-
201-
ama, yurt çıkması başkaydı. Orada daha rahat olurdu.
Üniversite açıldığı gün, kendisi gibi yüzlerce genç toplanmıştı. Konferans salonu bir bayram kutlanırcasına coşkuyla dolu gençlerle dolmuştu.
Rektör, dekan ve hocaların konuşmalarıyla başladı sonra bölümler ayrıldı. Herkes kendi bölümüne dağıldı. Konuşmalar o kadar uzun sürmüştü ki sıkılmışlardı.
Okulun ilk gününde konuşmalar, tanışmalar, tören derken bütün herkes çok yoruldu.
Sevgi'nin güzelliği okuldaki o kadar kalabalık arasında dikkatleri çekiyordu. Bir gören ona mutlaka bir kere daha bakıyor, çoğu ondan gözlerini hiç ayıramıyordu. Yakınında bulunanlar-bir bahaneyle-hemen ellerini uzatıyor tanışmak istiyor, yakınlık gösteriyorlardı.
Sevgi şaşkındı. Akşam olup eve vardığında yorgunluktan ölmek üzereydi.
“Aman tanrım tabanlarım patladı. Canım çıktı” diyerek Fatma teyzenin o ihtiyar halinde elinden geldiğince hazırladığı sofrayı gördü.
Yıllar önce Melek hanımın kendisine yapmış olduğu iyilikleri unutamamıştı bir türlü. Onun için onun kızı Sevgi’ye elinden geleni yapmak istiyordu. Elde yok avuçta yoktu ama, fakat yine de güzel bir tarhana çorbası, etli nohut ve güzel bir bulgur pilavı yapmıştı. Yanına da ayranla bir baş soğan koymuştu ki, tamamdı her şey.
Sevgi,
“Fatma teyze, neler de hazırlamışsın. Yorulma sen benim için, ben ne olsa yerim. Yapma bir daha ne olur, darılırım” diyerek onun boynuna sarıldı. O buruşuk, ama yumuşacık yanaklarından öptü.
Sonra içeri girdi. Müslüm amca her zamanki yerinde oturuyordu.
“Nasılsın Müslüm amca? İyi misin?”
“İyiyim kızım. Sen ne yaptın? Nasıl geçti günün?
Ellerini yıkadı hemen sofraya oturdu. Sofrada hem yemek yiyorlar hem de sohbet ediyorlardı. Onlara o günün heyecanlı olaylarını bir bir anlattı sofrada.
Günler geçti. Okulda dersler başlamıştı. Yurt henüz çıkmamıştı. Sabırsızlanıyordu. Yeri çok rahattı aslında. Fatma teyze ona çok iyi bakıyordu. Hele akşam sohbetlerinde Müslüm amcayla konuları tartışıp, ondan fikir almaktan öyle haz duyuyordu ki...
Günlerden bir gün okuldan her zamankinden daha sevinçle geldi eve. Yurda giriş sırası gelmişti nihayet. Arkadaşlarıyla daha çok zaman geçirecekti artık. Haberi bir çırpıda anlattığı Fatma teyze ona çok iyi bakıyordu. Çünkü Sevgi geldiğinden beri evlerine bir hareket ve neşe gelmişti. Kocası Müslüm amcayla Fatma teyze artık eskisi kadar konuşmuyor olduklarından paylaşacak bir şeyleri kalmamıştı. Onlar bir evde yaşayan iki yabancıydılar. Oysa yıllar önce birbirlerini ne çok severlerdi. Artık aşkları bitmiş, o heyecanları yerini sıkıcı alışkanlıklara bırakmıştı. İşte Fatma teyze için evdeki değişmeyen bu sıkıcı durumu Sevgi’nin gelişi değiştirmişti. Ama gidiyordu işte evin neşesi. Gitmemesi için ısrar ettiyse de olmadı.
“Teyzeciğim, üzülme. Temelli gitmiyorum ki. Hafta sonları evci çıkarım. Size gelirim. Yine beraber oluruz” sözlerine Sevgi’nin razı oldu ister istemez. Birlikte hazırlık yaptılar.
Kız yurdu, üniversite kampusunun içindeydi. Dört katlı koyu renk boyalı bir binaydı. Sevgi, binaya girer girmez koridorun sonunda, müdüriyet yazan odaya girdi. Odada genç bir bayanla orta yaşlı bir kadın oturuyorlardı.
“Merhaba. Ben müdire hanımla görüşecektim.”
“Buyurun, ben yurt müdiresi inci? Kayıt için mi?” dedikten sonra buyur etti yanındaki sandalyeye, sonra art arda soruları sıralamaya başladı:
“İsminiz, nereden geliyorsunuz?”
“Adım sevgi. İstanbul’dan geliyorum.”
“Hangi, bölümdesin?”
“Tıp fakültesi.”
“Aferin. Belgelerin hazır mı?”
“Hazır. Hepsini tamam ettim. İşte burada.”
Belgeleri verdi. Kayıt işleri tamamlandı. Müdire hanım odasının numarasını verdi ona: 451 dördüncü kat.
Odanın kat koridorunun ilk en baştaki oda olduğu söylenmişti. Binanın asansörü yoktu. Basamakları tek tek, dinlene dinlene, elindeki ağır valizi sürükleye sürükleye çıktı. Yorgunluğuna rağmen yine de kendini mutlu hissediyordu. 451 nolu odanın önüne geldi. Kapıyı hafifçe araladı. İçeride altı tane ranza ve dolaplar vardı. Sevgi sağına soluna baktı. Sadece iki yatak dolu gözüküyordu. Gerisi boştu. Boş olanlardan birisini seçti ve eşyalarını yerleştirdi. Dolabı temizlemekten oldukça yorulmuştu. Biraz dinlenmek için yatağının üzerine oturmak üzereydi ki, içeri uzun boylu, kısa saçlı esmer bir kız girdi.
