-
25-26-27
her günkü yaramazlıklarına devam etti. Günlük işler, Sevgi’nin yaramazlıkları onları oyalıyordu.
Ayşe sık sık dalıp gidiyordu. Bazen açık açık, bazen gizliden ağlıyordu.
Günlerden bir gün kapı çalındı. Ayşe kapıyı açıp da karşısında postacıyı görünce, kala kaldı öylece birkaç saniye. Kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı. Neredeyse postacı duyacaktı kalbinin sesini. Postacının uzattığı mektubu kaparcasına aldı elinde. Parçalarcasına yırttı hemen. Kapıyı kapattı sırtını kapıya dayayıp okumaya başladı.
Canım sevgilim, karıcığım diye başlıyordu mektup. Ayşe hem ağlıyor, hem de o buğulu gözlerle mektubun devamını okumaya çalışıyordu.
Bosna’ya vardıklarını, çadırlara yerleştiklerini iyi olduğunu, çatışmaya girmediklerini. Onları çok özlediğini, kendisini ve Sevgiyi doyasıya öpmek istediğini, okuduğunda ağlaması yağmura dönüştü sanki. Vatanını özlediğini ve Halaya selam faslına gelince tekrar baştan alıp, yeniden okumaya başladı. Baştan bir daha bir daha okudu. Sonra öpüp koklamaya başladı.
Mektubu en az beş kere okumuş, sakinleşmişti biraz. Onu yeni fark eden Hatice hala, ondaki bu gözü yaşlı hali görünce telaşlanıp sordu:
“Aman kızım bu ne hal! Ne oldu?”
“İyiymiş Hasan hala. Mektubu geldi. Selamı var. kızına seslendi sonra da,
“Kızım Sevgi, baban mektup salmış, sana öpücük gönderiyor, gel bak” diyerek kızına uzattı mektubu ağlayarak. Sevgi uzatılan mektubu aldı ve o da, “babacım” diyerek mektubu öpmeye başladı.
Hasretin bir faslı bitmiş, öbür faslı başlamıştı artık. Mektup yazma ve mektup bekleme faslı... Mektup geldiği, biraz keyiflendiği zamanlar Sevgi ile Hatice halayı alıyor, onları parka, bazen de deniz kenarında dolaşmaya götürüyordu. Bir teselli edeni daha vardı Hatice haladan başka Ayşe’nin. Apartman komşusu Perihan abla arada bir uğruyor ona dertleşiyorlardı. Bazen de onunla pazara gidiyorlar, ev için ufak tefek şeyler alıyorlardı. Allahtan, başta Perihan abla olmak üzere, komşuları çok iyiydiler. Onu yalnız bırakmıyorlardı. Ama, en çok sevdiği Perihan ablaydı.
Hasan’ın mektuplarından Sırpların oralarda uyguladıkları vahşeti öğreniyordu Ayşe, televizyon haberlerini hiç kaçırmıyor. Neden insanların birbirini boğazladıklarına akıl erdiremiyordu bir türlü.
Bir buçuk yıla yaklaşmıştı, hala etnik temizlik devam ediyor, toplu göçler yaşanıyordu. Bunlara engel olmak için, belli bir bölgeye gönderilen Türk askeri orada bulunan Müslümanlara her bakımdan yardım ediyordu. Yüzbinlerce kadın, çoluk çocuk, yollarda aç ve perişandı. Göç yollarında yaşamaya çalışan bu insanlardan çoğuna tecavüz ediliyor, dünyanın yüz karası Sırpların yaptıkları zulümden bahseden Hasan, yaptıkları işin ne kadar kutsal bir iş olduğunu yazıyordu Ayşe’ye. Daha neler neler:
İnsanların gözlerinin önünde canlı molotof kokteyli yapılarak patlatılmaları, batının umursamazlığı, İslam ülkelerinin eli kolu bağlı durmaları, bu vahşetin ekranlara yansıyamamış yanları, öfkeli bir dille Hasan tarafından Ayşe’ye mektuplarıyla ulaşıyordu. Artık kendisinin iyi olup olmadığının sözünü bile etmiyordu Hasan. Ayşe onun ne zor şartlar içinde olduğunu, kendini düşünecek halde olunamayacak konumda olduğunu çok iyi anlıyordu. Omuz omuza savaştığı Mehmet Çavuş, Ahmet onbaşı da mektuplarında sık sık adı geçenler olmuştu.
