http://resimlisiirler.atspace.com/resimli_siir/resimli_siirler46.jpg[/IMG]
Yazdırılabilir Görünüm
http://resimlisiirler.atspace.com/resimli_siir/resimli_siirler46.jpg[/IMG]
<div align="center" http://muratterzi.sitemynet.com/mynet_resimlerim/__love_you_2_1_[/IMG] </div
Dağarcığımda kalmadı hatıraların repertuarında hayaller, akreple yelkovan arasında yenileniyor zaman, ben yenilenemiyorum yeniliyorum. Düşüncelerim ufuklara çarpıyor, duygularım akşamın erguvani yalımında dağılıyor. Gün her gün yenileniyor. Pencere pencere dağlara çarpıyor bakışlarım, dağların ötesine geçemiyorum. Çiçek çiçek büyüyor özlemlerim. Seviyorum çiçekleri, gülleri, seviyorum çocukları, insanları. Ve da hasını seviyorum seviyorum. Fakat bu sevgi neden almıyor beni benden. Bu aşk niye bu dağın ötesine götüremiyor beni. Aslında biliyorum: İnsanın dertleri, insanlığın problemleri dağlardan beter büyüdü de... Oturuyorum saatlerdir yazmak için bir şiiri.. Düşünüyorum, düşünüyorum, fakat zamanın en derin yerine düşüyorum. Gecenin dili olsa diyorum, gece doğurmak üzere gündüzü. Gidip geliyorum çarparak yıllara. Saatleri anlamıyorum, saatlerde beni... Bir düş bozumu, kırık bir hayal, zaman ipliğine sarılmış boşluk sarkıtları hatıralar. Gidip geliyorum , gidip geliyorum. Tam renkleri buldum derken, ışığı en güzel yerinden tutmuşken; esintinin gizemini duygunun gizin bilmiş gibi iken, mısra mısra hazırken güç yetirememek sebep ne?
Yaşanmışın en derin yerinden sürüp gelen , en uzak noktasına götüren ne?Hayal mi, hatıramı?Rüya, hayal, hatıra arasında iletişim eksikliği, yaşanmış gibi, yaşanmamış gibi aşınmış hatıra...
Gelmeyen mevsimin özlemidir çarpan diyorum belki.Sabahın gül, akşamın menekşe açılımını görmek istiyorum.Eflatun akşamlar, erguvani gecelere bağlansın, gül şehirleri, gönül siteleri gül aydınlığıyla buluşsun istiyorum.Gül açılımında patlayan şiir, gül alevinde yansın; bir tutam sevgi, bir tutam sevgi parlasın, parıldasın...Yeni bir dünyanın gül devri çocukları gülsün, gül dökülsün yanaklarından, tebessüm eksilmesin dudaklarından.
Bir mevsim hepimiz çocuktuk.Bir mevsim dolusu coştuk.Her mevsimde bahara koştuk.Bağ yeşilinden yeşil bahçeler, karpuz tarlalarından öte dereler çağlarken, yıldızlar çiğ tanelerini öperken.
Ruhumdaki deprem, başımdaki sevda, içimdeki fırtına sarsıyor beni, sarsıyor beni...Hüzün hüzün bir dalga, sevgi sevgi bir perde; burkuluyor, burkuluyor içim.Azap tohumu yeşermiş, çile çiçekleri açmış bir özge mevsim istiyorum
abı yıne çok guzel bır sey eklemıssın elıne saglık
Yaw o kadar güzel resimler atmıstım hiç biri çıkmamış......:(
[IMG]![]()
Ben insanım
Akik, bir taştır. Gül, bir çiçektir. Arı, bir böcektir. İblis, bir şeytandır.
Hâme, bir cindir. Cebrail, bir melektir . Ben, bir insanım. Kendi türünü
temsil eden bu varlıklar arasında yerim neresi benim? Kimim ve kimin
içinim?
"Nefsini bilen, Rabbini bilir." Madem öyle, ben önce kendimi bilmeliyim.
Rabbimi tanımak ve dünyadaki yerimi belirlemek için kendimi bir
anahtar gibi kullanmalıyım. Çevremdeki her şeyi de o zaman
anlayabilirim ancak. Zira, bakılandan ziyade, "bakış" önemli. Kendimi
tanırsam, "insan"ı da tanımış olurum. "Cüz"ler, "küllî"lerin aynasıdır.
Ben, insanım. Varlık bezmi etrafımda pervanedir. Cebrail, benim için
Rabbimden haberler getirir, haberler götürür. İblis, benim için Rabbine
düşman kesildi. Hâme, o görünmez varlık, benim mensubu bulunduğum
"bir güzel insana" ümmet oldu da şereflendi. Akik, benim iltifatımla
değer kazandı. Gül, bir anlık nazarım için gülümser. Arı, bana hizmet
etmenin şevkiyle bal yapar.
Aslım topraktır, ama ruhum görünmez fezalarda uçar. Gayb ile şehadet
bende buluşur, mânâ ile madde bende birleşir. Efendi de benim, köle
de. Cihanın sultanıyım , ama Onun kuluyum. Zirveyim, seçilmişim.
Omuzumda üstünlük nişanı takılı, akıl nurudur başımda parlayan.
Kendi başıma bir hiçim. Varlığım bir gölge, elimde olana "benim"
deyişim bir vehimden ibaret. Neyim varsa O verdi. Ben, Onun için
varım. İlmim, iradem ve kudretim hep Rabbimden. Ben, Mabuduma
kulluk etmek için buradayım. Acizliğimi bilir kudretine
sığınırım,zayıflığımı görür kuvvetine dayanırım, fakirliğimi anlar
rahmetine güvenirim, kusurumu fark eder affımı isterim.isterim
rabbim...
Ben define arayıcısıyım, sırlar ülkesinin yolcusuyum. Onun yolundayım,
Onunlayım, Ona giderim. O yolun merhaleleri hem kavuşmadır, hem
ayrılık. Her adımda bin ızdırap ve bin lezzet tadarım. Bir yerde
duramam, yeter diyemem, gaflet öldürür beni.
Yol tehlikelerle dolu. Bu sırlar ormanının her ağacı ardında bir düşman
pusu kurmuş. Nefsim, can düşmanlarımla işbirliği halinde. Ben, Ona
gitmek isterim. İblis beni aldatıp kendi yolunda yürütmek ister.
Bütün kapılar bende açılır, bütün yollar benden geçer ve Ona gider.
Hem yolcuyum, hem yol. Hem kapıyım, hem anahtar. "Enfüsî tefekkür "
bendedir, kendime girer Ona giderim. "Afakî tefekkür" benim işimdir,
ibretle cihan kitabını okur, okuturum. Her eser şiirimdir; hisseder,
anlatırım.
Bana, "Niçin akikten, gülden, arıdan söz ediyorsun? Taş, çiçek ve böcek
bu kadar mı önemli?" derler. "Tefekkür" sırrını bilmeyene neyi, nasıl
anlatmalı?
Hayır, onların kendi başlarına bir önemleri yok, farkındayım, ama
madem beni aradığıma götürüyorlar, olabildiğince önemlidirler.
Meselem akik, gül, arı değil, ben Rabbimi anlamaya çalışıyorum. O,
kendini "eser"leriyle tanıttı, ben de Onu eserleriyle anlatıyorum.
Gül bir nebî değil, ama Rabbimden haber veriyor
Akik, gül, arı, hepsi birer ayna, gösterdikleri mânâ olmasa ne önemleri
var. Ben fâni aynaları değil, onun içindeki bâkiyi gösteriyorum.
Ben, mânâ arısıyım. Varlıktan varlığa uçar, bal özü toplarım.