“Merhaba. Yeni misin? Ben Itır” diyerek elini uzattı.
“Ben Sevgi. Itır... ne kadar güzel bir isim. Nerelisin?”
“Afyonlu. Sen?”
“İstanbul”
Bu kısa tanışma faslından sonra hemen birbirlerini daha iyi tanımak için karşılıklı konuşmaya başladılar:
“Hangi bölümde okuyorsun Itır?”
“Edebiyat öğretmenliği. Ya sen?”
“Tıp.”
“Ooo... senin işin zor. Ay ben dayanamam öyle kan falan görmeye.”
Uzunca bir sohbetin ardından beraberce yurdun kantinine yemeğe indiler.
Yurdun yemekleri güzeldi ama, Fatma teyzenin yaptıklarını şimdiden özlemişti. Yemeklerini yerken sarışın bir kız yanlarına yaklaştı. Selam verip, yanlarına oturup oturamayacağını sordu.
“Tabii” dediler. Itır yeni gelenle Sevgiyi tanıştırdı:
“Bu sevgi yeni oda arkadaşım. Tıpta okuyor. Bu da Elif 452 de, hemen yanımızdaki odada kalıyor. O da tıpta okuyor.”
Sevgi çok sevindi buna.
“O halde yarın derse birlikte gideriz” diyen Elif’e, “neden olmasın...” dercesine kafasını salladı. Üç arkadaş beraberce kantinden ayrılıp, yukarı, odalarına çıktılar. Itır’ın çay makinesi getirmişmiş. Birlikte çaylarını içtiler yemeğin üzerine.
Elif ve Sevgi birlikte kampusu dolaştılar, boş vakitlerinde Elazığ’ı gezdiler. Dersler henüz pek sıkı değildi. Elazığ çok otantik bir yerdi. Harput, yatırlar, Harput’tan şehre kuş bakışı, Hazar gölü çok büyüleyici
-
205-
gelmişti Sevgi’ye. Elif beğenmemişti Elazığ’ı. “Şimdi İstanbul’da, İzmir’de olmak vardı. Tam gençlerin yaşayabileceği şehirler. Elazığ’da bir bar bile yok.” Sözlerini duyan Sevgi kaşlarını çatarak,
“ Buraya okumaya geldik.derslerimiz zaten çok ağır olacak.o tür gezmelere vaktimiz olabileceğini pek tahmin etmiyorum.” Dediği sıra Itır girdi içeri ve hemen söze karıştı:
“Konuşmanın sonunu duydum. Sevgi haklı söylüyor. Ben daha çok doğayı severim. Canımız eğlenmek ve dinlenmek istediğinde mesire yerlerine gideriz. İsterseniz bir ilki gerçekleştirelim.”
Sevgi çok sevinmişti bu teklife.
“Bu çok harika olur” diye atıldı. Elif de,
“Evet, olabilir “ diyerek istemeden onların isteklerine katılmak zorunda kaldı.
Elif çok hoş bir kızdı, ama aklı biraz havalardaydı. Sanki okula değil de tatile gelmişti.
Geç saat olmuştu. Elif Sevgiye,
“Benim tanıdığım birkaç arkadaş var. onlarla buluşur hep beraber takılırız” dedi.
“Tamam, yarın dersten sonra buluşur, dolaşmaya çıkarız”
Sevginin bu sözlerinden sonra Itır’ın,
“Geç oldu arkadaşlar. Hadi yatalım” sözlerine Elif’in tepkisi, “Yahu arkadaşlar hiç bu saatte yatılır mı? Sabahlasaydık... sonra da direkt derse giderdik” şeklinde oldu.
Onun bu sözlerine verecek cevap bulamayan Itır’la Sevgi, gözlerini ayırarak ona bakmaktan kendilerini alamadılar. Durumu anlayan Elif,
“Tamam, kötü bir fikirdi. Vaz geçtim. Ben de gideyim artık” diyerek konuyu kapatıp kalktı ayağa ve iyi geceler dileyip çıktı odadan.
Elif gidince ikisi de derin bir nefes aldılar. Hemen yataklarını hazırlayıp uyumaya hazırlandılar. Itır başını yastığa koyar koymaz uyudu. Sevgi bir müddet yatakta döndü durdu. Bir türlü uyku tutmuyordu nedense. Sonra, evini, annesini ve Sedat’ı düşündü. Gelirken ona söyledikleri hiç aklından çıkmıyordu. Sedat'ın kendisini uzun zamandır sevdiğini biliyordu. Ama, ona hiç umut vermemişti. Alp’in terk edişi onu yıkmıştı. Alp’le ayrıldıklarından sonra uzun süre kimseye karşı bir şey hissetmemişti. Büyük bir darbe almıştı bu olaydan. Darbe, sevdiği insanın ailesinden kaynaklanıyordu. Sevdiği de ona sahip çıkmamış ve bu davranışıyla asıl darbeyi o vurmuştu. Diğer taraftan, her şeyi bilmesine rağmen, Sevgiyi sabırla bekleyen ve onu sonsuz bir sevgiyle seven Sedat’a karşı artık o da bir şeyler hissediyordu.
Belki ilk başlardaki bu duygu sevgi değildi. Ama ona bir şans vermeliydi. Hem zaten onu beğeniyordu. Akıllı, terbiyeli, çalışkan, azimli biriydi. Ve kararını verdi. Kalktı yatağından. Eline bir kalem kağıt aldı ve gönlünden geçenleri yazmaya başladı:
Sevgili Sedat,
Hayatımda sen olduğundan beri, insanlara dair bütün kırgınlıklarımı attım. Sanki her şeyi ilk kez görüyorum. Dün gece, perdeyi çekip, camdan, bembeyaz karın yağışını izledim. Bunu yapmayalı ne kadar zaman oldu bilmiyorum. Güvenmezdim önceleri kimseye... sen olmadan önce. Çünkü, kime güvendiysem karşılığı acı oldu. İhanetlerin, terk edilişlerin, yalanların ortasında yaşarken, kendimi ve benliğimi koruma adına insanlara inancımı yitirdim. Bir an bile ötesini düşünmeden, kaygısızca sevdayı yaşamak, o anın içinde olmak ne kadar güzelmiş.