Çok acımasız olduklarını söylediği Sırpların Bosnalılara göz açtırmadıkları, Türk askerlerinin toplama kamplarını basıp Bosnalıları kurtardıklarını da mektuplardan öğreniyordu Ayşe.
Ama, durum çok daha vahimdi Hasan’ın yazdıklarından. Yaşananlar sözle, yazıyla anlatılır gibi değildi. Yaralılar çadırlara sığmıyor, kol, bacak bir yanda, kıvranan insanlara yapılacak bir şey olmadığını görüp çıldırmamak elde değildi. Hasan, en yakın arkadaşları Mehmet Çavuş ve Ahmet onbaşıyla kardeşten öte olmuş, mücadele ederken bir yandan da birbirlerini kolluyor, memleketteki sevdiklerine kara haber vermek zorunda kalmamak için birbirlerinin önüne kurşuna karşı duracak kadar seviyorlardı birbirlerini.
Ayşe’den gelen mektuplar tek tesellisiydi Hasan’ın. Boş vakit bulur bulmaz onları okuyordu. Ama, kendisi çok sık mektup yazamaz olmuştu artık.
Mektubun seyrekleştiği zamanlar, Ayşe’nin çıldırayazdığı zamanlardı. Bir kış günüydü. Yine mektup çok gecikmiş, içini kara bulutlar sarmıştı Ayşe’nin. İçine çöken karanlık yetmezmiş gibi, İstanbul’un üstüne kar, karla birlik elektrik arızaları ve koyu bir karanlık çökmüştü. Aralıksız süren kar fırtınası dinmiş, onun yerini kuru rüzgar ve iliklere kadar işleyen soğuk dalgası sarmış, ama Ayşe’nin mektubu hala gelmemiş, içindeki
-
28-29-30-
karanlık aydınlanmamıştı. Seyrine doyum olmayan bulutsuz geceler başlamış, bacalardan çıkan duman ve sisin bir açılıp bir kapanması, “yollar açık, mektup gelir artık umudu” veriyordu Ayşe’ye.
Ayşe böyle gecelerde, yerlerde sokak lambaları ışığı altında ince cam kırıkları gibi bir yanıp bir sönen parıltılara dalarak, uykusuz, sabahlara kadar Hasan’ı düşünüyordu. Onu çok özlüyordu. Fırtına Yedi Tepe’nin beyazlaşmış sokaklarında hükmünü sürdürürken, İstanbulluların çoğu uykunun kollarında, o hala pencerenin önünde uyanıktı. Güneş ilk ışıklarını göndermeye hazırlanırken Hala sabah namazı için abdestini almaya kalkmıştı. Ayşe duydu onun kalktığını. Hiç sesini çıkarmadan ortalığın aydınlanmasına daldı.
Hala abdestini aldı, beyaz tülbendini dolandı ve kainat sahibinin önünde diz çöktü. Kudretinden medet umuyordu Yaratan’ın.
Günler hep böyle geçti Hasan’ın evinde. Gün,gece; uyku, uyanıklık saatleri birbirine karışarak geçti günler. Bir tek değişmeyen, biraz daha büyümüş olan Sevgi’nin yaramazlıklarıydı.
Komşulardan bir tek Perihan Ayşe’deki çöküntünün derinliğinin farkındaydı. Ayşe’nin odasının ışığının sabahlara kadar yanması onu tedirgin ediyordu.
Perihan kadın’ın Ayşe yaşlarında, konfeksiyon atölyesinde çalışan bir kızı vardı.
Bir gün atölyeye yeni elemanlar alınacağı haberiyle geldi eve Zehra. Perihan kadının kafasında bir şimşek çaktı. Tam Ayşe’ye göreydi. Bu kadar sıkıntısı, belki oyalanacak bir işi olursa geçer, diye düşünüyordu.
Açtı ona konuyu:
Hem oyalanırsın, hem zamanın geçer. Düşünmeye bu kadar vakit ayırmazsan, sen de evdekiler de biraz rahatlarlar. İyi olur bence.”
