atıktan sonra ..bu aradaki boşluğu düzeltemedim ..malesef
Yazdırılabilir Görünüm
atıktan sonra ..bu aradaki boşluğu düzeltemedim ..malesef
yazınızın devamını bekliyoruz çok güzel...
takip ettiğinizden dolayı teş.
41----
O günden sonra Ayşe işine daha bir sıkı, dört elle sarıldı. Huzurla çalışmaya başladı.
Aradan aylar geçmişti. Bir gün Ayşe’yi garnizondan çağırdılar. İşten izin alıp hemen koşturdu. Onu bir toplantı salonuna almışlardı. Salonda kendisinden başka bir yığın insan vardı.
Komutan bir konuşma yaptı onlara ve sırayla şehitlik madalyası verdi orada bulunanlara.
Salonu terk ettiğinde komutanın,
“Kızım, eşin Hasan şehitlik mertebesine erişti. Vatanı için seve seve canını verdi. O bir kahramandı. Bu madalyayı almaya hak kazandı. Sana onun madalyasını takdim etmekten şeref duyarım.” Sözleri hâlâ kulağındaydı. Madalyayı çıkardı cebinden, komutandan alırken öptüğü gibi, sokak ortasında bir daha öptü ve yerine koydu yeniden. Komutandan madalyayı alırken ağladığı gibi bir ağıt tuttu onu sokak ortasında. Yüzlerce aile vardı içeride. Kimilerinki şehit, kimilerinki gaziydi. Hepsi çok üzgündü. Hiç kimse canlarını askere gönderirken onların geri gelemeyeceklerini akıllarından geçirmemişlerdi.
Fidan gibi delikanlıların çoğu, kollarını, bacaklarını yitirmişlerdi. Acısı tazelenmiş Ayşe’nin küllenen ateş yine içini bir kor gibi yakmaya başlamıştı. Cebindeki madalyaya dokunuyor parmaklarıyla ve, “Hasan gelecekti. Öyle demişti” diyerek kendi kendine konuşuyordu. Bu haksızlıktı...
Eve gelip yukarı çıktığında, Hala ve Sevgi uyumuşlardı. Madalyayı yastığının altına koydu ve yatağa uzandı. Gözlerini kapattı. Hasan’ın hayali yanındaydı. Sanki hiç gitmemişti. Kapıdan eğilip onu süzüyordu. Hep böyle şakalar yapardı. Ayşe yi kızdırırdı. Ne tatlı bakardı ama...
“Gel aşkım, gel! Ne olur gel! Biliyorum sen ölmedin. Ruhun hep bizimle. Bizi terk etme ne olur” diye sesli sesli konuştu kendi kendine.
Gözünü açtığında ne Hasan vardı ne de ona gülümseyen gözler.
Ağladı, ağladı ve daldı sonunda...
Artık o zayıf bünyesi dayanamıyordu. Sabaha kadar kabuslar gördü o gece. Sabah uyandığında Hala kalkmış erkenden kahvaltıyı hazırlamıştı. Elini yüzünü yıkadı oturdu masaya. Sevgi henüz uyanmamıştı. Hala’yla dertleşerek son çayını içmeye başladı. Çantasından bir paket sigara çıkardı. Bir tane yaktı ve paketi masanın üzerine koydu. Hala şaşırdı onun bu hareketine:
“Kızım, yavrum, sigaraya mı başladın!”
“Sorma halacığım... acımı hafifletiyor.”
“Yapma kızım, daha yaşın çok genç. Kendini toparla.canına yüreğin acısın!”
“Olmuyor. Onu unutamıyorum bir türlü. Keşke onu bu kadar sevmeseydim.” Dedikten sonra giyinip hazırlandı. Kızını yatağına eğilip öptü. Sevgi açtı hemen gözlerini. Annesi onu giydirip saçlarını taradı. Kucağında masaya kadar taşıdı. Kahvaltısını eliyle yaptırmaya başladı.
Sevgi durmadan sorular soruyordu:
“Anne babam ne zaman gelecek? Onu çok özledim? Yanına gidelim...”
“Bak Sevgi, baban artık gelmeyecek. O bir melek oldu. Bizi hep bulutların üzerinden izleyecek. Akıllı durursan sevinecek, yaramazlık yaparsan üzülecek.”
“Melek ne demek anne? Ben de melek olmak istiyorum!”
Ayşe, onun sorularına daha fazla cevap veremedi. Koşarak banyoya gitti. Hala, Sevgiye kahvaltısını kendisi yaptırmaya başladığında, banyodan Ayşe’nin hıçkırıkları duyuluyordu.
Elini yüzünü yıkadı. Mantosunu giydi ve evden çıktı. Biraz oyalanmış ve gecikmişti. Zehra’ya bakındı. Yoktu. Erken gitmiş olmalıydı. Daha fazla gecikmemek için aceleyle caddeye yürüdü.
İşe geldiğinde, zamanı unutmuş olduğunu, oldukça geç kaldığını anladı. Yeni ustabaşı sert bir şekilde- alayvari-
“Ooo, Ayşe hanım, buyursunlar. Niye zahmet ettiniz!?” diyerek azarladı onu.
“Bir daha olmaz efendim. Çok özür dilerim” diyerek aceleyle makinesinin başına oturup çalışmaya başladı.
Büyük bir gayretle çalışıyor, yorgun argın evine gidiyordu. Aldığı maaş zar zor idare ediyordu. İşini kaybetmemek için büyük bir titizlik gösteriyordu. Ona şehitlik maaşı bağlamışlardı. Ama o, o maaşa hiç dokunmuyordu. Bankada kızının adına bir hesap açtırarak, Sevginin geleceğini garantiye almak istiyordu.
İkinci Aşk- İkinci Yangın
Aradan uzun bir süre geçti. Mevsimler döndü durdu birbiri peşi sıra. Bir tek Hasan dönmüyordu.
Sevgi büyümüş, okul çağı gelmişti. Defterler kalemler alındı. Forması giydirildi. Artık o okulluydu.
Çok seviyordu okulunu Sevgi. Her gün okullu kızını özenle giydiriyor Ayşe, onu servisine eliyle bindiriyordu.
İş arkadaşları arasında Ahmet adında biri vardı. Ayşe’ye her fırsatta yardım ediyordu. Aynı semtte oturuyor oluşlarından birkaç kez beraber yürümüşler işe giderken, sonra bu alışkanlık epey sürmüş ve birbirleriyle dertleşir olmuşlardı.
Yine bir gün Ahmet’le yan yana yürürlerken Ahmet’in eli eline değdi Ayşe’nin. İçi ürperdi birden. Tüyleri diken diken oldu. “nedir bendeki bu değişiklik Allahım!?” diye düşündüğü sıra Ahmet usulca elini tutmuştu. Nedense hiç elini çekmedi. Öylece kalakaldı. Kanının donduğunu hissetti. Olamazdı böyle şey... ne yeri, ne de zamanıydı. Ama çekemedi elini. Bir müddet öyle, sesizce yürüdüler.
Artık her gün, aksatmadan yol boyu yürüyorlardı. Ayşe bu ilişkiye bir ad koyamamıştı. Neydi bu. Aşk mıydı!? Hayır, aşk olamazdı. O zaten Hasan’a aşıktı. “Olamaz,... olmamalı! Ben kalbimin kapısını kapattım. Hasan’ı unutamam! Unutmamalıyım. O ilk göz ağrım benim!” diye, kendi kendine öfkelenerek düşündü. Aklından, Hasanla geçirdiği mutlu günleri, düşündü: onu ölesiye sevmişti. Ürperdi. Tüyleri diken diken oldu. İçinden, peki, bu elini tuttuğum adam kim! Niçin, ona her dokunduğumda içim bir hoş oluyor! Aklımı mı kaçırıyorum” diye düşündü.
Ayşe bunları içinden geçirirken Ahmet’le yine el eleydiler. Bu düşüncelerin etkisiyle elini çekmek istedi. Yine ilk seferki gibi, yapamadı. Sevgi neydi!? Bir dokunuş, bir temas mıydı!? İçini titreten, adını koyamadığı bu duygu aşk mıydı?
Bu kafasında döndü durdu gün boyu. Gece sabahlara kadar düşündü. Bunu birisiyle paylaşmalıydı. Kime açabilirdi. Hala’ya anlatsa o yaşlı kadın acaba anlar mıydı. Sonra Zehra aklına geldi. Ne de olsa o gençti. Aşktan anlardı.
O gün Zehra’ya kendisiyle kalmasını rica etti. Zehra onun yalnızlık çektiğini bildiğinden, bu teklifi seve seve kabul etti.
O gece Zehra’yla sabaha kadar konuştular. Zehra durumu anlamıştı. Sonunda ona şu aklı verdi:
“O adamı seviyorsun. Bırak kendini, ölenle ölünmez. Gençsin, güzelsin... kızın daha küçük sayılır. Aklı ermeden o da o adamı sever, baba bilir.”
Ayşe’nin aklı yatmıştı yatmasına da, yine de içine sindiremiyordu. Ne olursa olsun, Hasan’a ihanet olarak düşünüyordu bir başkasıyla beraber olmayı. Düşünmek korkunçtu. Bir türlü içinden çıkamıyordu.
Her gün Ahmet’le buluşuyor, dertleşiyordu o kadar... iş kendiliğinden zamana bırakılmıştı. Böylesi uygun gelmişti ona. El ele, aşıklar gibi gezmeleri bile düşüncesini değiştirmiyor, bir türlü kesin kararını veremiyordu.
Bir gün, Ahmet,
hadi arkadaşlar bu gün yaşadınız .......iki bölüm oldu ....iyi ve neseli okumalar
42-43-44
, Ahmet,
“İzin alalım mı yarın?” dedi. “Aylardır dışarıda yemek yemedim...” Ahmet’in her sözüne olduğu gibi buna da itiraz etmedi Ayşe.
Bir mazeret uydurup aldılar izni. İş çıkışında, ikisi de çocuklar gibi hür hissettiler kendilerini. Çarşıları dolaşıp alış veriş yaptılar. Sonra deniz kıyısına gittiler. Mevsim kıştı. Kimsecikler yoktu sahilde. Keyiflerince şakalaştılar. Ayşe ilk defa kuş gibi hafif hissediyordu kendini. Bir kanatları eksikti. Sonra bir kır kahvesine uğradılar. Üzerleri kalın olduğundan dışarıda oturmak istediler. Bembeyaz kar vardı yerde. Beyaz bir deniz gibi uzanıyordu önlerinde. Rüzgar saçlarını uçuşturuyordu Ayşe’nin. Onları tutan tokaya isyan ediyorlardı.
Ahmet uzandı, tokayı açtı. Şimdi özgürdüler. Her teli karda koşuşturan çocuklar gibi uçuşmaya başladı. Aşk Ayşe’nin gözlerine bambaşka bir parlaklık katmıştı. Hiç bu kadar heyecanla bakmamıştı dünyaya Hasan’ı kaybedeli. Yıllardır dökülen göz yaşı nihayet dinmişti.
Ahmet onun yüzündeki mutluluğu okuyunca uzattı elini onun yüzünü okşadı parmaklarını çenesinin altında gezdirdi. Sonra dudaklarının kenarına yüzüne gülücük çizmek istermiş gibi dokundu.
Ayşe öptü, yüzüne gülücük çizen parmağı. Ahmet de en az Ayşe kadar heyecanlanmıştı.
İçleri ürpermiş, üşümüşlerdi. Kalktılar. Hava soğumuştu. Ayşe titriyordu. Baş döndürücü duyguların heyecanından mıydı titremesi, yoksa dışarıda oturmuş olmalarından mıydı... bilemiyordu. Onun titrediğini gören Ahmet attı kolunu Ayşe’nin boynuna kendine doğru çekip başını göğsüne doğru, ısıtmak istermiş gibi bastırdı.
Onun bu hareketi Ayşe’ye öyle bir güven vermişti ki, iyice sokuldu ona. Onun koruyucu kanatları altında sıcak bir yere girmeliydiler. Tenha bir köşede ufak bir lokanta gözlerine çarptı. Onların lokantaya doğru geldiklerini gören lokantacı çıktı kapıya kadar, buyur etti onları.