Bir İstanbul’u düşünüyorum, bir de seni. Seni bu güne kadar fark edemediysem bu benim suçum. Bağışla. Şimdi yeni bir başlangıç yapmak istiyorum.
Ay çekiliyor yavaş yavaş. Gözlerim ağırlaşıyor. Odamda sessizlik, beynimde düşünceler. Uyku çağırıyor beni. Gözlerim kapanıyor, yeniden aklımdan-şu anda-bir sürü cümle geçiyor. Hiç birini toparlayıp söyleyemiyorum. Say ki, yazıp geçmişim. Bir başkasını anlatmak için başlamış cümleler seninle bitecek.
Bak, yine bastırdı kar. Mucize yağıyor gök yüzünden. Ortalık nasıl da beyaza boyanır birazdan ilk defa sever oldum kış mevsimini.
Kelimelerle bitti savaşım. Işıl ışıl bakan gözleri daha fazla bırakamazdım merakta. “Evet” diyorum. Yalnızca bir sorum var. sen yalnız bırakanlardan olmayacaksın değil mi? Bilmem başka söze gerek var mı? ben de seni seviyorum. Selamlar.
Sevgi.
Sevgi mektubu itinayla katladı. Bir zarfa koyup üzerini yazdı. Mektubu kitabın arasına koydu ve yorganın içine gömülüp gözlerini kapattı.
Sabah uyandıklarında, giyinip, kahvaltı için kantine indiler. Güzel bir kahvaltıdan sonra Itır kendi fakültesine, Elif ve Sevgi de kendi kampuslarına gittiler. Ellerindeki ders programına göre dersleri büyük amfideydi.
Dersi veren öğretim görevlisi, yıl boyunca görecekleri eğitimle ilgili bir konuşma yaptı. Bu günkü dersleri Genel eğitimdi.
Ders çıkışında daha önce konuşulduğu gibi kantine gittiler. Itır da orada bekliyordu onları. Sonra, elifin telefonu çaldı. Arayanlar, Elif’in daha önce bahsettiği arkadaşlarıydı. Onlara, kantine gelmelerini söyledi.
Yarım saat sonra, üç arkadaş kantine geldiler. Gelenlerden ikisi erkek, birisi kızdı. Hep birlikte toplanıp Elazığ’ı gezmeye çıktılar. Önce çarşı Pazar dolaştılar. Buranın çarşısı çok büyük değildi. Bir iki cadde boyu, sıralı dükkanlardı o kadar. Ama yine de çok yorulmuşlardı.
“Çarşı içinde bulunan camiyi arkadaşın birisi çok methetti. Gelin gezelim” dedi Itır. Hep beraber camiye girdiler. İzzet Paşa camisi gerçekten ihtişamlı bir camiydi. Hele içindeki çini süslemeler... tavanda asılı duran avize o kadar büyüktü ki, hayretle izlediler. Dualar edip çıktılar.
“Harput’a çıkmadan olmaz” diyen bir arkadaşlarının sözüne uyup, bir araba tuttular ve Harput’a çıktılar.
Harput yatırlarla doluydu. Battal Gazi’nin heykelini gördü, Arap Baba’nın türbesini gezdiler. Hikayesini dinleyip öğrendiler. Harput’ta kebapçıda yedikleri ekmek arası gerçekten lezzetliydi.
Akşam olmadan yurtlarına döndüklerinde çok eğlenmişler ve birbirleriyle kaynaşmışlardı. Çok yorgun olduklarından vedalaşıp ayrıldılar.
-
209-
Sevgiyle Itır, hatta Elif bile erkenden yataklarına girdiler.
Artık dersler yoğunlaşmıştı. Sevgi başını kaldırmadan ders çalışıyordu. Arada sırada Melek Anne ile telefonla konuşuyor, Fatma Teyze’nin İstanbul’u ne kadar özlediğinden söz ediyor, onların sesini duyunca biraz olsun özlemi diniyordu.
Para yönünden bir sıkıntısı yoktu. Sağ olsun Melek annesi araştırıp, onun şehit babasından kalan maaşını bağlatmıştı. Sevgi ne zaman parasız kalsa, gidip, bankadan aylığını alıyordu. Arada bir de Melek Anne ona koli gönderiyordu. Koli geldiği zamanlar arkadaşlarına haber gönderiyor, toplanıp, hep birlikte kendilerine ziyafet çekiyorlardı. Yurdun odalarında çay pişirmek yasaktı. Ama, Elif’in getirdiği ufak cereyanlı ocak işe yarıyordu.
Birinci sınıfta eğitim dersleri ağırlıktaydı. Kitaplar çok kalındı. Latince kelimeler çok zordu. Bunların hepsini ezberlemek oldukça zordu. Bazı zamanlar iyice bıkıyor ders çalışmaktan, o zaman kağıda kaleme sarılıyor, Sedat’a mektup yazıyordu. Onun mektubuna karşılık gönderdiği mektubu açıyor, arada bir yeniden okuyordu. Bu gün de bıkmıştı ders çalışmaktan. Çıkardı Sedat’ın mektubunu sakladığı yerinden ve okumaya başladı:
Merhaba Sevgi
Uzak durdum. Duygularıma gem vurdum. Sevda yorgunuydun. Yarım kalan aşkının yüzünde bıraktığı acı izlere bir tane de ben eklememek için. Bilsen, nasıl içim yanıyor.sadece birisi sevsin diye beni... ben de onu seveyim. Yüzündeki acı izleri silmek için yanındayım. Birlikte paylaşacağımız çok şey olduğunu düşünüyorum. Aşkımızı büyütmek,sevgiyle yaşamak varken beklemek, inan çok zor geliyor. Şimdi beraber olsak. Kırlarda el ele gezsek. Dalgaları seyretsek sahilde. Sonra sokulsam koynuna. Sarı saçların rüzgarda uçuşsa, yüzüme çarpsa.