Işıl ışıl yıldızları, dalga dalga denizleri, dumanlı dağları, esen rüzgârları,
yağan yağmurları, gülümseyen çiçekleri harman eder, gönül dünyamda
"iman" balları yaparım. Bülbül olur "marifet" iklimine uçarım, Yûnus
olur "muhabbet" denizine dalarım. Yerdeyim, gökteyim, denizdeyim,
dağdayım; kâinat bahçemdir benim, gönlümce gezerim. Bazen cihan
dar gelir, Rabbimin sonsuz isimler ve sıfatlar âlemine doğru
kanatlanırım.
Sonsuza yürümekten yorulan ve beni bugüne çağıranlara şunu derim:
"Güncel"in sığ sularında mı boğulayım? Bu gün var yarın yoklarla mı
oyalanayım? Dalga uğruna denizden mi vazgeçeyim? Elması bırakayım
da, "cam" için can mı vereyim? Altın için bile olsa elması terkedene
akıllı denilir mi?
Benden, yere mıhlanmamı istiyorsunuz, farkında mısınız, siz benden
"beni" istiyorsunuz. Elimde olmayanı nasıl veririm? Ben, kendimin
değilim, Onunum. Onsuz hayat, yaşanmamıştır. Gafletle geçen zaman
ömür değildir.
Anlayın artık, sizinle olamam. Bedenimi verdim, ruhumu da veremem.
Hayır! Ben ebediyet yolcusuyum. Yolcu yoluna gitmeli!
vesselam
http://muratterzi.sitemynet.com/mynet_resimlerim/__love_you_2_1_[/IMG]
abı su sıteye hala resım atamıyom ya yoksa çok guzel resımlı sıırler war
Mehmet bak cevap yazma kısmında sarı bir düğma var. Oraya tıkla ve resmin linkini yapıştır. Bu kadar kolar... ;)
İşte Siz O Güzelsiniz
Adını altın harflerle ezberlediğim,
Simanın tatlı uykumda şemalini çizdiğim,
Sayısız çiçegi dalından koparmadan,
desen desen saçlarını ördüğüm,
Her gün senin için dalından kopmuş gül gibi,
Kendimi kimsesizler mezarlıgına gömdüğüm,
Seni her gün başka güzeller mahkemesinde yargıladığım,
Hep senin kazandıgın mukayese rıhtımı güzelligin,
Göz miyobumun sicimleriyle ölçdüm yollarını,
Güzelliğine nakarat nakarat maniler derlediğim.
Senin için cılızlaşmış vücudumu,
iplik gibi insanlıga sergilediğim,
Gördüğüm her çiçege adını verdiğim,
Alfabeyi unuttum ama senin isminin harflerini unutamadıgım,
Sensiz katraklaşan gözlerim,
senle prejektörleşen,
yılarca susuz kalsam,
Verecegin bir damla su,
yüce dagları arşınlayabilecegim,
Gecenin karanlıgında,
Gökteki yarım ay'a,tam ay'a merhemliğinde göz simetriğin,
Gece gündüz hayalimde,
Sevdalar bozkırlarında el ele koştugum,
Aşk şarabımızı beraber ay ışıgında içtigim,
Resmine bakınca içimi yakan,
İsmini duyunca gözlerim seller gibi çaglayan,
Aglarken gülmeyi ögrendiğim,
Sevmenin ne oldugunu bilmezken sevmeyi ögrendiğim,
Hazana vedayı,bahara merhaba yı ögreten,
Bir tek kalbim var oda sana kul köle olan,
Gizli düşlerin de mutluluk şarabı olmak istediğim
Beni yine içmeden sarhoş,
Karanlık gecelerim gündüz,
Bir parça kefeni seni severek giydiren,
İşte o güzelin ta kendisi sizsiniz.
Evlendiğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle
sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde
bir fazlalık olduğunu düşünüyordu.
Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu.
Yine böyle bir tartışma anında; eşi, bütün bağları kopardı ve
"Ya ben giderim, ya da baban bu evde kalmayacak"
diyerek rest çekti... Eşini kaybetmeyi göze alamazdı.
Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası,
sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı.
Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında.
Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla
karşılaşmıştı. Hâlâ onu ölürcesine seviyordu.
Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve
kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce
avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı
kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını.
Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak,
böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı.
Babasına lâzım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan
sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve
kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can,
"Baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince
onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular.
Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı.
Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı.
Minik Can, sürekli babasına "Baba nereye gidiyoruz ?"
diye soruyor ama cevap alamıyordu.
Öte yandan; nereye götürüldüğünü anlayan
yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve
torununa belli etmemeye çalışıyordu.
Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine
ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki
dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu.
Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve
arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi.
Sonra diğer malzemeleri taşıdı en son da
babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi.
Tipi, adeta barakanın içinde hissediliyordu.
Barakanın içinde fırtına vardı adeta.
Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden
üşümeye başlamıştı.Yarın yine gelir bir yorgan ve
birkaç battaniye getiririm diye düşündü.
Öyle üzgündü ki, dünya başına göçüyor gibiydi.
O, bu duygular içindeyken babası, yüreğine bıçak
saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından
bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti,
içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu.
Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu.
Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın
vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu.
Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi,
yanaklarını ve ellerini defalarca öptü.
Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de
kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve
Can'ın elini tutup hızla barakayı terketti.
Arabaya bindiler.
Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı,
neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye.
Verecek hiçbir cevap bulamıyordu,
annen böyle istiyor diyemiyordu.
Can: "Baba, sen yaşlandığında ben de seni
buraya mı getireceğim?" diye sorunca dünyası
başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte
deliler gibi geri çevirdi arabayı.
Barakaya ulaştığında "Beni affet baba." diyerek
babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış
çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı.
Oğlu: "Baba beni affet! Sana bu muameleyi yaptığım
için beni affet!" diye hatasını belli ediyordu...
Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu...
"Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı
dağ başına atmadım ki, sen beni atasın...
Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum."
EVİNE KAR DÜŞÜRDÜK
![]()
İşte bir Salı sabahı. Namazlar kılındı.Şimdi farz eda edilecek cemaatle. Bu ezanlar benim içime akıyor. Eritiyor. Ne doyumsuz bir tat. Unutturma Allah’ım! Secdede,herkes, özellikle ihrama bürünenler,kar yağmış bir yer gibi gösteriyorlar Beytullah’ın etrafını...
Kuşların raksı ve cıvıltısı,büyük ve anlam yüklü şeyler olduğunun işareti. İşte,ezan başladı. Allahu ekber. Allahu ekber. Koşun namaza koşun felaha,kurtuluşa,rabbinize. O ki erhamür rahimindir. Lütuf ve keremi sonsuzdur. Bu kuşlar, kuş mu ki? “Rabbinden isteyen yok mu? Versin!” diyen melekler olmasın.
Alemlerin rabbine hamdolsun... Aaaamiiin. O ne uzun, ve ne tatlı bir dua. Kabul buyur, kabul buyuranların en hayırlısı.
Ey davetlisi olduğumuz evin sahibi,işte misafiriniz. Layık olduğumuzdan mı? Lütfun ,lütfun. Tüm güzellikler senden,tüm çirkinlikler bizden. Ya Zelcelali vel İkram.
Allahu ekber.! Tüm beller büküldü ve rükuda. Tek renk, tek desen, tek ahenk. Şimdi kıyam. İşte secde. En yakın olan an. Sana en yakın zamanımız.
“...Vazgeçtim dünyadan kaldırmam artık
Aşınsa da alnım secde yerinde
Senin sevdalınım ben yak beni artık
Kalbim son kez atsın secde yerinde...”
Yerler kar tanesi... Nur yere cismedilir mi? Nur yere resmedilirse (belki) budur.“Elhamdü lillahi Rabbil alemiin... Aamiiinn“Yaeyyühellezine amenu!... Lebbeyk Allahümme lebbeyk.