Girdiler. Etraf kırık döküktü. Eski sandıklarla derme çatma yapılmış, köy lokantası tipli bir yerdi. Eskimiş tahta sandalyelere çöktüler. Lokantacının her hareketinden telaşlandığı gözleniyordu. Belli ki kimsenin bu mevsimde uğramadığı bir yerdi ve hazırda pek bir şeyler yoktu. Kendilerinden başka hiç müşteri yoktu içeride. Ortada eski bir soba çıtır çıtır yanıyordu. Oturdukları yer pencere kenarıydı. Çatlamış camdan dışarısı gözüküyordu. Bahçedeki karlar kürenmiş, toprak ortaya çıkmıştı. Ağaçların tek tük kalan yaprakları rüzgarın etkisiyle bahçeye dökülmüş, ara sıra da birkaç yaprak uçarak konuyor aralarına, yaprakları, üfleyen rüzgar bir beri bir öte uçuşturup duruyordu.
Ağacın son kalan yapraklarına takıldı ikisinin de gözü. Ayşe, pencerenin hemen önündeki çatı altına gizlenmiş dalda yan yana kalmış iki tek yaprağı göstererek,
“Bak, bu iki yapraktan birisi sen, birisi ben. Nasıl da birbirlerine sokuluyorlar.” Ahmet baktı yapraklara, güldü. Ayşe’nin ellerini avucuna aldı, öptü. Tam o sırada yapraklardan birini uçurdu rüzgar,
“Bak bak!” dedi Ayşe heyecanla “birisi uçtu, o benim!” o bunları söylerken öbür yaprak da koptu dalından.
“Bak!” dedi Ahmet “Bu da ben, seni hiç yalnız bırakır mıyım!”
Lokantacı tek çorba olduğunu söylemişti girerlerken. Geldi ısıtılan çorbalar. Ekmekleri sobanın üstünde gevretmişti. Mis gibi kokuyordu gevretilmiş ekmekler.
Çok acıkmış oldukları ekmek kokusunu aldıklarında akıllarına gelmişti ancak. Aceleyle çorbalarını içtiler.
Çıkarken lokantadan,
“Bizim evde içelim mi çaylarımızı? Diye sordu Ayşe’ye. Ayşe hiç nazlanmadı. Onun yaşadığı yeri çok merak ediyordu.
Beraber, el ele taksiye bindiler. Ayşe, arabada başını onun omzuna koydu. Başı Ahmet’in omzundayken, uzun zamandır başını koyacak bir omuz bulamadığını düşündü. Araba karlar arasında açılmış engebeli kır yolunda beşik gibi sallanarak ilerliyordu. Ahmet baktı omzuna yaslı yüze, hafifçe gözlerini aşağıya doğru kaydırarak. Uyumuş olduğunu görüp Ayşe’nin içinden binbir güzel duygu geçirdi bir saniyede. Sonra daldı onun yüzünün detaylarına. Onu hiç bu kadar yakından görmemişti bu güne kadar. Ne kadar güzel bir yüzü vardı. Uzun, siyah kirpikleri ok gibiydi. Kalbine saplanıyordu sanki. Dudakları kırmızı, rüzgarda uçuşup üst üste konmuş iki gül yaprağını andırıyordu. Aslan yelesi siyah saçları arabanın sarsıntısıyla boynuna sürtündükçe onu çıldırtıyordu.
Eve geldiklerinde, utanmasa arabayı sabaha kadar durduracak kapıda, onun başını omzundan kaldırtmayacaktı. Bir iki saniye durdu şoför. Yüzüne baktı Ahmet’in.
Ahmet mecburen omzuna yaslı bu meleği uykusundan uyandırmak zorunda kaldı:
“Kalk Ayşe eve geldik!
güzel bir aşk
gerçektende öyle devanımda neler olacak acaba?
45-46-47-
Ayşe, kaldırdı kafasını, gülümsedi ona ve aceleyle indiler taksiden.
Ev bir çatı katındaydı. Dar, loş, bakımsız bir merdivenden yukarıya çıktılar. Ahmet çıkardı anahtarı cebinden, açtı kapıyı.
Ev sevimli, biraz dökük saçık, ama temiz bir yerdi.
“Sen mantonu çıkar, ben çayı koyayım. Şimdi ısınırız” diyerek mutfağa geçti Ahmet. Ayşe sağa sola bakıyor, etrafı inceliyordu.
Ufak bir masa, birkaç sandalye, bir iki eski koltuk yerde küçük, eski bir halı vardı. Pencereden İstanbul kuşbakışı görünüyordu. İçeride ufak bir oda daha vardı. Orada da ufak bir karyola ve bir gardırop bulunuyordu sadece.
Bu sırada Ahmet çayı koymuş, eve dalmış olan Ayşe’yi seyrediyordu arkadan.
“Biraz kirli, biraz da dağınık... nasıl buldun?” dedi.
“Çok beğendim. Bekar evi böyle olur.”
Ahmet, kaşla göz arasında bir paket çıkarıverdi ortaya ve,
“Bu senin için... bakalım beğenecek misin? ben çay bardaklarını hazırlayayım.” Şaşırdı ve sevindi Ayşe. Ahmet, onun daha teşekkür etmesine fırsat kalmadan, sanki mutfağa özellikle kaçıvermişti.
Ayşe, onunla yaptıkları alışveriş sırasında, bir hediye aldığını fark etmemişti. Ne olabilirdi? Merakla paketi açtı.
Kutuyu açınca gözlerine inanamadı. Pakette, askılı dantelden mini bir gecelik, minicik bir külot vardı. Önce çok utandı. Sonra kapının arkasına geçip onları giydi. Çok beğenmişti. Öylece bir süre kaldı.
Tam o sırada Ahmet elinde çay bardaklarıyla geliverdi.
“Ayşe çay haz....” diyebildi ancak. Dondu kaldı Ayşe’yi aldığı kıyafet içinde görünce. O kadar yakışmıştı ki ona. Elindeki tepsiyi usulca bıraktı yandaki sandalyenin üzerine, Ayşe’ye yaklaştı. Saçlarından öpmeye başladı. Sonra sırayla öpücük yağmuruna tuttu her yanını. Kucakladı onu yatağa yatırdı. Kolları o kadar güçlüydü ki... Bir yandan da hızla soyunuyordu. Birkaç dakika içinde, sarmaş dolaş, tek vücut oluvermişlerdi. Aşk ihtiras, coşku, şehvet... hiçbir eksik duygu yoktu aralarında. Sanki kırk yıl ayrı kalmış da birbirlerine kavuşmuş karı koca gibiydiler.
İşte ne olduysa o anda oldu... Ayşe ani bir hareketle Ahmet’i itiverdi birden. Kalktı. Mantosunu giydi aceleyle, elbiselerini toparlayıp eline aldı ve koşar adım, ağlayarak merdivenlerden indi.
Yol ortasında hem koşuyor, hem ağlıyordu. “Ben ne yapıyorum! Nasıl yapabilirim!? Ben Hasan’ın karısı değil miyim!” diyerek sızlandı. Sevgi’nin yüzüne nasıl bakardı! Ona nasıl kızım, derdi! Bu affedilmeyecek bir günah olurdu. Ve o bu günahla yaşayamazdı. Kocasının kemikleri sızlardı. Bir mezarı bile olamayan Hasan’a bu yapılır mıydı! Bir mezar taşı olsun isterdi. İsterdi ki, şu an onun mezar taşına başını vursun vursun ağlasın, ondan kendisini affetmesini istesindi. Ama yoktu işte Hasan’ın mezar taşı. “Kafamı hangi taşlara vurayım Allahım!?” diye bağırdı. “Arzularımın peşine düştüm. Kendimden utanıyorum!” dedi sonra.
Sustu birden bire. Caddede tek tük adamlar gelip geçiyorlardı çünkü. Onun kendi kendine konuştuğunu duymuş, dönüp dönüp garip garip baktıklarını fark etmişti çünkü.
Adımlarını hızlandırdı. Saatlerce yürüdü. Kalabalık bir caddeye gelmişti. Bir satıcıdan bir poşet aldı ve elbiselerini poşete koyup eline aldı. Saçlarını topladı. Mantosunun alt düğmelerinin iyice kapanmış olup olmadığını kontrol etti. Allahtan tüm düğmeler iliklere geçirilmişti. Mantosu uzun ve bolcaydı. Hiçbir yerinin görünmediğinden emin olunca biraz rahatladı. Yaşlı gözlerini sildi.
Eve geldiğinde, oldukça geçti vakit. Hala ve Sevgi uyumuşlardı. Odasına girdi. Mantosunu çıkardı. Dolabın aynasına baktı. Hali perişandı. Orada öyle durup kendini seyretti. Ne yapacağını bilemedi. Geceliği çıkarmak istedi, ama yapmak içinden gelmedi. Sonra dolabı açtı, Hasan’ın madalyonunu çıkardı. Boş boş baktı bir süre. Sonra dudaklarına götürdü madalyonu. “Affet beni ne olur! Az kaldı, bir hata yapıyordum Hasan’ım!” dedi ve madalyonu öpe öpe birkaç saat ağladı.
Madalyon elinde, gecelik sırtında yatağa girdiğinde hala gözleri yaşlıydı.
O gece rüyasında, Hasan’ı ve Ahmet’i birlikte gördü. Yarım kalan geceyi rüyasında tamamlıyor, Hasan’ın onu suçlayan sözleri kalbini deliyordu.
O gece gördükleri. Rüya, kabus, şehvet, utanma, suçluluk duygusu... sanki tüm hayatının kısa bir özeti gibiydi. Sonsuz sevinçler yaşamış, korkunç acılar çekmişti.
Sabah olduğunda çıkardı geceliği üstünden, özenle katladı, bir kutuya koyup dolaba kilitledi. Madalyonu
eski ve yeni aşk ikilem yaşıyor bakalım hangisi galip gelecek
48-49-50
Madalyonu bir zincire taktı ve boynuna astı. Kazağını giydi. Madalyonu kazağının altına koydu. Kıpırdadıkça göğsünün üstünde varlığı hissedilen madalyon sanki ona Hasan’ın varlığını da hatırlatmış olacaktı.
“Anneciğim, seni çok özlüyorum” diye seslenişiyle Sevgi’nin ayrıldı hayallerinden, kapıdan başını uzatan kızının gözlerine baktı.
“Ben de özlüyorum canım kızım!” diyerek onu kucakladı öptü, öptü... Sevgi devam etti annesinin kucağında konuşmasına:
“Çalışıyorsun. Ev gelince bile seni göremiyorum. Öğretmenim defterime yıldız attı. Bir de aferin yazdı... defterimi getirip göstereyim mi? akşam gösterecektim. Ama uyumuşum...”
“Özür dilerim kızım. Bir daha olmaz. Hadi getir de bakayım”
Sevgi koşarak defterini getirmeye gittiğinde Ayşe kahvaltı hazırlığı için mutfağa girdi. Bu sırada Hala da mutfağa geldi, Ayşe’ye günaydın, dedikten sonra konuşmaya başladılar:
“Akşam geç mi geldin, yoksa biz mi erkenden dalmışız kızım. Geldiğini duymadım.”
“Evet hala. Mesai yaptık. Kusura bakma. Haber etmeyi akıl edemedim. Bir daha olmaz. Hadi gel kahvaltı yapalım.”
Sevgi elinde defteriyle geldiğinde kucağına oturttu Ayşe kızını. Defterindeki yıldıza bakarken bir yandan da onu doyurmaya başladı.
O gün kızını eliyle giydirdi Ayşe. Kendisi de aceleyle hazırlandı. Sevgi’yi sevip okşayarak servisine bindirdi.
Merdivenlerde Zehra onu bekliyordu telaşla:
“Hadi yine geç kalacağız. Çabuk, şimdi fırça yeriz yine” diyerek onu neredeyse sürüklemeye başladı kolundan tutup. Koşar adımlarla yürürlerken Zehra bir yandan da onu sıkıştırıyordu:
“Akşam ne oldu. Hadi çabucak anlat. Heyecandan ve meraktan öleceğim!”
“Hiç... gezdik, yemek yedik, yürüdük. Sonra evine gittik.”
“Eee...sonra!? hadi söylesene canım!”
“Bir şey olmadı. Çay içtik.”
“Utanmayı bırakıp, söylesene kız. Onunla yatmadın mı?”
“Hayır, yapamadım. Ona haksızlık edemedim.”
“Akılsız! Böyle fırsat kaçırılır mı hiç! Ahmet çok iyi bir insan.”
Fabrikaya geldiklerinde, Ahmet’i onları kapıda bekliyor buldular. Zehra, “hoşça kal. Akşama görüşürüz” diyerek onları baş başa bıraktı.
Ayşe, Ahmet’in yüzüne bakamıyordu. Bir köşeye çekilip konuşmaya başladılar:
“Ne oldu? Seni benden uzaklaştıran nedir? yoksa beni beğenmiyor musun? Hani seviyordun!”