Kendime, sensizliğin dayanılmaz olduğunu bin kez tekrarladım. Yokluğun bir kez daha yıktı beni. Seni çok seviyorum. Okulum olmasa, bıraksam her şeyi, sana koşsam... ulaşabilir miyim?
Bu hırsla çok daha sıkı sarıldım kitaplarıma. “Gelin!”diyorum içindekilere, gelin de beynime girin. Doldurun orayı bilgilerle. Okulum bitsin, kavuşayım Sevgi’me bir an önce.
Daha yeni ayrıldık. Ama, bana asırlar gibi geliyor. Çabuk geçin, yazlar, kışlar bir su gibi geçsin seneler. Ben onsuz, havasız, susuz nasıl yaşarım. Döküldü göz yaşlarım, dinmiyor. Sevgisiz zaman hiç geçmiyor.
Seni çok... ama çok seven Sedat.
Sedat’ın mektupları artık sıklaşmıştı. Her hafta bir tane geliyordu. Artık aşk şiirleri yazıyor, sevgi sözcükleriyle dolduruyordu sayfaları. Kenarına onun adını diziyor, kalpler çiziyor, mektubun ucunu yakmayı da unutmuyordu.
Sevgi artık çok mutluydu. İdeallerine yavaş yavaş ulaşıyordu. Onu seven annesi, sevgilisi ve okulu vardı. Onların yüzünü güldürecek ve başaracaktı. Çok uzaklarda, yaşayıp yaşamadığını bilmediği annesi için büyük adam olacaktı.
Bunca senedir hep o ezilmişti. Artık ezilmeyecekti. İnadına insanları sevecek, onlara yardım edecekti. Başka bir yerlerdeki Sevgiler sevgisiz büyümesinler diye...
Türkiye’nin dört bir ucundan gelen mektuplar dağıtılıyordu. İçlerinde Sevgi’ye de mektup vardı. Sevgi, heyecanla mektubu aldı. Gayri ihtiyari dudaklarına götürdü ve öptü. Mektup, “Canım Kızım” diye başlıyordu. Canından çok sevdiği Melek annesiydi mektubu yazan. Rahat bir soluk aldı.
Yaşantısında çok önemli bir yer teşkil ediyordu Melek hanım. O olmasaydı, Sevgi şimdi buralarda olamazdı. O sırada diğer arkadaşları da kendisi gibi duygulu anlar yaşıyorlardı. Yüzlerine baktı hepsinin. Kimisi dargın, kimisi düşünceli, kimisi de ha bire gevezelik ediyordu.
Sevgi hiç konuşmuyor, mektubu okumaya çalışıyordu. Melek hanımın el yazısı bozuktu. Mektubu daha iyi okuyabilmek için, ışığın altına geldi. Arkadaşlarından bazıları da mektuplarını okurken itişip kakışıyor, şakalaşıyorlardı.
Melek hanım onu çok özlediğini, okulunu çabuk bitirip dönmesini, onun tatlı yüzünü, çocuk bakışlı o mavi gözlerini görmek için sabırsızlandığını yazıyordu. Aklından kendisini geçirdikçe, sarılıp öpmek isteğinin yoğunlaştığını, göz kapaklarından yaşlar süzüldüğünü anlatan satırlarını okuduktan sonra Melek hanımın tutamadı daha fazla kendini Sevgi. Göz yaşları iri iri, çabuk çabuk yanaklarından akmaya başladı. Sonra, göğsünün derinliklerinden gelen hıçkırıklarla sarsıldı.
Sevgi annesinin mektubunu defalarca okudu. Saat ikiye daha yeni gelmişti. Ama dışarı sanki yavaş yavaş ağarıyordu. Gittikçe ağaran gün iyice ışıyınca sevgi kazağının koluyla gözlerini sildi. Sabaha kadar ağlaması dinmemişti.
Bu mektup, onda çok büyük bir duygu yoğunluğu başlatmıştı. Okula başladığı gün, sanki dün gibiydi. Ama dördüncü sınıftaydı işte. Artık hep hastanedeydi. Stajyer doktor olmuştu. Kendini sürekli beyaz önlük içinde görmek ne zevkli bir şeydi.
Bu arada Sedat'la olan arkadaşlıkları daha da ilerlemişti. Boş vakitleri pek olmuyordu ama, fırsat bulur bulmaz ilk işi sevgilisi ve melek annesine mektup yazmak oluyordu. Bir şiir kitabı edinmişti. Oradan seçtiği şiirleri okuyor, Sedat'a aşk nağmeleri yazıyordu.
Sedat, Sevgi’nin yüreğinin sert, sağlam kabuğunu kırmak için çok uğraşmış, ama sonunda bunu başarmıştı. Artık o eski Sevgi yoktu. İnsanlara daha sevecen bakıyordu.
Sevgi, Sedat'ı düşündükçe, aklından, ona sarılıp öpmek geçiyordu. Böyle düşündüğü bir anda, gözlerini pencereye, dışarıya çevirdi. Yanaklarının alev alev yandığını hissetti. Sedat’ın da kendisini öptüğünü hayal etti. Burun delikleri her soluk alışta göğsünün hareketine uyarak açılıp kapanıyordu. Sedat'ın dudaklarının sıcaklığını sanki duyuyor gibiydi.
O sırada kapı “çat!” diye kapandı. Odaya gelen Elifti:
“Ne yapıyorsun Sevgi, böyle odana kapanmış?”
-
Bu gün üç günlük attım.iyi okumalar
-
-
214-
Sevgi’nin hayalleri bu soruyla bir anda silindi ve irkilip kendine geldi.
