmıştı. Artık ustabaşıydı Ahmet ama en çok sevindiği maaş artışıydı. Arkadaşları onu çok seviyor ve sayıyorlardı. Ahmet bir gün Allah yüzümüze baktı, borçlarımızdan çabuk kurtulduk,. bebeğimizin rızkı bolmuş, artık rahat ederiz, nihayet çektiğimiz sıkıntılar bitti” diyerek hayatlarının, geleceğinin sağlam temellere oturduğu müjdesini veriyordu.
Ama yanlış düşünüyordu. Sıkıntılı günler bitmemişti, daha yeni başlıyordu. Nereden bilebilirdi ki, kaderin ona daha ne oyunlar oynayacağını...
Günlerden bir gün, Ayşe ile sevgi her zamanki hastane ziyaretlerinden dönmüşlerdi. Eve girdiler, mantolarını çıkardılar, o sırada kapı çalındı. Ayşe:
”Hayret, kim gelir bu saatte? Ahmet’in geliş saati değil.. Kim acaba?” diye merak ederek kapıyı açtı. İşte ne olduysa o anda oldu. Birdenbire Sapık ustabaşı ve iki arkadaşı kapıyı ardına kadar açarak içeriye daldılar. Ayşe kapıyı ne kadar itelese de gücü yetmedi. Adamlar kapıyı arkasından kilitlediler. Aksi gibi Fatma teyze de rahatsızlık nedeniyle bir kaç günlüğüne oğlu Ali’nin yanında bulunuyordu.
“Ben ne yaptım size, lütfen gidin...” diye yalvarmaları hiç kar etmedi. Adamlar hiç laf dinlemiyorlar, her şeyi tekme ile devirip ortalığı dağıtıyorlar, yıkıyorlardı.
İçlerinden birisi, Sevgi’yi yakaladı, Ayşe
“bırakın kızımı!” diye yalvarıyordu. Sevgiyi bir sandalyeye oturtup; ellerini ayaklarını bağladılar. Sobayı, divanı, koltukları hatta duvarda asılı evlilik resimleri dahil her şeyi parçalayıp devirdiler. Ayşe’yi arkasından sarmalamış birisi onu kucağına oturtmuş, göğüslerini sıkıyor, bacaklarını okşuyordu.
Ayşe bütün gücüyle, çırpınmasına, kaçmaya çalışmasına rağmen bir türlü adamdan kurtulamıyordu. Sonra adam onun yeri yatırdı,. ayaklarının üzerine oturdu, bluzunu yırtıp, göğüslerini meydana çıkardı. Bir çılgın gibi onun üzerine abandı.
Ayşe’nin çığlığını kesmek için yumruğuyla kafasına vurmaya başladı. Ağzı burnu kırılmış, kan içinde kalmış, Ayşe’nin üzerine bir cendere gibi sarılarak iyice yapıştı. Sonra beynine kara bir bulut çöktü sanki, “Hasan! Ahmet!...” sözleri son bir gayretle söylediği sözlerdi. Kulaklarının uğuldadığını, gözlerinin kapandığını hissetti.
Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu kendine geldiğinde. Yerde üstü başı parçalanmış, kan revan içinde yatıyordu. Sürünerek kalktı ve Sevgi!! Sevgi!! diye bağırmaya başladı. Kızı hala sandalyede eli kolu bağlı, gözleri donmuş, ona bakıp duruyordu.
Duvarlardan tutunarak ona kadar ulaştı. Onu çözdü. “Beni affet kızım!” diyerek onu öylece bıraktı olduğu yerde. Mantosunu giydi ve hala donmuş bakışlarla, hiç kıpırdamadan onu seyreden kızına son bir defa daha bakarak kapıyı çekip, dışarı çıktı.
-
-
hocam devamını beklıyoruz her zaman kı gibi...
-
sanada hocam. emeğinize sağlık..
-
artık beni unuttular heralde ...dedim sesiniz çıkmayınca
hala okuduğunuza sevindim
yakında sizin çocuk yuvanıza bir ziyaret yapmak istiyorum.gelince belki uğrarız işallah
-
hocam okuyoruz çok şükür pek yazmasakta okudumuzu takıp ediyoruz :)
-
Çöplükte Bir İnsan
92-93-94
Artık ne kızının, ne de Ahmet’in yüzüne bakamazdı bir daha. Ölmeliydi. Annem öldü demeliydi Sevgi. Ahmet eşinin ölüsünü görmeliydi ancak.
Bu leke onun sonuydu. Çok sevdiği deniz kıyısına ulaşmaya çabalıyordu. Hasan’ı Bosna’ya yolcu ederken, ufukta kaybolan gemi gibi, o da denizin beyaz köpükleri içinde kaybolmalıydı. Bu Hasan’a ihanetinin bedeliydi beklide... Hasan’ının yanına gitmeliydi.
Akşam karanlığı çökmek üzereydi. Düz yolda yürüyemiyordu. Sokak aralarına dalarak duvarlardan tutuna tutuna yürümeye çalışıyor, arada sırada yoldan geçenlere durumunu sezdirmemek için arada bir hareketsiz duruyor, ortalık sakinleşince tekrar yol alıyordu.
Karnında hafiften duyduğu sancı artmaya başladı. Her tarafı ağrıyor, başı dönüyordu. Hava iyice kararmıştı. Arada bir geçen arabaların ışığı da olmasa göz gözü görmeyecekti neredeyse. Bir iki kişi onu sarhoş zannedip laf attılar.
Hafiften yağmur yağmaya başladı. Bir ara ne yaptığını, nereye gittiğini, hatta kim olduğunu unutur gibi oldu ve şaşkınca baktı etrafına gözleri karardı ve hiçbir şey göremez, düşünemez oldu.
Ahmet her zamanki gibi, kapıyı neşeyle çaldı. Açan olmayınca, uyumuşlardır belki diyerek elindeki paketleri kapının yanına bırakıp anahtarı çıkardı cebinden ve kapıyı açtı. Antrenin ışığını yaktığında bir gariplik olduğunu sezdi hemen. Ortalık darmadağın, yerde kan izleri vardı. Salona doğru uzayan kan damlacıklarını görünce çılgınca “Ayşe, Sevgi!!” diye bağırarak koştu ve aralık duran kapıyı ardına kadar açtığında şaşırıp kaldı.
Sevgi bir sandalyede hareketsiz, donmuş gözlerle ona bakıyordu.
“Ne oldu!!?? Annen nerede!?”bu kulakları tırmalayan sesle irkildi Sevgi ve kalkıp, Ahmet abi, adamlar! diyerek ona koşup sarıldı.
Sevgiyi hiç duymamış gibi diğer odalara koşup baktı Ahmet. Ayşe yoktu hiçbir yerde. Birden Sevginin kendisine cevap verebiliyor olduğunu anlayıp hemen peşinde onunla sarhoş gibi dolaşan kızına, konuşuyorsun. Anlat!!” diyebildi.
“Adamlar. Adamlar. Annemi dövdüler! Çok kötü şeyler yaptılar!! Annem gitti” diyebildi sadece.
Polisler evi inceliyorlardı. Adamların nasıl kişiler olduğunu tarif ettirmeye çalıştılarsa da, Sevgi sadece üç adam, anneme çok kötü şeyler yaptılar” demek dışında bir şey söyleyemiyor, başka bir şey hatırlamıyorum diyordu sadece. Bir de annesinin kan içinde evden çıktığını söylüyordu.
Ahmet onun daha önce yaşadığı bir yangından sonra şok yaşadığını ve bu güne kadar da konuşamadığını açıkladı onlara.
Ahmet, eli kolu bağlı, Sevgi’yi doktor kontrolüne aldırtmak dışında bir şey yapamadan, acı içinde kaldı öylece.
Gün ışımıştı. Garip işe erken çıkmıştı bu gün. Derme çatma, eski ahşap parçaları, sandık tahtalarıyla oluşturduğu kulübesinin kapısını bir iple bağladı her zaman yaptığı gibi ve iki tekerlerli çekçeğini hazırladı. Hava bir türlü ısınmamıştı bu sene. Kış hala karlı buzlu sürüyordu. Elinde tuttuğu kalın, çöpten bulunduğu her halinden belli olan paltosunu giyindi. Saçları uzamıştı biraz. Kadın olduğu belli olmasın diye erkek tıraşı gibi kısa kesiyordu saçlarını. Şapkasının içine sokuşturdu saçlarını. Elini yüzünü biraz daha kire pasa bulandırdı ve uzaklaştı kulübeden.
Dar sokaklarda, çöplerden geçimini sağlıyordu. Kendisi gibi çöpten geçinenlerden birileri gelmeden civar sokakların çöplerinde para edecek ne varsa toplamalıydı. Aceleyle sokağa girdi. İn cin yoktu henüz ortada. Bir iki sokak dolaştı. Gün bereketliydi. Arabasının üstündeki torba dolmak üzereydi neredeyse. Sokağın öbür ucundaki çöpün yanı başında bir karartı olduğunu fark etti. Çöpün yanına konulmuş olmasından onun eski giysiler olabileceğini düşündü ve torbasındaki kağıtları sıkıştırarak yer açtı eskiler için. Oldukça çokça gözüküyordu.
Yaklaşmıştı çöpe, eski elbiselerin kıpırdadığını fark edince, içinden, “yine bir sarhoş” diye geçirdi ve yaklaştı.
Çöp bidonları yanına uzanmış hareketsiz yatan adama yaklaştı. Belliydi. Yine bildik bir manzarayla karşılaşacaktı. Kusmuğu üstüne yatmış, üstü başı berbat, rahat yatağında yatarmış gibi biri. Ama, birden farkına vardı. Yerde kusmuk değil, kan vardı. Biraz geriye çekilip baktı dikkatle yerde yatana. Sonra heyecanlandı ve seslice, “Aman tanrım, bu bir kadın!” diye gayrı ihtiyari bağırdı.
Eğildi baktı yüzüne. Güzelce de biriydi. Hiç hareket etmiyordu. Oysa uzaktan onun bir ara hareket ettiğini görmüş olduğuna emindi.
“Hemen uzaklaşmalıyım!” diye düşündü önce. Ölmüştür belki, başı belaya girer diye korkuyordu. Tam bunu düşünüp uzaklaşacağı sıra bir inilti duyup tekrar başucuna geldi kadının. Kımıldamaya çalışıyor, kafasını hafifçe sağa sola döndürüyor, fakat gözlerini bile açamıyordu. Yüreğine bir acı saplandığını hissetti Garip. Eğildi. Yüzünü kapatmış olan saçlarını bir yana itti. Yüzü gözü şişmiş, mosmor olmuştu yanakları. “dayak yemiş zavallı!” diye mırıldandı. Yüzüne hafifçe vurarak seslendi ona. Hiç sesi çıkmıyor, sadece inliyordu.
Kararını vermeden önce sağını solunu bir kokladı. Evet, alkol kokmuyordu. Arabasındaki yükü çuvaldan boşalttı çöpe, kadının yerleşebileceği şekilde ayarladı ve onu iki omzundan tutup sürükleyerek arabanın üstüne oturttu. Bir eliyle kadının mantosunun yakasından tutuyor, öbür eliyle arabayı itmeye çalışıyordu.
Onu yakındaki kulübesine kadar taşımayı başarmış, kapıyı açmıştı nihayet. Derin bir nefes aldı. Tenekeden sobasını yaktı. Kulübenin bir köşesinde atılı duran portakal sandıklarından bir kaçını yan yana koyarak altına karton kutulardan katlayarak yaptığı yatağın üzerine zor bela yatırdı onu.
-
-
-
95-96-97-
Dar sokaklarda, çöplerden geçimini sağlıyordu. Kendisi gibi çöpten geçinenlerden birileri gelmeden civar sokakların çöplerinde para edecek ne varsa toplamalıydı. Aceleyle sokağa girdi. İn cin yoktu henüz ortada. Bir iki sokak dolaştı. Gün bereketliydi. Arabasının üstündeki torba dolmak üzereydi neredeyse. Sokağın öbür ucundaki çöpün yanı başında bir karartı olduğunu fark etti. Çöpün yanına konulmuş olmasından onun eski giysiler olabileceğini düşündü ve torbasındaki kağıtları sıkıştırarak yer açtı eskiler için. Oldukça çokça gözüküyordu.
Yaklaşmıştı çöpe, eski elbiselerin kıpırdadığını fark edince, içinden, “yine bir sarhoş” diye geçirdi ve yaklaştı.
Çöp bidonları yanına uzanmış hareketsiz yatan adama yaklaştı. Belliydi. Yine bildik bir manzarayla karşılaşacaktı. Kusmuğu üstüne yatmış, üstü başı berbat, rahat yatağında yatarmış gibi biri. Ama, birden farkına vardı. Yerde kusmuk değil, kan vardı. Biraz geriye çekilip baktı dikkatle yerde yatana. Sonra heyecanlandı ve seslice, “Aman tanrım, bu bir kadın!” diye gayrı ihtiyari bağırdı.
Eğildi baktı yüzüne. Güzelce de biriydi. Hiç hareket etmiyordu. Oysa uzaktan onun bir ara hareket ettiğini görmüş olduğuna emindi.
“Hemen uzaklaşmalıyım!” diye düşündü önce. Ölmüştür belki, başı belaya girer diye korkuyordu. Tam bunu düşünüp uzaklaşacağı sıra bir inilti duyup tekrar başucuna geldi kadının. Kımıldamaya çalışıyor, kafasını hafifçe sağa sola döndürüyor, fakat gözlerini bile açamıyordu. Yüreğine bir acı saplandığını hissetti Garip. Eğildi. Yüzünü kapatmış olan saçlarını bir yana itti. Yüzü gözü şişmiş, mosmor olmuştu yanakları. “dayak yemiş zavallı!” diye mırıldandı. Yüzüne hafifçe vurarak seslendi ona. Hiç sesi çıkmıyor, sadece inliyordu.
Kararını vermeden önce sağını solunu bir kokladı. Evet, alkol kokmuyordu. Arabasındaki yükü çuvaldan boşalttı çöpe, kadının yerleşebileceği şekilde ayarladı ve onu iki omzundan tutup sürükleyerek arabanın üstüne oturttu. Bir eliyle kadının mantosunun yakasından tutuyor, öbür eliyle arabayı itmeye çalışıyordu.
Onu yakındaki kulübesine kadar taşımayı başarmış, kapıyı açmıştı nihayet. Derin bir nefes aldı. Tenekeden sobasını yaktı. Kulübenin bir köşesinde atılı duran portakal sandıklarından bir kaçını yan yana koyarak altına karton kutulardan katlayarak yaptığı yatağın üzerine zor bela yatırdı onu.
Barakanın içi ısınmıştı biraz. Garip, elleriyle dağınık saçlarını düzeltti kadının, “ne kadar da güzelmiş” diyerek mantosunu çıkarmaya çalıştı. Yarı çıplak, elbiseleri paramparça olmuş yer yer morarmış güzel vücudu görünce korkmaya başladı. Bacakları arasından kan sızdığını da görünce iyice paniğe kapıldı.
“Ne yapsam, nasıl etsem. Hastaneye götürsem parayı nerden bulacağım!” diyerek barakanın bir köşesinden bir köşesine gidip gelmeye başladı.