“Seninle ilgisi yok. Kocamı unutamıyorum. Lütfen aramızda olanları unutalım. Eskisi gibi, yine dost kalalım.”
“Peki... ben beklerim. Zaman en iyi ilaçtır.”
Ayşe, hoşça kal, bile demeden hızla ilerledi ve içeri girdi.
İş çıkışı Ahmet’i beklemedi. Onunla karşılaşmaktan, duygularına yenik düşmekten korkuyordu.
Haftalarca bu kaçış devam etti. Onunla karşılaşmak istemiyor, ama kalbine de söz geçiremiyordu.
Bir gün, iş çıkışı, Ahmet yolunu kesti onun.
“Seninle konuşmak istiyorum.”
“Hayır”
Fakat Ahmet diretti. Kolunu tutup hafifçe sıktı. Ve yürümeye başladılar öylece. Sonra, bir bank bulup oturdular yan yana. Ahmet, söze nereden başlayacağını bilemiyordu. Ayşe’nin ellerini tuttu. Biliyordu. Ayşe ona ilgisiz değildi. Elini dudaklarına götürdü. Ufacık bir öpücük kondurdu:
“Ben sabırlıyım. Beklerim. Ama ne olur benden kaçma. Seni çok seviyorum. Hayatta gerçek sevgiyi sende buldum. Bundan önce evlendim, ama mutlu olamadım. O aradığım yapıda birisi değildi. İki sene zor dayandım. Bütün mal varlığımı ona bağışladım. Yeter ki benden ayrılsın diye... sonra pişman oldu. Arkamdan çok koştu ama, ben kabul etmedim. Şimdi yalnızım. Hayatıma senden başka kimse girmedi. Girmeyecek de... seni anlıyorum. Kocanı unutamıyorsun. Biliyorum, onun hayali hep aramızda olacak. Ama ben kendime güveniyorum. Onu sana unutturacağım. Aşkımız her güçlüğü yenecek.”
Ayşe Ahmet’in bu konuşmasını hiç ses çıkarmadan dinledi. Gözlerinden iki damla yaş istem dışı olarak çıkıp yanaklarından aşağı yuvarlandı ve onun elini tutan Ahmet’in elinin üstüne damladı. Sonra daha fazla tutamadı kendini ve başını, tıpkı takside yaptığı gibi onun omzuna dayadı.
Ahmet onu bir çocuk şefkatiyle okşadı.
slm arkadaşlar kısa bir aradan sonra yine beraberiz
51-52-53
Ahmet onu bir çocuk şefkatiyle okşadı.
Artık ikna olmuştu. Her gün eskiden olduğu gibi işe birlikte gidiyorlar, birlikte geliyorlardı. Genç aşıklar gibiydiler. Fakat hiç eve gitmiyorlar, dışarılarda geziyorlardı.
Sevgi ilkokulu bitirmiş ortaokula başlamıştı. Ayşe hala eski işinde çalışıyor, Ahmet hâlâ onu sabırla bekliyordu.
Bir gün, yıllardır yaptıkları akşam gezintilerinin birini yapıyorlardı yine. Ahmet, şaşırdığı bir isteğiyle karşılaştı Ayşe’nin:
“Hadi bu gün sana gidelim. Evini tekrar görmek istiyorum.” Ahmet ne diyeceğini şaşırdı.
Eve vardıklarında yine şaşırtıcı davrandı Ayşe:
“Hadi sen otur. sana güzel bir yemek yapayım.” Ahmet, yine sesini çıkaramadan öylece kalakaldı.
Ayşe mutfağa girdi. Biraz çorba, biraz kızartma, biraz da salata yaptı. Bu arada Ahmet de sofrayı hazırladı. Tam sofraya oturmuşlardı ki Ahmet aklına bir şey gelmiş gibi birden kalktı yerinden, içeri gitti. Bir dakika sonra elinde iki bardak ve bir şişe kırmızı şarapla geldi.
Şaraplar kadehlere dolduruldu, sofraya kondu. Ayşe bu güne kadar hiç şarap içmemişti.
“Ben içmem, hiç kullanmadım”
“Tadı biraz garip gelebilir. Ama içtikten bir süre sonra, o kusurunu örteceğini göreceksin” diyerek kadehi eline aldı Ahmet ve onun güzel, şarap rengi dudaklarına doğru uzattı. İçti Ayşe... önce bir iki yudum, sonra kadehin tamamı. Hafiften bir baş dönmesi başladı on dakika sonra. Öyle hoşuna gitti ki, sanki çocukmuş, salıncağa binmiş de salınıyormuş, sevinçten uçuyormuş gibi geldi ona. İkinci kadeh, üçüncü kadeh derken iyice çocuklaştı Ayşe. Radyodan gelen müzik kalk oyna, zıpla diyordu sanki. Fıkır fıkır, müziğin ritmine uyarak oturduğu yerde kıvırtmaya başladı. Bu arada Ahmet’e de cilveler yapmaya başladı. Ahmet de bu cilvelerine karşılık veriyor. Yıllardır karşısında çıldırdığı kadının bu hali onu göklerde uçuruyordu.
Ayşe oturduğu yer ona dar gelince oynamak için ayağa kalktı. Ama, ayakta duramıyor, sallanıyordu. Ahmet belinden kavradı onu. Kendine doğru çekti, dans etmeye başladılar birlikte.
Bir süre dans ettiler. Sonra birbirlerine yapışıp, öylece dolanıp durdular. Bir saat kadar öylece çeneleri birbirinin omzunda yanakları birbirine kenetli şekilde, hiç konuşmadan öylece dolandılar.
Ayşe, Ahmet’in elinden tuttu bir ara ve onu doğruca yatak odasına doğru götürdü.
Ahmet o sarhoş kafayla bile anlamıştı. Ayşe kararını verebilmişti nihayet.
Yatak odasına girerlerken hala kollarında bir yılan gibi kıvrılan sevgilisini ilk seferki gibi sertçe yatağa atmaktan çekindi. Ayşe kıvırtarak kendisi soyundu bu sefer.
Ahmet onu keyifle seyrediyordu. Bir ara büyük bir şaşkınlık yaşadı Ahmet, gözlerine inanamadı. Ayşe’nin üstünde, yıllar önce ona aldığı gecelik vardı. Ahmet’in eski anıları canlanmıştı. Şaşkın ve ürkek onu seyretmeye devam etti. İlk seferde olduğu gibi onu incitecek ve tekrar onu kaybetmesine neden olacak bir hareket yapmaktan korkuyordu.
Karşısında donmuş gibi duran Ahmet’i kendi elleriyle soydu Ayşe. Ahmet şaşkınca seyretti onu bir süre. Sonra şaşkın duruşundan sıyrıldı. Bir aslan kesildi istekli sevgilisinin karşısında. İş çığırından çıkmıştı. Gönüllerde buluşmuş ve üzerinden mevsimler geçe geçe tepelerinde buzul oluşmuş duygu dağlarındaki bütün buzulları eritti ateşli sarılmaları.
Yorgunluk ve şarabın etkisi uyuttu onları koyun koyuna.
Ayşe uyandığında, dün geceyi hatırlamaya çalıştı. Çok ileri gittiğini düşündü bir an. Çarşaf kırış kırış, perişan haldeydi.
“Pişman mı olmalıyım!?” diye sordu kendi kendine. “Hayır...” diye cevapladı yine kendi kendini. Sevdiğinin kollarında sabahlamıştı. Bundan daha doğal ne olabilirdi...
Ahmet kendinden önce kalkmıştı yataktan. Yalnız yatağında doğruldu. Yatağın içinde oturdu. Bir sigara yaktı: “Ölenle ölünmeyeceği”ni nihayet anlamış olduğunu düşündü ve rahatladı.
Ama yine de yatak odasından çıkmaya korkuyor. Hayatın gerçek yüzüyle karşılaşmaktan çekiniyordu.
Tam bunları düşünürken, Ahmet elinde bir kahvaltı tepsisiyle geldi odaya. Onun uyanmış olduğunu görünce, elindeki tepsiyi komodinin üzerine bıraktı. Yaklaştı Ayşe’nin yanına. Onun eğik başını çenesinin altından zarifçe tutup kaldırdı. Göz göze geldiler. Boştaki eliyle örtüyü çekip sıyırdı üzerinden. O şahane vücut ortaya çıktı. Gözlerini kamaştırdı onun güzel hatları gün ışığında. Onu ayağa kaldırdı. Dudaklarına masum bir öpücük kondurdu ve:
günaydın bu gün erkenciyim ...
kaç gündür atmıyordunuz bekledik :) neyse tşk ederiz devamını bekliyoruz...
54-55-56
“Artık benimsin. Şu anda olduğu gibi, aramızda hiçbir şey saklı kalmayacak. Seni seviyorum ve ölünceye kadar da seveceğim.” Diyerek onu göğsüne bastırdı. Üşümesin diye üzerini örttü.
Kahvaltılarını yatakta yaptılar. Bir ara gözü saate ilişti Ayşe’nin.
“Aman tanrım, öğlen olmuş!” diyerek, “şimdi ne olacak?” dercesine yüzüne baktı Ahmet’in.
“Evdekiler çıldırmışlardır meraktan!” diye sürdürerek konuşmasını aceleyle toparlandı. “Hoşça kal!” dedi Ahmet’e ve koşar adımlarla merdivenden indi. Hemen bir taksi çevirdi ve evine doğru yola çıktı.
Heyecanla eve yaklaşırken oturdukları sokakta bir kalabalık olduğunu uzaktan fark etti. İndi sokağın başında. Az ilerde kalabalığın daha da artmış olduğunu ve tam apartmanlarının önünde bir itfaiye aracının durduğunu görüp yüreği ağzına geldi.
İlk rastladığı adama,
“Ne var... ne olmuş!?” diye sordu. Adam pek bir şey bilmiyormuş. Kalabalığı yararak sokağa girdi. Hortumlar sokağın bir ucundan bir ucuna aceleyle çekilmeye çalışıyor, itfaiyeciler sağa sola koşuşturuyorlardı. Arkadan destek için gelen başka itfaiye araçlarının ve ambulansın sesleri yürekleri yakıyordu.
Çevredeki bütün binaların pencerelerinden eşyalar sokağa atılıyor, herkes canını malını kurtarmaya çalışıyordu.
Balta, kürek sesleri, insanların seslerini bastırıyor, gözü yaşlı insanlar sağa sola, perişan bir halde koşuşturuyorlardı. Yangının esas merkezinin neresi olduğu pek belli değildi. Bütün sokak dumandan göz gözü görmez haldeydi çünkü.
Ayşe, ne kadar bağırdı çağırdı. Evine doğru koşmak istediyse de, bir adım bile yaklaşmasına izin vermediler.
Gece yarısı olmuştu. Sabaha karşı yanan binalar yıkılmış, hâlâ yanar haldeki kalaslar birer caddenin ortasına çekilip son alevler de söndürülmüştü.
Ayşe, şok içinde, yarı baygın öylece yığılıp oturmuştu.
Yanından geçen bir itfaiye görevlisinin, “başarılı bir müdahale oldu. Bütün mahalleyi yanmaktan kurtardınız” demesiyle, uykudan uyanır gibi kalktı çöküp kaldığı kaldırım kenarından. Hâlâ sokak içine kimseyi bırakmıyorlardı. Ayşe şuursuzca önüne gelene sorup duruyordu:
“Nasıl olmuş, ölen var mı!? Çocuğum içerdeydi... yaşlı halamla!? ” deyip duruyordu.
Nihayet olayın nasıl olduğunu anlatan birine rastlamıştı. Yaşlı bir kadın başından sonuna izlemişmiş olayı:
“Saat iki, üç gibiydi. Sokaktan bağrışmalar geldi. Yatağımızdan fırladığımızda, Yangın yangın seslerini duyup telaşlandık. Dışarı çıktık. Korkunç bir sahneydi. En uçtaki binanın bir dairesinden çıkan alevler apartman boyuna yükseliyordu. Çok geçmeden evin her tarafı tutuştu. Kalaslar yanarken çıkan çıtırtı sesleri tüm sokaktan duyuluyordu. Yerlerde kara gölgeler vardı. Hiç kimse yanaşamadı alevlere. İçlerinden birinin, Ayşe’nin evi yanıyor!” dediğini duydum. İnşallah kimse yoktur içerde diye dua eden komşuları birikmiş, dualar ediyorlardı.”
Ayşe çıldırmıştı.
