Allah(CC) Dostlarının Özellikleri
Alıntı:
nizipli_mehmet Nickli Üyeden Alıntı
tmm bizim gibi olmaya bilirler abı soylediğine göre peki bu kişileri önemli kılan veyahutda mubarek kılan nedir? Bi açıklaması varmı bunun?
Tabi ki var..okursan sevinirim..
AŞK: Allah’ı tam bir muhabbetle sevmek, O'ndan başka her şeyden yüz çevirmek aşk adını alır. İmâm-ı Rabbânî; "Nefsin kötü arzularına yâni şehvete aşk ve muhabbet adını takmamalıdır. Aşk, muhabbet kalpte olur ve kıymetlidir. Gerçek aşk, Allah’ı ve O'nun sevdiklerini sevmektir." buyurmuştur.
İbrâhim Hakkı Erzurumî de; "Aşk, nefsi terbiye eder, ahlâkı güzelleştirir. Aşk, insanın kalbinde bir ateş olup, kalpte Allah sevgisinden başka bir şey bırakmaz. Hak âşığı olanın sözü, işi ve düşüncesi, doğru ve saftır. Uyanık kalpli ve hatâdan uzaktır." demiştir.
TAKVÂ : Velîlerin hepsi takvâ sâhibiydiler. Takvâ sakınmak, Allah’dan korkarak, haramlardan, yasaklardan, günâhlardan sakınmaktır. Harama düşmemek için, haram veya helâl olduğu belli olmayan şüpheli şeylerden sakınmaya verâ denir. Bu bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ takvânın mânâsı altına girer.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: "Allah, o takvâ sâhiblerini sever." (Âl-i İmrân sûresi: 76) Rasûlullah efendimiz; "Yâ Rabbî! Bana ilim, hilm, takvâ ve âfiyet ihsân eyle." duâsını çok söylerdi. Ebû Saîd Muhammed Hâdimî Berîka'sında bu hadîs-i şerîfi açıklarken, duâda geçen ilimden maksat faydalı ilim, yâni îmân, ibâdet, amel ve ahlâk bilgileridir. Hilm ise, yumuşaklık demektir. Âfiyetten murâd, dînin ve îtikâdın, bozuk inançlardan, işlerden, nefsin isteklerinden, kalbin vesvese ve şüphelerinden, bedenin hastalıklarından kurtulmasıdır demektedir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Dünyâda felâketlerden, âhirette Cehennem'den, ateşte yanmaktan kurtulmak için iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak, yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzumlusu, yasaklardan sakınmak yâni verâ ve takvâdır." demiştir. Bundan sonra da şu açıklamayı yapmıştır: "Verâ ve takvâyı tam yapabilmek için, mubâhları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret mikdârını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de, kulluk vazîfelerini yapabilmek için kullanmaya niyet etmelidir. Bir insan, mubah, yâni dînin izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, mubahları aşırı derecede işlerse, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır. İnsan, bir gün harama düşebilir."
VERÂ : Helâl ve haram olduğu bilinmeyen şüpheli şeylerden sakınarak helâle, harama dikkat etmeye verâ denir. Künûz-ul-Hakâyık'ta geçen hadîs-i şerîflerde; "Hiçbir şey verâ gibi olamaz." ve "Dîninizin direği verâdır." buyrulmuştur. Ebû Hüreyre hazretleri, kıyâmet günü, Allah'ın huzûrunda kıymetli olanların verâ ve zühd sâhipleri olduklarını beyân etmiştir.
İmâm-ı Rabbânî, bir kimse, şu on şeyi kendine farz bilmedikçe, tam verâ sâhibi olamaz deyip bunları şöyle saymıştır: Gıybet etmemeli, mümine sû-i zân etmemeli, kimseyi kötü bilmemeli, kimse ile alay etmemeli, yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı, doğru söylemeli, kendini beğenmemek için, Allah'ın, kendisine yaptığı ihsânları, nîmetlerini düşünmeli, malını helâl yere harc edip, haramlara vermemeli, nefsi, keyfi için mevki-makam istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri bilmeli, beş vakit namazı, vaktinde kılmayı birinci vazîfe bilmeli, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı.
Hasan-i Basrî hazretleri, zerre kadar verâ sâhibi olmak, bin nâfile oruç ve namazdan daha hayırlıdır demiştir.