“Hiç... biraz yalnız kalmak istedim.”
“Haydi gel. Biz arkadaşlarla kafeye iniyoruz. Ben hırkamı almaya gelmiştim.”
“Siz gidin. Ben biraz ders çalışmak istiyorum. Yarın sınavım var.”
Elif, sevgi’nin bu cevabından memnun olmamıştı:
“Olur... sen bilirsin. Hadi sana bay bay. Sonra görüşürüz”
Sevgi Elif odadan çıkınca ders çalışmak için kitaplarını açtı. İnsanlara yardım etmek için iyi bilgilenmek şarttı. İnsanlara daha çok yardım edebilmek düşüncesi bile onu mutlu ediyordu. Okulunu, bölümünü çok seviyordu. Arada asistanlarından, hocalarından söz işittiği de oluyordu. Hatta bazen onu azarladıkları da oluyordu. Onun için çok çalışmalıydı.
Dışarıda rüzgar büyük bir hızla esiyordu. Epey ders çalışmıştı. Ertesi günkü dahiliye sınavı çok önemliydi. Yoruldu. Biraz mola verdi. Kantine indi. Orada çalışan kadına çay fişini uzattı:
“Bir çay istiyorum. Biraz demli olsun. Bu gece uyumamam lazım. Biraz uykumu açsın.”
Kantinci kadın sevginin yüzüne baktı:
“Sevgi, yarın sınavın var galiba” dedi.
“Hiç sorma... en zor derslerden biri. Şimdiden strese girdim.”
“Sen başarırsın korkma. Hem seni uzun zamandır tanıyorum. Akıllı, uslu, hanım hanımcıksın. Çalışan başarır.” Kantinci kadının bu sözleri içini serinletmişti Sevginin. Ona gülümsedi. Sonra birlikte gülüştüler karşılıklı.
Sevgi çayını alarak yukarı çıktı. O sırada anons geldi. Sevgi’ye telefon vardı. Heyecanla, merdivenleri bir çırpıda indi. Telefondaki ses Sedat’ındı. Sevginin kalbi küt küt atmaya başladı. Telefonda heyecandan konuşacak halde değildi. Sedat anlatıyor, Sevgi dinliyordu.
“Teşekkür ederim Sedat. Sınav öncesi moral oldun bana” diyebildi sonunda.
“Kendine iyi bak Sevgi. Seni seviyorum. Başarılar aşkım. Ha gayret, az kaldı.” Sedat’ın bu sözleri ilaç gibi gelmişti ona.
“Öptüm” dedi kısaca ve telefonu hafif bir tebessümle kapattı.
Odasına tekrar döndüğünde yine saatlerce ders çalıştı. Çay pek etkili olmamış, uykusu gelmiş, gözleri kapanıyordu. Yatağına uzandı ve derin bir uykuya daldı.
Uyandığında geç kalmak üzereydi. Aceleyle hazırlandı. Ceketini merdivenleri inerken giydi. Merdivende karşılaştığı arkadaşlarına aceleyle günaydın diyerek koşuşturdu. Hastaneye geldiğinde öğrenciler hocaların kapısının önünde toplanmışlardı. Sırayla sınava alınmaya başladılar. Sıra Sevgi’deydi.
Sınavdan çıktığında sevinçten uçuyordu. Sınavı çok güzel geçmişti.
Sınavdan sonra, Itır, Elif, Salih ve Bora hep birlikte kantine gittiler. Sınavı tartıştılar. Herkes kendine sorulan soruları ve hocaların tavrını anlattı.
Zaman su gibi geçmişti. Sevgi artık altıncı sınıftaydı. Okul bitmeye gelmişti. Sevgi okulun bitmesine hem çok seviniyor, hem de üzülüyordu. Hocalarını, arkadaşlarını çok özleyecekti. Bunu düşündüğü için son zamanlarını çok iyi değerlendirmek istiyordu. Hocalarını dikkat ve saygıyla dinliyor, her hastayı dikkatle muayene ediyordu. Özellikle nöbetleri çok seviyordu. Espriler, gülmek, beraber yemek içmek, arkadaşlarla sohbet çok hoşuna gidiyordu.
En sevdiği bölüm Psikiyatriydi Sevgi’nin. Oradaki hastalara daha fazla ilgi gösteriyordu. Servis koridorunda karşılaştığı şizofren bir hastayla çok ilgilenmiş, hasta onu her gördüğünde,
“Nasılsın iyi misin? diye-ilk karşılaştıklarında olduğu gibi- dönüp dünüp, aynı sözleri söyleyerek onlarca kez ona hal hatır sormuştu.
Sevgi büyük bir sabırla her defasında o da onun sorularını hiç cevapsız bırakmamıştı. Elinde aynayla dolaşan ve hep aynaya bakan ve durmadan saçlarını düzelten bir kız da onun ilgisini çekmişti. Bu hasta hep” ben güzelim “diye konuşarak dolaşıyordu. Öğrenciliğinde öğretmenine aşık olmuş, karşılık bulamamış ve kendini okulun dördüncü katından atmış olan bu kızcağızın hikayesi içler acısı gelmişti Sevgi’ye.
Bu ve bunun gibi daha niceleri vardı. Sevgi bu hastalara çok ilgi gösteriyordu. Bu yüzden ihtisas için kendini bu alana yönlendirmek istedi ve kendisine uygun olduğunu düşündüğü bu alanda ihtisas yapabilmek için derslerine bir kat daha sarıldı.
Sonunda sene sonu yaklaşmıştı. Mezuniyet balosunun hazırlıkları okulda başlamıştı. Kantinde, serviste herkes baloyu konuşuyordu. Herkes kendi çapında ufak tefek hazırlanıyordu. Sevgi de baloya katılmak istiyordu. Ancak, Sedat gelemeyeceğini söylemişti. Tam o tarihte çok önemli bir sınavı varmış.