“Yalan, benim evim değil!” diye can havliyle zorladı kalabalığı o sıra bir başka adamın,
“Ev kül olmuş, ölü de varmış. Kimse kurtulamamış, yazık...” sözlerini de duyunca, kalabalığın üstüne basarcasına dalgalarla boğuşur gibi yardı kalabalığı. Sokağın ortalarına doğru vardığında dizlerinin bağı çözülmüştü iyice. Yanan kendi eviydi.
Harabe haline gelmiş evinin tam karşısındaydı.
“Kızım var! halam var içerde!! Bırakın gireyim!?” dediyse de, çökme tehlikesi var gerekçesiyle iki kolundan tutup zaptetti polisler onu.
Yangın, adamın anlattığı gibi, gece yarısı çıkmıştı. Elektrik kontağından olduğu tahmin ediliyormuş.
Az ilerde, merak içinde yangını seyretmekte olan Perihan kadın polislere direnen kadının Ayşe olduğunu fark eder etmez, koşup geldi yanlarına. Onu polislerin elinden aldı.
“Perihan abla!! Ne oldu. Çocuğum ne oldu!!??” diye onun yaralı yüzüne baktı umutla.
Komşular ufak tefek yaralarla kurtulabilmişlerdi. İki gözleri iki çeşme ağlayıp duruyorlardı. Ayşe’nin bu hali, kendi acısını unutturdu Perihan hanımın. Anlattı:
“Yangın sizde çıkmış. İtfaiye evden, bir ceset çıkarttı. Yanmış avuçları içinde teşbih varmış. Haladır muhakkak. Başka bir ceset de bulamadılar.”
Tam o sırada Zehra elinden tuttuğu bir çocukla onlara doğru koşturdu. Yanan kalaslar arasında ceset bulamamak için dualar eden Ayşe,
“Ayşe abla,! Ayşe Abla!! Sevgi burada, bir şeyi yok!!” sesiyle Zehra’nın. İrkilip, bütün hücrelerini
merhaba arkadaşlar ...mardine tura gidiyorum iki gün yokum
57-58-59-
cereyan çarpmış gibi bir duyguyla döndü sesin geldiği tarafa doğru. inanamadı önce gözlerine. Sonra bir ağıt tuttu onu. Zehra’nın elinden tutup getirdiği Sevgi’ydi gerçekten. Kalkıp yerinden sarıldı küçük yavrusuna. Her yeri is, pas içindeydi. Sevgi konuşamıyor, boş gözlerle kendisine sarılan kadına bakıyordu. Belli ki, hala şok içindeydi.
Sevgi’nin karşısında cayır cayır yanan Halası hâlâ gözünün önündeydi. Ve o an canından çok sevdiği annesi yanında yoktu.
Annesi ona sarılıp göz yaşlarını yüzüne gözüne sürterken o öylece hareketsiz, bir yabancı gibi durmuştu. Bunu hisseden Ayşe,
“Kızım Sevgi!... Sevgi!?” diye onu harekete geçirmeye çalıştı. Nafile... boş boş yüzüne bakıp duruyordu. İçini büyük korkular sardı yeniden duyduğu şok sevincin arkasından. Çocuğunun yüzüne baktı.
Zehra atıldı:
Abla, bize çıkalım. Hadi beraber gidelim. Yukarı bırakıyorlar. Evine de bakarız.
“Evim mi kaldı ki!” diye içinden düşünerek tuttu elinden Sevgi’nin.
Ayşe evinin içinde gezindi. Mutfağına girdi. O kırmızı kalp motifli masa örtüleri, perdesi, halısı, dolaplar, her şey yanmıştı. Sadece bir iki tabak, fincan,ve çatal bıçak, alevlerden kararmış olarak duruyordu. Halı, perde kömür olmuştu. Sonra yatak odasına geçti. Orada ne anıları vardı. Hasan’la ne güzel günler geçirmişti. O sırada fotoğraflarını buldu. Ama, hepsi tanınmaz haldeydi. Hatıra olarak alıkoyacağı hiçbir şey kalmamıştı.
Dolaştı, ağladı.
“Neden... neden, her şey beni buluyor! Ne bahtı kara bir insanım!” dedi ve sağı solu umutsuzca kurcalamaya başlamıştı. Eline teneke bir kutu geçti. Umutla, “Madalya!” dedi. Evet, içini açtığında Hasan’ın madalyası çıktı içinden. Uzun zaman önce göğsünden çıkarıp kutuya koymuş olduğunu hatırladığı madalyayı zincirinden tutup salladı. Eliyle üzerini ovuşturup temizledi. Ağlamaktan gözlerinde yaş kalmamıştı.
Kızını teslim alıp evlerine götüren Perihan hanım, Zehra ve diğer komşular, onun geciktiğini görüp aramaya gelmişlerdi. Onu da alıp kendi evlerine götürdüler.
Sevgi’yi banyo yaptırıp temizlemişlerdi. Komşuların da evleri hasar görmüş, ama kullanılamaz halde değildi. Ayşe’yi de yukarıya çıkardılar. Elini yüzünü yıkayıp temizlediler. Sevgi’yi çoktan uyutmuşlardı. Ama, Ayşe uyuyamıyordu. Hala’nın kömür olmuş cesedini ancak o zaman gözünün önüne getirebildi.
“Vah Biçare Halam! dedi “ben evde olsaydım bunlar olmayacaktı. Seni öldürmeye mi getirdik buraya. Sebep benim!! Ahmet’le o gece kalmasaydım bunlar olmayacaktı!!!” hislerime yenik düşmemin ilahi cezası bunlar!! Her şeyimi elimden aldı.” diyerek büyük suçluluk duygusuna kapıldı. Bir yandan da ilerde ne yapacağım? diye düşünüyordu: başını sokacak bir evi, eşyayı nasıl bulurdu? Sevgi’ye kim bakardı!?
Yorgunluktan bitkin düşüp uykuya dalıncaya kadar bunlar geçip durdu kafasından.
Sabah ne yapacağını bilmiyordu. Usulca kalktı yatağından, kimseyi uyandırmadan çıktı kapıdan ve kendini dışarıya attı. Sokak sokak dolaştı.
Akşam olduğunda bir merdiven altına sığındı. Üzerine bir karton kutu bulup, katlayarak örttü. İnsanın kanını donduracak bir soğuk vardı. Eve, daha doğrusu komşuların evine gitmek istemiyordu. Hele Ahmet’i hiç görmek istemiyor, başını alıp buraları terk etmek geliyordu içinden.
O gece aç uyudu. Daha doğrusu, yarı baygın sabahı buldu. Cebinde kalan son bir iki sigarasını aç karnına yaktı. Yudum yudum içti. Halka halka yapıp savurdu gök yüzüne. Halkaların her birini hayatının bir safhasına benzetti. Cebindeki bozuk parayla bir simit aldı.
Nereye gittiğini bilmeden, ne yapacağını düşünmeden ha bire yürüyordu.
El ayak çekildikten sonra tekrar evine döndü. Yıkıntılar arasında sanki eski mutluluğunu aramaya gelmişti. Hasan’lı yıllar ne güzeldi. Ahmet’i de çok sevmişti. Ama evinde aradığı Ahmet değildi. Hasan’dı. Gözlerini kapattı. Hasan’ın sesi kulaklarında çınladı. Sevecen bir şekilde “Ayşe, aşkım nerdesin canım!?” diye sesleniyordu ona. Sevgi’nin “Annecim baba seni çağırıyor “ diyor gibiydi. Hele Hala’nın, “Ayşe kızım, namazlık nerde?”sözleri kulağını o kadar tırmalıyordu ki...
“Ayşe, Ayşe, nerdesin kızım!” sesi hiç Hala’nın ses tonuna benzemiyordu. “Allahım, çıldırıyor muyum!” diye düşünürken seslenenin Hala değil, Perihan hanım olduğunu anladı.
Onun eve girdiğini hayal meyal görmüş ve hemen koşup gelmişti Perihan ablası.
Onun koluna girdi ve evden çıkardı. Bir yandan
buda mardin hakkı
60- 61-62“
Ağlama! Ağlama!! Kızın kurtuldu ya... şükret!” diye onu teselli ediyordu.
Onu kendi evlerine çıkardığında hemen banyoya soktu. Çünkü iki gündür sokaklarda kirin pasın içinde kalmıştı.
Elini kolunu oynatamıyordu Ayşe. Banyoda Perihan hanımın onu oturttuğu taburede hareketsiz duruyordu öylece. Perihan hanım onu kendi elleriyle soydu. Yıkayıp temizledi her yanını. Ayşe hep ağlıyordu. Sanki gözleri muslukla yarışa girmişti.
Banyodan bir havluya sararak çıkardı onu. Kuruladı. Bir temiz bornoz giydirdi üstüne ve yatağa yatırdı. Bu arada Sevgi’yi de getirdi yanına yatırdı. Sevgi hala konuşamıyordu. Ama bu sefer annesi olduğu anlamış onun ona sarılmıştı. İkisi de ağlayarak uyudular.
Akşama doğru Perihan hanım onları yatırdığı odaya girdi:
“Ayşe, Sevgi, hadi kalkın... size yemek hazırladım. Hadi, acıktınız!” dedi ve onları kaldırdı. Ayşe’ye kızı Zehra’nın kıyafetlerinden bir şeyler giydirdi. Saçlarını toparladı. Masaya oturttu.
“Canım hiç istemiyor abla!” sözleri onun kendini hepten kaybetmediğinin ifadesi olduğu için sevindi Perihan hanım ve,
“Kızım, delirdin mi? iki gündür, aç susuzsun! Yemen lazım. Yemelisin. Yaşamak, mücadele etmek zorundasın. İnsanoğlu dayanmalı hayatın bütün zorluklarına!”
Bu arada, iki gündür Ayşe’den haber alamayan Ahmet büyük bir merak içindeydi. Zehra’yı arıyor sormak için. Ama onun işe gelmediğini söylüyorlardı. Neredeyse çıldıracaktı. Arkadaşlara sordu. Onun adresini öğrenmeye çalıştı. Kimse bir şey bilmiyordu.
Aklına ustabaşına sormak geldi ve hemen koşturdu adama. Ustabaşı düşündü ve,
“Bizde işe girerken bir adres vermiş olmalı. Kayıtlara bir bakalım” dedi ve bir defterden bulup çıkardı adresi. Hemen bir taksiye atladı ve denilen adrese ulaştı.
Evi sorduğunda ve gösterdiklerinde büyük bir şok yaşadı Ahmet. Komşulara sordu. Zehralarda kaldığını öğrendi. Hemen yukarı çıktı. Önce yanan daireye bir göz attı. Olayın korkunçluğu ürküttü onu. Sonra Zehraların kapısını çaldı.
Kapıyı Perihan hanım açtı:
“Ayşe’yi soracaktım abla, ben arkadaşıyım. Adım Ahmet” deyince açtı kapıyı kadın, onu içeri aldı. Kapı aralığında da şaşırmasın diye ona,
“Ayşe hiç iyi değil oğlum. Kızı desen o da ondan beter, konuşamıyor, Hala’larını yangında kaybettiler.” diyerek onu uyarmayı ihmal etmedi.
Odaya girdiğinde şaşırdı yine de Ahmet. Dünkü o şahane kadın sanki birkaç gün içinde erimiş, solmuş, kurumaya yüz tutmuş bir gül gibiydi. Hemen koşup onun boynuna sarıldı.
Ayşe hiç tepki vermedi. Onu da suçlu görüyordu çünkü. Onu sevmemiş olsaydı belki başlarına bu felaket gelmezdi. Ahmet,
“Geçmiş olsun canım. Şimdi, sokağa girer girmez öğrendim. Çok üzüldüm. Başınız sağ olsun” deyince onların rahat konuşmalarını sağlamak için Perihan hanım yanlarından uzaklaşıp, onları yalnız bıraktı.
Ahmet, ona hiç cevap vermeyen Ayşe’nin yanına oturdu. Ona tekrar sarıldı:
“Bize gidelim hadi. Sevgi’yi de alalım. Evimiz küçük ama, sevgimiz çok büyük. O bize yeter.”
Bu arada Perihan hanım, elinde çay tepsisiyle içeri girdi:
“Çay pişirdim çocuklar. Beraberce içelim.”
“Sağ ol abla. Biz gitmeye karar verdik. Artık Ayşe bizde kalacak. Evleneceğiz abla ne dersiniz?” Perihan hanımın ağzı bir karış açık kaldı bu sürpriz haberi duyunca:
“Ne diyeyim yavrum? Allah derim... İyi edersiniz. Bu deli kız da aklını başına toplar birazcık.”