ZÜHD : Şüpheli olmak korkusu ile mübâh şeylerin çoğundan sakınmak, dünyâdan ve dünyâlık olan şeylerden uzak durmak mânâsına gelen zühd hakkında, Hâris el-Muhâsibî şunları söylemektedir: "Zühd, insanın kalbini dünyâ sıkıntılarından uzak tutar. Allah'ın yüceliğini ve büyüklüğünü tanımayı, tövbe etmeyi temin eder."
El-Câmiu's-Sagîr'de zikredilen bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyrulmuştur: "Zühd, kalbe ve bedene rahatlık verir, dünyâya rağbet ise, düşünce ve hüzün verir." Berîka'da geçen bir hadîste ise; "Dünyâda zâhid olanı, Allah sever. İnsanlarda bulunanlarda zâhid olanı, insanlar sever." buyrulmuştur. Muhammed Hâdimî; "Zahid âlimin iki rekat namazı, zâhid olmayanın ömrü boyunca kıldığı namazdan hayırlıdır." demiş, Lokman Hakîm de; "Ey oğlum! Yakîn ve sabrı sanat edin. Allah'ın haram kıldığı şeylerden uzak olursan, dünyâda zâhid ve mücâhid olursun." buyurmuştur.
İHLAS : Hâlis, temiz etmek, niyeti temizlemek, dünyâ faydalarını düşünmeden bütün işlerini, ibâdetlerini yalnız Allah için yapmak demek olan ihlâs hakkında, Mektûbât'taki bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: "İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allah, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder." Hilyetü'l-Evliyâ'da kaydedildiğine göre, Rasûlullah efendimiz, Muâz bin Cebel'i, Yemen'e vâli gönderirken şöyle buyurmuşlardır: "İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel, kıyâmet günü sana yetişir."
Seyyid Emîr Külâl; "İhlâssız amel, sahte para gibidir, kabûl edilmez." demiş; Sehl-i Tüsterî'ye; "İnsanın nefsine en çok ağır gelen şey nedir?" diye sorduklarında, "İhlâstır." cevâbını vermiş; "Zîra ihlasta nefsin nasîbi yâni payı yoktur." diye bir açıklamada da bulunmuştur. İmâm-ı Rabbânî ise, ihlâs ile, uzun yılların amelinin, işinin, kısa zamanda ele geçeceğini açıklamıştır.
MARİFET : Gönülle bilmek, Allah’ı hakkıyla tanıyıp bilmek mârifet diye isimlendirilir. Muhammed Ma'sûm Fârûkî, insanın izzetinin, îmân ve mârifet ile olduğunu, mal ve mevki ile olmadığını belirtmiştir. Ahmed bin Hadraveyh; "Mârifetin hakîkati, Allah’ı kalb ile sevmek, dil ile anmak ve Allah’dan başka her şeyden ümîdini kesmektir." demiştir. Ebü'l-Kâsım Nasrâbâdî, mârifet ve Allah’a yakın olma hâlinin, farzları edâ etmekle ve sünnet-i seniyyeye tâbi olmakla ele geçeceğini ifâde etmiştir. Ebü'l-Hasan bin Sâî ise; "Mârifet, her durumda kulun, Allah'ın verdiği nîmetlere şükretmede âciz kaldığını, genç ve kuvvetli zamanlarında zayıf olduğunu bilmesi ile ele geçer." demiştir.
Allah’ı kalp ve rûhla tanıyıp bilmeye mârifetullah da derler. Sülûk-ül-Ulemâ adlı eserde geçen bir hadîs-i şerîfte; "İlimlerden öyleleri vardır ki, onları ancak mârifetullaha sâhib olanlar bilirler. Onlar bu ilimlerden haber verdikleri zaman, mârifetullaha sâhib olmayanlardan başkası onları inkâr etmez." buyrulmuştur. Muhammed Mâsûm, bu dünyâda en kıymetli şeyin mârifetullaha kavuşmak olduğunu belirtmiş, İmâm-ı Rabbânî kalbinde hardâl tânesi kadar dünyâ muhabbeti bulunan kimsenin mârifetullaha kavuşamayacağını ifâde etmiştir.