“Hiç böyle bir şey düşünmemiştim bu güne kadar. Biraz düşüneyim”
Bu teklifi aldıktan sonra, artık iyice babasına benzeyen Sevgi’yle daha çok ilgilenmeye başladı. Artık her şeyi daha iyi anlıyor, annesini soru yağmuruna tutuyordu. “Sevgi de olmasa” ne yapardım” diye düşünüyordu onun artık mantıklı hale gelen sorularını cevaplarken. Onun babasının gözlerinin tıpkısı olan gözlerinin içine dalıyor, ciğerine sokası geliyordu.
Hasan, Bosna’da kızını hayallerinde büyütüyordu. Her gün onu düşünüyor, ne kadar boy atmış olacağını kafasında tasarlamaya çalışıyordu. Saray Bosna’da sular kesilmişti. Haftalardır elektrik yoktu. Tüm santraller Sırplar tarafından tahrip edilmiş, hayat durmuştu. Tam bir ölüm sessizliği içindeki şehirde zaman zaman feryat figan sesleri sessizliği bozan tek şeydi. Patlamayan bombalardan ince gri dumanlar yükseliyordu.
Hasan ve ekibi yeni patlamış bir bomba etrafındaki, sağ kalanları hastaneye yetiştirmeye gayret gösteren Kızılay ekibine yardım ediyorlardı.
Eli bastonlu, beli bükülmüş, süt beyazı sakalları göğsüne kadar sarkmış yaşlı bir adam kulübesinden çıkmış, hastane olarak kullanılan okul binasına doğru ilerlemeye çalışıyordu. Ne yazık ki fazla ilerleyemedi. Sırp hücumu yine başlamıştı. Hem yangın, hem tahrip bombaları atılıyordu uçaklardan. Tekrar evine girdi zor bela yaşlı adam. Bodruma sığındı ve şehrin büyük meydanına bakan bodrum penceresinden meydanın sessizliği ve ıssızlığı görünüyordu. Çevredeki binalardan alevlerle birlikte apartman boyu dumanlar yükseliyordu. Yaşlı adam, topraklarını, dinlerini, inançlarını korumak için savunma durumunda olan Bosnalılar için dua etti Yaratan’a. Birkaç dakika sonra tekrar hücum başladı. Alevlere yeni alevlerin, dumanlara yeni dumanların eklendiğini yaşlı adam gözleri yaşlı seyrediyordu. Dev gibi elleri olsun istedi o an, beli bükük olmasın, sakalı ak olmasın istedi. “ hey gidi günler... gün ola harman ola, ama ben göremem” diye geçirdi içinden.
Ayşe İstanbul’da her günkü işleriyle yine kafasında hep Hasan, uğraşıp duruyordu. Mektupların uzun süre kesilmesinden sonra bir iki mektup daha almış Hasan’dan, kafası biraz rahatlamıştı. Son zamanlarda mektup gelme zamanı, havalar uygun olmasına rağmen oldukça uzamıştı. İçinde büyük bir sıkıntı vardı bu sefer. Süre daha da uzayınca dayanamayıp askeri birliğe gidip sormaya başladı gecikmenin sebebini. Birkaç kez gidip geldikten sonra, bir cevap alamayınca içi acımaya başladı. Askeri birlik de bazı guruplardan haber alamadıklarını söylemişti çünkü.
Ayşe deliye dönecekti. Gelmeyecekti ne mektup, ne Hasan... içine öyle doğuyordu. Korktuğu başına gelmişti.
Ne yapmalı, kime gitmeliydi?
Haftalar, aylar bu kuşkuyla, korku ve tedirginlikle geçti. Gidiyor birliğin kapısına her gün. Her gün aynı belirsizlik cevabını alıyordu.
Günlerden bir gün, bir haber geldi Ayşe’ye. Haberi veren, askeri arabayla gelmiş iki askerdi. Bir şe
-
-
Senel hanım, kitabınızdan yayınladığınız bölünlere severek okuyoruz, yazı fontunu biraz büyültme imkanınız varmı acaba?
-
dün yazıyı büyüterek attım ama göremiyorum acaba kabul etmedimi 31-32-33
-
-
evet hersey güzel ama birazdaha büyük yazılsa yazılar daha güzel olur:)
-
31-32-33-
söylemiyor, sadece birliğe götürmeye geldiklerini söylüyorlardı. Apar topar hazırlandı. Koşarak merdivenleri indi.