“Acaba, param yok desem, hastaneye parasız alırlar mı?” diye içinden geçirirken, yine oralarda, sokakta yaşayanlardan birisi olan yaşlıca kadına koştu. Anlattı başına geleni ve tutup getirdi kolundan. Kadın baktı hala baygın yatan kadına.
“Bu kadın tecavüze uğramış. Böylelerini görmüştüm daha önce. Bunu bir hastanenin kapısına atıp gel bence. Sonra senden bilirler, başın belaya girer. Bırak kapıya yakın bir yere sen de kaybol hemen!” diye ona nasihatte bulundu.
“Yardım et, birlikte götürelim!” dedi ona.
“Olur, bizim de başımıza böyle ölüm kalım arası bir iş geldiğinde bizim yaptığımızı yapacak birileri de bize rastlar inşallah” diyerek ayağa kalktı.
Hastayı arabaya bindirdiler, ara yollardan giderek hastanenin acil kapısına yakın bir yere indirip kaçıp uzaklaştılar oradan hemen.
Hastane görevlilerini dışarıda yatan hasta için uyaran hastaneye gelen başka hastalar oldu. Kanaması olduğunu söylemişlerdi.
Müdahale ettiklerinde vakit henüz geç değildi. Uzun bir süre sahibini aradılar. Bulamadılar. Hayati tehlikesi vardı ve hemen kürtaj yapabilmek için bir yakınının izni gerekiyordu. Sahibi bulunamayınca, polise haber verildi ve tutanağa istinaden kürtaja aldılar.
Bir gün sonrasıydı. Garip ve arkadaşı hastalarını çok merak ediyorlardı. Garip-güya-biraz temizce giyinip hastaneye gittiler. Onu kapıdaki görevlilere sormaya korkuyorlardı. Ama Garip illa da görmek istiyordu kadını. Sonunda, ziyaretçiler arasına dalarak hastaneye girmeyi başardı.
Kalabalıkla, onlardan biriymiş gibi dolaşıyor, her koğuşa girip çıkarak yüz hatlarını çok iyi hatırladığı kadını arıyordu.
Bu arada Ayşe kendine gelmiş, bir dolup bir boşalan odalardan birinde gelen gidenleri seyrediyordu. Yanına kadar sokulan kirli suratlı birisi eğildi yatağa. Onunla konuşmaya başladı:
-
98-99-100-101
“Nasılsın? Bakıyorum biraz iyileşmişsin!”
“Kimsiniz? Beni nereden tanıyorsunuz!?”
“Seni hastaneye biz getirdik dün akşam. Ölüyordun... ne oldu?”
“Bilmiyorum.”
Bu sırada hemşire Garip’i gördü.
“Sen ne arıyorsun burada. Çık dışarı! O pisliğinle mikrop bulaştıracaksın!”
“Ama ben onu görmeye geldim.”
“Çık diyorum... bak hala konuşuyor. Şimdi polis çağıracağım!”
“Tamam, tamam! Gidiyorum” dedi Garip. Ve aklına ne geldi ne gelmedi, koridora çıkar çıkmaz koşarak kalabalığın arasına karıştı. Gerçekten de -tahmin ettiği gibi-hemşire arkasından koridorda kalabalığa karışan Garip’e el kol hareketiyle, “Hey gel buraya bir dakika diye bağırmıştı. Sonra da hademelere haber vermiş, onu kıyıda köşede divik divik aramaya başlamışlardı. Garip, o köşeden o köşeye saklanarak zaman zaman kafile halinde girip çıkanların tam ortasına kendini atıp ilerleye ilerleye kapıya yaklaşmıştı. Kapıda bir iki hademe tek tek kapıdan çıkanların yüzlerine dikkat kesilmiş olarak bekliyorlardı.
Garip’i bir korkudur aldı. O sırada hastanenin ön kapısında bir kargaşa oldu. İki polis kapıya doğru yaklaştılar. Hademeler onlara doğru yüksek sesle bir şeyler anlatmaya çalışarak onlara yaklaşıyorlarken bir iki saniyelik bir bir fırsatı iyi değerlendirip, kalabalığın içine doğru eğilip yüzünü saklayarak attı kendini dışarı ve kapıda bekleyen arkadaşının kolunu çimdikleyerek onu duvarın yan tarafına çekti. Bu arada polisler hademelerle birlikte koridorun iç tarafına doğru kalabalığı tek tek süzerek ilerlemeye başlayınca rahatladı. Arkadaşının kolundan tutarak,”nasılmış, nasılmış?” sözlerine hiç cevap vermeden, “koş, koş!” diyerek onu nerdeyse sürüklercesine uzaklaştırdı oradan Ana caddedeki kalabalık ahalinin arasına karıştıklarında: “İyi, iyi...” kurtulmuş diyerek cevapladı kapıda kendisine sorulan soruyu.
“Niye koşturdun beni... hasta takip de değil mi? ya bulurlarsa bizi!?”
“ Polisleri görmedin mi! Niye çimdikledim seni sanıyorsun. Onlar beni arıyorlardı. Korkma, hemşire yüzümü uzaktan gördü. Görse bile tanıyamaz. Kaybolalım buralardan!”
Tam kurtulduklarını sanıyorlardı ki, arkalarından onlara birinin seslendiğini duydular. “Durun! Beni de bekleyin!” diyen sese döndüklerinde, hayretle, hastaneye yatırdıkları kadını tam karşılarında gördüler. Nefes nefeseydi ve yıkılacak kadar halsiz görünüyordu.
İrkildiler, biraz korktular ve etraflarına bakındılar şöyle bir. Herkes kendi havasında acele acele yürüyordu. Takip edildiklerine dair şüpheler dağılınca kafalarında, girdiler koluna ve ağır ağır yürümeye başladılar.
“Kimsin, niye peşimize düştün. Niye kaçtın hastaneden?” gibi birkaç acele soru sordular ona.
“Polisin izimi bulmasını istemiyorum. Ailemin artık benden haberi olsun istemiyorum! Ne olur, nereye giderseniz beni de götürün!” Garip’in arkadaşı ona tuhaf tuhaf bakarak;
“Kızım sen deli misin! biz sokaklarda yaşıyoruz. Evimiz barkımız yok. Kışları bulduğumuz bir barakada, yazları açıkta yatarız. Hayatımız sana uygun değil!” dediyse de Ayşe;
“Ne olur! Ben bu utançla yaşayamam artık! Nerde yatarsanız orada yatarım. Nereye giderseniz oraya giderim. Yük olmam. Kendi işimi kendim yaparım! Size yardım ederim!” diyerek yürek parçalayacak bir şekilde yalvarmaya başladı onlara.
Dayanamadılar ve onu kaldıkları barakaya götürdüler. Garip kapıyı açtı. İçeri girdiler. Burası bir çöp evdi. Temiz havadan girer girmez pis bir koku insanın burnunu düşürecek kadar ağır gelmişti Ayşe’ye.
Garip, ortada duran mangaldaki külleri karıştırdı biraz. Ellerini ısıtmak için uzattı. Sonra Ayşe’nin önüne doğru itti mangalı. “Isıt ellerini biraz. Kansızsın” dedi ona ve konuşmasını sürdürdü:
“İşte... bizim evimiz burası. Geceleri buraya sığınırız, gündüzleri çöpte işe yarar ne bulursak toplar satar, ekmek paramızı çıkarırız. Bazen-erken davranmazsak-o da elimize geçmez, aç yatarız.”
“Olsun!” dedi Ayşe.
“Şimdi de sen anlat!” dediler ona.
Ayşe anlattı başından geçenleri. Garip ve arkadaşı Çarıklı-lakabı buydu-adları belli olmayan bu iki kişi de hayatın sillesini yemişlerdendi. Yüzleri pislikten tanınmaz haldeydi. Elinde bir konserve kutusundan yapılmış su kabı aldı. Daldırdı ağzı açık büyükçe, plastik bidondan yarım kesilmiş su kabına ve dışarıya çıktı. Elini yüzünü yıkadı barakanın önünde. Ayşe onun hareketlerini izliyordu. Aklından “biraz insana benzedi” diye geçiriyordu.
Garip kalın, kaba paltosunu çıkardı. Postallarının bağını tek tek çözüşü ve köşeye fırlatışı yaşadığı hayata isyan eder gibiydi. Beresini de başından çıkardığında Ayşe’nin hayretten gözleri fal taşı gibi açıldı.
“Sen bir kadınsın!” diye hayretle yüzüne baktı onun ve kadınca hatlar aradı yıkanmış yüzünde. Kaba saba bir yapıda oluşu kadınlığını gizlemeye yardımcı oluyordu. Yüzünde ne kadar yıkasa, derisine iyice işlemiş kir de anlamayı zorlaştırıyordu.
Garip onun şaşkınlığını gidermek için, “ne daldın öyle yüzüme gözüme, kadınım işte. Belli olur halim kalmadığını söyle. Hoşuma gider bu. Çünkü benim durumumdaki birine böylesi uygun düşer. Sokaklarda bir kadının yaşaması sandığın kadar kolay değil. Bütün kadınca hatlarını saklamak zorundasın. Erkek gibi giyinip erkek gibi davranmaya ve konuşmaya çalışmalısın. Buralarda bir tek çarıklı bilir benim kadın olduğumu. O yaşlı olduğu için kendi cinsiyetini saklamaya ihtiyacı yok. Öyle değil mi yandan çarklı.
“He ya Garibim!” diyerek onu cevapladıktan sonra başladı Ayşe’ye nasihat etmeye:
“Bak kızım... evine dön! Her şeyi unut... bizler gibi yaşayamazsın. Sen sokakları daha bu gün gördün. Bir çöp bidonu yanında baygın yatmak sokağı tanımak için yetmez. Vazgeç”
“Hayır! Ya kaybolmam, ya da ölmem lazım! Kızımın, kocamın yüzüne bakamam artık. Niye kurtardınız beni! Size, beni hastaneye yetiştirin, diyen mi oldu... ölür gider, kurtulurdum!” diyerek ağlamaya başladı Ayşe.
Garip dayanamadı onun ağlamasına ve atıldı:
-
günaydın bu gün bir sayfa fazla oldu
..ağız tadıyla okumalar
-
102-103-104-
“Dur, dur hemen ağlama! Bir çaresine bakarız. Sen önce biraz yat, dinlen. Çok kan kaybettin. Sana verecek kuş tüyü yataklarımız yoksa da, çaresiz de değiliz. Bak burada iki çuval gazete eskisi var. üzerine bir de battaniye ayarladık mı... al sana kuş tüyü yatak.”
Sonra hemen yatağı hazırladı ve ona, “Hadi bakalım!” diyerek onu kollarından tutup yardım ederek yatağa yatırdı.
İşi bitip üzerini örttükten sonra, “biz yarın erkenden işe çıkarız. Sakın akşama kadar dışarı falan çıkma. Hiç kimseye görünmemen lazım. Yoksa bizi rahat bırakmazlar. Çarıklı sen de kendine bir yere ayarla. Burada yat bu gün. Yarın tekrar konuşuruz uzun uzun” diyerek Çarıklıya da diyeceğini dediği sıra Ayşe’nin uyumuş olduğunu fark etti. Kendine de yatacak bir yer ayarlarken, arada bir bu çaresiz kadının yüzüne bakıyor, “iyileşmez de tekrar hastaneye götürmek zorunda kalırsam ne yaparım!?” diye geçiriyordu içinden.
Uzun süre uyuyamadı. İyileşse bile, bu kadının kendileri gibi bir hayat sürmesine gönlü razı olmuyordu. Polisle başlarının belaya girmesi ihtimali de onu korkutuyordu.
Gece yarısı, uykuya iyice daldığında ani bir çığlıkla uyandı. Ayşe’ye baktı. Uyku arasında sağa sola huzursuzca dönüp duruyordu. Belli ki kabus görmüştü. Sonra sayıklamaya başladı. Kalkıp yerinden Garip, elini alnına koydu. Ateşi vardı. Ter içinde kalmış, terden ıslanan saçları, ıpıslak olmuş yüzüne yapışmıştı. “Zavallı kızım, seni kim böyle yaptıysa elleri kırılsın inşallah” diyerek kalktı, bir tülbent parçası aldı alnındaki terleri sildi. Alnına bez ıslatıp koydu ve sabaha kadar başında korkuyla bekledi.
Gün ışır ışımaz Çarıklıyı uyandırıp başında beklemesini söyledi ona ve en yakın ana caddeye koştu. Eczanelerin açılmasına daha birkaç saat vardı. Dolandı durdu. Nihayet bir nöbetçi eczane buldu sonunda. İçeri girerken adam onu sokmak istemedi kapıdan. O diretti ve girdi içeri. Adam durmadan, “çık dışarı, ne istiyorsun!” deyip duruyordu.
“Bir dakika kötü bir niyetim yok vallahi! Bir arkadaşımız hasta. Bebek düşürdü. Ateşi var. ne yapabilirim? Allah rızası için... kız ölecek! Yardım edin!”
Eczacının ilk andaki tedirginliği geçmişti. “Niye bir doktora götürmüyorsunuz!?” diye çıkıştı ona.
“Paramız yok, ne yapalım!” deyince yumuşadı biraz, “kaç yaşında bu kız?” diye sordu ona.
“Bilmiyorum... herhalde yirmibeş falan var.”
“Bak! Temiz tutacaksınız! Al şu pamukları. Ellerine değirmeden kullanacaksın. Şu şişedeki sudan da bir kapak dolusu bir sürahi suya katıp, onunla yıkayacaksınız altını üstünü.” Diyerek onun eline tutuşturdu hemen tezgahın altından çıkardıklarını. Sonra üst raflara uzanıp iki kutu ilaç aldı ve mavi beyaz kutulu olanı ateşi oldukça ver. Şundan da altı saatte bir tane. Antibiyotik bu. Bunlar pahalı ilaç. Paran olunca bana getireceksin.”
“Kaç para. Getiririm. Ben hurda toplar satarım.” Adam baktı suratına ve “sen hurdalarını sattıkça getir. Ben sana borcun bitince bitti derim. Ama benimkini geciktir biraz zararı yok. Biraz paran olunca doktora götür önce onu. Tamam mı?” diyerek onu göndermek isterken.
“Adım garip. Yazın adımı... sağ olun!” derken adam bir defter çıkardı ve yazdı adını Garip’in.
“Yazıyorum ama, sakın acele etme dediğim gibi. Önce doktor... önce doktor! Hatta bana borcunu hiç aklına getirme. Ama, bir ara gelip bana kızın durumu hakkında haber ver. Ben de merak ettim.” Garip, “Allah tuttuğunu altın etsin! Gelirim ya!” diyerek oradan koşar adım uzaklaştı.
Fırının önünden geçerken sıcak ekmek aldı. Süt de almak istiyordu ama hiç parası kalmamıştı. Utana sıkıla bakkala girdi. Bakkal onu tanıyordu.
“Ne o Garip... uzun zamandır gözükmüyorsun!?” demesinden cesaret alarak, bir hastam var da ondan. Çok hasta zavallı. Diyorum ki, acaba bir şişe süt versen de borca yazsan!?”
“Süt borca olur mu! Ne kadar biliyor musun!?”