Hâdimî hazretleri; "Mârifetullah bilgileri, keşfle ve ilhâm ile hâsıl olur. İbâdetlerin yapılması ve bütün şerîat (İslâmiyet) bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. Şerîat bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allah'ın peygamberler ve kitaplar göndermesine lüzum olmazdı." demiştir.
İLİM : Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak, öğrenmek, cehlin zıddı mânâlarına geldiği gibi, okumak, görmek, dinlemek veya cenâb-ı Hakk'ın ihsânı ile elde edilen mâlumât ve bilgi anlamında da kullanılan ilim çok çeşitli kısımlara ayrılmaktadır. Amele dâir ilimlerden biri olan ilm-i ahlâk, fazîlet ilmi olup, buna kavuşma ve bu fazîleti giderecek şeylerden sakınma yollarını bildirir. Kalp ve rûh bakımından insanı olgunlaştıran ilim ve ameller, tasavvuf, ahlâk mânâsına da gelir. İnsanın görünmeyen ve âlem-i emirden olan kalp, sır, rûh gibi latîfelerini konu alan ilme, kısaca gönül yâni kalp ve rûhla ilgili ilme ilm-i bâtın denilir. Deylemî'nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte; "İlm-i bâtın, Allah'ın sırlarından bir sırdır. O'nun hükümlerinden bir hükümdür. Dilediği kulunun kalbine verir." buyrulmuştur. Şihâbüddîn Sühreverdî; "İlm-i bâtın ile kulun, Allah’a yakınlığı artar. Bu ilim, Allah adamı denen velîlerin ve tâlibleri O'na kavuşturan, doğru yolu kuvvetlendiren ve insanlara doğru yolu gösteren âlimlerin sohbetlerinde kazanılır. Bu âlimler, Peygamberlerin vârisleridir." demiştir.
Genel olarak ilim, ilm-i husûlî ve ilm-i hudûrî diye ikiye ayrılabilir. İlm-i husûlî, Ehl-i sünnet (Rasûlullah efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olan) âlimlerinin sohbetlerinde ve derslerinde bulunularak, çalışılarak elde edilen ilimdir. İlm-i hudûrî ise, çalışmadan Allah'ın ihsân etmesiyle kazanılan ilim, vehbî ilim demektir ki bu ilme ilm-i lüdünnî de denilir.
Hâce Ubeydullah Ahrâr ise : "İlim iki çeşittir. Biri verâset, biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir, buna "kesbî" denir. İlm-i ledün ise, Allah'ın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir mevhibedir. Kullarından dilediğine verir, buna "vehbî" de denir." buyurmuştur.
Neden özellikle istiğfar edilir? Neden mürşidle birlikte tövbe edilir?
Müslüm abi lütfen burayı oku..
“Ey müminler! Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.” (Nur, 31)
Kurtuluşun, felaha ermenin anahtarlarından birisi olarak bizlere günahlarımızdan tövbe etmemiz gösterilmiştir. Ayrıca, bu ayette ima edilen kurtuluşu Peygamber-i Zişan Efendimiz (sav) şöyle ifade etmektedir: “Bir kimse istiğfarı dilinden düşürmezse, Allah Teâlâ ona, her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve ona beklemediği yerden rızık verir.”(1)‘İsmet’ sıfatı ile mücehhez, yani günaha düşmekten korunan Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde: “Vallahi ben, günde yetmiş defadan fazla Allah’tan beni bağışlamasını diler, tövbe ederim“ buyurmuşlardır.(2) Bir başka hadiste de Efendimizin (sav) tövbe sayısı, yüzden fazla olarak beyan edilmektedir.(3) Alemlere rahmet olarak gönderildiği Allah’ın kelamıyla sabit olan Rahmet Nebisi, günde yüz defa ‘istiğfar’ ediyorsa, günde yüz defa Allah’tan af ve bağışlanma diliyorsa; bizler gibi günahtan korunmamış, aciz ve gafil kulların kaç defa ‘istiğfar’ etmeleri gerekir, bunu takdirlerinize bırakıyorum. Üstelik emredilen tövbenin, ferdi olarak değil umumi, toplu olarak yapılması emredilmiştir ki burası gözden kaçırılmaması gereken bir husustur. Günahkar ve bozuk bir toplumun, istiğfar etmediği müddetçe kurtuluşa ermesinin de mümkün olmadığı bu ayetten çıkacak bir diğer neticedir.
“İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.” (Maide, 2)
Dikkat edilirse, müminlerden takvada da birbirlerine yardımcı olmaları emrediliyor. Bir mü’mini salih amel işlemeye teşvik etmek ve ibadetlerinde yardımcı olmak, Kur’an’ın amir hükümlerinden birisidir. İşte meşayıhın insanlara tövbe ettirmeleri de bu ayetin emrinin ifasından ibarettir.
“Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tövbe, 119)
Müminler, verilen emir gereği imanlarında, Din-i İslam’a bağlılıklarında, takvaca önde olanlar ile beraber olmak zorundadır. İnsanları kötü yola iten, özü sözü farklı, açıkça haram işlemekten çekinmeyenler ile bir arada bulunmak, insana nasıl zarar verirse; ehl-i takva olan ve istikametten ayrılmayanlar ile beraber olmanın da fayda getireceği açıktır. Bir kimse tek başına şeytanın hileleri ve nefsinin afetleri ile başa çıkamaz. Bu durum, günümüzde genel bir kanaat haline gelmiş bulunmaktadır. Açıkça ortadadır ki cemaat halinde İslam’ı yaşayan kimse, hem şeytana hem de nefsine karşı muazzam bir kale edinmiş olacaktır.
“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan günahlarının bağışlanmasını dileselerdi ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı affedici, merhametli bulurlardı.” (Nisa, 64)
Tefsir-i Kebir’de bu ümmet için en hayırlı tövbenin Allah Resulünün huzurunda yapılan tövbe olduğu naklediliyor. Dikkate şayandır ki hem günah işleyen tövbe ediyor, hem de Efendimiz (sav) onun için istiğfarda bulunup şehadet ediyor ve bağışlanması için de tazarruda bulunuyor. İbn-i Kesir tefsirinde ise Allah Resulü’nün mübarek kabr-i şerifleri yanına bu ayeti okuyarak gelen bedevinin affedildiği, bizatihi Peygamber-i Zişan tarafından rüyada haber verildiği anlatılıyor. Ümeyye el Mahzumi (ra), hırsızlık haddi (cezası) uygulanan bir kişiye, Efendimizin (sav) tövbe etmesi hususunda nasihatte bulunup, o şahsın tövbesinden sonra; istiğfarın kabulü için dua ettiği, hadis kitaplarının ‘Hadd-i Sirkat’ bölümünde kayıtlıdır. Efendimiz (sav)’den başlayarak gelen silsileye mensup, amil-i alim; tahsil ettiği zahiri ve batini ilimleriyle varis-i Nebi olma sıfatına hak kazanmış; takvaca sadık, duaca makbul olan bir mürşid-i kamilin şahitliğinde tövbe etmenin neresi yanlıştır? Üstelik, sadık kul da tövbe eden için istiğfarda bulunmakta, tövbenin kabulü içinde Allah’a tazarru ve yakarış içindedir.
Bu tür tövbe etmeyi, Hıristiyanlıktaki günah çıkarma ayinlerine benzetmek ise hem sufileri bilmeme cehaletinden kaynaklanır; hem de tasavvufa karşı muazzam bir önyargı ve üstün çıkma psikolojisinin getirisidir. Çünkü hiçbir şeyh efendi, günah affetme yetkisine haiz olduğu iddiasında bulunmadığı gibi; hiçbir derviş de benim şeyhim günahlarımı bağışlıyor düşüncesine kapılmamıştır. Hıristiyanlıkta günahı affeden papazdır; İslam’da ise günahları bağışlama yetkisi yalnızca Allah’a aittir.
“Onlara: ‘Gelin, Allah'ın Resulü sizin için mağfiret dilesin.’ denildiği zaman, başlarını çevirirler ve onların büyüklük taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün.” (Münafikun, 5)
Ayetinin iniş sebebi Medineli münafıklardır. Ancak umuma şamil olduğunu göz önüne alırsak, kıyamete kadar, tövbe ve istiğfar davetinden kaçanların da bu ayetin kast ettiği gruba dahil olmayacakları garantisini kim verebilir?
Dipnotlar:
1- Ebû Dâvûd, Vitir, 26.
2- Buhârî, Daavât, 3.
3- Müslim, Zikir, 42.