Komutan onu karşıladı:
“Gel kızım, konuşacaklarım var. otur” dedi.
“Allahım inşallah hayırdır diye içinden geçirerek, beti benzi atmış, soluğu kesildiğinden hiç konuşamadan gösterilen yere oturup yüzüne baktı komutanın.
“Kızım, biliyorsun uzun zamandır haber alamıyorduk Hasan’dan. Dün gelen habere göre, kocan büyük kahramanlıklar göstermiş. Son kargaşa içinde o da varmış, ama maalesef onun şehit olduğu haberini aldık. Tanrıdan size sabır, ona da rahmet dilemekten başka elimizden bir şey gelmiyor maalesef.”
Ayşe, “şehit” sözcüğünden sonrakileri hiç duymadı.
“Olamaz. Yalan... yalan deyin ne olur. O yaralandı, gelecek, bana sürpriz yapıyorsunuz! Doğru söyleyin.” Diyerek büyük bir çığlık attı. Sonra boş boş komutanın yüzüne baktı ve gerçek olduğunu iyice anlayınca bir külçe gibi yığıldı yere.
Onu kaldırıp divana yatırdılar. Hazırda beklettikleri sağlık ekibi ilk müdahalesini yaptı hemen orada. Uzunca bir süre yattı orada.
Ayıldığında, “bir rüya gördüm, çok korkunçtu” diye düşündü ve etrafına bakındı. Hayır... gerçekti. Başladı hüngür hüngür ağlamaya. Gözlerinden yaş yerine kan akıyordu sanki. Onsuz nasıl yaşardı!
Son teselli görevlerini de yaptıktan sonra, bir daha kontrol ettiler ve bir arabaya bindirip gönderdiler onu evine.
Ayşe eve vardığında feryadı bütün sokağı çınlattı. Bütün apartman başına toplanmıştı.
Komşular hep birden onu teselliye çalışıyorlar, o durmadan,
“Hasanım, beni bırakıp nerelere gittin! Hani gelecektin!” diye durmadan feryat ediyordu.
Perihan kadın onu kucaklıyor arada bir de,
“Bak kızım, şehitlik mertebesi çok kutsaldır. Her insana nasip olmaz! Üzülme!” diyerek onu teselli ediyordu.
Ayşe, haftalarca, aylarca, gözlerinde hiç yaş kalmayıncaya kadar ağladı. Her gün Hasan’ın kıyafetlerini çıkarıyor ortalık yere, her birine teker teker sarılıyordu.
Hala, Ayşe’nin perişan halini Sevgi’den gizlemeye çalışsa da boşunaydı. Sevgi’nin artık aklı eriyordu her şeye. Biliyordu... babası artık gelmeyecekti. Hala, hasta haline rağmen Sevgi’nin her ihtiyacını görüyor, kendine bile bakacak hali kalmamış olan Ayşe’ye bir de onu yük etmemeye çalışıyordu.
Komşular hiç aksatmadan gelip gidiyorlar, onları yalnız bırakmıyorlardı. Hele Perihan kadın, her işlerine koşuyordu.
-
büyük yazı kabul etmiyor arkadaşlar...siz okurken kopyalayıp büyütün ..iyi okumalar
-
34...39-Ayşe Hasansız gecelere çalışıyor, ama olmuyordu. Sabahlara kadar fotoğrafları döküyor ortaya, teker teker bakarak ağlıyordu.
Ayşe’nin artık sakinleşti diye düşünüldüğü bir gündü. Sakince yemeğini yemiş, hiç ağlamamış ve yine sakince yatmaya gitmişti. Gece yarısı, şiddetli bir çığlık, bir bağırma sesiyle irkildi Hala. Hemen koştu sesin geldiği odaya. Ayşe’yi yatak odasında sürekli çığlık atıp, arada abuk sabuk konuşur ve saçlarını yolar buldu.
Ne yapacağını şaşıran, eli ayağına dolaşan kadın hemen en yakın komşuya haber etti. Bir doktor çağırdılar. Doktor teskin edici bir iğne yaptı. İlaç verdi.