Sevgi bu duruma çok üzüldü. Yine de, arkadaşlarıyla son bir defa eğlenmek istiyordu.
Nasıl da geçmişti altı sene... dillere kolay. Azmin zaferinin sevinci müthişti. Çalışmış, çalışmış, çalışmış ve başarmıştı. Genç ve güzel bir doktordu artık.
Arkadaşları da kendisi gibi çok heyecanlıydılar. Boş zamanlarında birlikte çarşı, mağaza dolaşıyor, mezuniyet balosunda ne giyeceklerini planlıyorlardı. O gece çok şık olmalıydı. Fakat Elazığ İstanbul gibi büyük bir şehir değildi. Ha deyince uygun bir kıyafet bulmak çok zordu.
Fakat bir şeyler ayarlamak zorundaydılar. Gerçi uygun olabilecek şeyler vardı ama, kızlar ilada abartılı şeyler olsun istiyorlardı. Haksız da sayılmazlardı. Böyle bir günde bu onların hakkıydı. Bu günün hayalini yıllarca kafalarında kurmuş, iple çekmişlerdi. Onlar böyle kararsız dolaşıp dururken bazı kızlara aileleri paket göndermişti. Onların arasında Sevgi’de vardı.
Melek anne, yine o melek tavrını sergilemiş, ona çok şık bir kıyafet göndermişti:
Yurt görevlisinin Sevgi’ye paket olduğunu söylediğinde, merdivenleri üçer beşer inmiş, kutuyu almış ve aynı hızla odasına gelmişti. Kızlar başında toplanmışlar kutuyu görünce ve ona “hadi çabuk aç!” diye heyecanla neredeyse kutuyu parçalarcasına aceleyle açtırmışlardı.
Sevgi, içinde ne olduğunu merakından, kalbi hızlı hızlı atarak açmış kutuyu, açar açmaz da ondan daha heyecanlı davranan arkadaşları Itır ve Elif’in dilleri tutulmuştu.
Sevgi beyaz şifondan fırıl fırıl bir elbise olduğunu görünce içini büyük bir sevinç dalgası sarmıştı. Şifonun altındaki ipek astar bile, tek giyilse, şahane bir tuvalet gibiydi. Sevgi donakalmıştı. Heyecandan ne yapacağını bilmiyordu. Itır, “hadi çabuk giy şunu... şimdi heyecandan kalbim duracak! Harukulade! Olamaz böyle şey... Kızım ne kadar şanslısın.! Şu hale bak... bu melek annen anlattığın kadar varmış. Bir kanatları eksik.” Diyerek onu harekete geçirdi.
Sevgi elbiseyi omuzlarından tutmuş, odanın içindeki ufak aynada kendini seyretmeye başladı.
Bu sefer de Elif, “kızım ne uğraşıyorsun öyle üstüne tutup! Hiç mi kafan çalışmıyor... giysene şunu akıllım!” diyerek tekrar uyardı onu.
Sevgi elbiseyi aceleyle giydi üstüne. Sanki üzerine dikilmişti. Bir omzundan aşağıya doğru düşen yakası, uçuşan kolları vardı. Etek boyu diz üstündeydi. Üstü şifon, altı ipek olan bu eteği beli iyice sarıyor ve etek uçlarına doğru genişliyordu. Ve yine kutunun içinde, ince topuklu, bilekten bağlamalı bir de ayakkabı bulunuyordu. Üzeri minik aynalarla kaplı biritli bir fantazi ayakkabıydı. Sevginin mavi gözleriyle uyumlu bir de kolye bileklik çıktığını görünce Sevgi, “canım annem... yine her şeyi düşünmüş” dedi.
Bu arada Elif heyecanla bağırdı:
“Hey kızlar burada bir de gül var. galiba bu da saçlarına takılacak...”
“Ver bakıym! diyerek Itır aldı gülü onun elinden, “ayy... ne şık bir şey bu kız!” sözleriyle hayranlığını belirtirken gülü sevginin saçlarına doğru tutup, başını hafif eğerek ona baktı. Sonra, “ayy olamaz!! öldüm
-
218-
vallahi! Baloda bütün erkeklerin kalbi duracak... haksızlık bu!” dedi ve “şaka, şaka... sana her şey yakışır. Sen de layıksın doğrusu!” sözleriyle duygularının kıskançlık değil, hayranlık belirtisi olduğunu vurgulamak ihtiyacı hissetti.
Sevgi elbiseyi çıkardı. İtinayla katlayıp kutuya koydu ve dolabına kaldırdıktan sonra, “gelin kızlar Melek anneme bir teşekkür telefonu edelim!” diyerek sürükledi, onları dışarı.
Merdivenlerden koşarak, şakalaşa şakalaşa iniyorlarken merdiveni yurt görevlisi onlara kızdı:
“Hişt kızlar! Yavaş... bakıyorum çıldırdınız!”
Sevgi ona yaklaştı, “idare et canişkom, yakında bizden kurtuluyorsun!” diyerek kadının yanağına bir öpücük kondurdu.
Kadın, bu beklemediği öpücük karşısında daha şaşkınlığını atmadan onlar çoktan alt kata inmişlerdi bile.
Koşarak telefonun başına gittiler. Heyecandan kartını takmakta zorlandı. Sonunda Melek hanımın sesiyle kendi heyecanlı sesini birleştirdi:
“Anneciğim, nasılsın!? Sürprizin için teşekkürler! Ne kadar düşüncelisin... biz de arkadaşlarla kıyafet araştırıyorduk.”
“Beğendiğine sevindim. Ölçülerine uydu mu? Nasıl... hoşuna gitti mi?”
“Ne demek hoşuma gitti mi... bayıldım canım annem!! Sağ ol, ellerinden öperim. Fatma teyzeye de selamlar... onu da çok öpüyorum. İyi geceler anneciğim.”
“Sana da kızım.”