Çaylarını içtiler.
Ayşe hala tek kelime etmiyordu. Ahmet, onun kendisiyle geleceğinden emin bir şekilde konuşmasını sürdürdü:
“Hadi kalkalım. Sevgi nerede getirin de gidelim artık!” Perihan Hanım lafa karıştı:
“Şey evladım. İsterseniz Sevgi bir süre bizimle kalsın. Çocuğun bakıma ihtiyacı var. Annesinin de şimdilik kendine bakar hali yok. Siz ikiniz gidin!”
Ahmet Ayşe’yi yardımlayarak kaldırdı oturduğu yerden. Mantosunu giydirdi. Saçlarını düzeltti ve koluna girdi.
Ayşe, Sevgi’yi görmek için yan odaya geçti. Sevgi bir şeylerle oynuyordu.
“Kızım, ben Ahmetlerde kalacağım. Birkaç gün sonra gelir, seni alırım. Biraz iyileşmem lazım.”
iyi akşamlar..... işte yine burdayım..mardin ,hasankeyf ,midyat, harikaydı ...tavsiye ederim görmeyenlere......arkadaşlar
Hocam, fotoğraflarınızı ve gesi anılarınızı ayrı bir konuda paylaşmanız bizi mutlu edecektir.
hocam yolcunun hikayesi bittimi?
bitmedi bitmesinede ....ben bu sene leyleği havada gördüm galıba .....izmire düğüne gittim tabi oradan yazamadım....hemen durumu telafi edeceğim ....saygılar
63-64-65-
Sevgi döndü annesinden tarafa, yüzüne baktı, baktı. Sonra oyununa devam etti. Hâlâ konuşmuyordu. Ayşe kızını öptü. Çıktı odadan.
Ahmet ve Ayşe, Perihan hanımın elini öperek çıktılar evden. Dış kapıya kadar onları yolculayan Perihan hanıma,
“Sizin hakkınızı nasıl ödeyeceğim! Helal edin!” diyerek, Ahmet’in koluna girip ağır adımlarla oradan uzaklaştılar. Kendi evlerinin önünden geçerlerken durakladı Ayşe:
Gördün mü? Canım evim... hatıralarım. Halam, Hasan’ım... her şeyim kül oldu.”
Ahmet onu usulca itti. Daha çok üzülmesini istemiyordu.
“Hadi, geç kalıyoruz. Dinlenmen lazım!”
Sokak başında bir taksi çağırdı Ahmet. Eve geldiklerinde onu oturma odasındaki divana oturttu. Kendi pijamalarından bir tanesini getirip ona giydirdi. Sonra bir yastıkla bir battaniye aldı divana yatırdı onu. Üzerini örttü. Yanına elektrikli sobayı yaklaştırdı, televizyonu açtı. Onun saçlarını düzeltip alnına bir öpücük kondurdu.
“Sen yat, ben bir şeyler alıp geleyim...” dedi ve çıktı.
Ayşe divanda yatarken başına gelenleri düşündü. Ne kadar acı şeyler yaşamıştı. Aklını kaçırmadığını şaşıyordu. Ya kızı! Acaba konuşacak mıydı?.. “Geçer, şok geçiriyor” demişti doktor. Ama korkuyordu. İnşallah konuşup tez günde sağlığına kavuşurdu.
Televizyon çalışıyordu. Bir uzun hava dertli dertli çalmaya başladı. Ay ışığı o kadar etkilemişti ki, ağlamaya başladı. Türkü içini dağlamıştı. Ağlayarak uykuya daldı. Ahmet’in sesiyle gözlerini açtı. Vakit bir hayli ilerlemişti.
Ahmet bir sürü paketler getirmişti. Getirdiği paketleri masanın üzerine indirdi.
“Uyandın mı canım? Hadi gel bak, sana neler aldım.” Paketlerden bir kaçını alıp yatağın üzerine koydu. Teker teker açmaya baladı. Açtığı paketlerden bir pantolon, bir kazak,, bir iç çamaşırı, büyükçe olan paketten ise bir pijama, bir çift terlik, ayakkabı, hırka ve saçları için güzel bir toka ile saten bir kordela vardı.
“Haydi giy bunları bakalım, beğenecek misin?” Ayşe hiç sesini çıkartmadı. Ayşe yi yattığı yerden kaldırdı.
“İstersen bir duş al...” Gel seni götüreyim...” dedi. Elbiseleri ve havluyu alıp onu banyoya soktu. Sıcak su hazırdı. Buhar banyoyu doldurmuştu. Ayşe soyunmaya çalışıyordu. Ahmet ona yardım etti. İyice soyunup suyun altına girdi.
“Yardım ister misin? diye sordu Ahmet..
İlk defa konuştu Ayşe.
“Hayır ben yıkanırım...”
Ahmet dışarı çıktı. Ayşe hem ağlıyor hem sabunlanıyordu.
Ahmet sofrayı hazırladı. Fırına sürdüğü balık pişmişti. Yemeğin yanına salata da yaptı.
Mutfaktan güzel yemek kokuları geliyordu. Eee, balıktı bu... şarapsız gider miydi?.. İki kadeh doldurdu, masaya koydu. Aldığı nergisleri küçük bir vazoya koyarak onu da masanın ortasına yerleştirdi. Nergisi eskiden beri severdi.
Bu arada Ayşe banyodan çıktı. Yeni alınan pijamayı ve terlikleri giymişti. Saçlarını toka ile tutturmuş, kırmızı kordelayla da büyük bir fiyonk yapmıştı.
Ahmet onu çabucak karşısında görünce şaşırdı.
“Ne çabuk çıktın!* Tabii halin yok, yıkanamadın.”
“Hayır, yıkandım ama fazla uzatmadım.”
“Gel öyleyse masaya. Otur, acıkmışsındır. Bak sana neler yaptım. Önce çorba, sonra balık, salata ve şarap...”
Çorbaları koydu Ahmet, Bekar yaşadığı için ev işlerinden, yemekten çok iyi anlıyordu.
Yemeğe oturduklarında Ayşe pek neşesizdi. Ahmet onu neşelendirmeye çalışıyordu. Yemek bittiğinde Ayşe, kendini biraz rahatlamış hissetti. Bulaşıkları öylece bırakıverdiler.
“Yarın yıkarım...” dedi Ahmet. Yatağa girdiler.
Yatakta Ayşe pek utangaç ve ürkek davranıyordu. Ahmet onu anlayışla karşıladı. Kırılacak bir eşyaymış gibi onu incitmemeye dikkat etti. Sadece ona sarıldı ve öylece uyudular.
Sabah olduğunda Ahmet erkenden kahvaltıyı hazırladı, sobayı yaktı, birlikte kahvaltı ettiler.
“İşe gidiyorum aşktım, bir şey istiyor musun?” diye sordu Ahmet ayrılırken. “Sen yat, rahat et...” Eğilip Ayşe’yi öptü.
Ahmet evden çıktıktan sonra Ayşe televizyonu açtı. Müzik dinleyerek etrafı toplamaya başladı. Evi baştan aşağı silip süpürdü. Her şeyi yıkayıp temizledi. Evi pırıl pırıl etti. Bir köşeye çekilerek şöyle bir süzdü. Eksik bir şey kalmadığına kanat getirdikten sonra kendine bir kahve yapıp televizyonun karşısına oturdu. Çok yorulmuştu. Televizyon izlerken televizyon dolabının alt
66-67-68-
gözünde bir albüm gözüne ilişti. Açtı albümü, oturdu tekrar yerine. Bakmaya başladı.
Ahmet’in çocukluğu, annesi, babası ve akraba resimleri yanında bir de düğün resmi vardı. Ahmet’in yanındaki kadın ne kadar da güzeldi. Bir an ona karşı içinde bir öfke kabardığını hissetti. Kıskanıyordu sanki onu. Ahmet’e sarılmış olan bu güzel kadın karısı olmalıydı. Sonra albümü kapatıp yerine koydu.
Ahmet kimdi, nereliydi, ailesi var mıydı, yok muydu?.. Onun hakkında hiç bir şey bilmiyordu. Sadece onun iyiliğine vurulmuştu. Geçmişi kendisini ilgilendirmiyordu. Hasan’da sonra bir başkasını seveceği hiç aklına gelmezdi. “Canım Hasan’ım” diye mırıldandı. “Bu kalp ölene kadar senin için çarpacak.”
Akşam yaklaşıyordu. Mutfağa geçti, bir yemek yapmalıyım diye düşündü ve dolabı açtı. Ne yapılabilirdi? Dolapta her şey vardı. Biraz kıyma çıkartarak et köftesi yapmaya karar verdi. Yanına pilav ve ayran iyi giderdi. İşi bittikten sonra sofrayı hazırladı, sobayı karıştırıp biraz odun attı, içeriyi ısıttı.
Pencerenin önüne geldi. Dışarıya baktı. Kar yağıyordu. Evlerin çatıları bembeyaz olmuştu. Bacalardan gri dumanlar çıkıyordu.
O sırada pencereye bir serçe gelip kondu. Soğuktan titriyordu. Tık tıkır cama vurdu. Belli ki açtı. “Tıpkı benim gibi sığınacak yer arıyor” diye düşünüp mutfağa girdi. Bir parça ekmekle döndü. Çamı açıp ekmek parçalarını ufak parçalar halinde oraya bıraktı. Serçe uçmuştu. “Yazık, korktu” diye düşündü. “Ama asıl olsa ekmeği görür, geri döner” diyerek camı kapattı.
Bulundukları çatı katı çok yüksek bir binadaydı. Aşağıya baktı. Arabalar oyuncaklar gibi gözüküyordu. Biraz sonra camda serçenin yanına bir kaç arkadaşını daha alarak geldiğini gördü. Çok sevindi. Onların da karnını doyurmuştu.
Bu arada kendi yavrusu Sevgi geldi aklına. “Zavallı yavrum, nasıl acaba?.. Ahmet gelsin, gidip bir bakalım...” diye düşündü.
Tam bu sırada kapının zili çaldı. Ahmet gelmişti. Kapıyı açan Ayşe onu elinde bir kucak dolusu çiçekle gördü. Elinde bir kaç da paket vardı. Ayşe birden heyecanlandı, onun boynuna sarıldı.
“Hoş geldin canım,” dedi.
Ahmet ummadığı bu ilgi karşısında şaşırdı.
“Dur, dur! ne yapıyorsun, paketleri düşüreceksin! Çiçekleri ezdin!”
“Özür dilerim... Birden heyecanlandım” diyerek çiçekleri ve paketleri aldı, divanın üzerine bıraktı Ayşe. Paketleri açmaya başladı. Paketlerden gömlek, kazak, çorap, iç çamaşırı, parfüm, tarak, fırça, daha neler neler çıktı.
Ayşe hangisine bakacağını şaşırmıştı. Ahmet’in yanağına bir teşekkür öpücüğü kondurdu.
Sen neler yaptın bakalım?”
“Hiç, biraz sağı solu topladım, yemek yaptım, bir de kuşları besledim.”
“Ne kuşu, hayırdır?”
“Penceredeki kuşları canım...”
“Pencerede kuşlar mı var? Hayret, ben niye görmemişim hiç? “ Bunları söyledikten sonra gözleriyle odayı baştan aşağı taradı.
“Ooo!... Bakıyorum da, kadın eli değdiği besbelli! Her taraf çiçek gibi olmuş.”
“Hadi, sofra hazır, hemen oturalım ve yemekten sonra mümkünse kızımı getirelim” dedi.
“Olur... Fakat yollar çok buzlu. Hava çok soğuk? Ben zorla geldim eve. İstersen yarın gidelim.”
“Olur, sen bilirsin. Ama kızımı çok özledim.”
“Tamam hayatım, olur.. Bir gün daha sabret.”
O akşam yemeklerini şakalaşarak yediler. Vakit epey ilerledi.
“Yatalım istersen, ben çok yorgunum. Sen de dinlenmiş olursun...” dedi Ahmet.
“Olur...”
Ayşe masayı toplarken Ahmet de yatağı hazırlıyordu.
Artık yatak küçük geliyor, değiştirmem gerek...”
Bir şey mi söyledin, duymadım.
Yatağı diyorum, değiştirsek. Sığmıyoruz.
Olsun... Be seninle her şeye razıyım. Sen olmasan bu sıkıntılı günümde nasıl yaşardım?
“Biliyor musun senin aşkındır beni yaşatan.”