Ayşe, kendinden habersiz yatarken, Sevgi etrafta şaşkın şaşkın dolaşıyordu. Annesine her fırsatta sokuluyor, kendinde olmayan vücuduna sarılıp, annesinin karmakarışık olmuş saçlarını düzelterek onu o küçük elleriyle teselliye-kendince-çalışıyordu. Onu öpüyor,
“Anneciğim... anne!” diye gözlerini açıp ona bakmasını bekliyordu. Bunu yaparken O küçücük çocuk bile hayatın ağır yükünün omzunda olduğunu hissediyordu.
Hasan’sız günler de gündü ve geçecekti. Ayşe de yavaş yavaş bunu kabullenmeye başladı. Kırgın, üzgün, ama ne yapsındı... Bir küçük çocuğu vardı ortada. Hem de Hasan’ın gözleri gibi gözlere sahip biri... Hasan’ın en büyük hatırası. Onun için yaşamalıydı.
Dul Ayşe
Bütün sevgisini kızına vermişti Ayşe. Zamanının tümünü onunla geçiriyordu. Perihan kadın ve kızı Zehra, bir abla, bir kardeş gibiydiler gerçekten ona.
Bir gün Zehra yeniden iş teklif etti ona:
“Gel seni işe koyalım Ayşe abla. Ben patronla konuşurum. Hala sevgiye bakar. İşimiz çok güzel”
“Belki iyi olur” sözlerine Ayşe’nin,
“Bunu, peki, olarak düşünüyorum ve patronla yarın görüşeceğim” deyip yüzüne baktı onun Zehra. Ayşe hiçbir şey demeyerek, onayını belli etti.
Ertesi gün sevinçle geldi Zehra:
“Müjde, Ayşe! Patronla konuştum. Gelsin görüşelim dedi” diyerek girdi içeri.
O gece Ayşe oturup Hala’yla uzun uzun konuştu. Çalışmak istemiyordu. Ama avunmak, teselli olmak, bir şeylerle oyalanmak lazımdı. Artık o yoktu. Onsuz yaşamayı, hayatla mücadele etmeyi, ayaklarının üzerinde durmayı öğrenmeliydi. Kızının bundan sonra hem anası, hem de babası olacaktı.
“Hala, sen Sevgi’ye bakarsan, ben de çalışır çabalarım” diyerek onun kesin görüşünü almak istedi.
“Sen kaygısız ol kızım. Benim de oyalanacak bir şeyim olur. Ona bakarım.”
Hala’nın bu sözleri rahatlattı Ayşe’yi. O gece erken yatmalıydı. Yarın iş için görüşmeye gitmek için karar verilmişti. Kucağında uyuklayan kızını yatağına yatırdı. Kendisi de yattı, ama uzun süre uyuyamadı.
Sabah olduğunda Ayşe erkenden kalkmış hazırlanmıştı. Zehra’yla birlikte, erkenden yola çıktılar. Fabrikaya geldiklerinde, hemen patronun odasının olduğu kata çıktılar. Ayşe odaya girmekte hâlâ kararsızdı. Acaba iyi mi ediyordu? Kalbi küt küt atmaya başladı. Girdiler sonunda.
“Günaydın efendim. Size bahsettiğim arkadaşım Ayşe hanım bu” diyerek tanıttı onu. Patron:
“Buyurun oturun. Hoş geldiniz. Zehra anlatmıştı sizi. Burası bir konfeksiyon fabrikası. Nasıl çalışacağınız konusunda ustabaşı size yardımcı olacak. Bir soracağınız varsa sorun”
Teşekkür ederek ayrıldılar odadan. Atölyeye geldiklerinde ustabaşı onları karşıladı. Onu tezgahların başında nasıl çalışıldığını, kendisinin yapacağı işlerin neler olduğunu birer birer izah etti ve güvenliği için dikkat etmesi gereken kuralları sıraladı.
Büyük bir atölyeydi çalışacağı birim. Burada çok sayıda kadın ve kız çalışıyordu.
Ayşe de bir makinede elbiselere ilik açacaktı. Şimdilik kolay gibi görünüyordu. Ama ustabaşını pek gözü tutmamıştı. Pek sıvaşık bir tipti. İş gösterme bahanesiyle sürekli ona yaklaşıyor, neredeyse ona sürtünecek kadar yakın duruyordu hep. Ayşe, onun daha ilk günden samimiyet kurma peşinde olduğu hissine kapılmıştı.