Sevgi telefonu kapattı. Yüzünde mutluluk gülücükleri vardı. Onun sevincine ortak olan arkadaşlarının da içleri kımıl kımıl olmuştu.
Odalarına çıktılar. Yatağına uzandı Sevgi.
Melek hanım Sevgi’nin gelmesine az bir zaman kalmasına çok seviniyordu. Onun başarısı kendinin başarısıydı. Sevgi emeklerini boşa çıkarmamış, çalışıp kazanmıştı. Ellerini havaya açıp, “sana şükürler olsun tanrım, kızımın bu mutluluğunu bana gösterdin!”
O sırada odaya Fatma girdi:
“Yine Sevgi’yi mi düşünüyorsun hanımım!”
“Ah Fatma hanım... şu an onun yanında olmak için neler vermezdim! Biraz önce telefondaydı. Seni de çok çok öptüğünü söylememi istedi.
“Sağ olsun... ben de özledim onun öpüşlerini...”
Böyle bir günde en gerekli organdan yoksunum. Şu kör olası ayaklar tutmuyor ne yapalım. Kızımın ellerini tutmak, diplomayı aldığı günü görmek, ne güzel olurdu...”
“Üzülme! Sen orada olmasan da yüreğin, sevgin onunla olacak.”
“Odasını hazırladın mı?”
“Evet. Yeni alınan genç odası çok güzel. perdelerde takılırsa her şey tamam olacak.”
“Biliyor musun Fatma, onun yıllar önce elinde yırtık bir bebek ve çanta ile geldiği gün hala bu günmüş gibi aklımda. O gün ben bu ışığı onun gözlerinde görmüştüm. İnşallah Sedat'la da evlenirler. Sedat tam ona göre... efendi, çalışkan bir çocuk. onların mutluluğunu da görmek istiyorum. Elbise üzerine tam uymuş, biliyor musun...”
“Bilmez miyim kızımızın ölçülerini... Melek hanımımın melek kızı o” dediği sıra birden heyecanladı Fatma hanım:
“Ayy! Melek hanım, beni lafa tuttun... ocağa çay koymuştum. Taşmadı inşallah!”
Fatma hanım telaşla fokurdayan çaydanlığa koşarken Melek hanım gülümsedi ve daha önce de Sevgi’den konuşurlarken onun yine dalıp çaydanlığı unuttuğunu hatırladı:
İki hafta öncesiydi. Sevgi’nin odasını nasıl tanzim edeceklerini düşünüyorlardı beraberce. İyice hayallere dalmışlardı. “Ayy Melek hanım, yine beni lafa tuttunuz... çaydanlık taştı” diyerek koşmuştu bu günkü gibi.
Fatma hanımın koşarak mutfağa gittiği sırada telefon çalmıştı.. Arayan Sevgi’ydi:
“Anneciğim, nasılsın, iyi misin?”
“İyiyim canım yavrum. Seni şimdi Fatma’yla konuşuyorduk. Ne yaptın... sınavlar bitti mi?”
“Bitti annem bitti! Ama ben de bittim! Ama çok mutluyum. Balo yapılacak. Hazırlıklara başladık. Ayrıca diploma töreni de var. canım annem, keşke gelebilsen!”
“Nerde kızım. Çok isterim ama, gelemem ki... inşallah gelirsen görüşürüz.”
“Anneciğim hatırlıyor musun, tıp fakültesi giriş sınavlarını kazandığımda ne kadar üzülmüştün. Bana her gün hastalıklarla, mikroplarla uğraşacaksın, başkalarını iyi edeceğim diye kendini tüketeceksin, yazık değil mi gençliğine, diye ağlamıştın. Bak işte bitti canım annem. Ellerinden öpüyorum” diye karşılıklı konuşmaları olduğu gibi ezberindeydi...
Sevgi ile arkadaşı Ayşe yurttan ders defter kaygısı olmadan çıkmış yürüyorlardı. Bahçede hastane binasına inen yoldan, dersliklerin bulunduğu yöne doğru ilerliyorlardı. Çevreleri her zaman olduğu gibi, yine insan kaynıyordu. Kimi ilgili doktoru arıyor, kimisi de ilaç peşinde koşuyordu. Yakınları hastalarını oraya buraya taşıyorlardı.
Ağaçların arasında önlerine telaşlı iki kız çıktı. Öyle hızla koşarak önlerini kesmişlerdi ki, durmak zorunda kaldılar. Sekiz dokuz yaşlarında olmalıydılar. İkisi de nefes nefeseydiler. Zayıf olan siyah saçlı kız öne atılıp, “Ablacığım, canım ablam... ne olur yardım edin! Diye bağırarak Sevgi’nin bileklerine yapıştı. Öbür, mavi gözlü olanı gözlerini kocaman açarak, “çünkü yardım etmezseniz ölecek!” dedi.
Soluk soluğaydı. Sevgi, “ne!! ne oluyor. Kim ölüyor, hasta nerede!” demesine kalmadan, kara kız onun eline koluna yapışıp sürüklemeye başlamıştı. İncecik bedeniyle Sevgi’yi çeke çeke götürüyordu.
“Doktor abla, bir bakıver ne olur! Bir ilaç verir iyileştirirsiniz belki!” diyerek yalvarıyordu.
Sevgi’nin üzerindeki beyaz önlükten onun doktor olduğunu anlamıştı. Sevgi ne olup bittiğini anlamak için onun peşinden koşuyordu.
Ayşe de onu yalnız bırakmamak için peşinden gidiyordu. Küçük kızlara yetiştiğinde, kızlar çömelmiş ağlıyorlardı. Sevgi kadının fenalık geçirdiğini gördü. hemen sedye isteyip onun hastaneye kaldırılması
-
-
222-
kaldırılmasını sağladı. Kızlar, sedyenin etrafında, “anne! Anne!!” diye ağlaşıyorlardı.
Sevgi içinin ezildiğini hissetti. Annesizliği aklına gelmişti. O kızların çırpınışlarını hiç unutmadı.