Garip hiç sesini çıkarmadan boynunu büktü ve kapıya doğru yürüdü. Adam seslendi arkasından tam çıkıyorken:
“Hadi gel, gel! Ama bir daha borca olamaz!”
“Tamam!” dedi Garip. Uzattığı şişeyi kaptı elinden ve “Allah razı olsun!” diyerek rüzgar gibi çıktı dükkandan.
Garip barakaya girdiğinde Ayşe hala yatıyordu.
“Nasıl... nasıl!?” diye sordu Çarıklıya.
“Eeh. Ölmedi şükür. Çok ateşi var. sayıkladı durmadan.”
Sevinmişti Garip. Onu dürterek uyandırdı. Gözlerini yarı açtığını görünce, “Kalk kızım. Sana ilaç getirdim. Bunları kullanırsan iyi olurmuşsun!”
Başını kolunun altına alıp biraz doğrulmasını sağladı ve içirdi ilaçları eczacının dediği gibi. Biraz da süte ekmek bandırarak yedirdi ona.
Birkaç gün böylece geçti. Garip’in işi gücü bulup buluşturup Ayşe’ye süt, ekmek, bazen de peynir getirmek olmuştu nerdeyse. Kendisi çok geceler aç yatıyor Ayşe’yi yedirip içiriyor
Ahmet Abi
Diğer tarafta, Sevgi de hastalanmıştı. Dili konuşuyor, ama “annemi isterim!” sözünden başka bir şey demiyordu. Hasta halinde bile evde yalnız kalamıyordu. Ahmet nereye gitse o da oraya... Ahmet’in iş yerinde herkes tanıyordu artık onu. Çünkü iş çıkışına kadar onu bekliyordu fabrikada. Fabrikadan çıkar çıkmaz, karakol karakol dolaşıyorlar, "ölü, ya da diri bir haber var mı?" diye soruyorlardı her gün.
Ahmet, bütün hastaneleri dolaşmış, bir ara bir hastaneye kimliksiz, tarife uygun birinin bırakıl
-
105-106-107
bırakıldığını ama, sonra hastaneden kaçtığı haberinden başka hiçbir iz bulamamıştı. Kayıp listesindeydi Ayşe’nin adı.
Sevgi’ye belli etmeden, “Allahım bana yardım et! Başına bir şey gelmesin!” diye dua edip duruyordu her gün. Bir yandan da ölüm haberi almadığına seviniyor, gün geçtikçe öldürülmemiş, ya da kendini öldürmemiş olduğuna dair umutları çoğalıyordu.
Bir süre sonra, iki günde bir izin isteyen Ahmet’in iş yerindeki itibarı sarsıldı ve işinden ayrılmak zorunda kaldı. Artık, saç sakal birbirine karışmış, sokak sokak dolaşır olmuştu. Elde kalanlarla zar zor geçiniyorlar, zavallı Sevgi perişan oluyordu günden güne.
Öyle bir zaman geldi ki, yiyecek ekmek bulamadılar. Bir süre daha, gizliden değerli eşyalarından bazılarını satarak ihtiyaçlarını karşıladı Ahmet ve sonunda kararını verdi. Sevgi’yi yuvaya verecekti...
Bir sabah, henüz Sevgi uyanmadan üst kata, Fatma teyzenin yanına çıktı. Halini arz etmekti niyeti. Ayşe ile ilk bu eve girdiklerinde oturdukları divana oturdu. Gözleri dolu dolu oldu. Yanında oturduğunu hayal ettiği yer boştu. Söze başlamadan önce hafifçe arkaya döndü-güya- sezdirmeden gözünün yaşını sildi. Utana sıkıla konuşmaya başladı:
“Sana mahcubum teyze. Birkaç aydır kira veremedim. Bir karar aldım. Biliyorsun işimi kaybettim. Bundan sonra da vereceğim yok yani. Hayatım bu evde başladı ve Ayşe’m kaybolunca da bu evde bitti. Size borçlu kalmak istemem. Manevi desteğinizin karşılığını ödeyemem. Ama, evimin eşyalarını size bırakıyorum. Kira borcumu karşılar. Gerisini de helal edin. Bebeğimiz olacaktı. Onu ilk senin kucağına verecektik. Olmadı. Ayşe’yi ziyan ettiler. Tam bir sene oldu bu gün. Kendimi kurtaramam artık. Ama Sevgi’yi kurtarmalıyım.”
Yaşlı kadın onu dikkatle dinledi. “Ölenle ölünmez oğlum. Kaybolanla da kaybolunmaz. Kendini kaybetme! Senden kira isteyen mi var... otur. bir iş bul, kızcağıza bak. Ben de göz kulak olurum. Ayşe’nin sesi benim de kulaklarımdan gitmiyor. Ama ne yaparsın... kör talih işte!”
“Olmaz teyze. Ne ben kira ödemeden oturabilirim. Ne de Sevgi bu evde kaldıkça sağlığına kavuşur. Onu yuvaya vereceğim. Nereye gitsem benimle geliyor. Ne ben rahatım, ne o rahat. Çocuk yaşıtlarıyla bir yerde olmalı. Acı, tatlı alışmalı hayata. Gene arada bir gider görürüm ben onu.” Dedikten sonra kalktı ayağa, elini öptü ve “hakkını helal et!” diyerek çıktı. Kadıncağızın dili tutulmuştu sanki arkasından öylece bakakaldı.
O gece evdeki son geceleriydi. Ahmet, nasıl edip de Sevgi’ye durumu açıklayacağını düşünüyordu. Sevgi’de sanki durumu sezmiş gibi, ona elde olanlarla sofra hazırlamıştı. Bu daha da işini zora sokuyordu.
Yemeklerini yedikten sonra, divanın bir köşesine büzülüp oturdu ve Ahmet’in yüzünden bir şeyler okumaya çalıştı.
Ahmet baktı onun yüzüne doğru ve “yanaş biraz yanıma, konuşacaklarımız var” diyerek onu yanına oturttu ve konuşmaya başladı:
“Bak kızım... başımıza gelen felaket çok büyük. Annen kayboldu ve artık bulma umudumuzu da yitirdik. Ölüden farksız olduk ikimiz de. Sen okula gidemiyorsun... bu böyle olmaz. Sen gün be gün büyüyorsun. Bir arada yaşamamız, elin günün gözünde yanlış değerlendirilir. Ben çalışmıyorum. İş yok, aş yok... düşündüm ve seni yuvaya vermeye karar verdim. Okuluna gönderirler seni. Yaşıtlarınla arkadaşlık edersin. Karnın doyar.”
Sevgi fırlayıp ayağa kalktı önce. Sonra dönüp, onun boynuna sarıldı. “Ne olur Ahmet Abi... verme beni! İşini tutarım. İstersen çalışırım! Yemeğini yaparım!”
“Olmaz kızım. Yalnız evde bile oturamıyorsun. Benim se çalışmam lazım. Hem gelir seni görürüm. Annenden haber alırsam sana haber veririm. Anneni bulursam çıkarırız seni yuvadan!? Ne olur beni anla kızım...”
Sevgi tarttı tüm dediklerini Ahmet’in ve sesini çıkaramaz oldu.
Rüyasında annesini gördü o gece. Kardelen çiçekleri sunuyor ona, sevgi elinde çiçekler, koşturup duruyor, çiçekleri kardan adamının ellerine tutuşturuyordu. Sonra, annesinin karlı tepeden aşağıya yuvarlandığını görünce birden uyandı. Yastığına sarıldı ve ağladı... ağladı... ağladı...
Sabah olduğunda erkenden kalktı. Kendisine ufak bir valiz hazırladı. Annesinin Ahmet’le olan nikah resimlerinden birisini aldı. Babasının şehitlik şeref madalyasını annesinin eşyaları arasında bulup onu da valizine koydu. Bir de bebeğini aldı. Artık bebek oynama yaşı geçmişti ama, ona baktıkça annesini hatırlıyordu. Onu annesi ona getirdiği ilk gündeki sevinçli yüzü geliyor gözünün önüne, onu yanından hiç ayırmıyordu.
Ahmet uyandığında Sevgi hazırdı.
Birlikte son kahvaltılarını sessiz sedasız yaptılar. Sonra Fatma teyzeye uğrayıp elini öptü ve evden çıktılar.
-
iyi kandiler ...kandiliniz mübarek olsun
-
109-112
Sosyal hizmetlere dilekçe verip Sevgi’yi yuvaya yerleştirdi Ahmet. Müdürün onun okula gönderileceğini, okuyup adam olacağını söylemesi Ahmet’in tek sevinciydi. Sevgi ise bu sözlere inanmamıştı. Ama inanmak istiyordu. İlerde ya bir doktor, ya da avukat olmak isteği geçti içinden o an.
Ayrılık saati gelmişti. Ahmet, “hadi kızım, oku, çalış, beni de affet!”
Sevgi Ahmet’in boynuna atıldı. “beni unutma! Annemi bul ne olur, ölü, diri... yeterki bul!” ellerinde olmadan ikisi de hıçkırıklara boğuldu.
Müdür, onları teskin için, “kızınız emin ellerde, merak etmeyin!” diyerek müdahale etmek zorunda kaldı.
Zor da olsa ayrılmak zorunda kaldılar. Kapıya kadar uğurladılar Ahmet’i. Ahmet uzaklaşırken Sevgi el sallayarak, “beni unutma! Sen annemin hatırasısın!” diyerek dönüp müdürün ellerine sarılarak ağlamasını sürdürdü.
Ahmet arkasına bakmadı bir daha. Arkasına bir daha baksa kararından vazgeçeceğini iyi biliyordu çünkü. Sevgi’nin iyiliği için bunu yapmamalıydı.
Müdür, “gel bakalım. Şimdi seni yerleştirelim” diyerek zile bastı. Kapıdan giren kadına, “gel bakalım Hafize hanım. Bak bu yeni öğrencimiz. Adı Sevgi. artık burada bizlerle yaşayacak.”
Müdürün bu sözleri ilk defa kendi adının anlamını düşünmeyi aklına getirdi ve “adı Sevgi... hiç sevgi görmüş mü acaba!” diye düşünmekten kendini alamadı.
Müdür, dalmış olan Sevgiye, “hadi kızım Sevgi, sana odanı gösterecek Hafize hanım!” sözleriyle irkildi ve kendine geldi.
Valizini aldı ve öğretmenin peşine takıldı.
Hafize hanım çocuğun elinden tutup götürürken, müdür arkasından baktı onların. Kafasını sallayıp, alnını kaşıdı ve eğilip masasına işine devam etti.
Beraber merdivenlerden inerlerken Hafize öğretmene dikkat kesildi Sevgi. Hafize öğretmen sert görünümlü bir kadındı.
Koridorlarda bir sürü kız vardı. Hafize hanım kızlara seslendi:
“Kızlar, yeni bir arkadaş geldi. Gelin yardım edin de yerleşsin. Hep birlikte odaya girdiler. Odada karyolalar ve dolaplar bulunuyordu. Kızlardan bir ikisi ona yanaşarak, “hoş geldin arkadaşım, adın ne?” diye sordular.
“Sevgi”
“Seninle iyi anlaşacağız. Benim adı Aslı, arkadaşımınki de Arzu” diye tanıttılar kendilerini. Sonra, “hadi eşyalarını çıkart da dolaba yerleştirelim.”
“Ben sonra yerleştiririm. Biraz dinlenmek istiyorum” dedi Sevgi.
Kızlar bozuntuya vermediler, ama biraz kırıldılar.
“Nasıl istersen, Arzu, gel biz bahçeye çıkalım!” diyerek yanından uzaklaştılar.
Sevgi çantasını bir kenara koydu. Hafize öğretmenin kapı girişinde ona gösterip uzaklaştığı yatağın üzerine uzandı. Kendini ilk defa sefil ve terkedilmiş hissediyordu. Üzgündü. Gözlerini kapattı. Hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti:
Babasını hayal meyal hatırlıyordu. Aklında ona türküler söylediği ve çok sevdiği geliyordu sadece. Ya halası... ne tonton bir kadındı. Ona oyunlar, masallar anlatırdı. Onu yedirir, içirir, dualar öğretirdi. Sonra, evlerinin alev alev yanışı... Hala’nın o yangında ölmesi, hepsi... hepsi çok korkunçtu. Hele senelerce susması. Tek kelime çıkamaması ağzından...
Tam hayatları düzelmiş, Ahmet’le annesi evlenmiş kısa bir süre mutluluk yaşamışlardı ki, o korkunç olay gelmişti başlarına. O anı aklına bile getirmek istemiyordu. Canından çok sevdiği annesi gitmişti. Onu çok arıyor, çok özlüyor, insanları sevmiyor artık, onlardan nefret ediyordu.
Yuvada bir sürü yabancı insan vardı. Acaba onlarla anlaşabilecek miydi!?” Hiç yerinden kıpırdamadan saatlerce düşündü durdu. Burasını neye benzeteceğini bilemiyordu bir türlü. Ev dese ev değildi. Okul dese okul değildi...
Zil sesiyle kendine geldiğinde, “okulu çağrıştırıyor” diye düşündü. Ama okuldan sonra bir ev gerekti insana ve burasının ev olmadığı kesindi. Büyük bir karamsarlığa düştü.
Zil çaldıktan sonra, bir patırtıdır başladı. Kızlar koşuşturarak odalarına girdiler. Kimisi dolabına elindekileri aceleyle bırakıp gidiyor, kimisi lavaboya ellerine yıkamaya koşuyordu. Sevgi kızları hareketlendiren bu zilin ne zili olduğunu kafasında çözmeye çalışıyordu ki, Arzu girdi içeri ve “Sevgi,yemek zili çalıyor... ellerini yıka yemeğe gel!” diye ona seslendi.
Alışamadığı bir şeydi zille yemek yemek. Arzu’nun peşine takıldı. Lavaboya gittiler beraber. Ellerini yıkadılar ve ellerine birer tepsi alıp, yemek salonunun kapısında kuyruğa girdiler.
Kuyruktaki kızlar, itiş kakış ve fıkırdaşmayla ellerindeki tabakları uzatıyorlar ve gülüşerek masalara dağılıyorlardı. Sevgi onların gülüşlerine sinir olmuştu. Çünkü çoğu ona bakıp bakıp gülüyordu. Sesini çıkaramadı.
Sıra kendisine gelmişti. Görevli ona, “Adın ne? Yenisin herhalde?” diye sordu.
“Adım Sevgi. Yeni geldim.”
“Uzat tabağını!”
Tabağını uzattı. Fasulye, pilav bir elma ve ekmek koydular tepsisine.
Yemekhaneye girdi. Sağa sola baktı. Boş bir masa aradı. Duvarın dibine yakın bir yer buldu ve oraya oturdu. As sonra o masaya Arzu ve Aslı da geldiler ve usulca oturdular. Bu ikisi, diğer kızlardan biraz daha büyükçe ve hep Sevgi’ye yakın duruyorlar, onunla arkadaşlık kurmak istediklerini belli ediyorlardı. Niyetleri onu konuşturmaktı. Ama Sevgi çok üzgündü ve konuşmak istemiyordu.
Aslı söze başladı:
“Şey, Sevgi... niye bize hayatını anlatmıyorsun? Hem yemeğimizi yer, hem de konuşmuş olurduk.”
