-
Selam Söyle Çocukluğuna.
Odut ağacı da kesilirse gelmem artık buNizip’e
unutkan nar dilsiz incir o akıllı leylek de giderse
bilir de söylemezse çeşmeleri gelmem artık buNizip’e
dilimde giyinmiş sözlerin hangi taştan sektiğini
Kendimi tanıtsam şaşıracaksınız; böyle birini görmemişsinizdir. Etrafınızda dolaşan insanlara benzemiyorum. Ninemin anlattığı, sonra bir yazarın yazdığı masaldan aranıza düşmüş biriyim. Bir masal kahramanıyla karşı karşıyasınız.
Şaşırdınız değil mi? Haklısınız; masaldan çıktığım günden bu yana gördüklerim, okuduklarım, yaşadıklarım beni de şaşırtıyor; yabancılığımı, bir sürgün yaşadığımı hissediyorum. Yazarın yazdığı masalın ilk cümlesini hatırlıyorum: ’Odamın caddeye bakan penceresine her gün bir kuş gelir. Beni alır ninemin anlattığı masallara götürür.’ Sabahın bu erken saatinde daha yeni masalarını düzelttiğiniz çay bahçenize gelmiş olmam, bahçenin tren istasyonuna bakan cephesinde, tam köşede sarmaşıkların ardında kalan masada kitap okumam, bir şeyler yazmam sizi meraklandırdı, değil mi? Belki de; bu da kim, tatil gününün bu erken saatinde burada ne arıyor, niye herkes gibi kendini uykunun kollarına bırakmamış, diyorsunuz. Dedim ya, bir masal kahramanıyım! Yatak canımı acıtıyor! Televizyonların sabah programları, hafta sonu gazeteleri, günlük kaygılar beni çekmiyor!
Bu sabah rüyama giren ninemin sesiyle uyandım. Üzerimdeki yorganı atar atmaz pencereye yöneldim. Sokağımızı kuş sesi, bahar kokusu doldurmuştu. Derinden bir nefes aldım, içim açıldı. Suya yöneldim, sonra secdeye... Ağlar gibi oldum... Bu yerde bir yabancı olduğumu anladım; sıla özlemi depreşti içimde. ’Çobanların ruhu nasıl sığmazsa kırlara’, ben de bu yerlere yerleşemiyorum... ’İçsel yalnızlığın hüznü’ içinde, ve asla dinmeyen sıla özlemiyle evden hemen çıktım. Aklıma çay bahçeniz geldi. Çünkü burada trenler bir masaldan çıkar gibi geliyor, ve yine bir masala koşar gibi gidiyorlar.
BuNizip’e ilk geldiğim günlerdi. İlk sevdiğim yerlerden biri olmuştu burası. İstasyonun hemen bitiminde, sağa giden sokağın hemen başında bulunan iki katlı binanın üst katında, benim gibi masal kahramanları yaşardı. Bu sabah buraya gelmek istedim çünkü, ruhumun coğrafyasına olan özlem ve ihtiyacım had saflarda. Belki oraya giden bir tren kalkar, biner giderim diye düşündüm. Şaşırdınız değil mi? Belki de bana acımaya başladınız.... İşte siz büyükler böylesiniz. Kalbinizin ışıklarını karartmış, fenerlerin güçsüz ışıklarına kalmışsınız. Elimde fener olmadığından, sanıyorsunuz ki karanlıktayım. Hayır öyle değil, kalbimin ışıklarında yaşıyorum!... Sahi siz ne kadar rasyonelsiniz, ve ne kadar çoksunuz! Buraya gelmeden önce lokantanın birinde çorba içmek istemiştim. Çorba içecek, sonra çay, sonra... Olmadı! Çorbamı bitirmeden içeri büyük bir adam girdi. Önceki gün oynanan bir futbol maçının kritiğini başlattı. Bu bahar mevsiminde, günün ter u taze bu saatinde; kirli, yorgun ve soluksuz bir gürültüyle doldu içeri. Ezogelin’in tadı kaçtı, hava bozuldu ve hemen kendimi dışarı attım.