DELİ MİYİM DE GÜLÜMSÜYORUM?
Sokakta giderken, kendi kendime gülümsediğimin farkına vardığım zaman; beni deli zannetseler de zannetmeseler de gülümsüyorum. Delilik dediğin nedir ki? Hepimiz az buçuk deli değil miyiz zaten? Her birimiz kendi tımarhanesinde gönüllü hapis. Düşünüyorum, her zamanki gibi. Hem de suç olduğunu bile bile… Yük katarları geçiyor zihnimin uçsuz bucaksız raylarından. Kendi kendime gülümsemeye devam ederek ilerliyorum. İnsanlar çıkıyor karşıma sağcı, solcu, ortacı, ilerici, gerici… Her yer insan kaynıyor, kalabalık sel olmuş akıyor sokaklardan caddelere. Necati Cumalı’nın şiirini hatırlıyorum: “şu kalabalıkta gördüğün herkesin bir kalbi var senin gibi…” Tanıdık bir rüzgar esiyor. Doğduğum vatan toprağının kokusu sızlatıyor burnumun direğini giderek bize ait olmaktan uzaklaşırken. Öldüğümde vatanımın bana ait olmaması ihtimali de aynı anda yokluyor zihnimin duvarlarını. Nazım’ı görüyorum o vagonlardan birinde. Vakur bir ağaç gibi; başı yukarıda, çenesi bulutlarda. Deniz mavisi gözlerinde memleket hasreti doruklarda…
Her şeye rağmen gülümsüyorum.
İnsan dediğimiz şey, “yokluk sınırlarında yaşayan varlık” demek anadilimizde. Kalbur altında yaşam mücadelesi veren çok, üstte kalanlarsa kaymak tabakası sadece… Muasır devletler ilerliyor bizse bakakalıyoruz hep giden geminin ardından. Serde Türklük var çünkü, yol alamıyoruz. Medeniyet desen, birkaç beden bol üstümüze. Rızkını Allah verir diye doğurduğumuz, burnunda sümükleri yağmura karışan çocuklar aç biilaç sokaklarda, köprü altlarında hala. Halbuki devam ettirdikleri nesil ne acılara gebe? Kim farkında? Zaman katmış akreple yelkovanı önüne hızla ilerlerken, biz bir futbol topunun peşinden yetmiş milyon kişi koşuyoruz. El alem dediklerimiz ölümsüzlüğün sırrını deşerken, biz gökten kafamıza maalesef kalas düşmesi sonucu ölüyoruz. Zaman tozu dumana katarak koşuyor, bizimse omuzlarımızda koca bir atalet oturuyor. Yani takvimdeki yüzyılla bizimkisi birbirini tutmuyor.
Memleketimde yaşam manzaraları acı… Kan vermek günah olunca, kansızlıktan ölünüyor. Bilgi karın doyurmayınca, kitaplar sobalarda tutuşuyor. Varlığın belirtisinin “düşünmek” olduğunu söylemiş bir düşünür, oysa bizde “düşünmek” suç sayılıyor. Suçlu olmamak için vazgeçiyoruz düşünmekten, vazgeçiriliyoruz. Yok oluyoruz! Devrimi balyoz, Marx’ı deterjan markası sananlar var hala. On yılda bir darbe yemeyi de Allah vergisi… Aldığımız yol anca bir arpa boyu, onu da on yılda bir geri dönüyoruz. Milletin vekilleri, vekili olduğu milleti henüz tanımıyor. Bakanlık da bakarkörlükle eşdeğer. Bir ampul yandı tepemizde dört yıl önce. Ampuller ışık saçarmış, ışık nerde? Işık yok! “Işık” söndü altmış sekiz yıl önce. Altmış sekiz yıllık bir çaresizliğin yükü var üzerimizde. Kimilerine göre bunun çaresi satılmak, bölünmek, parçalanmak, hibe edilmek… Henüz doğmamış çocuğumuzun bile geleceğini sattılar! Böle böle çoğaltıyorlar bizi artık birbirimizden. Parça parça oldu umutlarımız. Vatan dediğimiz kara parçası hibe ediliyor hissettirilmeden, sinsice. Bu toprakların kokusu giderek bize ait olmaktan çıkıyor. Gözlerimden damla damla bir tren akıyor, Nazım oturmuş vagonlardan birine, el sallıyor.
Bense sokakta giderken kendi kendime gülümsediğimin farkına varıyorum ve beni deli zannetseler de zannetmeseler de gülümsüyorum.
//
böle güzel bi başlık açtığı için önce gökhana we paylaşımlarından dolayıda diğer bütün arkadaşlara çok teşekkürler...
BİLDİĞİMİZ AMA UYGULAMADIĞIMIZ ŞEYLERİ BİZLERE TEKRAR HATIRLATTIĞIN İÇİN TEŞEKKÜRLER ALLAH RAZI OLSUN.. HEPSİNİ OLMASADA BİR KISMINI UYGULAYABİLİRİZ İNŞAALLAH ELİNE,DİLİNE,YÜREĞİNE SAĞLIK ABİ...
Ey sevgili;
GÜnler o kadar güzel geçiyor ki aşk sarhoşluğu bu olsa gerek arada ne kadar acı da olsa; hayatın tadı, tuzudur deyip kıvırıyoruz halının altına ama halının altı baya toz oldu...
Sıra sende ey sevgili sıra senin halının altında...
Sevgi birbirinin kötü yönlerini görmemek onları iyiye yöneltmek diye öğrettiler bize onları gece gibi ört dedi bize mevlana...
Açığa vurmak neyi halleder ki???
Sonsuzluğu sevmemek herşeyin bir sonu olduğuna inanmak mı yoksa sonsuzluğu göze alamamak mı???
Sevda yüklü bir bulutum bü gün sende karşıdan gelen bulut olmasın şans bu ya:)
çarpsan şimşek çakar mı tekrar elektriklenme olur mu :)
Doğanın kanunlarına da kafa tutup şimşek yerine güneşi zorlar mısın çıkması için...
inat uğruna bir pire yüzüne yorgan yağanlardan mısın yoksa ???
Ben sevdiği uğruna Bu dünyayı yakanlardanım sen kimlerdensin...
İçimdeki fırtına çok büyük ve belli ki bu fırtınanın dinmesi dalganın sürekli olup olmamasına bağlı... Dalgamsın sen benim durul artık beni tekrar limanıma götür meltemlerinle...
Sonsuzluğu seviyorum...
Çünkü sonsuzluğum seninle başladı seninle de bitecek...
Gökhan D.
HOŞ BİR SEDA İDİ
Rabbimizin mağfireti üzerine olsun Süreyya Yüksel ablamız tam bir muvahhitti. Şimdi onu mazi sigası ile anmak bile bana acı geliyor... Onun kanser hastası olduğunu biliyordum. Son sohbetimizde ben ileriye dönük ortak planlar kurunca bana;
-Artık benim yüzüm toprağa bakıyor demişti.
Günlüğümdeki onunla ortak bir iki hatıramı sizlerle paylaşmak istiyorum:
Bir ablamızın evindeydik. Odadaki herkes Ramazan umresine birlikte gitmiş, o beldelerde ortak hatıralar edinmişti. Sadece ben, hac ibadetimi yapalı henüz birkaç ay olmuştu. Hane sahibi büyük bir incelik göstererek evine beni de davet etmişti. Süreyya ablamızdan rica ettik, bizi kırmadı. Aynen Kabe imamı Südeysi gibi Kur’an okuyuşu bizi tekrardan o güzide duygulara saldı. Sanki Kabe yanımıza gelmişti. Gönüller o halis duygulara tekrardan yelken açtı. Tarifsiz hazları ile o kutsal mekanı andık. Kabe hatıralarımızı yadettik. Yürekler yandı, gözler yaşardı.