“Şu anda anlatmak istemiyorum. Ne olur beni anlayın! Hele birkaç gün geçsin. Belki o zaman içimden gelir, anlatırım.”
Kızlar yine hayal kırıklığı yaşamışlardı.
Yemekten sonra televizyon odasına çekildiler ve televizyon seyretmeye başladılar. Meraklı olan sadece Arzu ve Aslı değildi. Kızların biri gidip biri geliyordu Sevgi’nin yanına. Hepsi de hemen onunla ilgili şeyleri
-
üç aylarınız mübarek olsun
-
113-114--115Sevgi’nin yanına. Hepsi de hemen onunla ilgili şeyleri anlatmasını istiyorlar ondan. Fakat Sevgi kibarca onları savıyordu başından.
Vakit epey geç olmuştu. Sevgi tek başına bir köşede oturuyor, diğer kızlar arada bir ona meraklı gözlerle bakıyorlar, fısıldaşıyorlardı aralarında.
Sadece bir kız sokulmamıştı onun yanına. O da tıpkı Sevgi gibi, duvar kenarında bir yer seçmiş kendine, utangaç utangaç oturuyordu. Sevgi’nin ilgisini çekmişti tüm kızların arasında farklı görünen ve kendisinin yanına gelip, kendisi hakkında meraklı sorular sormadığı için. Ona doğru-farkında olmadan-uzunca süre bakmış olmalıydı ki, kız etkilenerek bu bakıştan kalktı yerinden ve Sevgi’nin masasına doğru yaklaştı.
“Ben Hacer, gel yatakhaneye gidelim!” demesi ve ona geçmişi hakkında hiçbir şey sormaması daha da ilginçti.
Herkes üçerli beşerli gruplar halinde yemekhaneyi terk ediyordu. Sevgi, “Ben Sevgi. olur, gidelim diyerek kalktı masadan.
Yatakhaneye kadar, hemen hemen hiç konuşmadan yürüdüler beraber. Hacer, Sevgi’ye yatağına kadar eşlik etmekle görevli birisiymiş gibi yanında öylece yürüyordu sadece.
Odaya girdiklerinde, sırf laf olsun diye, “hangisi senin yatağın?” diye sordu Hacer. Sevgi eliyle gösterdi. Hacer’in gözleri parladı birden, “yan yanaymışız!” derken sevincini gizleyemeden, “ne güzel, yan yana yatacağız. Çok sevindim” diye sürdürdü konuşmasını.
Sevgi onu kendisine diğerlerinden çok yakın bulmuştu ve o da Hacer’le yan yana yatağa düşmüş olmaktan dolayı son derece sevinmişti bu yüzden. Öbür kızlardan farklıydı Hacer. Ezik, yıkılmış bir hali vardı. Kendine bile hayrı dokunmayacak bir görünüşte olmasına rağmen Sevgi’ye güven veren bir havası vardı nedense.
Yataklarına uzandıklarında, Hacer, diğer kızların aksine, Sevgi’ye meraklı sorular sormadı. Sevgi’nin de ona sorular sormasına gerek duymadan yuva hayatından bir şeyler anlatmaya başladı. Yine, sanki Sevgi’yi buraya alıştırmak görevi üslenmiş biriymiş gibi gelmişti Sevgi’ye. Evet, bu kızcağız Sevginin içinden neleri merak edebileceğini tahmin edecek akıllılıkta birisiydi.
Onun bu şekildeki yaklaşımı Sevgi’nin çok hoşuna gitti.
Kızlar yatak odasına gelmemişlerdi henüz. Televizyon başında zaman geçiriyorlardı.
Sevgi, beş on dakika içersinde, yuvayla ilgili bilmesi gereken ne varsa öğrenmişti. Kaç ta yatılır, kaçta kalkılır. Ne zaman yemek yenir, ne zaman televizyon izlenir hepsini biliyordu artık. Kafasındaki merak dağılıp, kızların da şu an televizyon saati olduğunu ve televizyona çok meraklı olduklarını öğrendikten sonra, yatma saatine kadar epey vakitlerinin olduğunu da öğrendiğinden, Hacer’in bu yaklaşımına karşılık vermek istedi ve valizini açtı, bebeğini çıkardı. Hacer’e göstererek, “Bu Ayşe” diyerek ona tanıttı önce bebeğini sonra devam etti konuşmasına:
“Adını ben Ayşe koydum. Çünkü annemin adı. Boynundaki de babamın madalyonu. Yangında yandı, bozuldu. Ama olsun... o babamı hatırlatıyor bana.” Hacer, bakması için kendisine uzatılan bebeği aldı eline.
Bu andan sonra sıcak bir konuşma başladı aralarında:
“Sarı saçları, mavi gözleri tıpkı sana benziyor, ne kadar güzel!”
“Evet, annem de öyle söylerdi.”
“Peki annene de benziyor mu?”
“Hayır, annem siyah saçlı, kahverengi gözlüydü. Ben babama benzermişim. Dur... bak annemin fotoğrafı cebimde!”
“Ayy... ne kadar güzelmiş!”
“Bu da baban mı?”
“Hayır, o Ahmet abi. Annemin ikinci kocası. Nikah fotoğraflarından birisini yanıma almıştım.Bu o fotoğraf. Biliyor musun... önceleri hiç sevmezdim onu. Ama şimdi çok seviyorum.”
Tam bu sırada Arzu’yla Aslı içeri girdiler. Onlardan esirgenen şeyleri Hacer’e anlattığını görünce, “ooo... kızlar, muhabbeti koyulaştırmışsınız iyice” diyerek onların yanına yöneldiler.
Bu sözü duyan Sevgi, bebeği ve fotoğrafı Hacer’in elinden aceleyle aldı. Onlar daha tam yanlarına varmamışken çantasına koyup ağzını kapattı.
“Ayy, sevsinler... sanki yedik! Sakla sakla... biz de pek meraklısıydık!” dedikte sonra Aslı, Arzu’yu da kolundan çekiştirip gerisin geri döndürerek, bozulduklarını belli edercesine odadan tekrar çıktılar koridora. Onlar odayı terk eder etmez, Sevgi, “böyle meraklı tipleri hiç sevmiyorum. Konuştuklarımız aramızda kalsın Hacer olur mu?” diyerek yeni arkadaşını tembihledi.
“Tabii canım! Sen kaygısız ol!” sözünü aldıktan sonra Hacer’den yatmaya hazırlık yapmaya başladılar. Çünkü, yavaş yavaş odanın dolmaya başlamasından, uyku vaktinin gelmiş olduğu anlaşılıyordu.
Sevgi hazırlandı ve yatağına uzandı. Bu gece ilk gecesiydi. Kızlar gürültü yapıyor, konuşuyor, gülüyorlardı. Bu gürültüde uyumak mümkün değildi. Nöbetçi öğretmenin “Hala uyumadınız mı, yarın okul var, haydi yatın!* diye bağırmasıyla kızlar bir anda sus pus oldular.
Sevgi hiç böyle kalabalık bir yerde uyumamıştı. Yatarken ona hep annesi iyi geceler dilerdi. O da annesine sarılır, öperdi.
Bütün bunları aklından geçirdikten sonra uzanıp bebeğini aldı. Onu öptü. “İyi geceler Ayşe” dedi. Bebeğini de yorganın altına soktu. Ona sarıldı.
Ayşe bebeğinden annesinin kokusunu alıyordu sanki. Uyumaya çalıştı. Gözlerini her kapatışında, hayatından bölümler gelip duruyordu karşısında., Saatlerce yatakta dönüp durdu. Sonunda yorgunluktan uyudu.
Gece ara sıra uyanıyor, etrafına bakınıyordu. Sabah olduğunda kalk zili çaldı. Herkes yerinden fırladı. Yataklarını düzeltti... Bir yandan da giyiniyor, hazırlanıyorlardı. Çünkü okula gideceklerdi.
Ayşe yatağından kalktı, lavaboya gitti. Ellerini yüzünü yıkadı. Şaşkın şaşkın bu yeni ortama uymaya çalıştı.
Kahvaltı kendilerini bekliyordu. Hazır olanlar kahvaltılarını alıyorlar, yemekhaneye geçiyorlardı. Sevgi kahvaltıdan sonra ne yapacağını bilmez halde dolaşıyordu.
-
hocam kaleminize sağlık bi kaç gundur okuyamıyordum birikince daha guzel oluyor :)
-
117-118-119-120
Bu sırada Hafize hanım onun yanına geldi.
“Sevgi gel benimle...” diyerek onu içeriye götürdü. Oradan okul eşyaları verdi ona.
“Al, bunları giyin, sen de okula gideceksin.”
Sevgi hem sevindi, hem korktu. Yeni bir okul, yeni arkadaşlar... Kendisini acaba nasıl karşılayacaklardı. Gitti, giyinip geldi. Hafize hanım onu okul servisine bindirdi. Kendisi de yanına oturdu. Serviste bir tek sessiz oturan kendisiydi. Öbür kızlar durmadan konuşuyor, şımarık hareketler yapıyorlardı. Okula varıncaya kadar Sevgi ve Hafize hanım sessizliklerini bozmadılar.
Hafize hanım, okula gelince onu önce müdürle sonra da öğretmeniyle tanıştırdı. Sınıfını buldu, yerleştirdi. Burası altıncı sınıftı. Okula çok ara vermişti. Dili tutulup konuşamayınca iki sene mecburen okula gidememişti.
Sınıfta öğretmen onu öbür çocuklarla tanıştırdı. Herkes Sevgi’den hastalıklı biriymiş gibi kaçıyor, onu aralarına almak istemiyorlardı. Çünkü yuvadan gelen çocuklar çok yaramaz, tembel ve problemli oluyorlardı.
Sevgi şaşkın ve üzgündü. Çünkü yaşadığı olaylar onu yıkmış, omuzlarına ağır bir yük yüklemişti. Eskiyi unutamıyor, yeniden zevk alamıyordu. Bu durum onu içine kapanık yapmıştı. Kendini derse veremiyor, hep dalıp dalıp gidiyordu.
“Neden bu kötü şeyler hep benim başıma geldi?” diye düşünüyordu. Arkadaşlarının anneleri çocuklarını ziyarete gelince onlara imrenerek bakıyordu. Acaba kendi annesi de bir gün gelecek miydi?
Artık yaşam okul ve yuva arasında geçiyordu. Hacer en iyi arkadaşı olmuştu. Aslı ile Arzu ona hala gıcık gidiyorlar, kendisini her fırsatta incitip üzüyorlardı.
Günlerden bir gün, okuldan döndüğünde, dolabının karıştırılmış olduğunu fark etti. Bebeğinin saçları yolunmuş, annesinin fotoğrafı yırtılıp parçalanmış, dolabın dibine atılmıştı.
Sevgi bunları görünce çılgına döndü. Deli gibi bağırıyor, “Bunları kim yaptı!” diye ağlıyordu. Onun feryatlarına dayanamayan kızlardan biri, “Aslı,” dedi. “Ben gördüm, Aslı yaptı. Bebeğin saçlarını Arzu yoldu.”
Sevgi, Aslı’yı buldu, yere yatırdı, başını bir kaz kez duvara vurduktan sonra saçalarından bir tutam yolup eline verdi. Sonra onu bırakıp Arzu’ya saldırdı.
Odada kıran kırana bir kavga başladı. Diğer kızlar hiç karışmıyor, sadece seyrediyorlardı. Sevgi sanki arslan kesilmiş, ikisiyle de baş ediyordu. Ona yaptıkları şey affedilemez türdendi.
Bu sırada Hafize hanım yetişti. Elinde kalın bir sopa vardı. Sopayla kızlara rasgele vurmaya başladı. Sevgi, Aslı ve Arzu ölesiye dayak yediler. Bu da yetmezmiş gibi Hafize hanım onlara hapis cezası da verip içeriye kapattı.
O gün akşama kadar kapılı kaldılar. Sevgi çok üzülüyor, durmadan ağlıyordu. Yatağında da sabaha kadar ağlamaya devam etti. Bir bant bulup parça parça olan annesinin yırtılan fotoğrafının parçalarını birbirine yapıştırdı.
Sabah olduğunda kimse uyanmadan annesinin tamir ettiği fotoğrafını ve bebeğini alarak kimseye görünmeden yuvadan kaçtı.
Dışarıda başka biri hayat vardı. Bilmediği yollardan amaçsızca nereye gittiğini bilmeden yürüyüp; durdu. Yolda bir iki kişi ona asılmak istedi.Ama o, aceleyle onların yanından kaçarak kurtuldu.
Ahmet’i bir bulsa, kurtulurdu. Ama ne adresini, ne de iş yerini biliyordu. Karnı çok acıkmıştı. Açlığını bir lokantanın önünden geçerken içinin kıyılmasından anladı. Vitrinde cızın cızır kızaran tavuklar şişte dönüyordu. Tavukların altına konulmuş olan ekmeklerin üzerine şıpır şıpır yağları damlıyordu. Sevgi vitrine bakarak bir iki yutkundu. Cebinde çok az bozuk para vardı. Yavaşça oradan ayrılıp bir simitçi aramaya başladı.
Akşam bastırıyordu. Sığınacak bir yer derdine düşmeliydi. Ne yapacağını bilmiyordu. Simitçiye rastladığında elindeki bozukları adama uzattı. Simitçi parayı alıp saydı. Adam “Buna olmaz,” diyerek parayı geri verdi. Sevgi hiç ses çıkartmadan parayı geri alıp cebine koydu ve yoluna devam etti.
Artık ayakları kendini taşıyamayacak kadar yorulmuştu. Hem üşümüş, hem uykusu gelmişti. Az ilerde bir yaşlı bir simitçi daha gördü. Gitti yanına, ilk sefer yaptığı gibi yine parayı uzattı. Adam parayı alıp saydı, cebine attı. “Buna olmaz ama sana yarım simit vereyim” dedi.
Yarım simidi alan sevgi bir çırpıda iki avurdunu doldurarak onu yedi. Adam onu ayak üstü sorguya çekti.
“Kimin nesisin sen kızım. Adın ne. Bu geç vakit burada ne arıyorsun?” diye sordu.
Sevgi:
“Kimsem yok, Adım Sevgi. Yuvadan kaçtım.”
“Nerede kalacaksın?”
“Ahmet abime gidiyorum.”
“Nerede oturuyor?”
Sevgi sesini çıkartmadı. Sadece ağzında kalan son lokmayı yuttu. Simit bitmiş, ama doymamıştı.
“Doydun mu?” diye sordu simitçi.
Sevgi buna da cevap vermedi. Adam, biraz önce böldüğü simidi camekandan çıkardı, kıza uzattı.
Sevgi biraz durakladı. Adamın yüzüne baktı. Alıp almamakta tereddüt etti. Sonunda dayanamadı, alıp yemeye başladı.
“Kızım gel seni karakola götüreyim. Biraz sonra sokakta kimseler kalmaz. Başına bir iş gelir.” dedi.
Sevgi hiç sesini çıkartmadan adama arkasını dönüp yürümeye başladı.
Simitçi bir süre arkasından düşünerek onu süzdü. Sevgi, beş on adım attıktan sonra ani bir hareketle, geriye dönüp koşarak simitçinin yanına geldi.