Biliyorum, çocukluk yapmayın, diyeceksiniz. Hayır, sizi dinlemiyorum! Çocuğum işte! Bir masaldan çıkıp aranıza karışsam da, yine yolunu bulup masalıma kaçıyorum. Orada babamın izini arıyorum: ’Ninemin ninesinin beşiğini sallıyorken, ayağıma yedi dağın en büyüğü çarpıyor. Çok kızıyorum, bir tekme atıyorum, yedi dağın yedisi de yıkılıyor. Koşup bir perinin gölgesine sığınıyorum. Peri diye sığındığım şey, bakıyorum bir nar ağacı. Nar çiçeği... Nar çiçeği! diyorum. Söylesene babam nerede? Baban öldü, diyor. Hayır, diyorum, babam ölmedi. Kimbilir nerededir şimdi? Bir kuş mu oldu, bir kelebek mi? Yoksa mis kokulu bir çiçek mi?’
İşte böyle beyamca! Masala giriyor, masaldan düşüyorum. Ama bana acıma, babam nerede onu söyle! Bak! Tren bir masaldan çıkar gibi geldi.. ve işte bir masala koşar gibi yine gidiyor. Çocuk da bu istasyon gibi büyülü bir duraktır. Ama o durağa bir gün ’büyümek treni’ gelir ve binip gidilir. Bunu, ancak bu büyülü durakta bekleyip de ’büyümek treni’ne binmeyenler bilebilir. Farkındamısınız bilmiyorum, ’Cennette oluşumuzu koruduğumuz anlar genellikle çocukluk yıllarına denk gelir. Büyüdükçe, ilgilerimiz farklılaştıkça, kalbimizden uzaklaştıkça, kalbimizin üzeri örtüldükçe, bu yitirdiğimiz cennetin farkına varmaya başlarız acı bir biçimde. Büyümek bir kaderdir; ama buna bağlı âdeta bir yan kadermiş gibi o cenneti kaybetme durumu da vardır, bu yolda. Bazı insanlar da, büyüdükçe bu cenneti korumak için mücadele verirler.’
Bana acıma beyamca! Güçsüz değilim; cenneti yitirmek istemeyen bir masal kahramanıyım, çocuğum ben. Elimde fener yok diye, fenerinin ışığını üzerime tutma! O ışık yolumu aydınlatmıyor çünkü; ne kadar barbar varsa bu şımarık ışıkla uyanıyor. Kalbimde yanan ışık bana yetiyor. Görmediğimi, yeni zamanların dışına düştüğümü, hattâ bir zavallı olduğumu düşünüyorsunuz. Yanılıyorsunuz! Çocuğunuzu, torununuzu düşünün! Çocukluğunuzu hatırlayın!.. Hatırladınız değil mi? Çocukluk büyülü bir dünya, büyüklük ise kocaman bir tehlike. İnsan büyük olmuşsa bir defa, çocuk olmak isterken bile kaybettirecek bir şey yapıyor. Büyüklerin çocuğa dönük her hareketinde gizli ya da açık bir tehlike vardır. Bu dünyanın şu anki durumunun kötü ve çirkin olduğunu söyledikten sonra şöyle bir mantıkla çocuklara yaklaşırlar: Büyüyün ve bunu devam ettirin! ’İyi’den ve ’güzel’den yana yaşanmayan bu dünyayı düzeltin deseler de, samimi değiller. Çünkü çocuğa yaklaşımlarında, çocuğu kendilerine dönüştürme niyeti bulunuyor. Çocuk bedenleri üzerinde iktidar oyunu oynuyorlar.