Bir fırsatını bulduğumda Süreyya ablama
-Hac mı Ramazan umresi mi sana daha bir manevi haz verdi? dedim.
O da;
-Hac farz ve Rabbimizin emrini yerine getirmek insana mutluluk veriyor. Tabi ki önce o. Ama, ben Ramazan umresine, Kabe karşısında o topluca kılınan teravihlere, teheccüdlere doyamam... Ramazan da Kabe bambaşka!...dedi. Birlikte tekrar gitmeyi düşünüyorlardı. Ben de heveslendim.
-Nasip... dedi. Ramazan ayına yaklaşırken irtibat halindeydik. Ancak takdirde birlikte yolculuk yokmuş. Farklı şirketlerle gidiyorduk.Bana;
-Ayşe’ciğim inşallah orada karşılaşırız dedi...
SEHER GÜLLERİ
Güller seherlerde açar mı? Hiç bilmiyorum. Bildiğim Allah’a yakın kulların veya yakın olmak isteyenlerin o sevgili zamanlarda duaya durdukları. O en güzel insandan, insan güzelinden (sav) bize kalan nadide hatıra. Ya Rabbi! Musa (as) gibi bizimle de konuşur musun? İşte hitabın elimde. Diyorsun ki “Ey sakınan kullarım, sadıklarla beraber olun!” Onlara özendim işte ayaktayım. Uyanığım. Gönlümü de uyandır! Haddim değil belki ama beni de sevdanın ateşinde eriyen ve sonunda kendi mumunun sıvısında can veren ip eyle. Kudreti yeri göğü kuşatan Mağbudum! Kutlu zamanlarda arşına açılan eller hürmetine sadıklar defterine beni de yaz. Bu kulunu da kendisi ile beraber olunmasını buyurduğun mü’minlerinden kıl!
“Her doğan bir günün dert...” değil sunduğun bir imkan olduğunu daha yeni yeni kavramaktayım. Gözünü hak ve hakikate açtığın kullar hürmetine, yeryüzünde yürüyen ve sırasını bekleyen şehitlerin hürmetine, bizleri de onlar arasında bulundur. Katında hürmeti olan her şey hürmetine adaletinle değil lütfunla muamelede bulun! Bu duamdır. Kabulü zatına aittir. Bana şah damarımdan daha yakın olan sevgili. Zül celali vel ikram.
Dört şeyi vermedikçe dört şeyi vermezmişsin:
1-fazlasını hazırlamadıkça kula şükür nimetini,
2-kabulünü hazırlamadıkça dua nimetini,
3-mağfiretini hazırlamadıkça istiğfar nimetini,
4-kabule hazırlamadıkça tövbe nimetini.
Rabbimiz! En evvela hiç de gerekmezken sırtıma aldığım ağır bir yük gibi gönlümü kıran günahlarımın ağırlığından beni kurtar. “Rükuda bükülen beller hürmetine” kıyama doğrult bedenimi, gönül dünyamı. O nazenin gül yaprakları misali seherlerde katına açılan sevdiğin eller hürmetine, istiğfar eden diller hürmetine mağfiretini lutfet! İzzet ve celalin hakkı için o en özel insana (sav) olan sevgimiz ve özenimiz hürmetine kapına açılan gül yapraklarını rahmet damlalarınla süsle ve vechimize kapanırken gözümüzü, gönlümüzü, yüzümüzü aydın eyle!
EVİNE KAR DÜŞÜRDÜK
İşte bir Salı sabahı. Namazlar kılındı.Şimdi farz eda edilecek cemaatle. Bu ezanlar benim içime akıyor. Eritiyor. Ne doyumsuz bir tat. Unutturma Allah’ım! Secdede,herkes, özellikle ihrama bürünenler,kar yağmış bir yer gibi gösteriyorlar Beytullah’ın etrafını...
Kuşların raksı ve cıvıltısı,büyük ve anlam yüklü şeyler olduğunun işareti. İşte,ezan başladı. Allahu ekber. Allahu ekber. Koşun namaza koşun felaha,kurtuluşa,rabbinize. O ki erhamür rahimindir. Lütuf ve keremi sonsuzdur. Bu kuşlar, kuş mu ki? “Rabbinden isteyen yok mu? Versin!” diyen melekler olmasın.
Alemlerin rabbine hamdolsun... Aaaamiiin. O ne uzun, ve ne tatlı bir dua. Kabul buyur, kabul buyuranların en hayırlısı.
Ey davetlisi olduğumuz evin sahibi,işte misafiriniz. Layık olduğumuzdan mı? Lütfun ,lütfun. Tüm güzellikler senden,tüm çirkinlikler bizden. Ya Zelcelali vel İkram.
Allahu ekber.! Tüm beller büküldü ve rükuda. Tek renk, tek desen, tek ahenk. Şimdi kıyam. İşte secde. En yakın olan an. Sana en yakın zamanımız.
“...Vazgeçtim dünyadan kaldırmam artık
Aşınsa da alnım secde yerinde
Senin sevdalınım ben yak beni artık
Kalbim son kez atsın secde yerinde...”
Yerler kar tanesi... Nur yere cismedilir mi? Nur yere resmedilirse (belki) budur.“Elhamdü lillahi Rabbil alemiin... Aamiiinn“Yaeyyühellezine amenu!... Lebbeyk Allahümme lebbeyk.
"ya büyümeye uğraşmasaydık böyle kan ter içinde... ya konuşmaya uğraşmasaydım seninle, ya mektuplar yazmaya çalışmasaydım sana...
ve sen; ya okumaya, dinlemeye ve anlamaya savaşmasaydın..! yani, ya olmasaydın... ya olmasaydın.....!!
büyüdüğüne birsürü delil var.
örneğin boşlukta daha çok yer işgal ediyorsun. örneğin daha geniş ve mantıklı düşünüyorsun.biliyorum ki, ve bil ki; bunların hepsi, büyüdüğüne...büyüdüğüme...ve büyüdüğümüze birer delil...!!
ve bil ki; herzaman aynı fikirde olamasakta ... sık sık kızsakta birbirimize,tartışsakta... ben... seni hiçbir zaman... dünyadaki hiçbir kıza...
DEĞİŞMEYECEĞİM...............!!!
muammer erkul
herkese tskler
![]()
Gönül bahçeleri ve SEVGİ
Bir gün bir şarkı tutturmuşum, "Bugün yine gönlümün bahçesinde oturdum" diye söyleyip duruyorum. Tabiî siz de biliyorsunuz, şarkının sözlerinin yanlış olduğunu. Ablam da ikâz etti "Gönlümün bahçesinde oturdum değil, gezindim" olacak diye. Ben de şakayla, "İyi de o benim gönlümün bahçesi. İster oturur, ister gezinirim!" deyince, biraz düşünen ablam, "E Tabiî doğru ya, senin gönlüne ben karışamam. İyi, otur otur!" diye lâfını geri aldı.
Evet, gönül bahçeleri herkesin hususî âleminin gizli bir beldesidir. Kimse kimsenin iç âlemini bilemeyeceği gibi, müdahele de edemez. O, onun kendi iklimlerinin, yine kendi ruh alemine açılan penceresidir. Orada başka bir kimlikle, benlikle yaşayabilir. İnanılmaz mutluluklar yaşayabildiği gibi, yoğun karanlıklara da düşebilir. Hayaller, umutlar, idealler orada sünbüllenir, kişinin ruh ve his dünyasına ışık tutarlar. İnsanın manevi alemlerindeki renk cümbüşleri ve cilvelenişler, ancak iman ile güzelleşir. Gerçekten gönül bahçelerindeki iklimler, iman ile bir başka ılımandır. Sevgi, sabır, güzellik ve bahar doludur. Düşünmek de gönül bahçelerine renk ve ahenk katan bir başka husus. Düşünmek, insana mahsus. Geçmiş ve geleceğin ortasında, bir anlık bir hazır zaman parçasına hapsolmuş insana, iki kanat takan ve onu dünyaların alabildiğince genişleten düşünmek, bir nimet insan için. Gerçi bazen geçmişten üzüntü ve elem, gelecekten korku ve üzüntü duysa dahi, iman gibi harika bir nimete mazhar olan insan, bu iksiri tam tatbik ettiğinde bir kuş hiffetinde, bir gül letâfetinde eşsiz bir dünyaya sahip oluveriyor.