Sonra soyunup yatağa girdiler. Artık sınır tanımıyorlardı. Ahmet’in her dokunuşu, Ayşe’nin içini kıpırdatıyor, tüyleri diken diken oluyordu. O kadar mutluydu ki... Kendini Ahmet’in güçlü kollarına teslim etti. Ahmet’se, onun şahane vücudunun her santimetrekaresini öpüyor, aşkın kucağında ikisi de rüzgara kapılmış bir yaprak gibi sürükleniyorlardı. Bu sürükleniş, onları zevkten göklere çıkartmıştı. İkisinin de ayakları yerden kesilmiş, bulutları üzerinde uçuyorlardı.
Yorgun düştüler. Sarmaş dolaş uykuya daldılar.
iyi okumalar..
69-70-71-
Aradan haftalar geçmişti. Hava hala çok soğuktu. kar fırtınası sürüyordu. Sevgiyi ha bugün ha yarın diye diye getirememişlerdi henüz. Fakat Perihan hanımla telefonla görüşmüşler, Perihan hanım Sevginin iyi olduğunu., merak etmemeleri gerektiğini söylemişti.
Son telefon görüşmesinde sen biraz kendini toparla kızım, düzelince gelir alınsın kızını. Sevgi biraz toparlanmalı. Hâlâ konuşamıyor. Onu doktora götürdüm. Doktor “ilerde konuşur Şimdilik üzerine düşmeyin” dedi.
Perihan hanım çok iyi bir insandı. Sevgi’nin Zehra’yla çok iyi arkadaşlık ettiklerini söyleyip onu rahatlatmıştı.
Bu arada Ahmet de çok mutluydu. Her gece ve gündüz yeni evliler gibi çok tatlı anlar geçiriyorlardı. Birbirlerini tanımaya çalışıyorlar, gelmişten geçmişten konuşuyorlardı.
Artık havalar düzelmişti, Ahmet işe gidince Ayşe hazırlandı ve dışarı çıktı. Biraz yürümek istiyordu. Hem gezerim, hem de kızımı görürüm..” diye düşünüyordu.
Yolda vitrinlere bakarak yürümeye başladı. Özlemişti vitrin seyretmeyi. Epeydir dışarı çıkmamıştı çünkü.
Dalgın dalgın yürürken yabancı olmayan bir sesle irkildi.
“Günaydın Ayşe hanım, nasılsınız efendim.
Ayşe döndü ve ürperdi. Karşısında eski ustabaşı duruyordu. Pis pis sırıtarak bakıyordu ona.
“Lütfen rahatsız etme beni, Çekilir misin yolundan!”
“Bana o güzel, şehvetli dudaklarından bir öpücük vermezsen seni affetmem. Beni işten attırdın. Ahmet’e veriyorsun, ben de isterim. Eli şapur şupur, bize yok mu kızım?”
“Defol, şimdi polis çağırırım.”
”Hey, bana bak! Bu sefer kurtulamazsın.”
Ayşe eğildi, yerden bir taş aldı.
“Çekil, şimdi kafana yersin!”
“At kızım, senin elinden taş bile yenir.”
Adam uzanıp tam onu öpecekken Ayşe var gücüyle bağırdı. Çevreden koşup gelenler olunca adam
“Sonra gene görüşürüz, bunu unutma” diyerek oradan koşarak uzaklaştı.
Ayşe çok korkmuştu. Bir arabaya binip Perihan hanıma gitti. Yukarı çıkarken hala bacakları titriyordu. Güzelim evinin bulunduğu kata gelince, içi sızladı.
“Ne var Tanrım, bütün bunlar yalan olsaydı! Hiç yaşanmasaydı! Neler vermezdim neler!” diye söylendi.
Evinin yıkık kapısından içeri girdi. Kendi kendiyle konuşmaya devam etti.
“Güzel evim, tatlı evim, neydi bu başımıza gelenler!”
Antrenin ortasına vardığında, evde yalnız olmadığını anladı. Apartman sahibi işçi tutmuş, evin içine temizlettiriyordu. İşçiler yanmış eşyaların enkazını taşıyorlardı.
Evin her tarafını son bir kez daha dolaşıp, eski günleri yad etmek istedi. İşçilerden biri odadan çıkarken, eşyaların arasında yere bir kutu düşürdü.
Bu kutuyu hemen tanıdı Ayşe. Üzerinde çiçeklerle süslü bir teneke kutuydu bu. Üzeri yanmış, simsiyah olmuştu. Eğildi, aldı, içini açmak için uğraştı. Zorlayarak açtı. Bunun içine Ahmet’le geçirdikleri mutlu günlerinin fotoğrafları vardı. Erimiş, bir siyah yumak haline gelmiş olan fotoğraflar kendisi gibi kavrulmuştu. Attı yere. İşçi gelip kutuyu götürdü. Ayşe’nin gözleri dolu dolu oldu. Evden koşarcasına çıktı.
Perihan hanımın kapısını hızla çaldı. Kapıyı açan Perihan hanım
“O, Ayşe hoş geldin! Sevgi kızım, annen geldi!” diyerek içeriye seslendi.
Ayşe içeri girdi. Kızı odanın ortasında oturmuş, eline aldığı oyuncak bir bebekle oynuyordu.
Koştu boynuna sarıldı.
“Canım kızım annem geldi, hadi bak bana!” Sevgi hiç tepki vermiyordu. Annesini affetmiyordu çünkü. Yangın gecesi yanlarında yoktu. O aşkı seçmiş, kendisini yalnız bırakmıştı.
“Kızım seni almaya geldim. Yeni evimiz, yeni yuvamız bizi beklemiyor. Göreceksin, Ahmet’i de çok seveceksin. O çok iyi bir insan. Sevgi başını sallıyor, gitmek istemiyordu.
Ayşe ona saatlerce yalvardı.
“Perihan abla, kızımın mantosu nerede? Sevgi gitmemek için direse de onu götüreceğim.”
Ayşe kızını zorla da olsa giydirdi. Ayrılırken Perihan hanıma yaptıklarından dolayı bir kez daha teşekkür etti.
Kapının önünden bir taksi çevirip bindiler. Yarım saat geçmişti. Beraber daracık merdivenleri çıkıyorlardı. Sevgi merdivenleri zorla isteksizce çıktı. Devamlı huysuzluk yapıyordu. Ama evden içeriye girdiklerinde merak ve şaşkınlıkla bir süre evin içini dolaştı. Yolda üşümüşlerdi. Sobayı yaktı. Kızının mantosunu çıkarttı. Bir yandan da tatlı sözler söylüyor, onun inadını kırmaya çalışıyordu.
iyi akşamlar
ellerinize ve yüreğinize sağlık,saolun
72-73-74
Ayşe mutfağa geçti. Kızının sevdiği bir yemek. Arkasından da düzenli bir masada servis. Isıtmaya çalıştığı Sevgi ile Ahmet’in hoşlarına giderdi.
İşi bittikten sonra etrafa şöyle bir göz attı. Sevgi oturmuş televizyon seyrediyordu. O sırada Sevgi yalnızlık hissi duymuş olsa gerek ki, pencereden dışarıyı seyreden annesinin yanına koştu.
Ayşe, pencereden Ahmet’in gelişini görmeyi beklerken yine camın önüne konmuş olan serçelere dalmıştı. Ayşe onları ekmek kırıntılarına alıştırmıştı. Sevgi kuşları görünce yalnızlığını unutup sevinçle ellerini çırpmaya başladı.
Ayşe kızındaki bu sevinci görünce çok mutlu oldu. “İnşallah yavrum düzelir” diye geçirdi içinden.
Hava kararmıştı. Kuşlar son ekmek kırıntılarını da gagalayıp uçup gitmişti. Kapı çalındı. Ahmet, elinde paketlerle içeri girince Sevgi’yi gördü.
“Merhaba Sevgiciğim, hoş geldin! Bak sana ne aldım!”
Sevgi önce çekindi, ters ters baktı. Ahmet’i sevmiyordu. Sebebini bilmese de ona karşı bir kin duyuyordu. belki de annesini paylaşmak istemiyordu.
Ahmet onu kucaklayıp, öpmek istedi.
Sevgi eliyle onu iteledi. Fakat Ahmet ona karşı ısrarla sevecenliğini sürdürdü.
Bu arada Ayşe, birbiriyle kaynaşsınlar diye bir süre onları yalnız bırakarak mutfağa geçti. Tekrar geldiğinde Ahmet Sevgiyi yanına oturmuş, getirdiği paketi açıyordu.
“Bakıyorum ikiniz dost olmuşsunuz bile...
“Bak annesi, Sevgi’ye ne aldım!”
Bu arada paketi açtı. Üzeri meyvelerle süslü pastayı çıkartıp gösterdi.
Ahmet’in, Sevgi’nin geleceğinden haberi yoktu. Pasta alışı tesadüf olmuştu. Şimdi, “Sevgi için aldım” demesi, küçük kızın gönlünü almak içindi.
Ahmet, dolaptan aldığı bir mumu getirip pastanın üzerine dikti. Çakmağını çıkartıp mumu yaktı.
“Gel sevgi! bugün doğum günümüz olsun. Senin, benim, hepimizin!.. Dilek dileyelim birlikte.”
Bu kez onu kırmadı Sevgi. Birlikte dilek dilediler. Küçük kız mumu söndürdü. Hep birlikte alkışladılar.
bu oyun Sevgi’nin çok hoşuna gitmişti. Ayşe,
“Haydi, önce sofraya... Yemeğimizi yiyelim, sıra pastaya sonra gelsin. Birlikte sofraya oturdular.
Masaya oturdular,. Ayşe yine güzel yemekler hazırlamıştı. Sevgi yemekten hemen sonra annesinin kucağına başını koyup hemen uyuması huzuru bulduğunun işaretiydi.
Ahmet, annesinin kucağında uykuya dalan küçük kıza bakıp,
“Yarın, Sevgi’yi bir psikologa götürsek...”
“Sen bilirsin... İstiyorsan götürelim. Bakalım doktor ne diyecek.”
Sevgi’ye divanda bir yer hazırladılar. Onu yatırdıktan sonra kendileri de yatak odalarına çekildiler.
Ayşe ertesi gün günlük işlerini yaptıktan sonra hazırlandı, kızını giydirdi. Beraberce çarşıya çıktılar. Önce alış veriş yaptı. Sevgiye ucuzluktan bir iki kıyafet aldı. Aldığı şeyler fiyatına göre bayağı güzeldi. Hele kızının sevincini görünce, yaptığı alış veriş daha çok hoşuna gitti.
Ahmet’i de düşünmüştü ama ona bir şey alamadı. Çünkü artık üç nüfus olmuşlardı. Ev kiraydı. Biraz kendini toparlasa yeniden çalışmayı düşünüyordu. Hem kızının da iyileşmesi için fazladan paraya ihtiyaç vardı.
Alış veriş bitince hastaneye gitmek için bir vasıtaya bindiler. Hastanede işlemlerini yaptırıp kapıda beklemeye başladılar. Doktor sıraları geldiğinde muayene etti sevgiyi. Fiziki bir rahatsızlığı olmadığını, yangından dolayı psikolojik bunalım geçirdiğini, zamanla düzeleceğini anlatarak onları rahatlattı.
İsterlerse haftada bir gün terapiye gelmesini söylemeyi de ihmal etmedi doktor. Ayşe buna çok sevindi. Doktora teşekkür etti.
Dışarıya çıktıklarında kendini çok mutlu hissetti Ayşe. Kızına sarıldı, “Konuşacak benim sevgim, konuşacak!” diyerek saçlarını okşadı onun. Eve geldiklerinde akşam olmak üzereydi.
Artık haftada bir gün hastaneye gidiyorlar, diğer günler evde ana kız çok güzel vakit geçiriyorlardı.
Günlerden bir gün Ayşe Ahmet’e bir müjde vermek istediğini söyledi. Ahmet tahmin yürütüyordu. Ama bir türlü bulamıyordu Ayşe’nin sürprizini. Ayşe, sonunda
“Sıkı dur söylüyorum, hamileyim! Bir bebeğimiz olacak!” deyince Ahmet onu kucakladı. Evin içinde sevinçle onu fır döndürmeye koyuldu. İkisinin de kahkahalarla evin içinde böyle dolaşmalarını Sevgi hayretle seyrediyordu.
Artık kötü günler bitmişti. Ahmet, sevginin onlara baktığına aldırmadan Ayşe’yi öpücüklere boğdu.
“ Kaç aylık? Sana benzemesini istiyorum.”
“ İki aylık. Ben de sana benzesin istiyorum.”