Canınızı mı sıktım beyamca?! Tamam, gitmek istiyorsunuz. Öylese gidiniz! Ben de tek başıma masal kahramanlarımla konuşmaya devam edeceğim. Ama gitmeden önce, lütfen bunlardan birini dinleyiniz! Bakınız ne diyor: ’Eğer işler yolunda giderse, yani imkânlar el uzatırlarsa bana, G.Antep’e gideceğim. Düşünsene; âsi bir fırat, tahta bir iskele, ahşap evler, yeşilin tonları, el değmemiş çevrenin güzellikleri, sonra inekler... Yaylada gezinmelerini izlemek hoş olur herhalde. Sonra tavuklar... Her sabah taze yumurtayla başlamak güne. Özenle yetiştirilen biber ve domateslerden ekmek arası yapmak... Sonra upuzun bir yayla. Rüya kadar, hasret kadar uzun... Bir de at, illâ ki beyaz renkli. Ve at sırtında kucaklamak tüm yaylayı. Doyamadığım çocukluğum için... Akıp giden gençliğim için... Tüm semâyı kaplayan dua ve hayallerim için... Hüznü gözlerinden tanıdığım annem için...’
İşte böyle beyamca! Bu da çocuk.! Bu da ninesinin anlattığı masallardan düşmüş..
Şimdi gidebilirsiniz. Büyükler de geldi işte. Ellerinde gazeteleri var... Gözleri iri puntolu manşetlerde... Az sonra çay isteyecekler. Gitmen gerekiyor, çünkü her biri çok para...
Ve işte bir tren daha...
Bu da benim trenim...
Ruhumun coğrafyasına, ninemin masalına gidiyor.
Orada uzun, upuzun yaylalar var.
Rüya kadar, hasret kadar uzun.
Gidiyorum beyamca! Selam söyle çocukluğuna... / Selam söyle Yankee SAT’a.
Edited by - Yankee SAT on 2/7/2007 1:30:47 PM.
Edited by - Yankee SAT on 2/7/2007 1:38:05 PM.
Edited by - Yankee SAT on 2/7/2007 1:48:29 PM
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
Üstad bizi terketme senin yazıların geçmişten geleçeğe bize ışık tutuyor....
-
Sevgili Nizip,
Bu mektubu sana özlemimi dile getirmek için yazıyorum. Bunca zamandır neredesin? ÇocukluğumdakiNizip nerdesin?Sokaklarında oynayarak büyüdüm. Hiç küfür etmeden, arkadaşlarıma eşek şakaları yapmadan. Sokağın başında bir komşu teyzemizi veya bir komşu amcamızı gördüğümüzde koşarak yanına gider, elindeki torbayı alır, evine kadar taşımasına yardım ederdik.Mahallemizdebir cenaze varsa, annem televizyonun ve radyonun sesini mümkün olduğunca kısardı, hatta kapatırdık bir kaç gün açmazdık saygısızlık olmasın diye. Biz büyürken bir şeyler tutturmadan büyüdük, McDonald’s’lar, Tatilya’lar, alışveriş merkezleri, marka giyimler yoktu.Kabaltında parçacılar ve ayakkabıcılarolurdu, ayakkabı, çizme almaya giderdik. Annem kumaş kestirirdi, bize elbiseler dikerdi.Halın açık olduğu günler ucuz olduğu içinailemizle gider, sebze ve meyve alıp evimize dönerdik.Okul harçlıklarımızı biriktirip kitap alırdık, okuyup adam olalım diye. Biz Cumartesi gündüz matinesine gidebilirsek evimize mutlu dönerdik. Bir de Alaska alabilmişsek, keyfimize diyecek olmazdı..
Ah çocukluğumdakiNizip neredesin?.
Sokaklarda ve caddelerdeev ve dükkan komşuları sohbetler ederlerdi. İnsanlar giyimine, konuşmasına özen gösterirdi. Mahallemizin delikanlıları bize ağabeylik yapar, yeri gelince bizleri korurdu.Biz bayramlarda, kandillerde birbirimizi kutlayarak büyüdük. Şimdiki gibi bayramlar, Akdeniz’e kaçma bahanesi değildi.Nizip’i çok özlüyorum. Evlatlarımıza böyle bir şehir bırakamadığımız için çok üzülüyorum. Eski birNizip’liden tümNizip’lilere sevgi ve saygılar sunuyorum..