Her insanın bu âlemden, kendi hususî âlemlerinin rengi ile boyanmış manevi âlemi, bu iman iksirinin emsalsiz tesiri ile, bir cennet sûretine bürünüyor. Elemler ve korkular, endişe ve üzüntüler bir yana, onun manevi alemleri, Rabbine sığınmışlığın eşsiz huzuru ile dopdolu, sanki bahar iklimleri yaşıyor.
Misafir bir yolcu olan insanın, en büyük endişesi ölüm. Ölüm, iman ile, ebediyete açılan geniş pencerenin ardında, bir terhis tezkeresi oluveriyor. Bırakmaktan, ayrılmaktan korktuğu bütün güzellikler, bütün sevilenlerin, ebedî bir âlemde, hiç ayrılmamacasına, eşsiz saadetlerle birlikte kendisine yeniden verileceği sevinci, ölüm korkusunu hiçe indiriyor. Bütün korku ve endişeler, iman nazarı ile bakınca hiç derecesine iniyor.
Düşünmek iman ile güzel. İman ile renkli ve ferahlı; sevinç ve sürûr getiriyor. Düşünmek, daha da çok düşünmek, imanın sırrına ermiş biri için daha da büyük saadet. "Çok düşünürsem, düşünce girdabında boğulabilirim." korkusu ondan uzak. Âlemin sırları, imanlı bir düşünce süzgecinden geçip, bir bir kalbe damlayıp çözüldükçe, marifetullah ve muhabbetullah nurlarına dönüşüp, ruha en derin lezzetleri içiriyor. Düşünmek, iman ile bir başka nimet olup çıkıyor.
Âlem çözülüyor, sen çözülüyorsun. Bazen kendini, bazen âlemi okuyorsun. Okudukça Rabbine hayran oluyorsun. İşte insanın en güzel meyvesi, bu hayranlık hissidir. Öyle derin bir hayranlık ki, tümüyle seni sarar, ama ifade edemezsin. Sonra, o hayranlık tamamen sevgiye dönüşür. Bir sevgi ki, kâinatı belki sonsuzlukları kuşatmış, ama küçücük bir kalbe sığıyor. O küçücük kalbinle, Rabbini öylesine seviyorsun. Sen seversin de, O sevmez mi? Bunu hissediyorsan, "Mutluluk nedir?" diye sormayacağınızı zannederim.
Mutluluk, işte bu dereceye yükselmiş bir sevgidir.
Bîgâne-i mahabbetün olmaz gam-âşinâBeytin anlamı ilk okunuşa göre “Ey derdinin yarasını merheme âşina etmeyen (yaraya merhem sürmeyen) sevgili; gama âşina olan biri, elbette aşkının yabancısı değildir.”şeklinde, ikinci okuyuşa göre de bunun tam tersi sayılan“Ey derdinin yarasını merheme âşina etmeyen sevgili; aşkının yabancısı olan biri, gamın ne olduğunu biliyor sayılmaz.” şeklinde anlaşılır. Nailî, ikinci dizeye de aynı biçimde bir çift anlamlılık vermiştir: “Ey derdinin yarası merhem ile tedavi edilemeyen sevgili...” ve “Ey derdinin dağlama yarasını merhem diye âşıkına sunmayan sevgili...” Birinci durumda sevgilinin açtığı yara mücerred (soyut) olduğu için (gönül yarası), maddi bir ilaç sayılan ve yaraya üstten sürülerek veya oğuşturularak tatbik edilen merhemin ona çare olmayacağı; ikinci durumda ise âşıkın derdinin devası olarak yine sevgiliye ait derdi (gönül yarasına daha fazla aşk acısını) istemesi (yani az acıyı daha çok acı içinde boğma arzusu) söz konusudur. Hani Fuzuli’nin “Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabîb” dediği veya “Dertleri zevk edindim...” diye başlayan şarkının güftesinde olduğu gibi.
Ey dâğ-ı derdin eylemeyen merhem-âşina
Beyitte derdini veren ama dermanını vermeyen bir sevgiliden, yani aşkın manevi yarası olan gam ve acıya, maddi merhem bile vermeyen (kendini göstermeyen) sevgiliden söz edilmekte ve biraz sitem, biraz yakarış ortaya konulmaktadır. Bu durumda beyitte sözü edilen muhabbetin İlahî aşk, sevgilinin de Allah olduğu hemen anlaşılır. Sâlik veya kul (âşık), aşkından dolayı çektiği acı ve kederler ile olgunlaşacak, aşk içinde yolculuk yaptıkça dünyadan sovuyacak, masivayı terk edecek, gönlünü Sevgili’den gayrı her şeye kapatıp kendini temizleyecektir. Zaten gerçek aşk da, sevenin kendini Sevgili’ye adamasından öte nedir ki?!. Âşık her şeyiyle Sevgili’ye yönelecektir ki Sevgili’nin ilgisini ve sevgisini kazansın. Öyle ki, gam çekmeye alışmamış birinin Sevgili’den iltifat umması abestir. Bunu tersinden söyleyelim; aşkı olmayanın derdi de olmaz. Sevgili’nin bîgâneliği ancak âşıkın âşinalığı içindir (tezat); yoksa Sevgili’nin âşıka ihtiyacı mı var!?..
Hele düşünün bakalım; Sevgili, her yalvarışınızda size istediğinizi hemen veriyor mu?!.. Vermeyişi sizi sevmediğinden mi, yoksa O’na olan sevginizi çoğaltmanız için mi?!.. Daha fazla yalvaran bir âşık olmak aşk işinde derece kat etmeye vesile midir!?..
abı bazılarını gunumuz turkcesıne cevıremedım ama okuyabıldıgım kadarıyla guzel bır yazı
Bilgeliğine şüphe duyulmayan bir adam çocuklarına hayat boyu sürecek
bir ders vermek istiyordu.
Oğullarına, öncelikle insanlar ve hayatta hemen her konuda, çabuk
hüküm ve karar vermenin yanlışlığını öğretmek istiyordu.
Bir gün dört oğlunu yanına çağırdı. En büyük oğluna, ülke dışına kış
mevsiminde çıkıp bir mango ağacını görüp incelemesini istedi. Daha
küçük oğluna bahar mevsiminde yolculuğa çıkıp bir mango ağacını görüp
incelemesini istedi. Üçüncü sıradaki büyük oğluna da yaz mevsiminde
yola çıkıp göreceği mango ağacını iyice incelemesini istedi.
Oğullarının en küçüğüne ise sonbaharda yolculuğa çıkıp göreceği mango
ağacını incelemesini söyledi.
Mevsimler geldi geçti ve bütün oğulları yolculuklarını tamamladılar.
Bilge baba bütün çocuklarını yanına çağırdı ve:
- Haydi, şimdi de görüp incelediğiniz mango ağacının özelliklerini
bana anlatın, dedi.
Kışın yolculuğa çıkan en büyük oğlu:
- Baba, ağaç sanki yanmış, kuru bir kütük gibiydi.
Ondan daha küçük olan, bahar mevsiminde yolculuğa çıkan oğul söze başladı
ve:
- Ağabeyimin dediği yanlış, ağacın yemyeşil yaprakları her tarafını
sarmıştı, dedi.