Ayşe, kolay sandığı işin pek de kolay olmadığının farkına vardı. Ne de olsa acemisiydi işin. Ustabaşı da bunu fırsat biliyor ona hep yardım ediyordu. Ayşe, ürkek bir kuş gibi tedirgindi.
O gün akşam olup, mesai bittiğinde, çıkış kapısında Zehra ile buluştular. Eve varıncaya kadar, o gün başlarından geçen olayları birbirine anlattılar.
Ayşe koşarak çıktı evinin merdivenlerini. Kapıyı hızla açtı. Yavrusunu, Sevgi’sini özlemişti. Sevgi de zaten onu bekleyip duruyordu.
“Annecim” diyerek kollarına atıldı. Kızına sarılırken hala’ya sordu:
“Halacığım, ne yaptınız bu gün... umarım seni yormamıştır!?”
“Yok kızım. Onunla oynadık, yemeğimizi yedik ve uyuduk. Çok akıllı bir kız annesi” diyerek Sevgiyi övdü Hala.
Bu sahne her akşam yaşandı evde. Olaylara biraz alışmışlardı. Her gün Ayşe işine gidiyor, akşamları genelde çok yorgun döndüğü için yemekten hemen sonra kızını koynuna alıp uyumaya, odasına çekiliyordu.
Aradan aylar geçmişti. Günlerden bir gün, atölyede çalışırken ustabaşı ona bir yığın kutu vermiş, onları aşağıdaki ambara koymasını istemişti. Ayşe kutuları aldı ve ambarın merdivenlerinden aşağıya indi.
Burası çok sessiz ve karanlık bir yerdi. Tavandaki pencereden sızan ışıkta olmasa hiçbir şey görünmeyecekti neredeyse. Biraz ilerledi. Kutuları bırakacak uygun bir köşe bulup bırakarak hemen koşar adım çıkmaktı işinin başına. Sağa sola bakındı. Alel acele kutuları yerleştirdi bir köşeye. Tam arkasını dönüp gidecekti ki, bir kol sarıldı beline.
O an hızlı bir şekilde düşündü. Çığlık atsa rezil olacaktı. Kimse ne olup bitiğini bilemezdi ki... bağırmak rezillik olurdu. Kendi kendine kurtulmalıydı ondan. Çırpındı. Kaçmaya çalıştı. Onu saran kolların sahibi bir yandan da boynunu öpmeye çalışıyordu. Ayşe boynunu öpmesini engellemek için kendini zorlarken yerdeki kutulardan birinin üzerine yan bastı ve yere yuvarlandılar beraber. Adamın bir eli belinden sıkıca tutuyor, öbür eli bacaklarında geziyordu. Nasıl olduysa bir ara elinden kurtuldu adamın duvarda dayalı duran tahtalardan birisini kaptı ve hızla adamın kafasına indirdi. Koşarak merdivenleri çıkacak kadar zaman bulabilmişti.
Üstünün başının yırtığıyla hemen patronun odasına koştu sekreter onu engellemek istediyse de başarılı olamadı.
Patron babacan bir adamdı. Onu başından sonuna kadar dinledi önce, sonra ustabaşını hemen işten attı.
-
atıktan sonra ..bu aradaki boşluğu düzeltemedim ..malesef
-
yazınızın devamını bekliyoruz çok güzel...
-
takip ettiğinizden dolayı teş.
-
41----
O günden sonra Ayşe işine daha bir sıkı, dört elle sarıldı. Huzurla çalışmaya başladı.
Aradan aylar geçmişti. Bir gün Ayşe’yi garnizondan çağırdılar. İşten izin alıp hemen koşturdu. Onu bir toplantı salonuna almışlardı. Salonda kendisinden başka bir yığın insan vardı.
Komutan bir konuşma yaptı onlara ve sırayla şehitlik madalyası verdi orada bulunanlara.
Salonu terk ettiğinde komutanın,
“Kızım, eşin Hasan şehitlik mertebesine erişti. Vatanı için seve seve canını verdi. O bir kahramandı. Bu madalyayı almaya hak kazandı. Sana onun madalyasını takdim etmekten şeref duyarım.” Sözleri hâlâ kulağındaydı. Madalyayı çıkardı cebinden, komutandan alırken öptüğü gibi, sokak ortasında bir daha öptü ve yerine koydu yeniden. Komutandan madalyayı alırken ağladığı gibi bir ağıt tuttu onu sokak ortasında. Yüzlerce aile vardı içeride. Kimilerinki şehit, kimilerinki gaziydi. Hepsi çok üzgündü. Hiç kimse canlarını askere gönderirken onların geri gelemeyeceklerini akıllarından geçirmemişlerdi.