Edited by - Yankee SAT on 2/7/2007 5:17:34 PM.
Edited by - Yankee SAT on 2/7/2007 5:20:52 PM
-
sayın gökhan beyefendi,
estağfurullah beni mahcup ediyorsun bizler sizler gibi
degerli,saygıdeğer kalemi güzel kişilerin eline su dökemeyiz, dediğim gibi ben sizin yanınızda çölde kum tanesi bile olamam nedeni de şu az çok yazılarınızı takip ediyorum ve yazılarını begendigim ve takip ettigim kişilerin başında siz varsınız, bunlar iltifat değil gerçeklerdir. Ayrıca iltifatınız için teşekkür eder saygılarımı sunarım.
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
Bir sevdadır Nizip. Hatta sevdadan da öte adını koyamadığımız ve sonu olmayan birsevgiyle bağlı olmaktır.Yazdığımız, izlediğimiz, yaşadığımız her anda ve aldığımız her nefeste,herşeyin içinde mutlakaNizip vardır.
Kimimiz nikah törenlerinde,kimimiz vatan görevinde,kimimiz oturduğu yerden kimimiz ayakta,kimimiz her sohbette,kimimiz en acılı günlerinde bile hep Nizip’den bahseder ve karşılık beklemez.
Nizip dostluktur,kardeşliktir.Nizip omuz vermektir yanındakine,maddi yada manevi. Küsmüş olsak bile birbirimize,bir gün barışacağımızı biliriz ve o gün geldiğinde de sorgusuz sualsiz kucaklaşırız.ÇünküNizip kucaklaşmaktır.
Birbirini hiç tanımayan insanların bu sayede tanıştığı ve belki de dünyanın en güzel dostluklarını,arkadaşlıklarını ve ağabeylik kardeşlik ilişkilerini kurduğu,vazgeçilmezdut ağaçları,kokusunu sadece bu semtin insanının derin derin içine çektiği ve bu kokuyu içine çekmenin ne kadar önemli bir duygu olduğunu anlayabilen insanların yurdudur Nizip.
Nizip KANKA demektir.Söz olsun diye değil, içinden geldiği için.
Nizip kendisine bırakılanları korumaktır.
Nizipgeçmişine sahip çıkmaktır.
Kocaman bir ailedir Nizip. Küçüğüyle,büyüğüyle. Nasıl bir ailede herkesin tek ve asli görevi o aileyi yüceltmekse bu ailenin de asli görevidir bu.
Nizip,misafirperverliktir, Nizip,atalarını ve bu vatan için kendini feda edenleri tanımaktır.Çarşıda en sıcak günlerin her hangi birindepastahanede içi kocaman çikolata parçalarıyla dolu olan dondurmayı ve fıstıklı baklavayı yemektir.Her akşam üstü tüm çarşıya yayılankebap kokusudur Nizip. ÖrnekPastanesinden,babanızdan aldığınız zamanın iki buçuk kuruşuyla akşamın bir vakti elinizdeki dondurmayla arkadaşlarınızı kıskandırmaktır.Nizipçarşı meydanınageldiğinizde, gözünüzden iki damla yaşla yanaklarınızı ıslatabilmektir, anıları düşünerek, tellalarınseslerini hatırlayabilmektir. Kumrular daha piyasada yoklarken dans eder gibi muhteşemkebapları hazırlayan ağabeyleri görüp bazen onların o hareketlerine gülmek, bazen de o güzelimkebapların tadını özlemektir Nizip. Anneler gününde Kabaltın’dan annenize hediye alabilmektir Nizip. Her hafta sonu ailecepiknikyapmak için karpuzaltana gitmektir Nizip.Çay’a ve hazuzagidip yüzmektir. Belediye otelininrestaurantının koridorlarında deli gibi koşmaktır Nizip.