“Gidelim amca,” dedi.
Adam camekanını kapatıp omzuna astı. Sevginin elinden tutup yürümeye başladı. Uzun bir yürüyüşten sonra karakolun önünde nöbet tutan polise yaklaştı.
“Memur bey, kız yuvadan kaçmış. Size getirdim.” dedi.
Biraz bekleyin diyerek içeriye seslenip arkadaşını çağırdı. Az sonra yanlarına gelen bir başka memura durumu izah etti. O da simitçiyle Sevgiyi alıp nöbetçi komisere götürdü.
Komiser durumu öğrenince, onu ekip arabasına bindirip, yuvaya gönderdi.
Kapıda Sevgiyi Hafize hanım karşıladı. Çok sevinmişti. Polisler onu teslim edip gidince, o sevimli hali kalmamış, adeta canavara dönüşmüştü. Onu yine içeriye götürüp dövdü Sonra, “yüzünü yıka!” diyerek başında bekledi. Yatağına gittiğinde Sevgi çok üşüyor ve
-
-
Itiraf edeyim 'kiskirtici, cekici bir o kadar tahrik' edici uslubunuz heralde kadin olmaniz hasebiyle icimizi gicikliyor. Ve sunu da eklemeliyimki 'resimde daha basarilisiniz'.
Bu 'eserin turu' sanirim uslup=romantizm ile dogalci kirmasi, konu=gotik ile tore arasi bir havada. Hayaldunyaniz klasik ancak curetiniz takdire sayan diyebilirim.
Daha once 'deneme' calismalariniz oldu mu acaba?
-
121-122-123
titriyordu. O kadar yorgun düşmüştü ki, titreye titreye uykuya daldı.
Aradan aylar geçmişti. Sevgi okulu sevmiyor, orada hırçınlıklar yapıyor, hiç ders çalışmıyordu. Hem yuvada, hem okulda dayak yiyor, yedikçe daha da hırçınlaşıyordu.
Artık eski sevgi gitmiş, yerini yaramaz, tembel, söz dinlemeyen bir kız gelmişti. yuvada çalışanlar ve öğretmenler ondan şikayetçiydi. sorumsuz, duyarsız biri olup çıkmıştı.
Sevginin tek arkadaşı Hacer'di. bir tek onunla anlaşıyor, derdini sadece ona açıyordu.
Günlerden bir gün Hacer’i kandırdı:
“Gel seninle kaçalım. biraz gezer, eğlenir geri geliriz. Nasıl olsa dayak yiyoruz. gelir yine yeriz.
Hacer gitmek istemiyor, ama Sevgi’nin arkadaşlığını da kaybetmekten korkuyordu. kabul etti onun teklifini.
İlk önce güle oynaya mağazaları gezdiler. akşama kadar aç susuz dolaştılar. Hava çok soğuktu. Üşümüş ve yorulmuşlardı. Sevgi, “gel şu otele girelim. hem yemek yiyelim, hem de geceleyelim. çalışıp öderiz. cam siler temizlik yaparız.”
“Hacer’in aklı yatmasa da “olur” dedi.
Otele girdiler. Vakit akşam olmuştu. lüks otele girdikten sonra sağa sola bakınırlarken bir görevli yaklaştı onlara. “Ne istiyorsunuz?” diye sordu.
“Biz temizlik yaparız. çalışmak istiyoruz. silinecek camınız falan varsa silelim. Karşılığında para istemiyoruz. Burada yatalım yeter.”
Görevli onlara salonun loş bir köşesini işaret etti. “Bir dakika bekleyin şurada oturup. Ben gelirim şimdi” diyerek yanlarından uzaklaştı.
Bir arkadaşını çağırdı dışarı çıkıp. Kızların olduğu köşeye arkadaşını getirirken, “Görüyor musun piliçleri Ali! Daha ellenmemiş. Yatacak yerleri yokmuş. İş karşılığı burada yatmak istiyorlar. İster misin, çıkışta götürelim.”
Ali uzaktan yetişkin kızlara doğru dikkatlice süzdü ve “bakarız” dedi ona.
“Adınız ne sizin, kaç yaşındasınız?” sorusuna Ali’nin, Sevgi’nin “ben onüç, Hacer de ondört” diye cevap vermesi Ali’nin hevesini kırdı ve sordu.
“Nereden geliyorsunuz?”
“Yuvadan kaçtık. Bizi dövüyorlardı.”
Bu sözler üzerine biraz kenara çekti Ali arkadaşını ve kulağına fısıltıyla, “bak oğlum bunlar daha çok küçükler. Polisle başımız belaya girer. Bırakalım gitsinler.” Dedikten sonra kızlara döndü:
“Bakın kızlar. Açsınızdır. Gelin sizlere yiyecek bir şeyler vereyim... mutfak bu tarafta” diyerek onları peşine takarak mutfağa götürdü.
İçerde masanın üzerinde yiyecekler duruyordu. “Hadi atıştırın bakalım masadakilerden” dedi Ali.
Hemen oturdu ve yemeye başladılar. Diğer arkadaşı da geldi bir iki dakika sonra ve Sevgi’ye yaklaşarak, “kız sen ne güzelsin!? Gözlerin ne kadar güzel... bana bir öpücük verir misin?” deyince, Sevgi adama ters ters baktı:
“Vermem!” derken adamın ayağına bir tekme savurdu ve devam etti konuşmasına:
“Beni ne zannettin sen!”
Adam ağrıyan ayağını ovuştururken bir yandan da düşünüyordu.
“Ürkütmemek lazım bu piliçleri. Biraz daha sevimli gözükmeliyim”
“Pekala! Ben şaka yaptım zaten” Bu arada Ali girdi içeri:
“Fazıl buraya bak, konuşalım biraz” diyerek onu mutfağın bir köşesine çekti:
“Ben polisi çağırdım. Sakın bir densizlik edeyim deme. Başımız belaya girsin istemiyorum. Yemeklerini yesinler, dışarı gönder onları. Polis neredeyse gelir!”
Fazlı’nın hevesi kursağında kalmıştı. Sızlanır gibi konuştu:
“Abi, biraz eğlenseydik!!”
“Çok konuşma lan... bela istemiyorum!”
Kızlar yemeklerini yediler ve lobiye çıktılar. Ali bir köşeye oturttu onları ve bekletmeye başladı. Televizyonu açarak onları oyaladı biraz. Polisler gelmeden kaçarlar diye korkuyordu.
Kapıdan giren polislere bir köşede televizyon seyreden kızları gösteren Ali rahatlamıştı nihayet.
Polisler kızlara yaklaşıp, “hadi bakalım kızlar!” deyince irkilerek dönen Sevgi’yi tanımıştı polis.
“Yine mi sen kız!? Ben sana bir daha kaçma demedim mi!” diyerek onu azarladı.
Sevgi, utandı, yanakları kızardı. Arkadaşı Hacer’e baktı. Hacer’in benzi sapsarı geçmişti.
“Kalkın bakalım, gidiyoruz! Ayıp değil mi bu yaptığınız! Hiç sizin gibi güzel kızlar kaçıp da böyle zamanda sokaklarda rasgele gezer mi?”
Polisin son sözleri biraz rahatlatmıştı Hacer’i. Çünkü sesin tonu sevecen bir nasihate dönüşmüştü.
Ama sevgi hiç aldırmıyor, hazır kaçmışken mümkün olduğu kadar sağını solunu izleyip, işin keyfini çıkarmaya çalışıyordu.
Çok sürmedi bu duygusu. Yuva’ya yaklaşmışlardı ve artık Hafize Hanım ve sopasını düşünmeye başlamışlardı. Birazdan sopa yemekten canları çıkacaktı.
Polis onları doğru müdürün odasına götürdü.
“Kızlarınızı getirdik müdür bey. Biz arada bir böyle çocuk bakıcılığı yapıyoruz. Allah size yardım etsin” diyerek yarı esprili onları müdürün masası yanına itelediler. Müdür, “Sağ olun efendim. Başa çıkamıyoruz. Çok sorumsuzlar gerçekten. Allah yardımcımız olmuş ki, onları başlarına bir iş gelmeden bulup getirebilmişsiniz.”
Polisler odadan çıkmaya yeltenirken, kızlara doğru dönüp, “Bakın, bir daha görürsem, bu sefer hapse atarım bilmiş olun! Sizlere yakışmıyor... tamam mı kızlar diyerek son nasihatini vermeyi ihmal etmedi. Müdürle bir kez daha tokalaşarak odadan ayrıldılar.
Müdür neredeyse yarım saat süren nasihat faslından sonra, “hadi bu gün ucuz kurtuldunuz, Hafize hanım izinli” demedimi... dünyalar onların oldu sanki.
Tekrar okul başlamıştı. Dünkü kaçışın ve korkulu özgürlüğün yorgunluğu hala üzerindeydi Sevgi’nin. Okul dönüşü, etüt odasında düşündü: Kafasında yine kaçmak mı, yoksa okula devam mı düşüncesi olduğundan okuduklarından hiç bir şey anlamıyordu. Bir çıkış yolu
-
hocam yazınız çok guzel her gun takıp etmeye calısıyorum sayenızde sanalda da kıtap okuyabiliyoruz sizi ve yazılarını hep burada gormeyi arzu ederiz...
-
125-126-129
bulması gerekirdi mutlaka. Ama, hiç kimseye güveni kalmamıştı. Hangi dala tutunacağını bilemiyordu. Daha doğrusu, kendisine sadece yemek ve yatak sağlamaktan öteye bir anlam taşımayan yuva’dan başka bir tutunacak dal yoktu.
O bunları düşünürken, bir öğrenci onu müdürün odasına çağırdığını haber verdi. Sevgi’nin kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. Acaba müdür dün yumuşak davrandığına pişman olmuş da onu Hafize hanımın eline mi teslim edecekti yine!?
Girer girmez donup kaldı. Ahmet gelmiş, müdürün odasında onu bekliyordu. Hemen boynuna atıldı.
“Canım Ahmet abi nerelerdesin!” diyerek ona sıkı sıkı sarıldı. Sevgi ona sarılırken annesinin kokusunu almıştı sanki. Sonra annesi hakkında bilgi alıp alamadığını sordu merakla.
Hiçbir haber yoktu annesi hakkında. Bir yandan üzüldü bir yandan da sevindi. Çünkü ölmüş olsa mutlaka bir haber çıkardı...
“hadi, bir yerde oturup dertleşelim biraz” diyen Ahmet’in peşine takıldı. Sessiz, ıssız bir köşeye çekildiler beraber. Çocuklar etütte olduklarından çıt yoktu koca binada.
Eski mutlu günlerden, annesinden konuşup hasret giderdikten sonra, Ahmet gelişinin asıl nedenini açıkladı.
“Müdürle konuştum. Senden çok şikayetçiler. Seni çok özlememe rağmen uzun süre gelmedim yuvaya ki, biraz alışasın arkadaşlarına diye. Sen ortama uymak bir yana, iki sefer kaçmışsın yuvadan. Annen senin çok iyi yetişmeni isterdi. Böyle ikide bir kaçarsan başına bir felaket gelir. Bir daha da kurtulamazsın. Burası senin son umudun. Gel bana söz ver, kaçmayı aklından geçirme bir daha!” diyerek ona yalvarır gibi baktı. Sevgi, “Ama Ahmet abi... bilmiyorsun sen burada benim başıma gelenleri. Hele kızların bana yaptıklarını... sıkıldım buradan. Hep insanlar mı bana kötü davranacak!? Ben de kötü olup onlardan intikam alamazsam nasıl dayanabilirim ki!?”
Ahmet, ona acıdığını belli etmeyerek baktı ve “hayır sevgi, yanlış düşünüyorsun. Kötülüğe kötülükle değil, iyilikle karşılık verilir. Sen dediğimi bir yap hele. Göreceksin... utanacak, mahcup olacaklar sana yaptıklarından dolayı. Belki yıllar sonra anneni bulursan annenin yüzüne nasıl bakarsın. Annen çok iyi bir insandı. Sevgi’sinin kötü biri olduğunu görmek onu ne kadar üzer, bir düşünsene. Bu söylediklerimi sakın unutma!”
Ahmet anlatıyor, Sevgi ağlayarak onu dinliyordu. O da biliyordu yaptıklarının yanlış olduğunu.. ama kendine yapılanları da bir türlü hazmedemiyordu.
Ahmet’i yolcu ederken, karşılıklı, “seni seviyorum” sözleri gözlerini dolu dolu yapmıştı ikisinin de. Dış kapıya vardıklarında Sevgi daha fazla kendini tutamayarak, “Beni de götür! Beni bırakma!” diyerek boynuna bir daha atıldı Ahmet’in.
Boşuna olduğunu biliyordu yalvarmasının. Sevgi, çaresiz onu bırakırken hiç arkasına dönmeden kapıdan çıkan Ahmet’e, “Annemden haber getir bana. Bul onu!” diye bağırdı.
Ahmet, hiç cevap vermeden ve ağlamaklı yüzünü Sevgi’ye hiç dönmeden yürüyüp gitti.
Sevgi’ye nasihat kâr etmemişti. O yine aynı yaşantısına devam etti. Aradan aylar geçmişti. Sevgi hala yuvanın ve okulun, “şunun elinden bir kurtulabilsek!” dedikleri türden birisiydi. Sınıfta kaldı o yıl.
Günlerden bir gün, yine müdürün odasına çağırıldı. Hep nasihat ve bazen de azar işitmeye alışık odaya girdiğinde, müdürün yüzünde bir tebessüm vardı. “Annemden bir haber almışlardır mutlaka!?” diye içinden geçirdi. Birden bir heyecan dalgası kalbine vurup geçti. Müdürün yanında arkası kapıya dönük bir adam oturuyordu. Bir an onu Ahmet olarak düşünmüştü. Adam yüzünü döndüğünde, sevinç dalgası sönen bir balon gibi kaybolup gitti. Adam ona dikkatlice ve ilgiyle bakmaya başladı. Müdüre dönüp, yavaş sesle, “bu mu?” dedi. Sevgi duymuştu adamın dediklerini, müdür “evet” diyerek adama sevgi’ye döndü ve onun meraklı bakışlarına cevap verdi:
“Sevgi, bak kızım bu beyefendi sık sık seyahate giden birisi. Yalnız bırakıp gitmek sorunda kaldığı annesine bir arkadaş arıyormuş. Bize baş vurdu. Gel otur bakalım karşısına, biraz konuşalım üçümüz.”
Oturdu konuştular. Müdür iyi bir insandı. Sevgi’yi anlıyordu. Ama, müdür okulda olmadığı zamanlardı Sevgi’nin çektiği eziyet. Ahmet’ten sonra, Sevgi’nin abi olarak içinden geçirdiği, ama ona “nasihatçi abi” dediği müdür, adama, “Sevgi’yi size verebiliriz, ama bilesiniz ki çok yaramaz, demeyi ihmal etmedi.
Adam bu, eli yüzü düzgün, güzel kıza hemen ısınmıştı.
“Olsun. Annem emekli öğretmen. Onunla ilgilenmekten ve onu yetiştirmekten daha çok mutlu olur. Hem onu okutacak... belki gelin de eder, eğer yaramazlığından vazgeçerse” diyerek ona gülümsedi.