O gece heyecandan neredeyse hiç uyumadılar. Yatakta konuşup bebek için planlar yaparak vakit geçirdiler.
“Bebeğe beşik almak gerek. Evimizi de değiştirelim. Burası artık dar gelir” dedi Ahmet.
“Hayır, biraz kendimizi toparlayalım. Hemen açılmayalım. Ben de çalışmak istiyorum. Daha doğuma çok var. Biraz para biriktiririz.”
“Hayır, bu halinle hiç olmaz. sen benim evimin kadınısın.Zaten evde yeteri kadar yoruluyorsun. Kötü günler için biriktirdiğim üç beş kuruşum var. Alırım bankadan, harcarız olur biter.”
Ertesi gün Ahmet işten izin alarak eve erken gelmişti. Kapıdan içeri girer girmez, “Hadi hazırlanın. Bir ev buldum. Çok seveceksiniz. Biraz uzak, ama çok güzel. Bahçe içinde. Birazcık tamir istiyor. Ama olsun biz boyar, süsleriz”
Yolda bir yandan yeni evden söz ediyorlardı. Ev, Ahmet’in bir arkadaşının, Ali’nin annesinin eviydi. Kadın üst katta, tek başına kalıyordu evde. Tam kadının aradığı kiracıydılar.
Ahmet, “arada bir yukarı kata çıkarsınız, kadıncağıza can yoldaşı olursunuz. Aylığı uygun. Sevginin oynaması için de kocaman bir bahçe var.” diye övüyordu evi.
Otobüsten inip eve kadar yürürken Ayşe, durakla ev arasının kaç dakikalık yol olduğunu hesaplıyordu içinden.
Ev gerçekten güzel bir bahçe içinde, solmuş pembe boyası ve eskimiş kapılarıyla bakım istediğini belli ediyordu.
slm.........
75-76-78
Ahmet anahtarla kapıyı açtı. Ona, daha önce gezip görmüş olduğu evi oda oda tanıtmaya başladı:
Burası antre. İki küçük oda, bir de salonu var.”
Evi gezip bitirdiklerinde Ayşe’nin morali bozuldu biraz:
“Çok eski değil mi? Nasıl adam edeceğiz bu evi.”
“Sen orasını bana bırak. Ben tamir ederim. Her gün iş çıkışı bu iş için çalışırım bir süre. Sonra, ev sahibiyle de konuştum. eve yapılan masrafın üçte ikisini kabul ediyor. Buraya kadar gelmişken Ali’nin annesini de bir ziyaret ederek, tanışıp öyle gidelim.”
Aklı yatmıştı Ayşe’nin. Hep birlikte yukarı kata çıkıp kapıyı çaldılar. Epey bir süre beklediler kapıda. Tam “ evde yok herhalde.! gidelim” diye düşündüklerinde kapı açılıverdi.
Eli yüzü tertemiz, yüzü nurlu bir kadındı Ali’nin annesi.
“Ne istemiştiniz!?” dedi onlara.
“Aşağıdaki evi tutacağız teyze. Nasılsın, iyi misin? Bunlar da karım Ayşe ve kızımız Sevgi.”
“Buyurun, içeri girin.”
İçeri girip, pencerenin önüne konulmuş divanın üstüne oturdular. Üst katın planı da aşağı katın aynısıydı. Ama, daha bakımlı, temiz ve düzenliydi.
“Çocuklar, sobanın üzerinde ıhlamur var, kaynamış olmalı. size hazırlayayım, birlikte içelim.” Kadının bu sözleri üzerine hemen ayağa kalktı Ayşe. “ Ben hazırlayayım. Yorulmayın siz!”
Ayşe az sonra bardakları doldurup getirmişti. Epey sohbet ettiler. Çok sevmişti kadın onları. Yapacakları çok işleri olduğunu söyleyip, izin isteyerek çıktılar. Yolda, evin içinde yapacakları onarımı konuşuyorlardı:
“Önce boyadan başlayalım. Prizler kırık, lambalar yanmıyor.”
“Nasıl kalkacaksın bu kadar işin altından?”
“Minareyi çalan kılıfını hazırlar. Fabrikada elektrik ve su işinden anlayan bir arkadaşım var. daha önce görüşmüştüm. Evi beğeneceğini biliyordum çünkü.”
Arkadaşları Ahmet’i çok severlerdi. Onun evinin tamiri için ellerinden geleni yapmayı seve seve kabul ettiler. Ahmet boya yapıyor, kırık dökük yerleri alçıyla sıvıyordu. Arkadaşları da su tesisatı ve elektrikle ilgili bozukluklarla uğraşıyorlardı.
İki gece içinde o köhne evi pırıl pırıl yaptılar. Üçüncü gece tabanı kalın muşambalarla kaplamış, ve bütün işi bitirmişlerdi.
Fatma teyze geldiğinde, yapılan işi görünce, gözlerine inanamadı.
“Ellerinize sağlık çocuklar, çok güzel olmuş!” dedi.
Diğer taraftan, Ayşe de, pencerelerin ölçüsüne uygun ucuz basmadan perdeler ve tül perdeler dikmişti.
Mutfağına yine üzerinde kırmızı kalp motifleri olan masa örtüsü ve perdeler aldı. Bu deseni çok seviyordu. Yanan evinin perdeleri de böyle kumaşlardandı zaten.
Çok açılmışlardı. Daha sonra sıkıntısını çekmemek için bu perdelerden vazgeçmesi gerekiyordu. Ama dayanamayıp almıştı yine de.
Bir oturma grubu, geniş bir karyola, Sevgi için bir masa, ufak bir iki halı da almışlardı.
Ahmet’in evindeki eşyalardan işe yarayacakları da silip temizleyip getirmişler, kendi eski tek kişilik karyolalarını Sevgi’nin odasına koymuşlardı.
Pazardan aldıkları çok güzel basmadan üzeri pembe gül motifli yatak örtüsü, aynı renklere yakın masa örtüsü ve perdeler ayarladılar.
Sevgi’nin odasında pembe renk hakimdi.
Ayşe, kızının kitaplarını, elbiselerini yerleştirdi. Onun odasını özenle süsledikten sonra kendi odalarına sıra gelmişti.
Yeni bir karyola örtüsü, çarşaf ve yeni yastık yüzleri almışlardı. Halı ve perde de tamamlanınca, odanın dekoru uyumlu ve güzel oldu.
Ahmet:
“Bahçeyi de temizlemek lazım. Bakımsızlıktan kurumaya yüz tutmuş, ağaçlar var...” diyerek eline aldığı bahçe makası ile kuruyan dalları kesti, dökülen yaprakları topladı ve ağaçların dibini belleyerek toprağını havalandırdı.
Bahçede kışın karda bile açar türde güller vardı. Onları budadı. İşini bitirip içeri girdiğinde, dünyanın en iyi ve güzel kadınına bahçeden kopardığı ve arkasında sakladığı gülü uzatarak iç dekorasyon için teşekkür ederim. Bu gül, çalışmanın ödülü. Bütün bu güzel şeyleri sana borçluyum. Şimdi sıkı dur. Asıl sürprizi sona sakladım. Yarın gidiyoruz!”
“Nereye?”
“Yangında yanan nüfus cüzdanını yenilemeye!”
“Acelesi neydi ki?..”
“Nikah dairesine başvurabilmek için gerekli de onun için.!
79-80-81
İşte Ayşe için bundan daha büyük bir sürpriz olamazdı. Sevinçle Ahmet’in boynuna sarıldı.
O gece çok yorgun olmalarına rağmen yeni evlerinde mutluluktan uyuyamadılar.
Ertesi gün, Sevgi’yi de yanlarına alıp nüfus dairesine gittiler. Uzun bir uğraştan sonra cüzdanı çıkarttılar.
Nikah işlemlerini yaptırmak için, fotoğraf çektirdiler. Fotoğrafçı, fotoğrafı ne için kullanacaklarını sordu. Ahmet evlenmek için... dedi.
“Evleniyor musunuz?” diye sordu fotoğrafçı, göz ucuyla Sevgi’ye bakarak..
“Evet.”
Kim bilir neler düşünmüştü fotoğrafçı.
“Düğün de yapacak mısınız?” diye sordu bu defa.
“Sanmıyoruz...” dedi Ayşe.
“Öyleyse durun. Size bir de düğün fotoğrafı çekeyim”
“Buna gerek yoktu... dedi Ayşe, bunun pahalıya mal olacağını düşünerek,.
Fotoğrafçı:
“Bu benden olacak. para vermeyeceksiniz.”
O zaman iki sevgili fotoğrafçıya minnetle baktılar. Adam Ahmet’e bir ceketle kravat, Ayşe’ye de bir gelin duvağı giydirdi ve eline bir demet yapma gül verdi.
Ahmet ceketi giydi, kravatı bağladı. Ayşe, Ahmet'in dağınık saçlarını bir kaç tarak darbesiyle düzeltti.
Fotoğrafçı onları yan yana oturttu. Ellerini birleştirdi. Sonra da fotoğraflarını çekti.
Fotoğraf çekimi bittiğinde Ayşe:
“Müjdeyi vermek için Perihan ablaya uğrayalım mı? Epeydir onu arayıp sorduğumuz yok.”
“İyi olur...” dedi Ahmet de. “Zaten seni önce ondan istemem gerekirdi aslında. Bu görevimi yerine getireyim de, onlar da rahatlasınlar. Seni kızı Zehra’dan ayrı tutmuyor.”
Sevinçle Perihan hanımın evine yöneldiler.
Perihan hanım onları karısında görünce şaşırdı.
“Buyurun çocuklar, hoş geldiniz! Nerelerdesiniz ayol! Gittiniz bir daha görünmediniz. Her şey işiniz bitene kadar mıydı!” diyerek onlara şakacıktan takıldı.
“Ne diyorsun sen abla!” diye sevgiyle baktı ona Ayşe. “Telaşımızdan seni arayacak vakit bulabildik mi ki...”
“Sorma abla, neler yaptık, haberin yok...” diye sürdürdü sonra da sözü Ahmet.
“Hayırdır, ne oldu!” diye heyecanla sordu Perihan hanım.
“Yok canım. Güzel şeyler...” diye güldü Ayşe. “ Evi taşıdık. Yerleştirdik...”
“Oh, çok iyi etmişsiniz.
“Dur, daha bitmedi...” dedi Ahmet. “Sen ne de olsa Ayşe’nin annesi sayılırsın. Allahın emriyle onun senden istiyorum. Biz nikahlanıyoruz!”
“Ay, tebrik ederim çocuklar! Zehra, Zehra, koş bak neler olmuş!”
Zehra mutfakta koşarak geldi.
“Ne var anne!”
“Ayşe ile Ahmet evleniyorlar.”
“Aaa! Çok sevindim. Canım kardeşim, kutlarım!” diyerek Ayşe’ye sarıldı. Onu salonun ortasına çekti ve dans ederek dönmeye başladı.
Sanki bir bayram coşkusu yaşıyorlardı.
“Durun çocuklar, bunu biri ziyafetle kutlayalım! Haydi, giyinin sizi bir restorana davet ediyorum.
Hazırlanıp çıktılar. Gittikleri yer pek ünlü olmasa da oldukça seçkin sayılırdı. Güzel bir masa seçip oturdular.
Renkli ışıklar, tertemiz masalar, hafif bir müzik insanı dinlendiriyordu.
Yemek siparişlerini verdiler. Yemeklerini beklerken derin bir sohbete daldılar.
Saatler geçtikçe sohbet koyulaşmış, içtikleri şarap başlarını döndürmüştü.
Restorandaki müzik giderek dans müziğine dönüştü. Çiftler dansa kalmıştı. Ahmet de Ayşe’yi kaldırdı İkisi dans ederken Perihan abla Sevgiyle ilgileniyor, onunla konuşuyordu.
Sevgi annesinin mutluluğunu gözlerinden okuyor, kendisi de mutlu oluyordu. Artık Ahmet’i eskisi kadar kıskanmıyordu. Hatta onu sevmeye bile başladığını düşünüyordu. Konuşmasa da bunu bakışlarından okumak mümkündü.
Zehra da dans eden çifte dalmış, iç geçiriyor arada bir, “bana da böyle bir kısmet çıksın” diye içinden dua ediyordu.
Vakit ilerlemişti çıktıklarında. Tek tük açık kalan son dükkanlar da kapanıyordu. Ahmet, cadde boyu yürürlerken gözleriyle henüz kapanmamış bir çiçekçi arıyordu kimseye belli etmeden.