Üçüncü sıradaki oğul ise ağabeylerine itiraz ederek,
- Sizin söylediğiniz gibi değildi, dedi; ağaç gül gibi güzel
çiçeklerle donanmıştı.
Sıra en küçüğüne gelmişti, o bütün ağabeylerine itiraz etti ve:
- Siz hepiniz ne gördüğünüzü bilmiyorsunuz. Ağacın meyveleri vardı,
ben tattım; tadı armudun tadına benziyordu, ağaç da armut ağacına
benziyordu, dedi.
Şimdi konuşma sırası bilge babaya gelmişti. Bilge baba konuşmaya
başladı ve şöyle dedi:
- Oğullarım, aslında hepiniz doğru söylüyorsunuz. Çünkü ağacı ayrı
mevsimlerde gördünüz.
İşte size hayat boyu aklınızda bulunması için öğüdümü vermek istiyorum:
İnsanların hal, tutum ve davranışları hakkında hüküm verirken, o
insanların her mevsimini, her yönünü bilip bilmediğinizden iyice emin
olduktan sonra karar verin!..
Ben her bahar aşık olurum...
Ve bahar kimseye sormadan geliyor...
Aynı şekilde de gidiyor...
Tıpkı aşk gibi....
Bir bakıyorsunuzki onu görmüşsünüz...Bir bakmışsınızki ondan başkasını göremiyorsunuz...Bu kadar yabancı bir ses hayatınızdaki tüm seslere bedelleniveriyor..Ansızın yüreğinizin daha hızlı çarptığını,gözlerinizin bir başka baktığını farkediyor endişeleniyorsunuz önce..Sonra tıpkı bahara teslim olan ağaç dalları gibi kendinizi yeşermeye bırakıyorsunuz..Tek tek yavaş yavaş çıkan o minicik yapraklarınız Martın ani bir soğuğu gibi çıkan yanlış bir bakış ya da yanlış bir sözcükle donuveriyor.O bakışlarını binlerce gözden ayırt ettiğiniz gözler size bakmıyor artık o ses size seslenmiyor..Ama biz şimdi baharın gelişini konuşuyoruz farzedinki donmadı filizleriniz, sevdiğinizin beğeni dolu bakışlarıyla giderek büyüyor renkleniyorlar.Sonra çiçekleriniz beliriyor.Vücudunuzun her noktasından fışkırıyorlar...Daha bir albeni daha bir ışık saçıyorsunuz çevrenize.Nisandaki kiraz ağaçları gibisiniz.Donanıyorsunuz sevgiyle baksanıza..Aynada bile farklısınız artık..
Baharın ve aşkın ışıltısı parıldıyor heryerinizde.Bir mevsimin tüm gerçekleri yüreğinizde..Bir aşkın tüm gerçekleride...Ilık çam rüzgarları altında yapılan bahar gezintileri,yakamozların bir başka parıldadığı o sahil turları,bir aşkı ve baharı güzel kılacak herşey...Sizinledir artık..Fondada bir Sezen Aksu şarkısı”Ben her bahar aşık olurum,rüzgar olur yağmur olurum”
Ve bahar yavaş yavaş yaza dönmeye başlar.Dallarınız hızla büyümeye çiçekleriniz meyveye dönüşmeye başlar. Şanslıysanız sevdanızda büyüyordur sizinle.. Meyveleniveriyordur bir başka yürekte...Ona uzattığınız dallarınızı bağlanma diyeti,ona sunduğunuz meyveleri aşırı bir sevda olarak görmüyor ve birlikte sizinle tadını çıkarıyordur mevsimin.Beraber yaşandıkça tüm mevsimlerin daha bir güzel olduğunu görüyorsunuz artık.Yazın sıcaklığı dallarınızı ve tüm gövdenizi daha bir kuvvetli kılıyor sanki sevdanız gibi aynı....
Şanslıysanız sevdanız yaz mevsiminde kalır ama ya değilseniz...Mevsimlerin seyri sevdanızla büyür...Sonbahar sizin semtinizede uğrar.Özenle büyüttüğünüz yapraklarınız önce kırmızı sonra sarıya döner ve kendilerini yerlere atarlar...Yüreğinizi bomboş bir yalnızlık sarar...Sesin varlığını özlersiniz...Gözlerin varlığını özlersiniz...Bırakıp gitmesinin hazzı ve sıkıntısını kabul etmeye başlarsınız yavaşca.Şarkılar sonbahara döner,şiirler sonbahara döner...Ve siz bir yalnızlığı yaşamaya başlarsınız sonbaharla....
Ve kış...Ayrılığın yalnızlığın mevsimi.Oysa tek başına çekilmeyecek en mevsimdir kış...Soğuk kış geceleri bir sevgilinin en çok arandığı zamanlardır..Bir bardak nescafe bir sevdanın ikamesi olamazki,ya da bir bardak sıcak kakao...Ama kış nedense hep en yalnız mevsimdir.Hüznü ayrılığa en çok yakışan...Ya da bahar için gerekli enerjinin depolandığı tek mevsimdir.Çünkü arkasında gelen mevsim yine bahardır...
Ve bahar kimseye sormadan gelir...
Tıpkı aşk gibi..
Ve gidiyorda...Sanırım asıl yapılması gereken dört mevsimi yaşanacak aşkı bulmak...Yeni gelecek baharları umursamadan....
" Doğru bir söz söylemek şiir değildir.Bir sözü saklamak ya da söylememek ve onun alt üst yan çevresinde gezinmekte şiir değildir
Şiir bir tepeye dikilmiş o bayraktır ki durduğu yer tepedir.
Şiirden anlamasan da olur Ama kötü okuma n'olur.."
Özdemir Asaf
BEN Mİ ?
Ben mi? Evet..
bir gün çıkıp gideceğim kapıları, evleri, dergileri, hüzünleri bırakarak..
bir çiçek merhaba diyecek..
hoşgeldin diyecek dağ..
orman gülümseyecek..
anımsayışların, bekleyişlerin, ümitlerin ya da ümitsizliklerin
hırsların, yarışların, tasaların kalktığı yerde
tam anlatının kaldığı yerde başlayacak şiir..
hiç kimseye seslenmeyen, kendi kendine yeten sadece..
kendi mantığı, kendi güzelliği içinde tutarlı..
ama halkın yaşantısı girecektir oraya, çünkü yaşayan büyük
bir şeydir halk..
deniz ve ufuk girecek, karınca yuvaları, gökyüzü, kozalaklar
ve kopuk ve artık hasetsiz bir aşk..
yani sevişmek denizle, koşulsuz, önyargısız, hesapsız..
yani uzanmak ve düşünmek binlerce yıl..
doğan, ölen ve yaşayan şeyleri..
doğumu, ölümü ve yaşamayı
yani dingin ve büyük olan herşeyi anlatmak..
Ben mi? Evet. Çıkıp gideceğim bir gün..
tasasız, gözyaşsız, geride birşey bırakmadan ve birşey beklemeden ilerde..
sadece yağmur sularından pırıl pırıl bir yürek
artık kendi kendinin anlamı ve nedeni olan yürekle...
Ataol Behramoğlu
öldüğümü sandım önce
sonradan anladım yanıldığımı
öldüğümü sandığımda değdi
gözlerime gözlerin
ve anladım
aslında şimdi doğduğumu
benim öldüğüm yerde
doğmuştun sen
ve
yalnız bu aşk için
cennete gönderilmiştim
sen melektin
bense daha melemekteydim
cennette başladı aşkımız
önce öğrendim uçmayı
sonra da
asıl yaşamın ölüm
yaşamanınsa ölmek olduğunu
gözlerin gözlerime değdiğinde
doğdum ben
anladım
yıllardır öldüğümü
ve gözlerin
gidince gözlerimden
yeniden ölmeye başladım
sözlerim sözlerine
girdiğinde sustum
ne kadar sustuysam
konuştum o kadar
ve anladım
asıl konuşmanın
susmak olduğunu
birlikte sustuk sonra
zamansız ve mekansız diyarlarda
sonra sen konuştun
ardından da ben
şimdi ayrı yerlerde
konuşuyoruz beraber...