Sevgi’nin içinden garip duygular geçti, adam okumak ve evlendirilmekten söz edince.
Sevgi odadan çıkartıldı ve uzun konuşmalardan sonra karar verildi hakkında.
Evraklar düzenlendi ve adamın müdüre, bu inci tanesi gibi görünen kızı annem gerçek bir inci yapacak göreceksiniz” dedikten sonra Sevgi tekrar çağırıldı odaya ve “nasihatçi abi” son nasihatini vererek Sevgi’yi adama teslim etti onu.
Sevgi, kurtuluyordu nihayet. Üç yanlı bir sevinç yaşanıyordu Sevgi yuvanın koridorundan son kez geçerken. O yuvadan yuva ve okul ondan kurtuluyordu.
Ama yine de bir burukluk hissetti içinde, iyi ya da kötü alışmıştı arkadaşlarına. Hele Hacer’den ayrılmak epeyce zorladı onu.
Kapıdan çıkmadan bütün arkadaşlarıyla vedalaştı. Öğretmenlerinin ve müdürün ellerini öptü. Kapıdan çıktığı anda, “Aslı ve Arzu” ne kadar sevinmişlerdir” diye düşünürken, bir yandan da, gitmeyip, onlara bu sevinci yaşatmamak hırsı hala içini gıcıklıyordu.
Melek Anne
Yeni bir hayat başlıyordu artık Sevgi’nin önünde. Kapı önünde onu bekleyen arabaya bindi ve el salladı arkadaşlarına. Araba yuvanın kıvrılan yolunu hızla döndü. “Dönüş” diye geçirdi aklından Sevgi. Mutluluktan mutsuzluğa dönüş, umuttan umutsuzluğa dönüş, iyilikten kötülüğe dönüş...
Uzunca bir yol kat etmişlerdi ve yol boyu Sevgi’nin aklından hep “dönüş” sözü geçmişti. Acaba neye dönüştü yeni hayatı!? Daha iyiye mi, yoksa daha kötüye mi... İçindeki en büyük “dönüş isteği” ise bir gün ona annesinin dönüşüydü tabii...
-
işallah...beğendiğinize sevindim
-
130-131-132-
Araba büyük bir bahçe içinde olan evin önünde durdu.
Büyük demir kapı gıcırdadı. Sevgi kapıdan girip, içinde her türden ağacın bulunduğu ön bahçeden geçerken, yüreğinde oluşan cızırtı kapının gıcırtısından daha beterdi. Evin giriş kapısının önünde büyük bir çardak vardı. Çardağın üzerini sarmış bulunan dallar ilk filizlerini vermiş, tabana döşeli renkli mermer zemini gölgelemeye başlamıştı. Yemyeşil, yeni doğmuş taze yapraklara takıldı Sevgi’nin gözü. Yeşil yaprakların hafif esen rüzgarla kıpır kıpır sallanışı ona el eder gibiydi.
Yaprakların kıpırtısına dalıp, adımlarını yavaşlatmış olan Sevgi’ye seslendi Selim bey:
“Hadi Sevgi, acele edelim. Annem bizi bekliyor.”
Adımlarını hızlandırdı Sevgi ve içinden, “acaba beni ne bekliyor!?” diye geçirdi.
Elinde hazırladığı anahtarla kapıyı açtıktan sonra, “anne, anne, bak sana kimi getirdim!?” diyen Selim beyin arkasında elinde çantası içeri girdi Sevgi. Kalbi küt küt atıyordu.
Geniş bir antre ve sağlı sollu açılan kapıları olan ev oldukça geniş, eski konaklara benziyordu.
Kapılardan birini açtılar. Burası tek kişilik düzenlenmiş bir yatak odasıydı. Odada, kırk yaşlarında, oldukça bakımlı bir kadın yatağının içinde oturmuş onları bekliyordu.
“Bak Sevgi, bak bu annem. Nasılsın anneciğim?” diyerek onun elini öptü. Sonra, “bu cici kızın adı da Sevgi” diyerek ona tanıttı.
Sevgi çekinerek kadının elini öptü. “nasılsınız efendim?” dedi. Kadın ona dikkatle bakarak “sağ ol kızım” deyip başını okşadı.
O an Sevgi içinden tarif edemeyeceği bir kıpırtı hissetti. Annesini kaybedeli beri bir kadın tarafından saçı okşanmamıştı bu güne kadar. Başını kaldırdı ve kadının gözlerinin içine baktı. “ne güzel bir kadın” diye geçirdi içinden. Yatağının içinde hiç hareket etmeden duran kadın sağ eliyle yatağın kenarını işaret etti. Sevgi oturdu işaret edilen yere.
Selim bey annesine heyecanla anlatıyor, anlatıyordu. Sevgi ise, onlar konuşurken kadının yüzüne dalmış, hiçbirini duymuyordu sanki Selim beyin anlattıklarından. Oğlunun heyecanlı konuşmaları sırasında kadın arada bir Sevgi’ye bakıp gülümseyerek oğlunu dinlemeye devam ediyordu. Bir ara düşünceye dalmış, “annesi olsa da o da böyle heyecanla başından geçenleri anlatsa” hayalinden kadının kendisine dönüp konuşmaya başlamasıyla ayrılabildi:
“Benim adım Melek kızım. Emekli öğretmenim. Gördüğün gibi yatağa bağlıyım. Bir kaza işte... ne oldum dememeli, ne olacağım demeli. Bu kocaman konakta tek başıma canım sıkılıyor. Bana arkadaşlık eder misin? Seninle ders çalışır, oyunlar oynarız. Ne dersin?”
Sevgi başını salladı. Bir iki yutkundu, sesinin çıkabileceğine hükmettikten sonra “olur efendim” diyebildi sadece.
“Bana yıllardır efendim der dururlar. Bana anne demen hoşuma gider. Eğer içinden gelmezse Melek teyze de diyebilirsin. Çünkü bilirim, anne sözcüğü göstermelik kullanılacak bir sözcük değildir.”
“Peki Melek teyze” sözü çıktı Sevgi’nin ağzından.
Uyumun sağlandığı kanaatine varan Selim bey rahatladı ve, “anneciğim karnımız acıktı. Fatma teyze ne pişirdi acaba?” diyerek konuyu değiştirdi.
“Hazırda bir şeyler olsa gerek. Kendisi pazara çıktı. İsterseniz gönlünüzün çektiğini kendi elinizle hazırlayıp yiyin.”
“Gel kızım Sevgi. iş başa düştü. Ellerimizi yıkayalım ve kendimize sofra kuralım... ne dersin. Ben hazırda olanlardan yanayım”
Sevgi kalktı yatağın üzerinden, Selim beyi izleyerek, çıktılar odadan.
Mutfağa girdiklerinde, Selim bey usta bir aşçı gibi masayı donatmaya başladı hemen. Sevgi’ye de kaşık çatalların yerini göstererek yardımını istedi. On dakika içersinde sofra servise hazırdı. Sonra annesini bir tekerlekli sandalyeye oturtarak sofraya getirdi.
Melek hanım, mutfağa girer girmez, “bu sofrayı Sevgi kızımı hazırladı... ne kadar güzel olmuş!” diyerek sofrada yerini aldı.
Selim bey sofrada şen şakrak, Melek hanım gerçek bir melek gibi, Sevgi ise, ilk aile sofrasında bulunmaktan şaşkın, ortama uyabilme çabasındaydı. Utana sıkıla yemeğini yedikten sonra Selim beyle birlikte sofrayı topladılar.
O sırada Fatma teyze alışverişten gelmişti. Selim beyle aralarında samimi bir konuşma başladı:
“Hoş geldin Selim. Nasılsın?”
“Hoş bulduk Fatma teyze. Ben iyiyim de sen yorulmuşa benziyorsun. Bakıyorum pazarda bir şey koymamışsın...”
-
“133-134-135
Ne yapayım oğlum. Bana böylesi kolay geliyor. Her seferinde bakkala git gelden kurtarıyor beni.”
“Bak teyze, sana yoldaş getirdim. Artık Sevgi de sizinle yaşayacak.”
“Aaa... öyle mi! hoş gelmiş, hoş gelmiş” dedi Fatma kadın sevgi’ye dönüp.
Sevgi gece yarısı olmasına rağmen bir türlü uyuyamıyordu. Karmaşık duygular içindeydi. Acaba bu aileye ayak uydurabilecek miydi? “Ya Ahmet abi gelirse, ya annesinden haber getirirse, beni nasıl arayıp bulur!?” Düşüncesi kafasını kurcalayıp duruyordu.
O gece annesini gördü rüyasında. Annesi önde, kendisi arkada koşuyor, ama bir türlü yetişemiyordu ona.
Uyandığında yastığının ıpıslak olduğunu gördü. Bu yabancı evde, nasıl davranacağını henüz bilemediğinden uzun süre yatağında sessizce ağlayarak bekledi. Gördüğü rüyanın etkisinden bir türlü kurtulamıyordu.
Kalktı yatağından. Çantasını açtı. Annesinin resmini çıkardı. Bantla yapıştırılmış resmi öptü kokladı. Tam bu sırada Fatma teyze içeri girdi.
Kapısı tıklatıldığında bir an ne yapacağını şaşırmış ve fotoğrafı ani bir hareketle arkasına saklamakta bile gecikmişti. Fatma hanım, “Hadi kızım, Melek hanım uyandı. Kahvaltı hazır. Biz her gün sekizde kahvaltı ederiz” dedikten sonra, “arkana sakladığın o fotoğraf kimin... bakabilir miyim?” diye ekledi.
Sevgi, fotoğrafı gösterip göstermemekte biraz tereddüt etti. Ama sonra korkak, ürkek bir şekilde uzatarak ona.
Fatma teyze baktı resme ve “kim bu kızım?” diye sordu ona.
“Annem. Öbürü de üvey babam.”
Fatma hanım, Sevgi’nin bunları söylerken sesinin titrediğini sezmişti.
“Bak kızım. Bu resim yıpranmış. Eğer her seferinde cebinden çıkarıp çıkarıp bakarsan bir süre sonra tanınmaz hale gelir. Gel onu şu dolabın içine koyalım. Yıpranmasın. İstediğin zaman çıkarıp bakarsın. Olur mu?”
“Olur... bebeğimi de koyabilir miyim?”
“Tabii koyabilirsin. Bu oda, bu dolaplar senin artık.”
Sevgi çantasını açtı bebeğini çıkardı. Yıllardır elinden düşürmediği bebek, yıpranmış ve kirlenmişti. Fatma hanım bebeğe baktı ve “eskimiş bu? Bunu atalım.sana pazardan daha iyisini alırız!?”
Bebeği göğsüne bastırarak bir adım geriledi Sevgi ve “olmaz! O annemin hatırası. Atmam onu. Annemi bulursam ona göstereceğim. Onu annemin yerine koydum.” dedi.
Bunları söylerken mavi gözleri kocaman kocaman açılmıştı. Kadıncağız beklemediği bu tepki karşısında şaşırmıştı:
“Pekala öyle olsun. Hadi dolaba koy da kahvaltıya gidelim. Şimdi Melek hanım sıkılmıştır. Gecikirsem kızar. Daha onu yataktan kaldırmam lazım.”
Sevgi, Fatma hanıma göstermeden tekrar çantasına yerleştirdi bebeğini. Yatağını topladı. Elini yüzünü yıkadı, mutfağa girdi. Masa hazırdı. Çay pişmiş, çaydanlık ıslık çalıyordu. Demlikten çıkan buhar nefis bir çay kokusu salıyordu havaya.
Melek hanımın arabasıyla getirilişi bu sıcak mutfağa daha da sıcak bir hava katmıştı.
İlk kahvaltılarını yaptılar beraber. Melek hanım Fatma hanıma günlük emirlerini veriyor, ondan ev hakkında rapor alıyordu. Bu arada Sevgi, annesiyle birlikte yaptıkları eski günlerdeki kahvaltıları hatırlamış, dalıp gitmişti: nasıl da naz ederdi annesi onun ağzına lokmaları sokmaya çabalarken. Ya ona ayırdıkları küçücük odacığını hazırlarken ne yorulmuştu. Ya sonra çektikleri acılar... “aah annem!” demesiyle Melek hanımın aniden ona doğru dönmesi ve “efendim Sevgi... bir şey mi dedin kızım!” demesiyle seslice konuşmuş olduğunun farkına varmış ve telaşlanmıştı.
“Hiç efendim... annem geldi aklıma” dedi çekinerek.
“Tamam Fatma hanım. Bu günlük bu kadar. Beni salona götür. Pencerenin önünde içmek istiyorum kahvemi bu gün. Gel Sevgi... seninle de biraz sohbet edelim” dediği andaki Melek hanımın yüzündeki hüzün çok etkilemişti Sevgi’yi. Kendisine anne dediğini sanmış olsa gerek diye düşünüp üzüldü ve “Fatma teyze, ben götürebilir miyim Melek Hanım Teyze’yi” dedi ona. Şaşıran kadın, “bilmem ki kızım... ama becerebilir misin!? istersen beraber götürelim bu gün. Sonra alışırsın” diyerek gözlerini Melek hanıma çevirdi. Melek hanımın gözlerinin içi gülüyordu. Arabayı birlikte itmeye başladılar.
Salon sanki ayrı bir dünyaydı. İçeriyi tatlı bir güneş ışığı doldurmuş, sıcacık yapmıştı odayı.
Baharın ucu görünmüştü. Ama ortalık hala soğuktu. Pencere bahçeye bakıyordu. Ağaçlar ufacık ufacık açmış yapraklarını, ortada havuz başındaki salkım söğüt iyice yeşillenmiş bir şemsiye gibi örtmüştü havuzun üstünü.
-
hocam her gün yenı yazı atmanızı sabırsızlık beklıyoruz...
-
136-137-138-
“Bu bahçede her tür meyve bulunur sevgi. birkaç ay sabırla cennet olur burası. Arkada da kümes var. Ben meraklıyım. Küçükten çokça alır büyütürüz. Yakında kesime gelir horozlar. Tavuklar yumurtada şimdi. Taze taze yersin. Bana pek yaramaz. Çiçeklerimiz de açar bir aya kalmaz. Bahçedeki çiçekler açıncaya kadar şu cam arkasındakilerle idare ederim. Bak ne güzeller” diyerek pencere kenarındaki çiçekleri gösterdi ona Melek hanım.
Bu arada kahve kokusundan Fatma hanımın odaya girdiği hemen anlaşıldı.
Melek hanım kahvesini pencere kenarına iyice yanaşıp yudumlarken, Sevgi odanın dört bir tarafını gözleriyle tarıyordu. Odaya zevkle yerleştirilmiş, vişne rengi oymalı mobilyalar, yerde eski, temiz bir halı, koltuklar üzerinde dantelli kırlentler vardı. Eski, modası geçmiş bir radyo, üzerinde antika sayılacak, yıkanmaktan erimiş bir örtü, radyonun konulduğu, üç çekmeceli dolabın dayandırıldığı duvarda siyah beyaz eski resimler asılıydı. Belli ki, eski anıların korunmaya çalışıldığı bir köşeydi burası.