“Bir dakika bekleyin beni” deyip ayrıldı yanlarından. Dükkana girdi. Yanlarına tekrar geldiğinde elinde bir demet çiçek vardı. Ayşe’ye kırmızı bir gonca gül, Perihan hanıma ve Zehra’ya birer beyaz gül ve Sevgi’ye bir demet kır çiçeği uzattı. Hava soğuktu. O kadar sıcak
bu iki günlük
iki günün kü daha güzel oluyor :) devamını yarın okuruz inş...
82-83-84-
bir tabloydu ki yaşadıkları. Soğuğu hiç hissetmediler. Sevgi hayatında ilk kez birinden çiçek alıyordu. Nasıl teşekkür edeceğini bilmediğinden annesinin tavırlarını gözledi. Annesi Ahmet’in verdiği gülü öpmüştü. O da annesini taklit ederek elindeki çiçek demetini öptü.
“Seni seviyorum” diyerek Ahmet’e bakışını izledi onun.
Bir taksiye bindiler. Perihan hanımları bıraktılar evlerine. Ana kız uzun zamandır böylesi bir mutluluk tablosuna şahit olmamış, böylesi eğlenmemişlerdi. Ahmet’e bin bir teşekkürle evlerine girdiler.
Ana, kız birbirlerine baktı eşikten girince. İkisinin de aklından geçen aynı şeydi.
“Kısmet kızım... kısmet. İnşallah bu eşikten Ahmet gibi birisi de bizim eve girer” diyerek Perihan hanım, utanan kızının saçlarını okşadı.
Ahmetler evlerine döndüklerinde, yarı uykulu olan Sevgi’yi yatırdı annesi yatağına. Ahmet’in yanına tekrar gittiğinde, Zehra’yı aklından geçiriyordu. Onunla kendisini kıyaslayıp minnetle Ahmet’in yüzüne baktı.
“Bana yeni bir dünya verdin. Seni karşıma çıkaran her şeye minnet borçluyum” diyerek, koluna yaslanıp sıcaklığını duymak istedi.
“Dur, daha ne gördün! En güzel günlerimiz ilerde. Bebeğimiz getirecek bize o günleri. Kızımız, bebeğimiz ve sen, yıkılmış bir Ahmet’ten yeni bir Ahmet yarattınız. Güçlü ve dünyayı ayaklarınıza serecek bir Ahmet” dedikten sonra Ayşe’nin yaşaran gözlerinden öptü.”
“Ne yaptın. Ayrılık getirir!”
“İnanma öyle boş şeylere. Sevdiğine bakarken yaşaran gözler öpülmez mi hiç” diyerek elini artık iyice belli olan karnına götürdü Ayşe’nin. Sonra heyecanla “Kıpırdıyor mu ne!!” dedi.
“Duydu seni. Evet... evet!” diyerek sarıldı ona Ayşe. Müziğe gerek duymadan, karnındaki kıpırtıya uyarak dans eder gibi dolandılar birkaç adım.
Yatağa girdiklerinde, gece bitmesin istiyorlardı. Zevkten kelebekler gibi kanatlanmış, denizler gibi coşuyorlardı.
Ahmet işe gitmek için kalktığında Sevgi ve Ayşe henüz uyanamamışlardı. Eğildi öptü Ayşe’yi. Sobayı yaktı. Çaydanlığı doldurup üzerine koydu ve çıktı aceleyle. Bakkaldan bir koşu ekmek alıp geldi. Masaya bırakarak sessizce kapıyı çekip işine gitti.
Ayşe uyandığında saat ona geliyordu. Sobanın yakılmış olduğunu görüp huzur duydu. Oda sıcacık olmuş, çaydanlıktaki su kaynamaya başlamıştı. Sevgi kendisinden önce uyanmış, annesine kahvaltı için bardak tabak bile koymuştu masaya. Tabakların acemice dizilmiş olması masayı Sevgi’nin hazırlamaya çalıştığını belli ediyordu. Televizyona dalmış olan kızını bir süre seyretti uzaktan. Sonra, “Annesinin gülü kalkmış, masa hazırlamış öyle mii!” diye onu kucakladı. Sevgi elinden tuttu annesinin odasına götürdü onu. Ayşe, kızının ilk defa odasını toplamış, kitaplarını rafa dizmiş olduğunu görüp duygulandı.
“Tertipli, düzenli kızım benim. İnşallah iyileşecek, okuluna da başlayacaksın” dedi. İçinden, “bir konuşsan kızım... ah bir konuşsan” diye geçirdi.
“Hadi Fatma teyzeyi de çağır. Birlikte kahvaltı yapalım. Senin ne hamarat kız olduğunu da görsün” diyerek Sevgi’yi üst kata gönderdi.
Fatma teyze içeri girdiğinde, “Günaydın kızım. Ayşe bir şeyler geveleyip, elimden tutup getirdi. Hayırdır inşallah” dedi.
Ayşe güldü ve “seni kendi elleriyle hazırladığı kahvaltı sofrasına davet ediyor Fatma teyze” diyerek onu buyur etti.
Fatma teyze, görmüş geçirmiş bir kadındı. “ben de evden bir şeyler getireyim” diyerek kalkmaya yeltendi. Oturttu onu yerine Ayşe.
“Senin hoş sohbetin gerek bize teyzeciğim. Her şey hazır zaten”
Konuşup güldüler. Hoşça vakit geçirdiler o gün.
Günlerden bir gün Ahmet bir arabayla geldi eve.
“Kızlar, size bir sürprizim var!” diyerek girdi içeri ve kapıdaki arabayı göstererek, “arkadaşımın arabasını aldım. Pazartesiye kadar bizim. Sizi yarın pikniğe götürüyorum” diye ekledi.
“Aaa! Delirdin mi! bu karlı havada piknik mi olur?”
“Olur tabii... mangal yaparız., kar topu oynarız.”
Ertesi gün erken kalktı Ahmet. Onlar uyanmadan her şeyi hazırladı.
Yerde kar vardı ama, hava güneşliydi o gün. Ağaçlıklı bir yer buldular. Karlara hiç basılmamış, insanı gel üstüme bas diye tahrik ediyordu. Koştular, yuvarlandılar karda yamaçtan aşağı. Kovalamaç, kartopu oynadılar. Sevgi kar topağı yuvarladı. Kardan adam yaptılar Ahmet’le. Kömürden ağız göz yaptılar. Sevgi kardan adamını topa tutarken, Ayşe ve Ahmet biraz uzaklaşıp sohbete daldılar.
MEMET BEY valla sonucu beklemek zor biliyorum
ama biraz heyecan iyi oluyor....
85-86-87-
Bir ara Ayşe, karlar arasından başını çıkartmış bir kardelen çiçeği gördü. Ne kadar güzeldi! beyaz karlar arasında doğmuş sarı bir güneş gibiydi.
“Bak, kardelen çiçeği!” diye bağırdı. Bunu Sevgi de görsün istiyordu. Ona da seslendi. “Sevgi, gel kızım bak! Çiçek çiçek!”
Kız, koşarak geldi. Hiç bu mevsimde çiçek mi açardı!? Şaşırdı görünce. Sevinç çığlıkları attı. Ellerini çırparak çiçeğe doğru eğildi.
Bu arada onlar çiçekle oyalanırken Ahmet mangalı yakmış, pirzolaları üzerine dizmişti. Et kokusu her yere yayılmıştı. Kokuyu alan anne-kız acıktıklarını anladılar. Çok da üşümüşlerdi. Mangalın yanına doğru gittiler. Önce ateşte ellerini ısıttılar sonra Ahmet’in kendileri hazırladığı ekmek arası pirzolaları atıştırmaya başladılar.
Ahmet, nöbetçi bir asker gibi mangalın başında bekliyor, lokması bitene “daha ister misin” diyerek yenisini hazırlıyordu. Bir yandan da, “Yiyin yiyin, böyle bir havayı ve böyle lezzetli eti bir daha zor buluruz.”
Dönüş için toparlandıklarında yorgunluklarını iyice hissetmişlerdi. Arabaya binerlerken Ayşe, “Kızıma ve bana böyle güzel bir gün yaşattın, seni çok seviyoruz!” dedi ve Ahmet’in yanağına bir öpücük kondurdu.
“Hoop, ağır ol, çocuğun yanında ne oluyoruz hanımefendi! Hesapları evde tahsil ederiz...”
Amaan, sen de!” diyerek utangaç bir şekilde güldü Ayşe. Bu arada onları seyreden Sevgi de, kıkır kıkır gülmeye başladı. Ahmet’e alışmıştı artık. Onu seviyordu.
Evet geldiklerinde, Sevgi hemen yatmak istedi ve odasına çekildi. Soba çok güzel yanıyordu. Ahmet divana oturdu. Ayşe de yanına geldi. Çerezlerini yiyip film seyretmeye başladılar.
Ayşe, Ahmet’in yüzünü yandan yandan derinlemesine inceliyordu. “Ne kadar iyi bir insan! O da bizim gibi mutluluğu hep aramış...” diye düşündü. İri kahverengi gözleri, üzerine uzun kirpikleri sanki sürme çekmiş gibi simsiyah duruyordu. Çok büyük olmayan bir burun, kalın etli dudaklar üzerinde ince bıyığı, iki yanağında gamzeleri vardı. Kendince yakışıklı bir erkekti. Ya yüreği! İşte o hepsinden güzeldi...
“Bakma, ne bakıyorsun! Şimdi nazarın değer! Yeni mi görüyorsun beni!” diye ona takıldı Ahmet.
“Hayır, gittikçe sana aşık oluyorum...” diye konuştu Ayşe. “Bilirsin, zor karar veririm. Seni bu yüzden yıllarca beklettim. İşte ben sevmeye karar verdim mi, böyle tam severim.”
Ahmet daha fazla dayanamadı ve “Gele bakalım, sen artık çok oluyorsun. Şu hesabı öde...” dedi ve onu kendine çekti. İyice göğsüne bastırıp sıktı onu.
“Hadi kalk, yatalım, biraz da kuduralım” diyerek ayağa kalktı.
Ayşe, “Amaan sen de...” demesine rağmen, ondan daha önde yatak odasına doğru yöneldi. gülüşerek odaya girdi ve kapıyı kapattılar.
Pazartesi sabahı sıradan sabahlardan biriydi. Ahmet işine gitti. Ayşe Sevgi ile ilgilenmeye başladı. Sonra birden aklına sevgiyi uzun zamandır doktora götürmediği geldi. Hava güzeldi.
“Bu gün doktora uğrayalım mı? Hem biraz da birlikte dolaşmış oluruz. Hıı... ne dersin!?” Sevgi başını salladı.
Doktor daha da umutlu konuşmuştu bu sefer. Sevgi’nin yüzünde gülücükler açıyordu çünkü. Bu aşırı sevinç onun dilini hiç beklenmedik bir anda açıverir, diye düşünüyordu.
Akşam olduğunda, yaşadıklarını Ahmet’le paylaştılar.
“Yarın nikahımız kıyılıyor!” diyerek Ahmet, onların sevinçlerini bir kat daha artırdı.
“Bu kadar uzatmazdım bu işi ama, nüfus cüzdanı çıkartma işi yordu beni biraz. Neyse, çocuk nikahsız doğmayacak!” diye de ekleyerek şaka yaptı ve devam etti konuşmasına:
Perihan ablanı da çağıralım. ben de bir iki arkadaş alırım yanıma, nikah şahidimiz olurlar. Artık karım sayılırsın”
“İlk günden beri karındım senin.”dedi demesine de gözleri de doldu aniden. Bunu nasıl bu kadar rahat söyleyebilmişti. Hasan’dı onun kocası. Hasan’la da böyle heyecanla nikah gününü beklemişlerdi. Hasan da onu kollarına aldığında kalbi duracak gibi olmuştu. Ne günlerdi o günler. kader onlara çok kötü bir oyun oynamıştı. Birbirlerine doyamadan ayrılmak zorunda kalmışlardı. “Allahım, nasıl ayırdın bizi! Ne kadar masum, temiz bir aşktı yaşadığımız” diye içinden geçirdi. sonra, döndü, Ahmet’in yüzüne baktı. Gözlerinden yaşlar iyice akmaya başladı. Ahmet ondaki hüzünlü dalgınlığı izlemeye almış, belli etmeden onu izliyordu.
“Gene mi ağlıyorsun. Seni anlayamıyorum, sevince ağlarsın, üzüntüye ağlarsın. Düşünürken ağlarsın, sevişirken ağlarsın. Hatta gülerken bile ağlarsın... nedir senin elinden çektiğim!”
slm.....iyi okumalar