Fidan gibi delikanlıların çoğu, kollarını, bacaklarını yitirmişlerdi. Acısı tazelenmiş Ayşe’nin küllenen ateş yine içini bir kor gibi yakmaya başlamıştı. Cebindeki madalyaya dokunuyor parmaklarıyla ve, “Hasan gelecekti. Öyle demişti” diyerek kendi kendine konuşuyordu. Bu haksızlıktı...
Eve gelip yukarı çıktığında, Hala ve Sevgi uyumuşlardı. Madalyayı yastığının altına koydu ve yatağa uzandı. Gözlerini kapattı. Hasan’ın hayali yanındaydı. Sanki hiç gitmemişti. Kapıdan eğilip onu süzüyordu. Hep böyle şakalar yapardı. Ayşe yi kızdırırdı. Ne tatlı bakardı ama...
“Gel aşkım, gel! Ne olur gel! Biliyorum sen ölmedin. Ruhun hep bizimle. Bizi terk etme ne olur” diye sesli sesli konuştu kendi kendine.
Gözünü açtığında ne Hasan vardı ne de ona gülümseyen gözler.
Ağladı, ağladı ve daldı sonunda...
Artık o zayıf bünyesi dayanamıyordu. Sabaha kadar kabuslar gördü o gece. Sabah uyandığında Hala kalkmış erkenden kahvaltıyı hazırlamıştı. Elini yüzünü yıkadı oturdu masaya. Sevgi henüz uyanmamıştı. Hala’yla dertleşerek son çayını içmeye başladı. Çantasından bir paket sigara çıkardı. Bir tane yaktı ve paketi masanın üzerine koydu. Hala şaşırdı onun bu hareketine:
“Kızım, yavrum, sigaraya mı başladın!”
“Sorma halacığım... acımı hafifletiyor.”
“Yapma kızım, daha yaşın çok genç. Kendini toparla.canına yüreğin acısın!”
“Olmuyor. Onu unutamıyorum bir türlü. Keşke onu bu kadar sevmeseydim.” Dedikten sonra giyinip hazırlandı. Kızını yatağına eğilip öptü. Sevgi açtı hemen gözlerini. Annesi onu giydirip saçlarını taradı. Kucağında masaya kadar taşıdı. Kahvaltısını eliyle yaptırmaya başladı.
Sevgi durmadan sorular soruyordu:
“Anne babam ne zaman gelecek? Onu çok özledim? Yanına gidelim...”
“Bak Sevgi, baban artık gelmeyecek. O bir melek oldu. Bizi hep bulutların üzerinden izleyecek. Akıllı durursan sevinecek, yaramazlık yaparsan üzülecek.”
“Melek ne demek anne? Ben de melek olmak istiyorum!”
Ayşe, onun sorularına daha fazla cevap veremedi. Koşarak banyoya gitti. Hala, Sevgiye kahvaltısını kendisi yaptırmaya başladığında, banyodan Ayşe’nin hıçkırıkları duyuluyordu.
Elini yüzünü yıkadı. Mantosunu giydi ve evden çıktı. Biraz oyalanmış ve gecikmişti. Zehra’ya bakındı. Yoktu. Erken gitmiş olmalıydı. Daha fazla gecikmemek için aceleyle caddeye yürüdü.
İşe geldiğinde, zamanı unutmuş olduğunu, oldukça geç kaldığını anladı. Yeni ustabaşı sert bir şekilde- alayvari-
“Ooo, Ayşe hanım, buyursunlar. Niye zahmet ettiniz!?” diyerek azarladı onu.
“Bir daha olmaz efendim. Çok özür dilerim” diyerek aceleyle makinesinin başına oturup çalışmaya başladı.
Büyük bir gayretle çalışıyor, yorgun argın evine gidiyordu. Aldığı maaş zar zor idare ediyordu. İşini kaybetmemek için büyük bir titizlik gösteriyordu. Ona şehitlik maaşı bağlamışlardı. Ama o, o maaşa hiç dokunmuyordu. Bankada kızının adına bir hesap açtırarak, Sevginin geleceğini garantiye almak istiyordu.