Sevgi dalmış duvarda asılı olan resimlere ve Melek hanımın kahvesini bitirip, onun duvardaki resimleri ilgiyle izlemesini takibe aldığından hiç haberi yoktu.
“Nasıl buldun kızım?” sözü onu uyandırdı hayalinde canlandırmaya çalıştığı aile tablosundan.
“Çok beğendim. Sizi onların arasında yürürken gördüm sanki. Bana o hissi verdi.” Melek hanım, “canım...” dedi ona ve konuşmasını sürdürdü:
“Tabii o zamanlar ben de yürüyordum. Öğretmendim. Kız kardeşimin düğününe giderken oldu ne olduysa. Kocam oğlum ve ben arabadaydık. Karşımıza aniden çıkan bir köpeği ezmemek için direksiyon kıran kocam kontrolü kaybetti ve karşıdan gelen bir kamyonun altında kaldık. Bu kaza beni eşimden oğlumdan ve mesleğimden ayırdı. O sıralar tahsilde olan oğlum Selim olmasa hiç teselli bulamazdım. Acılarına katlanmak çok zordu. Senelerce çektim. Unutamadım hala onları. Fakat ölenle ölünmüyor kızım. Hayat devam ediyor. Bütün acılarıma rağmen yaşıyorum işte. Halimi görüyorsun... Fakat hayatta küçük mutluluklar da var. mesela şu an senin gibi güzel bir kız var yanımda. Ya olmasaydın... dünden daha iyiyim bu gün. Az şey mi...”
“sevgi’nin içi burkulmuştu. Gözleri yaşardı. Onun çok etkilendiğini gören Melek hanım, “gördün mü, seni de üzdüm...” diyerek elini saçlarına uzattı onun. “ben her şeyin iyi yönünü görmeye çalışıyorum. Sen de çalışmalısın. Birlikte oynayalım gel seninle şu hayat oyununu. Poliannacılığı bilir misin?”
“Evet, okumuştum Poliannayı”
“Yaa... bak işte! Hadi bahçeye koş. Bahçenin duvar dibine yakın yerinde hala dalda kalmış portakallar var. Demek onlar seni bekliyormuş bu güne kadar. Kopart onları. Fatma teyzen yardım etsin sana.”
Sevgi’nin içini çocukça bir sevinç kapladı Melek hanımın bu sözlerinden sonra. İçindeki ağlama isteği gitmiş, yerini hop hop zıplama isteği almıştı. Hemen, “peki!” diyerek koştu Fatma hanıma.
“Fatma teyze, portakal varmış bahçede, Melek hanım kopartın onları diyor. Bana yardım eder misiniz?”
“Tabii kızım” diyen Fatma hanımla çıktılar bahçeye hemen.
Bahçedeki ağaca tırmanırken sevincine diyecek yoktu. Hayatında hiç ağaca tırmanmamış, bu güne kadar, hiç dalından meyve koparmamıştı. Acemice tırmandığı ağacın sağını solunu çizmesine hiç aldırmadan portakallara uzandı.
Fatma hanım altta belinden çıkarmadığı mutfak önlüğünü iki eliyle tutup açmış, “at, at!” diyordu. O da Sevgi gibi çocuklaşmıştı sanki. Son portakalı da dalından koparıp indi. Ellerini dirseklerinin altında birleştirip yasladı karnına ve portakalları kucağına kümeleyen Fatma hanımı geride bırakıp merdivenleri tırmandı.
Açık olan kapıdan içeri girince sanki kaybetti kendini ve kucağındaki portakalları bir an önce Melek hanıma gösterebilmek için koşmaya başladı. Kucağındaki portakallardan biri düşüyor, eğilip onu almak isterken bir başkası yuvarlanıyordu yere. Portakallarla top oynarmış gibi saça saça nihayet salona ulaştı ve sevinçle, “kopardım!” diyerek Melek hanıma gösterdi onları.
“Ne kadar güzeller değil mi?” diye ona gülümseyerek bakan Melek hanımın yüzündeki o ifadeyi gördüğü andan sonraki Sevgi, daha dün bu eve korku ve kuşkuyla giren o eski Sevgi değildi artık. Hele portakalları birlikte neşeyle soyup yedikleri an birbirlerine bakarak gülümsemeleri Sevgi’yi bambaşka duygulara uçurmuştu.
Ara sıra, annesinin yırtılmış da yapıştırılmış resmine baktıkça içi öfke doluyor, huysuzlaşıyordu. Fakat Melek hanım onunla konuşuyor, böyle haller yaşadığında ve onu tatlı diliyle yeniden yumuşatıyordu.
Böylece günler geçip gidiyordu. Artık Melek hanım ona kitaplar okuyor, çeşitli konularda tartışıyorlar beraber, değişik yorumlar üretiyorlardı.
-
139-140-141-
Sevgi’nin mutlulukla uykuya daldığı bir gündü. Her gün yaptığı gibi annesinin fotoğrafını öpmüş de uyumuştu.
O gece rüyasında annesini gördü: yıldızlı bir gecede camdan dışarıyı seyrediyordu. Ay solgun ışığını salmış yeryüzüne, dışarıdaki her şey seçiliyordu. Birden gökyüzünde yıldızdan daha parlak bir ışığın süzülerek yere indiğini gördü. Işık onun penceresine kadar geldi. Işıkla konuştu Sevgi:
“Hoş geldin parlak şey... sen melek misin?”
“Gel benimle.”
“Nereye gideceğiz.”
“Nereye istersen oraya...”
Işığın bir ucuna tutundu Sevgi. Gökyüzüne birlikte süzülmeye başladılar. Yıldızlar arasında uçtular uçtular... bir ara sevginin ellerini bıraktı ışık. “beni bırakma, beni bırakma!” diye yalvardı Sevgi. birden bire fark etti ki, kendisi melek olmadan da tek başına uçabiliyordu. Binlerce güneş doğmuş gibi ortalık aydınlandı birden. Mavi bir okyanus içinde buldu kendini. Uzaklardan annesinin sesini duydu.
“Ne olur... ne olur bir tanem, bizi bırakma!” sevgi bu sese cevap veriyor, “ben buradayım anne! Ben buradayım anne!” diye bağırmasına rağmen annesi onu bir türlü duymuyor, ha bire, “bizi bırakma! Bizi bırakma!” diyerek ağlamasına devam ediyordu.
“ Neden ağlıyorsun anne! Sus, ağlama ne olur. Ne oldu sana?” diyor, hıçkırıklar içinde gökyüzünün derinliklerinde uykuya dalmış, kabuslar içinde çırpınan annesini ne yapsa uyandıramıyordu. Kalbinde annesine duyduğu büyük sevgiyi elle tutulur bir şeymiş gibi hissediyor, annesinin onu sevdiğini de aynı şekilde duyuyordu.
Ne yapmışsa, sürekli aynı sözleri, tekrarlayıp duran annesini bir türlü uyandıramamıştı.
Tam bu anda uykudan silkinerek uyandı. Etrafına bakındı. Ne yıldız vardı, ne gökyüzü ve ne de annesi. Henüz sabah olmamıştı. Terlemiş, saçları tel tel olmuş, yüzüne yapışmıştı. Rüyanın etkisinden kurtulamamıştı. Aylar var ki annesini görmüyordu rüyasında. Gözlerini tekrar kapatarak aynı rüyayı bir daha görmeyi ve annesine doya doya bakmayı umarak uzun süre bekledi. Hayır, bir türlü uyuyamıyordu. Uyumaktan umudunu kesince yatağının içinde doğrulup yüzünü avuçları arasına alarak ağlamaya başladı.
O gün kahvaltıda onun çok yorgun ve bitkin olduğu gözünden kaçmayan Melek hanım, neşesiz oluşunun sebebini sordu ona.
“Akşam bir rüya gördüm. Annem, ne olur bizi bırakma, diye yalvarıyordu. Çok etkilendim” diyerek ağlamaya ve anlatmaya başladı Melek hanıma.
Melek hanım, bu güne kadar Sevgi’ye özel hayatıyla ilgili hiçbir şey sormamıştı. Hep kendiliğinden anlatacağı bir fırsat beklemişti. İşte fırsat şu anda çıkmış, Sevgi kendiliğinden, geçmişiyle ilgili şeyleri birer birer anlatmaya başlamıştı.
Bazen ağlıyor, bazen gülüyor, bazen iç geçiriyordu anlatırken.
Melek hanım büyük bir ilgiyle, arada bir ustaca sorular sorarak onun içini dökmesine yardımcı oluyor, o da ha bire anlatıyordu.
Sevgi, tüm hayatını sanki bir daha capcanlı yaşamıştı.
Melek hanım ise, onu bir kat daha sevmiş ve ona acımıştı. “Meğer bu minik kalbin içinde ne acılar varmış” diye düşünerek ona, “anneni aramak ve onu bulmak için, okuyup, çok güçlü bir insan olmalısın kızım. Anneni bulamasan bile, annenin istediği gibi biri olmalısın mutlaka” diyerek onun bu duygusal anından sıcağı sıcağına faydalandı.
Ayşe düşündü. Gözlerini kapadı. Onları birbirinden ayıran o kötü günü hayal etti. Annesini o soğuk yüzünü, giderken arkasından nasıl bakakaldığını. Dışarıdaki soğuk havaya yarı çıplak kendisini nasıl attığını, o soğuklarda ne hallere düştüğünü canlandırdı zihninde.
Titreyen elleriyle, ıslanan yanaklarını sildi. Derin bir nefes aldı. Gözlerini tekrar kapattı. İncecik ellerini açtı göğe ve “bana güç ver Allahım... senin güç verdiğin zavallıları hiçbir kuvvet yıkamaz!” diye dua etti.
Melek hanım, onun dua ettiğini görünce, söylediklerinin etkisini gösterdiğine emin olup sevindi ve içinden, “onun dualarının kabul olması için neler veririm bir bilse...” diye geçirdi.
Melek hanım, işin tılsımını bozmamak için izin isteyerek Sevgi’nin yanından ayrıldı. Yorulmuştu. Oysa gün daha yeni başlıyordu. Tahammül edemediği bir yük varken omzunda bir yük daha binmişti ki, taşımak için büyük bir azim gerekiyordu. Şakaklarını zonklatan bir baş ağrısı başlamıştı. Fatma hanıma, kendisini odasına götürmesini söyledi.
Komodinin üzerinde hep hazır duran limon kolonyasını döktü avuçlarına şakaklarını ovdu. Uzanabileceği mesafedeki pencerenin bir kanadını açtı. Sıkıntılı zamanlarında hep böyle yapardı. Rüzgarın
-
artık kıtabın ortalarını gectik
-
142-143-144-
böyle yapardı. Rüzgarın yüzünü okşaması sanki ruhunun derinliklerine işliyormuş gibi bir ferahlık verdi ona. Gökyüzüne baktı. Güneşin ışıkları dünyaya tebessüm etmeye başlamıştı.
Sevgi de Melek hanım gibi, kendini aşırı yorgun, bitkin ve garip hissediyordu. O da odasına gitti. Yatağının içine oturdu. Binlerce dua geçirerek içinden annesinin yüzünü aklına çizmeye çalıştı. Bir yandan da Melek hanımın dediklerini düşünüyordu.
Sonra kalkıp, yüzünü rüyasındaki meleğin kendisine göründüğü pencerenin camına dayadı. Gökyüzüne baktı. Açtı balkon kapısını. Serin hava ıslak gözlerine vurduğunda, mavi sonsuzluk içinde olduğunu rüyasında gördüğü annesi onu gözlerinden öpüyormuş gibi bir duyguya kapıldı. Gökyüzü büyüdü, büyüdü, Sevgi bir nokta gibi küçücük kaldığını hissetti. Sonra her şey büyük bir sessizliğe büründü sanki, sadece Sevginin yüreği konuşmaya başladı. O yürekte biriken ne varsa üfler gibi savurdu gökyüzüne. İçindekiler boşalmış, rahatlamıştı.
Parlayan güneşe doğru döndü yüzünü. Göz yaşlarını kuruttu. Balkondan eğilip portakal topladığı ağaca baktı bir süre. Dünkü neşesi, bu günkü hüznünü karşılaştırdı. Öylece düşünceye dalarak bekledi epey zaman. Bir ara bedenini hissetmeyecek kadar yorulmuş olduğunun farkına vardı. Kendini bir an evvel yatağa atmalıydı. Yoksa yere yığılabilirdi. İçeri girip, balkon kapısını kapattı ve bebeğini alıp, ona sıkı sıkı sarılarak uykuya daldı.
Bu arada Melek hanım odasında hala düşünceden beynini sıyıramamıştı: bu, çok yaramaz olduğunu söyledikleri kızı sırf kendi nasihatleri bu kadar kısa zamanda bu kadar etkili olamazdı. İlk defa onun ellerini açarak dua etmesine şahit oluyordu. Neydi onu bu derece değiştirmeyi başaran şey!? Biraz daha düşündü ve buldu. Bunun adı Sevgi’ydi... Annesine duyduğu derin sevgi. Nasihatleri, bir tılsımlı ana denk gelmiş ve anne sevgisiyle kaynaşıp beynine işlemişti.
Melek hanım bu kıza gün geçtikçe daha sıkıca bağlanıyordu. Öyle ki, bir iki saat önceki halini de gördükten sonra, artık onsuz yapamayacağına hükmetmişti. İçinde uzun zamandır duymaya hasret kaldığı bir sıcaklık hissetti. Nedir bu duygunun adı? diye düşündü ve hüküm verdi: Adı Sevgi’ydi bu duygunun.
O gece, yine her günkü saatte yatağına yatırdı onu Fatma hanım. Ama, çok yorgun olmasına rağmen neredeyse hiç uyuyamadı. Kendi dertlerini çilesini, acısını unutmuş, “bu kıza hayatı nasıl sevdirebilirim!? Nasıl eder de, onu çevresine iyilik ve yardım saçan biri olarak yetiştirebilirim!?” ve buna benzer bir yığın duygular geçirerek içinden sabaha karşı ancak uykuya dalabildi.
Ertesi gün, Sevgi bir gün evvel gün boyu uyumuş olduğundan erkenden kalktı. Fatma hanım onu uyandırmadan, mutfağa onun yanına geldi. Melek hanım uyanmadan birlikte kahvaltıyı hazırladılar. İlk kez, Melek hanımın giyinmesine yardım etti. Onu giydirdikten sonra perdeleri açtı. Harika bir güneş vardı. Odanın içine doldu ışık.
“Aydınlık bir gün değil mi kızım... bu gün nasılsın? Dün çok kötüydün. Beni de hüzünlendirdin. Hiç uyuyamadım.” dedi ona Melek hanım.
“Ben de öyle. Ama bu gün iyiyim.”
“Canım kızım, hep seni düşündüm dün gece... ve bir karara vardım. Mutlaka okumalısın sen. Ben öyle istiyorum. Eminim, bunu annen de baban da isterdi. Başarılı olursan beni çok mutlu edersin. Ne dersin?”