Babanızın tayini uzak memleketlerden birine çıktığında, kimseden utanmadan hüngür hüngür ağlayarak bütünNizip’i baştan aşağı kan ter içinde ama yorulmadan dolaşabilmektir. Her adımda daha da fazla özleyeceğinizi bilerek.
Ergenlik çağınızda arkadaşlarınızla birliktepark restorant’da ve hacının restorantında rakı içip eve sarhoş dönmektir. Nazım Hikmet’in Memleketim şiirini hatırlamaktır Nizip. Çarşıya girdiğinizde elliden fazla kişiyle selamlaşmaktır (isimlerini bilmediğiniz halde) Nizip.Nizip lisesinde zembil hösün (hüseyin) ve Zeki Hocayı tanımaktır,Mehmet hocanın fizik dersinde bile ne kadar kibar olduğunu hatırlamaktır Nizip.
Uzaklarda olduğunuz bir gün elinizdeki soğuk birayla ah çekmektir Nizip.
Tribünde avazınız çıktığı kadarbağırmaktır Nizip. Sadece tribünde değil durduk yerde durduk bir zamanda,mesela bir arkadaşınız evlendiğinde,yada bir başkasının doğum gününde,birinin çocuğu olduğunda, sigara içseniz de içmesiniz de gol sigarası ve santra sigarası yakmanın ne demek olduğunu bilmektir.Maça,maçaaaaa diye bağırıpmutlaka bir tanesine gitmektir Nizip.
Dünyanın neresine giderseniz gidin“Türklüğü” temsil ettiğini bilmektir.Nerelisin diye sorduklarında göğsünü gere gereNİZİP demektir.
Nizip öyle biryerdir kihayatınızın her anında bir şeyler öğrenirsiniz.
Nizipbir anıdır,Nizip hatıradır ve bir sevdadır Nizip.
Her şeyden önceNizipbir emanettir.Niziplilikseemanete sahip çıkmaktır.Hadi verin elinizi de bize büyüklerimizden hatta atalarımızdan kalan en büyük emanetimize sahip çıkalım…
Nizip’i yaşayalım....Yankee SAT
Edited by - Yankee SAT on 2/13/2007 12:01:26 PM
Edited by - Yankee SAT on 2/13/2007 12:04:27 PM
Edited by - Yankee SAT on 2/26/2007 4:03:06 PM
-
AHHH O ESKİİ GÜNLERR AHH...
-
Yankee Sat üstadım her yazınızı okurken beni alıp Nizip sokaklarına götüriyorsunuz...
o bedestenin olduğu yıllara ah ahh...
Devamını bekliyorum üstad...
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
Tavan araları gibidir anılar, yarı karanlık, yarı küflü; kiminin üzeri, üfürdüğünüzde akıp giden ince bir toz tabakası ile kaplıdır, kimi de elinizi attığınızda her yerinizi kaplayan örümcek ağları gibi yapışkan. Bazen ekmek kırıntıları gibi un ufak, bazen de lego parçaları gibi ancak ip uçlarıyla bir araya gelebilen bulmacalar gibidir. Bazen de açmaya korktuğunuz bir çeyiz sandığına benzer. Olmadık bir yerde, olmadık bir zamanda tanıdık gelen bir ses, bazen bir koku, bazen bir şekerin tadı, bazen de siyah beyaz bir resim, tıpkı bir çağrı tuşuna basma etkisi yapar ve hızla esir alır yaşanan tam o anı. Geçen bayram bir aradaydık ağbilerimle. Babam torunların anlaşmazlığa düştüğü bir konuda son sözü söylemek için biz çocukken de yaptığı gibi nefti yeşil ciltli Hayat Ansiklopedilerini çıkardı tozlu raflardan
Kurşun gibi ağır ciltlerden birini aldığımda kucağıma, sayfalar buğu ile kaplandı, görünmez oldu. Dünyaya ilk attığım adımdı, Hayat Ansiklopedisi. Eklerindeki siyah beyaz fotoğraflar dışarı açılan pencerelerimdi ve uzun kış gecelerinde oradan hiç tanımadığım ülkelere yaptığım sayısız yolculuklar, bir daha tatmayacağım kadar eğlenceliydi.