Alper Hacı
Sana Olan Aşkımı Anlatamıyorum.......!
Hiç Bir Olayla Anlatamıyorum Sana Olan Aşkımı
Hiç Bir Şarkı Dile Getirmiyor Sevdamı
Hiç Bir Kelimede Bulamadım Aşkımın Almamını
Bilmiyorumki Nasıl Anlatsam Sana Olan Özlemimi
Bir İnsanın En Değerli Varlığı Ne İse
Bir İnsan İçin Canının Son Deminde Son Dileği Ne İse
Bir İnsanın Cennetle Eş Tutup Bağlandığı Sevgi İse
Nasıl Anlatacağımı Bilemiyorum Sana Olan Sevgimi
Tüm Kuşlara Sesleniyorum Onlarda Arıyorum Aşkımı
Doğaya Bakıyorum Yeşilliklerine Dalıyorum
Yağmura Soruyorum Ağlıyor Cevap Alamıyorum
Karda kışta Arıyorum Sana Olan Alev Alev Aşkımı
Geceye Soruyorum Işık İstiyorum Sönüyor Anlatamıyor
Yıldızlara Bakıyorum Onlarda Arıyorum Bir Bakıyorum Kayıyorlar
Aydedeye Soruyorum Aşkımı Anlat Diyorum Benim Işığım Yetmez Diyor
Söyle Bana Birtanem Nasıl Anlatayım Sana Olan Aşkımı
Yatağıma Yatıyorum Başımı Koyuyorum Rüyaya Dalıyorum
Tüm Benliğimle Seni Düşünüp Aşkımı Anlatacak Dünya İstiyorum
Allahıma Dua Ediyorum Benim Izdırabımı Dile Getir Diyorum
Çünkü Ondan Sonra Taptığım Sevdiğim Tek Varlıksın Biliyorum
Bir Ana Oluyorum Yavrum Gibi Sarıyor Kolluyorum Kokluyorum
Bir Kadın Oluyorum Tüm Benliğimi Veriyorum Doymuyorum
Bir Köle Oluyorum Yollarına Ömrümü Seriyorum Yoldaşın Oluyorum
Yetmiyor Yetmiyor Hiç Bir Olay Sana Olan Aşkımı Anlatmıyorum
Bir Kuş Oluyorum Gelip Dalına Konuyorum Aşkımı Haykırıyorum
Bir Gül Oluyorum Sana Kokuyorum Aşkımı İçine Sindiriyorum
Bir Okyanus Oluyorum Aşkımla Seni Doyuruyor Sarhoş Ediyorum
Yinede Anlatamıyorum Sana Olan Aşkımı Bitap Kalıyorum
Gözüne Nur Oluyorum Görmeni Sağlıyorum Bak Burdayım Diyorum
Dilin Oluyorum Tatlı Aşk Nameliri Söylüyorum Aşığım Aşığım Sana Diyorum
Kalbin Oluyorum Damarlarında Seni Yaşatan Kanın Oluyorum
Elin Kolun Dermanın Oluyorum Yinede Sana Olan Aşkımı Anlatamıyorum
Seni Ölesiye Seviyorumki Çınarım Sana Olan Aşkımı Anlatacak
Kainatta Bir Nokta Bulamıyorum..............
Yinede Seni Nasıl Sevdiğimi Bir Türlü Sana İnandıramıyorum …….
Gözlerindeki tek gülümseye herşeyi feda eden ben
şimdi feda edecek hiç birşeyim kalmadı
ben bende öldüm
ben bende kayıp oldum
dünya bu kadar küçük gelmemişti bana
hayat bu kadar saççma görünmemişti
ben seni öylesine sevmedim ölesiye sevdim
ben sana uzaklardan gelen sevgili dedim
sen benim uzaklarımdan geldin girdin kalbime
sen hep vardın
sen hep var olacaksın
Seni hep sevdim
Seni öldüğümde de seveceğim
Sevmeyi öğren:Sevdikçe varlığının kâinatla toplandığını görürsün.
Sevince, kendini kendinden öte taşırsın. Sevince kalbine yeni ve sonsuz kanatlar takarsın. Sevince, mavi bir deniz olur kalbin; hiç bilmediğin kıyılara varırsın.
Bağışlamayı öğren: Bağışladıkça dostlarının sayısını onla çarpmış olursun. Bağışlamak kalbinin yükünü azaltır. Bağışlayınca, kalbine batan dikenler güle döner. Bağışlayınca önce kendini bağışlamış gibi olursun, nefretin ve kinin yükünü omzundan atarsın.
Pişmanlık duymaktan korkma: Pişmanlığını itiraf ettikçe hatalarının küçük, anlaşılır ve bağışlanabilir parçalara bölebildiğini görürsün. Pişmanlık sancısını göze aldığın sürece, hatadan dönmenin lezzetini de yaşamaya başlarsın. Pişmanlık içtenliğin sınamasıdır. İçtenliği olmayanlar pişman olamazlar. Pişman olmayanlar içtenlik kazanamazlar.
Hatırlamayı öğren: Hatırladıkça, sevgilerinin karekökünü bulup, onlardan hüznü çıkardığını fark edersin. Hele de çocukluğunu çok hatırla ki, hiç endişesiz mutlu olduğun anları yeniden yaşa. Mutlu olmayı beceremeyen biz büyüklere içimizdeki çocuk mutluluğun sadelik ve hırssızlıkla ilgili olduğunu fısıldar. Dur ve dinle çocuğunu.
Değer vermesini öğren: Değer verdikçe sevgilerin küpünü bulup, onları mutlulukla çarpabildiğini görürsün. Değer vermeden geçirdiğin günün güneşi hiç doğmamış gibidir. Değerini bilmediğin eşyaya hiç sahip olmamış gibisindir. Değerini bilmediğin dostların sana göre hiç yaşamamış gibidir. Değer vermesini öğrendiğinde, hayatın sahihleştiğini fark edersin. Daha yavaş yürürsün ama adımlarını yere sıkı basarsın.
İltifat etmesini öğren: İltifat ettikçe, insanlarla arandaki en kısa mesafenin bir tebessümün resmettiği eğri bir çizgi olduğunu görürsün. İltifat etmek yalan konuşmak demek değildir. İltifat, muhatabının görmek istediğin yere ulaşması ve oradan öte geçmesi için temennide bulunmaktır.
Özür dilemesini öğren: Özür diledikçe nefretin ve öfkenin sonsuza bölündüğünü, böylece dargınlıkların limit sıfıra giderken yok olduğunu fark edersin. Ayrıca bak: “Pişmanlık duymaktan korkma” öğüdü.
Aşktan korkma: Böylece bir üçgenin iç açılarının toplamının 180 dereceyi aşıp, bütün yamukları kendi içinde barındırabildiğini görürsün. Aşk pürüzleri yok eder; dikenleri gül eder, acıları haz eyler.
Ara sıra hüzünlen: Hüznün kalbine dokunmasına izin ver. Böylece bütün mutlulukların ve zevklerin sonunda ayrılık çizgisine teğet geçip geri döndüğünü görürsün. Hepimiz ayrılıkların kuşattığı bir adada şimdilik yaşayan fanileriz. Hüzün, faniliğin ince sızısını kalbine hissettirdiği için, seni ebediyete komşu eder. Hüznünü öldürürsen ölümü anlayamadığın gibi hayatı da anlayamazsın.