İkinci Aşk- İkinci Yangın
Aradan uzun bir süre geçti. Mevsimler döndü durdu birbiri peşi sıra. Bir tek Hasan dönmüyordu.
Sevgi büyümüş, okul çağı gelmişti. Defterler kalemler alındı. Forması giydirildi. Artık o okulluydu.
Çok seviyordu okulunu Sevgi. Her gün okullu kızını özenle giydiriyor Ayşe, onu servisine eliyle bindiriyordu.
İş arkadaşları arasında Ahmet adında biri vardı. Ayşe’ye her fırsatta yardım ediyordu. Aynı semtte oturuyor oluşlarından birkaç kez beraber yürümüşler işe giderken, sonra bu alışkanlık epey sürmüş ve birbirleriyle dertleşir olmuşlardı.
Yine bir gün Ahmet’le yan yana yürürlerken Ahmet’in eli eline değdi Ayşe’nin. İçi ürperdi birden. Tüyleri diken diken oldu. “nedir bendeki bu değişiklik Allahım!?” diye düşündüğü sıra Ahmet usulca elini tutmuştu. Nedense hiç elini çekmedi. Öylece kalakaldı. Kanının donduğunu hissetti. Olamazdı böyle şey... ne yeri, ne de zamanıydı. Ama çekemedi elini. Bir müddet öyle, sesizce yürüdüler.
Artık her gün, aksatmadan yol boyu yürüyorlardı. Ayşe bu ilişkiye bir ad koyamamıştı. Neydi bu. Aşk mıydı!? Hayır, aşk olamazdı. O zaten Hasan’a aşıktı. “Olamaz,... olmamalı! Ben kalbimin kapısını kapattım. Hasan’ı unutamam! Unutmamalıyım. O ilk göz ağrım benim!” diye, kendi kendine öfkelenerek düşündü. Aklından, Hasanla geçirdiği mutlu günleri, düşündü: onu ölesiye sevmişti. Ürperdi. Tüyleri diken diken oldu. İçinden, peki, bu elini tuttuğum adam kim! Niçin, ona her dokunduğumda içim bir hoş oluyor! Aklımı mı kaçırıyorum” diye düşündü.
Ayşe bunları içinden geçirirken Ahmet’le yine el eleydiler. Bu düşüncelerin etkisiyle elini çekmek istedi. Yine ilk seferki gibi, yapamadı. Sevgi neydi!? Bir dokunuş, bir temas mıydı!? İçini titreten, adını koyamadığı bu duygu aşk mıydı?
Bu kafasında döndü durdu gün boyu. Gece sabahlara kadar düşündü. Bunu birisiyle paylaşmalıydı. Kime açabilirdi. Hala’ya anlatsa o yaşlı kadın acaba anlar mıydı. Sonra Zehra aklına geldi. Ne de olsa o gençti. Aşktan anlardı.
O gün Zehra’ya kendisiyle kalmasını rica etti. Zehra onun yalnızlık çektiğini bildiğinden, bu teklifi seve seve kabul etti.
O gece Zehra’yla sabaha kadar konuştular. Zehra durumu anlamıştı. Sonunda ona şu aklı verdi:
“O adamı seviyorsun. Bırak kendini, ölenle ölünmez. Gençsin, güzelsin... kızın daha küçük sayılır. Aklı ermeden o da o adamı sever, baba bilir.”
Ayşe’nin aklı yatmıştı yatmasına da, yine de içine sindiremiyordu. Ne olursa olsun, Hasan’a ihanet olarak düşünüyordu bir başkasıyla beraber olmayı. Düşünmek korkunçtu. Bir türlü içinden çıkamıyordu.
Her gün Ahmet’le buluşuyor, dertleşiyordu o kadar... iş kendiliğinden zamana bırakılmıştı. Böylesi uygun gelmişti ona. El ele, aşıklar gibi gezmeleri bile düşüncesini değiştirmiyor, bir türlü kesin kararını veremiyordu.
Bir gün, Ahmet,
-
hadi arkadaşlar bu gün yaşadınız .......iki bölüm oldu ....iyi ve neseli okumalar