Resimli Ansiklopedinin ilk yayınlandığı yıllar. Eve giren her fasikül bir olay olurdu. Kura ile belirlenirdi ilk okuyucu. Renkli resimlere basılmış oyun hamurumuzdu onlar. Her hafta sonu yayınlanan arka sayfalardaki Heidi ve Peter’in maceraları iple çekilirdi. Tüm hafta boyu sayısız kez okunur, resimlerine bakılırdı uzun uzun. Onlarla birlikte biz de kuzuların peşinden Alplere çıkar, mis kokulu çimenlere uzanır, kollarımızı başımızın altına yastık yapıp uçsuz bucaksız gökyüzünde seyreden bulutları izlerdik. Rüzgarlı gecelerde, dağdaki kulübenin yanı başında esen o ulu köknar ağacının sesini biz de duyar gibi olurduk. -Yıllar sonra gördüğüm çizgi filmi, siyah beyaz resimlerin yerini hiç tutmadı.
Televizyonda bayram için hazırlanmış özel bir eğlence programını seyrediyordu ağbim. Gözleri, hani o saat tam dokuzda başlayan ve yaklaşık bir saat süren radyo tiyatrolarını dinlediğimiz geceler gibi takılıydı ekrana. Solgun kış gecelerimizi renklendiren, tüm ailenin sessizce bir arada oldukları o ender ve büyülü vakitler. Her zamankinden farklı olarak tiyatro saatinden çok önce annemin soyduğu meyveleri yemiş olurduk. Yalnızca sesleri ile bizi, evimizdeki küçük odadan alıp farklı dünyalara sürükleyen radyo sanatçılarına ne çok iş düşerdi. Radyodan gelen seslerle, benim goblen perdede, ağbimin tavanda gezinen gözleri hayal dünyamızın sınır tanımayan dekorlarıyla kuşanır, konuşmalar yalnızca bizim renklerimizle görüntülere bürünür ve canlanırdı. Perdeler ve tavanlar o zaman ki televizyon ekranlarımızdı. -Yıllar sonra izlediğim hiçbir tiyatro ve sinema radyoda dinlediklerimin tadını vermedi.
Babamın kitaplıktan çıkardığı ansiklopedileri yerine koyarken yüzleri kirli ama kalpleri temiz onlarca yoksul Tuğcu çocuklarını yine en alt raflarda gezinir gördüm. Kemalettin Tuğcu’nun kitapları, aynı zamanda eriyip giden bayram harçlıklarımızdı da. Kışın karların arasında, cılız yanan bir sobanın etrafında, biz de o yoksul insanlarla birlikte ısınmaya çalışırdık. Komşuda pişirilen bir çift pirzolanın kokusu bizim de burnumuza dolar gibi olurdu. -Halen her pirzola yiyişimde komşunun sıyıramadığı artıkların lezzeti daha ağır basar.- O kitaplarda bizi hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmayacak şekilde kötüye karşı iyiler ve her iyiliğin mutlak mükafatı ile sonuçlanan yaşamlar vardı. Öylesine etkilenirdik ki onlardan, yoksulluğu özler, fakirlere özenirdik. Oyunlarımızda, düşlerimizde hikayedeki çocuk olur, yaşlı ninemize götürdüğümüz fırından yeni çıkmış ekmeğin buğusuyla sırtımızdaki küfenin hafiflediğini hissederdik. -Bu kitaplardan neden bu kadar zevk aldığımı düşünüyorum da, her halde en büyük zevk, en basit ihtiyacın yokluğunun ne kadar acı ve elde edildiğinde ne kadar değerli olduğunu görmekti belki. Yiyecek hiçbir şeyi olmayan için bir dilim kuru ekmeğin yada yıkık dökük bir yerde yaşayan için üstü kapalı, kışın yağmurun girmeyeceği sıcak bir kulübenin ne kadar değerli olabileceği gibi. Yaşamın en basit ihtiyaçlarının karşılanması, mutlu olmak için yeterli bir neden değil miydi, aslında?