Ve bir gün öleceğini bil: Kesinlikle öleceksin ve öldüğün gün anlayacaksın ki, yaşadığın hayat, paydası sonsuzluk olan basit bir kesirden ibaretmiş. Kesrin payında ne olursa olsun, ne kadar çok şey biriktirmiş olursan ol, hepsi son işlemde sıfıra eşitlenir. Kesrin üzerine, yani bu dünyaya, sonsuzluk cinsinden bir şeyler koyman gerekiyor. Yoksa “elde var sıfır”
Her gün yeniden uyan: Uyanmayı sadece gözünü açmak olarak bilen için, bir şafak vakti ne kadar da sıradandır. Hayranlık duygusunu her gece iki göz kapağının ardına sakladığı gözleri gibi her daim uykuda bırakan için, bir gün doğumu “sabahın körü” olasıca karanlıktır. Kulluk heyecanını avucunda tutamadığı bir kor gibi savurup söndüren için, bir seher vakti eğreti ve tanımsız bir vakitsizliktir. Haydi, aç gözlerini... Aç gönlünü... Şimdi ve burada var olduğunu fark et. Var edildiğini fark et. Buraya, bu sabaha bir insan olarak gönderildiğini bil. Bu sabahın senin için, sana özel olarak yaratıldığını fark et. Uyan...
Güneş senin için doğuyor..
cok etkilendim super
Verdiğin Acılar İçin Şükürler Olsun.
![]()
“Gün gelecek Allah’a bana yaşattığı bu sıkıntılar için şükredeceğimi biliyorum” demişti bir arkadım. Belki de hayatının en zor günlerini yaşıyordu. Zorlukların insana ne kadar büyük dersler verdiğini uzun uzun konuşmuştuk. Bir acının öğrettiğini bin kahkahanın öğretemeyeceği üzerine birçok örnekler vermiştik o konuşmamızda.
dan iki yılayakın bir zaman geçince arkadaşımın haklı çıktığını gördük. O günlerin acı görünen olaylarının, kendisine ne kadar büyük kapılar açtığını gördükçe “verdiğin acılar için sana şükürler olsun Allah’ım!” demeye başladı.
Gündüzleri fırsat buldukça bir araya geldiğimiz arkadaşıma o günlerde aşağıdaki hikayeyi yollamıştım.
“Strese girenin imanından şüphe ederim!” başlıklı yazımı anlamayan ve/veya yanlış anlayan arkadaşlar umarım bu sefer beni doğru anlarlar.
Yaşlı kadın, bir antika dükkanından aldığı yüzyıllık fincanı özenle salon vitrinine yerleştirdi. Fincanın biçimi, üzerindeki işlemeler, renkler onun bir sanat eseri olduğunu söylüyordu. Ödediği fiyatı hatırladı; hayır, hiç de pahalıya almamıştı.
Hayranlıkla fincanı seyretmeye devam etti. Derken, birden fincan dile geldi ve kadına şöyle dedi;
“Bana hayranlıkla baktığının farkındayım. Ama bilmelisin ki, ben hep böyle değildim. Yaşadığım sıkıntılar beni bu hale getirdi.
Kadın şimdi hayret içindeydi. Önündeki kahve fincanı konuşuyordu!
Kekeleyerek: “Nasıl? Anlayamadım?” diyebildi yaşlı kadın.
“Demek istiyorum ki, ben bir zamanlar çamurdan ibarettim ve bir sanatkâr geldi. Beni eline aldı, ezdi, dövdü, yoğurdu. Çektiğim sıkıntılara dayanamayıp:
“Yeter! Lütfen dur artık!” diye bağırmak zorunda kaldım.
Ama usta sadece gülümsedi ve; “Daha değil!” diye cevapladı beni.
“Sonra beni alıp bir tahtanın üzerine koydu. Burada döndüm, döndüm, döndüm. Döndükçe başım da döndü. Sonunda yine haykırdım:
“Lütfen beni bu şeyin üzerinden kurtar. Artık dönmek istemiyorum!”
Ama usta bana bakıp gülümsüyordu:
“Henüz değil!”
“Derken beni aldı ve fırına koydu. Kapıyı kapayıp ısıyı arttırdı. Onu şimdi fırının penceresinden görebiliyordum. Fırın gitgide ısınıyordu. Aklımdan şöyle geçiyordu: Beni yakarak öldürecek”
Fırının duvarlarına vurmaya başladım. Bir taraftan da bağırıyordum:
“Usta usta! Lütfen izin ver buradan çıkayım!”
“Pencereden onun yüzünü görebiliyordum. Hala gülümsüyor ve “Daha değil!” diyordu.
“Bir saat kadar sonra, fırını açtı ve beni çıkardı. Şimdi rahat nefes alabiliyordum, fırının yakıcı sıcaklığından kurtulmuştum. Beni masanın üstüne koydu ve biraz boyayla bir fırça getirdi.
“Boyalı fırçayla bana hafif hafif dokunmaya başladı. Fırça her tarafımda geziniyor ve bu arada ben gıdıklanıyordum.
“Lütfen usta! Yapma, gıdıklanıyorum!” dedim. Onun cevabı ise aynıydı: “Henüz değil!”
“Sonra beni nazikçe tutup yine fırına doğru yürümeye başladı. Korkudan ölecektim. “Hayır! Beni yine fırına sokma, lütfeeen!” diye bağırdım.
Fırını açıp beni içeri iteleyip kapağı kapattı. Isıyı bir öncekinin iki katına çıkardı. “Bu sefer beni gerçekten yakıp kavuracak!” diye düşündüm. Pencereden bakıp ona yine yalvardım, ama o yine “Daha değil!” diyordu. Ancak bu defa ustanın yanaklarından bir damla gözyaşının yuvarlandığını gördüm.
“Tam son nefesimi vermek üzere olduğumu düşünüyordum ki, kapak açıldı ve ustanın nazik eli beni çekip dışarı çıkardı. Derin bir nefes aldım, hasret kaldığım serinliğe kavuşmuştum. Beni yüksekçe bir rafa koydu ve usta şöyle dedi:
“Şimdi tam istediğim gibi oldun. Kendine bir bakmak ister misin?”
Ona “Evet” dedim.
Bir ayna getirip önüme koydu. Gördüğüme inanamıyordum. Aynaya tekrar tekrar baktım ve “Bu ben değilim. Ben sadece bir çamur parçasıydım.”
“Evet bu sensin!” dedi usta. Senin acı ve sıkıntı diye gördüğün şeyler sayesinde böyle mükemmel bir fincan haline geldin.
Eğer seni bir çamur parçası iken üzerinde çalışmasaydım, kuruyup gidecektin.
Döner tezgahın üstüne koymasaydım, ufalanıp toz olacaktın.
Sıcak fırına sokmasaydım, çatlayacaktın.
Boyamasaydım, hayatında renk olmayacaktı.
Ama sana asıl güç ve kuvveti veren ikinci fırın oldu.
Şimdi arzu ettiğim her şey var üzerinde.”
Ve ben kahve fincanı, şu sözlerin ağzımdan çıktığını hayretle fark ettim:
“Ustam! Sana güvenmediğim için beni affet!
Bana zarar vereceğini düşündüm.
Beni benden fazla sevip iyilik yapacağını fark edemedim.
Bakışım kısaydı, ama şimdi beni harika bir sanat eseri yaptığını görüyorum.
Benim sıkıntı ve acı diye gördüğüm şeyleri bana verdiğin için teşekkür ederim…
Teşekkür ederim.”
Usta fincanı, yaratıcı insanı şekillendirir. Yeter ki acı da ki hikmeti görelim.
Kahrın da hoş, lûtfun da hoş demesini bir öğrenebilsek…
Sait ÇAMLICA