Okumasını öneren sözlerinden çok, “dün gece hep seni düşündüm” demesinden çok etkilenmişti Sevgi. Onun ellerine sarıldı ve öperek, “çok iyisiniz. Ben hiç kimseden iyilik görmedim. Onun için bütün insanlardan nefret ediyorum. Ama siz başkasınız” dedi. Melek hanım, “ben sana nefret etmekten nefret etmeyi öğreteceğim güzel kızım. Hayatın acımasız olduğunu bu yaşında zaten öğrenmişsin. Ama ben, hayatın her şeye rağmen yaşamaya değer olduğunu öğreteceğim sana. Zaten hep güllük gülistanlık olan hayat güzel bir hayat olmaz ki... acılar arttıkça, ardından gelen ufacık mutluluklar insanın içinde büyüdükçe büyür. Mutlu olacaksın, eğer dediklerimi yaparsan ve beni de mutlu edeceksin.”
“Kendimi bilemem de, sizi mutlu etmeyi isterim Melek teyze” dedi Sevgi.
“Öyleyse yarın sen okuluna başlıyorsun, ben mutluluğuma... tamam mı!”
“Tamam!”
Fatma hanım, kahvaltıdan sonra hemen çarşıya! Ne gerekse alın sevgi kızıma ve hemen kaydını yaptıralım okula.
O gün kahvaltının tadı bir başkaydı. Fatma hanımla birlikte topladılar sofrayı. Giyindi ve çarşıya çıktılar beraberce.
Sevinçle çarşıya çıkışın tadını unutmuştu Sevgi. O mağazadan o mağazaya heyecanla koşturuyordu. Bir ara bir el yapıştı Sevgi’nin koluna. Korkuyla arkasından kolunu kavrayan elin sahibine baktı. Gözlerine inanamadı. Zehra hanım karşısında duruyordu. Bir an şaşkınlıktan konuşamadı. Sonra hemen “canım Zehra teyze!” diyerek sarıldı ona.
“Ne yapıyorsun Sevgi. Bu kadın kim?” diye sordu ona Zehra hanım.
Fatma hanım Sevgi’nin yanında hiç konuşmadan onları seyrediyordu.
“Bu Fatma Teyze. Onlarda kalıyorum. Alışverişe geldik” diyerek sürdürdü sözlerini sonra, Zehra Fatma hanıma dönerek,
“Merhaba Fatma hanım. Ben Sevgi’nin çok yakını sayılırım. Şöyle yakın bir pastaneye girsek de biraz konuşsak, vaktiniz var mı acaba?” diye sordu ona.
Yakında bir pastane bulup oturdular. Zehra hanım, bir iki kez daha sarıldı Sevgi’ye ve sonra ciddi ciddi konuşmaya başladı:
“Seni uzun süre aradık, bulamadık. Sonra Ahmet’i bulduk. Ahmet’ten öğrendik başınıza gelenleri. Çok üzüldük. Anneden hâlâ bir haber alamadınız mı?”
“Onu bulamadık..”
Sevginin yüzünün ağlamaklı hale geldiğini gören Zehra hanım hemen lafı değiştirdi:
“Sen maaşını alıyor musun?”
“Ne maaşı?”
“Annen babandan dolayı bağlanan maaşını bir bankada biriktiriyordu. Sen tahsile başlayınca harcayasın diye, haberin yok mu?”
“Hiç haberim yok!?”
“Fatma hanım, bunu bir araştırın. O bir şehit çocuğu ve babasına bağlanan maaş bir bankaya her ay yatırılıyor.
-
iyi aksamlar..nasılsınız....
-
146-147-148
Annesi onun doktor olmasını isterdi. Zavallı kadıncağız, bütün hayalleri yıkıldı.”
Fatma hanım, “onu Melek hanım okutacak merak etmeyin. Size rastladığımızda okul için eşya alıyorduk” diyerek söze karıştı.
“Hah!” dedi Zehra hanım. “Sen de söz ver bana, okuyacaksın, annenin isteğini yerine getireceksin... tamam mı!” diyerek onların adreslerini aldı ve onlara adres bırakarak, Ayşe’den kim haber alırsa birbirlerine haber vereceklerine söz alıp vererek ayrıldı.
Aradan aylar geçmiş, Sevgi tamamen değişmişti. Derslerine çok çalışıyor, hep övgü alıyordu öğretmenlerinden. Ayrıca evde de melek hanım onun eksik bilgilerini tamamlıyor ve eseriyle övünüyordu.
Yıllar geçti böylece, Sevgi serpilip büyümüş, açılmış bir çiçek gibi herkesin ilgisini çeker olmuştu. O artık aklı başında, çok başarılı bir son sınıf öğrencisiydi.
Ortaokul bitmişti nihayet. Yaşları kendisinden epeyce küçük olan arkadaşlarıyla fazla bir yakınlık kuramamış, kendini hep derslerine vermişti. Arada bir komşularının oğlu Sedat’la konuşurdu o kadar. Sedat onu babasının arabasıyla, Melek hanımın ricası üzerine okula bırakırdı. Bazen okul dışı faaliyetler olduğu zamanlar onu kapıda bekler arabayla ve evine bırakırdı.
Sedat hoş bir çocuktu. Ama o kadar işte. Sevgi doktor olacaktı. Bütün enerjisini bu iş için yönlendiriyordu. Orta okulda olmasına rağmen, Melek hanımın da desteğiyle sanki bir lise öğrencisi gibi çalışıyordu. Zaten yaşı onu lise öğrencisi gibi gösteriyordu.
Diplomasını almaya girmişti Sevgi. Sedat onu yine kapıda bekliyordu. Sedat, babasına işlerinde yardım zorunda olduğundan yaşı oldukça geçmiş olmasına rağmen yine de okumak istiyor ve dışardan bitirmeler için çalışıyordu. Sevgi’den iki sınıf aşağıda, ancak Sevgi’den iki yaş daha büyüktü.
Sevgi’nin sonradan okula başlamış olması, onu da okula başlamaya teşvik etmişti. Çünkü, onu ta ilk gördüğü günden beri yüreği onun için çarpmaya başlamış, ancak onun görkemi ve başarısı karşısında bir türlü duygularını belli edememiş, sadece onu getirip götürürken bu güzel kızı yakınında hissetmenin mutluluğuyla yetinmeye karar vermişti.
Şu an kapıda onu beklerken, bir başka göz onu görür, bir gün bir başka el onun elinden tutup onu uzaklara götürür korkusu yaşıyordu.
Sevgi okuldan çıkar çıkmaz, diploma sevincini bir abi gibi gördüğü Sedat'la paylaştı. Anlatılamaz bir sevinç içersindeydi. Sedat onu daha da yüreklendirecek şeyler söylemek dışında hiçbir şey diyemedi ona. Ona sarılıp bağrına basmak isteğini içine gömdü ve onu evine getirdi. Kapıyı bir hanımefendiye açar gibi açtı ve “buyurun diplomalı hanımefendi” diyerek, kendi diplomasızlığının acısını duydu yüreğinde.
Sevgi, elinde diplomasıyla, kapıyı kırarcasına açtı. Koşarak onu heyecanla bekleyen Melek hanımın odasına daldı. Ellerine sarıldı ve öptü:
“Melek anneciğim... anne, annem benim! Bak diplomamı aldım. Ver ellerini bir daha bir daha öpeyim!” dedi ona.
“Kızım, ne yapıyorsun! Sakin ol... biliyorum çok mutlusun!” derken içinden “öğretmenliğinin başarısının ve kendisine nihayet anne denilmiş olmasının müthiş gururunu yaşıyordu.
Sevgi doyasıya ellerinden yüzünden Melek annesini öptükten sonra, ciddi bir şekilde yanına oturttu Melek anne artık öz kızı saydığı Sevgi’yi ve Sevgi’nin hiç unutmayacağı kulağına küpe edeceği sözlerini sıraladı:
“Siz olmasaydınız başaramazdım sözünü kabul etmiyorum kızım. Ne başardıysan kendi özünü zorlayarak, inancına dayandırarak yaptın. Benim kendime şeref saydığım şey ise, sendeki bu azmi mesleki tecrübelerim ve-daha çok da-seni öz evlat gibi sevmem sayesinde ortaya çıkarmak olmuştur. Şunu bil ki, esas olan sendeki azim ve iradedir ve biliyorum, hatta eminim, kendini bir gün doktor olarak da göreceksin.”
O akşam sofrası başka bir sofra, o sofrada oturanlar başka insanlardı sanki. Onlara Selim bey de katılmıştı. Selim bey yemekten sonra her zaman yaptığı gibi hemen ayrıldı aralarından. O artık annesinin rahat ve huzur içinde olduğunu biliyor ve yılda bir iki kez uğrayıp gidiyordu annesine. Başka bir ilde büyük bir iş adamı olmuştu.
Sofra kaldırıldıktan sonra Melek hanım özellikle Sevgiyle yalnız kalmak istedi. Bir odaya geçtiler beraberce. Sevgi bir sürprizle karşılaşacağını seziyor ve seviniyordu. İçerde, büyük masanın üzerinde daha önceden yerleştirilmiş büyükçe bir paket duruyordu. Masanın üzerindeki paketi işaret ederek, “Aç şu paketi Melek hanımın melek kızı. Bakalım beğenecek misin...” dedi ona.
-
Hocam keşke en ön sayfaya bir kapak koyabilsek
-
ADI SEVGİ
-
Bu resim kitabın orjinal kapagı....resim tasarımı bana ait.....RESİM GALERİDE VAR......YANLIZ BÜYÜTEMEDİM .....
-
149-150-151
Sevgi’nin heyecandan elleri titriyordu. Paketi açtı. İçinde mavi bir tuvalet vardı. Sanki denizin rengini giydirmişlerdi kumaşa. Ne tam mavi, ne tam yeşil, turkuvaz renginde, uzun askılı,üzeri boncuk işli, kupür apliklerle süslenmiş harika bir elbiseydi.
Sevgi’nin gözleri ayrıldı. Böylesi güzelini hiç görmemişti çünkü.
“Bu benim kızlık elbisem. Yıllardır kıyamayıp sakladım. Sana kısmetmiş. Bunu bir giy. Eğer büyük gelirse usta bir terziye düzelttiririz” diyen Melek hanımın bu sözlerini duyar duymaz hemen koştu odasına ve giydi sırtına. Saçlarını düzeltti. Elbisenin yanındaki şifonu da boynuna bağlayıp boy aynasının karşısına geçti.
Aynada kendini seyrederken sanki dili tutulacaktı. Usulca dışarıya çıkıp melek hanımın yanına gitti. Sanki bir su perisiydi. Odanın ortasında dönmeye, şarkılar söylemeye başladı.
Melek hanım, “dur deli kız, dur! başımı döndürdün! Şimdi heyecandan kalbim duracak” diyesiye kadar odanın ortasında dönüp durdu.
Elbise sanki Sevgi’nin üzerine biçilip de dikilmiş gibiydi.
Bu heyecanlı seyirden sonra yine bir ciddi konuşma yaptı ona Melek hanım:
“Sevgili yavrum, sen benim tutmayan ayaklarıma ayak oldun. Evimizin neşe kaynağı, gül bahçesisin. İnşallah üniversiteyi de bitirirsin. Şimdi, seni kendim sandım ve o elbiseyi ilk giydiğim gün geldi aklıma. O güzel günler, gençlik yıllarım... aah ne kadar güzeldi.”
Sevgi onun gençliğini merak ediyordu. Ne anlattıkları arasında o günlerine değinmişti, ne de fotoğraflar arasında o günlere ait bir fotoğrafına rastlamıştı çünkü. Merakla sordu ona:
“Benim yaşımdaki halini çok merak ediyorum. Anlatsana, anlatsana...” diyerek şirinlikler yapmaya, etrafında dönmeye başladı. Melek hanım kıramadı onu:
“Çocukluğumun ve genç kızlığımı bir sandığa koyup kilitledim. Fotoğraflarım. Günlüklerim ve yazdıklarım... hepsi hapis şimdi ve hiç kimse ziyaret etmedi onları.”
“Ne olur, ne olur!? Görmek istiyorum!?”
Kendisine annem!” diyen bir kız hiç kırılır mıydı... Getirtti Fatma hanımı çağırarak odanın ortasına ve açtı sandığı melek Hanım.
Etrafı bir küf kokusu sardı birden. Sevgi, birer birer sandıktakileri çıkarırken Melek hanım da bir yandan anlatmaya başlamıştı:
“Selim beyle benim aşkım bir başkaydı.” Kulğı Melek hanımda, yakışıklı, genç bir adamın fotoğrafını tutuyordu bu arada Sevgi. devam etti Melek hanım:
“Çok zengindik o zamanlar. Köklü bir ailemiz vardı. İstanbul’un en eskilerinden. Selim’le ikimize Romeo-Jüliet derlerdi çevremizden. Sosyete takımındandık ya... Kerem ile Aslı’yı küçümserlerdi. Babam ve ağabeylerim kumaş ve iplik ithalatı, ihracatıyla uğraşırlardı. Küçük yaşta İngilizce ve Fransızca öğrendim. Kendimi bildim bileli hep kitap okurum. Hiç tahsil yapmadan da hayatımı fevkalade yaşama şansım olmasına rağmen tahsil yaptım. İyi ki de yapmışım.”
Sevgi eşyaları karıştırırken onu can kulağıyla dinliyor, ama asıl merak ettiği konuya, yani Selimle olan aşkına hiç girmediğinden içi içini yiyordu.
Melek hanım ise, bunu kasten yapıyor, onu okumaya motive etmek fırsatı olarak kullanıyordu. Tabii Sevgi bunun farkında değildi.
Sonunda dayanamadı Sevgi, “bana aşkınızı anlat ne olur! Ben tecrübesiz bir kızım... beni o konuda da eğit!”
Melek hanım diyeceğini demiş ve duygusal dünyası ile ilgili diyeceklerine başlamıştı onun bu yarı çocukça heyecanına dayanamayıp:
“Sen de benim gibisin. Ben de anneme aynı yaşlardayken aynı baskıları yapardım. Dinle!” dedi.
Sevgi amacına ulaşmış, kulaklarını açtığı sıra, o yaşlı kadın, sürdü arabasını duvarda asılı duran büyükçe tablonun yanına doğru. Tabandan bir adam boyu yüksekliğindeki tabloyu bir kapı açar gibi açtı ve arkasında küçükçe bir çiviye asılı anahtarı alıp eline, duvarın içinde gizlenmiş bir dolap kapağını açtı. Dolapta, tüller, pullar, boncuklar ve altın sırma tellerle işlenmiş kumaşlar, yine bir ağır küf kokusuyla ortaya çıkıverdi. Tüllerin üzerinde sararmış, bir defteri aldı. Tekrar kapattı dolabı ve defterin tozunu alarak Sevgi’ye uzattı.
Sevgi donakalmıştı. Şaşkınlığından dili tutulmuştu sanki.
“Aç... okumaya başla!” dedi Sevgi’ye. Sonra, arabasını pencereye doğru döndürerek, bir genç kızmış da utanıyormuş gibi, anlatmaya başladı:
“Sevgi okudu şiir ve anıların karışık olarak yazılmış olan defteri satır satır. O okurken, Melek Hanım arada bir o konuyla ilgili açıklamalar yapıyor, sonra ağlamak ihtiyacı duyarmış gibi, ara ara duralıyordu.”
-
hocam çok saolun sıteye gırdıgım de ilk yaptıgım iş sızın yazınızı okumak :)