Kitaplığımızda düzinelerce Tommiks ve Teksas serileri uzanırdı yan yana. Ağbilerimin biriktirdiği ve arkadaşlarıyla değiş tokuş yaptıkları klasiklerdi onlar. Kızılderililer ile kırmızı urbalılar arasındaki mücadele bizim de savaşımız olurdu. Suzi ve Konyakçıyla tatmıştık hiçbir yerde bulamadığımız o ilk turtanın lezzetini. Annemler akşam oturmasındayken komşuda, ağbilerimle Rudi ve rangerlerin yanında serüvenden serüvene atılıp, sınırlarını az mı zorlardık düş dünyamızın.
Bayram şekerini tuttu yeğenim, bu kez çikolata yerine bonbon şekerleri vardı ışıltılı kasede. Ateş kırmızısı horoz şekerleri ile elma şekerlerini hatırlatan parlak bonbonlar. Her başarımızın sonunda hayallerimizi süsleyen armağanlardı onlar. Okulun önünde, büyük bir tepsinin içine atılan toz şekerin açık uçuk pembe renkli kocaman göz alıcı bir yumağa dönüşmesini nasıl da yutkunarak izlerdik sabırsızlıkla. Girişteki kapıda susamlı sıcak simitler;o zaman da vardı ve babamızın bize verdiği günlük harçlık sabahları onlardan ancak bir tane alacak kadardı. Elimizde kocaman bir deri valiz, siyah önlük, beyaz, kolalı yakalık, yine beyaz, kolalı kocaman kurdeleler ve sol göğsümüzün üzerinde çalışkanlığımızın sembolü, gururla taşıdığımız kırmızı fiyonk... Saçlarıma tuttururken kurdelemi, mis gibi sabun kokardı annemin elleri. O kokuyu yeniden duymak için sabunlar topladım dünyanın dört bir yanından. Hiç biri öyle güzel kokmadı. Hayat ne kadar güzeldi ve bizler ne kadar masum.
Oturduğumuz yere en yakın mahalle okuluna giderdik yürüyerek. Yol üzerinde gördüklerimiz bizi eğlendirirdi. Cadde ve sokaklar sanki yalnızca bizim içindi, çok nadir geçerdi arabalar, onun için annemizin aklı bizde kalmazdı. Okulumuz iki katlı, eski ahşap bir konaktı. Son derece gösterişli oymalı, yekpare bir taş kapıdan girilirdi içeri. Ayda bir cilalanan ahşap merdivenler ayaklarımızın altında gıcırdar, sabahları ziftle karışık ahşap kokusu gözümüzü yakardı. Yerini çok katlı kişiliksiz bir binaya bırakarak her eski ve güzel şey gibi o da yıkıldı. Geriye her nasılsa dokunulmayan oymalı o taş kapı kaldı.
Oğlum, “kim, ne içiyor” diye seslendi salondan? Hiçbir zaman tadını tutturamasak da evde gazoz yapmayı denerdik. Ağbim kapaklarını biriktirirdi gazoz şişelerinin, giysilerini süsleyen madalyalar yapardı onlarla. Dikiş ipliklerinden boşalan makaralar, içinden geçirdiğimiz uzunca bir telin marifetiyle arabaya dönüşüverirdi hemen. Kalıptan çıkarılmış pembe renkli sert plastik bebeğimi annemin arta kalan yünlerden ördüğü giysiler süslerdi. –Hiç bir barbi yerini alamadı o naylon bebeklerin.- Tüm itirazlara rağmen evin içinde çevrilen topacın hızla dönüşünü izleyen ağbimin zevkten dışarı çıkardı dişleriyle bastırdığı dilinin ucu. Mahallede misket pazarlıkları yapılırdı, sakızlardan çıkan futbolcuların resimleriyle her eve dönüşümüzde gözleri parlardı kardeşimin. Mutlu olmak için ne kadar da çok sebebimiz vardı
Babam kaldırmıştı koltuk örtülerini. Salona her zamankinden farklı yepyeni bir hava gelmişti. Her şeyin örüldüğü ve dikildiği günlerdi o günler. Her eşyanın mutlaka bir örtüsü olurdu. Eve gelen yeni koltukların üzerlerine dikilen kılıflar, aynen bugün gibi toplanırdı bayram öncesinden. Sedef kakmalı sandığın üzerine, koltukların kollarına, başlarına, tepsilerin içine, radyonun üzerine iliştirilirdi mekik işlemeli, iğne oyalı danteller. Beyaz iş masa örtüsü serilirdi yemek masasına. Kanaviçe işlemeli peçeteler süslerdi tabak kenarlarını, bardak altlarında peçetelere uygun işlemeli danteller olurdu. Bir ucu vitrin raflarından sarkan tığ oyaları da, rahibe işleriyle bezenen sehpalarla uyumluydu her daim. Ve en güzel bayram hediyesiydi oyalı mendiller. Ya o diş fırçalarımızı koyduğumuz dantelli gözler, başımızı koyduğumuzda hayaller kurduğumuz yastık kılıfları; hepsi de bugün kullanmaya kıyamadığım birer sanat eseri. Şimdi annemin çeyiz sandığında o örtüler, anılarla birlikte, hepsi naftalinlere boğulmuş.
Geceleri sık sık bir araya gelen uzak-yakın akraba, arkadaş, komşu ziyaretleri ve her seferinde masalsı sohbetlerin ninnisiyle yemek masasının altında son bulan geceler. Ta ki cam ekranlar gelip tüm ilişkilerin yerini alana kadar böyleydi hayat; basit ve güzel... Eğlence programı akıp gidiyordu ekrandan ve birbirimizle konuşmak yerine onları izlemeyi tercih ediyorduk. Böylesi daha kolaydı, kimse yorulmuyordu.
Sahi suçlu kimdi, televizyon muydu çocukluğumuzu ve mutlu günlerimizi bizden çalan?
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
-
Gözleri yaşlarla doluydu.Ve düşündü fakirliğini.Duygusuz bakışların onu üzen,yoran sevgisizliğini...Umut etmek isterdi yarınlardan.Sevgiyi, huzuru ve mutluluğu dilerdi ya yine yineliyordu kendince bu temennileri...Radyoda çalan her melodi kafasında umuda dair sinyaller veriyordu azar azar...Yüreğinin tozlu raflarına bir göz atmak istedi,onları yad etmek...
Eline ilk öncenostalji plakları geçti.Yaşamının en güzel öncelerini,o yüreği güzel insanları hatırladı birer birer.Hepsinde nasıl ümitli,nasıl heyecanlı olduğunu ve her bitişte nasıl acı çektiğini gördü.Anladı ki bu ilk değildi;doğru asıl olsaydı içi hala kıpır kıpır olurdu.Bitti dedi kendi kendine...Artık yaşamı kayıyordu yenilere,ümit dolu günlere...
Gözyaşlarını kolunun tersiyle sildi ve içten bir gülümseyişle selamladı yaşamı...Dedi ki;hayat başlangıç ve sonlarla doludur.Önemli olan bu anları saygı ve sevgiyle yaşamaktır.Sonra baktı gökyüzüne ve dedi ki;yaşamım seni seviyorum ve kutluyorum.Herşeye rağmen...
-
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.