Kadın kurtulmuştu. Onu defalarca ziyaret etti. doktoruyla konuşup, hakkında detaylı bilgi edindi. Yaptığı yardım kadının kritik bir anında müdahale edilebilecek zamanı kazandırmış ve kadın iyileşmişti. Kızların sevinçleri gözlerinden okunuyordu. Şimdi daha iyi anlıyordu ki, çok kutsal bir meslek seçmişti..
O gece Sevgi’nin neredeyse heyecandan hiç uyumamıştı. Erkenden kalktı. Mezun olan tüm arkadaşlarının erken kalkmış olduğunu gördü. Bu gün herkes için beklenen gündü... demek kimseyi uyku tutmamıştı... Diploma töreni o gün saat ikideydi.
Mezun olanlar büyük bir heyecanla hazırlandılar. Kızlar kuaföre gidip süslendiler.
Tören başladığında heyecandan kalpleri duracaktı. Salon tıklım tıklım öğrenci velileriyle dolmuştu. Öğretim görevlileri yerlerini almıştı.
Salonun ışıkları söndü. Salonda hoparlörden verilen bir kalp atışı sesi yankılandı.
Zaten heyecanlı olan insanlar bu sesle daha da heyecanlandılar. Işıklar yandığında, öğrenciler üzerlerinde cüppeleri, başlarında kepleri birerli sıra halinde salona giriyorlardı. Alkış sesleriyle salon inledi. Öğrenciler bir su gibi akarak yerlerini aldılar.
İstiklal marşını büyük bir coşkuyla öğrenci ve aileleri ve hocalar hep bir ağızdan okudular.
Sahnede yerlerini almış olan öğrenciler, kalabalık arasında ailelerini seçebilmek için gözleriyle salonu tarıyorlardı.
Sevgi hiç oralı değildi. Sadece heyecanla salonu tarayan arkadaşlarına imrenerek bakıyordu. Bir anda gözlerine inanamadı. Seyirciler arasında Melek Anne’si oğlu Selim ve aşkı Sedat da vardı.
Kalbi yerinden çıkacakmış gibi oldu. İçinden, “anlamalıydım bana sürpriz yapacaklarını!” diye geçirdi.
Hep birlikte el sallıyorlardı. Melek hanım elinde bir mendille gözlerini siliyordu. Sevgi yerinde duramaz olmuştu.
Rektör, dekan ve diğer hocalar heyecanlı konuşmalar yaptılar. Kameralar çekiyor, flaşlar sık sık patlıyordu. Ünlü bir kemancı kısa bir resital verdi.
Bütün salon müziğin etkisiyle kendinden geçmişti.
Öğrencilerin isimleri çağırılarak diplomalar verilmeye başlandı.
Sevgi’nin adı okunduğunda Sedat ayakta onu alkışlıyordu. Heyecanla çıktı kürsüye ve hocasının elinden diplomasını aldı.
Diplomasını havaya kaldırdı:
“İşte bu!! İşte bu... Sevgi’nin gücü!” diyerek salonda onu alkışlayan sevdiklerine seslendi. Sevgi Sevgi’yi hayata bağlamış, onu topluma yararlı bir insan yapmıştı.
Diploması elinde, koşarak tribüne çıktı ve Melek hanımın yanına gelip ellerini öptü. Anne kız ağlıyorlardı:
“Anneciğim, eserinle övünebilirsin... bu senin başarın!”
Bu arada Sedat onların fotoğraflarını çekiyordu. Sedat’a gitti. Sarıldı.
“Hoş geldin aşkım! Gelmeyeceksin diye çok üzülmüştüm.
Sonra arkadaşlarının arasına, sahneye koştu tekrar.
Şimdi sayma sırası gelmişti:
“Dokuz, sekiz, yedi, altı, beş dört, üç! İki! Biiir!! Sıfııır!”
Alkış sesleri, ıslıklar arasında kepler havalarda uçuştu. Salonun coşkusu görülmeğe değerdi. Mutluluk, göz yaşları sel olmuştu. Herkes o coşkuyu yüreklerinde hissediyordu.
Bu mutlu sahne altı saat sürmüştü.
Dışarıya çıktıklarında gök yüzü de onların mutluluğuna ortak olmuş, yağmur taneleri de yeryüzüne inmişti. Islanmamak için arabaya koştular.
Sevgi Selim abisine Melek Anne’ yi getirdiği için defalarca teşekkür etti.
Selim onları güzel bir restorana davet etti. Neşe içinde yemeklerini yediler.
Melek hanım Elazığ’daki dostları Müslüm amcalara giderlerken Sevgi ile Sedat baş başa konuşmak için ancak fırsat bulabildi, yüz yüze, derin bir sohbetle hasret giderdiler.
Zaman dardı. Bir gün sonra yapılacak baloya hazırlanması gerekiyordu Sevgi’nin.
Balonun yapılacağı akşam Sevgi giyinip hazırlandı. Dekoltesi ve zengin eteğiyle çok romantik gözüküyordu. Serbestçe omzuna dökülen o güzel saçları, beyaz güllerle bezenmiş bir tarakla yandan tutturulmuştu. Kulağında ince uzun küpeler yakasındaki broşla pırıl pırıl bir uyum içindeydi.
Sedat ise, açık gri bir smokinin içine koyu gri yelek giymişti.
Salona girdiklerinde herkes başını onlardan tarafa çevirdi. Çünkü Sevgi gerçekten göz kamaştıracak bir güzellik sergiliyordu.
Bütün arkadaşları çok güzel olmuşlardı. Artık onları başka bir yaşamın beklediği her şeyiyle belli ediyordu kendini. Salona giriş değil de, geleceğe bir ilk adımdı attıkları.
Sevgi’nin içi kabardı. Göz ucuyla etrafına bakındı. Herkes çok heyecanlıydı.
İlk danslarını nostaljik bir parça eşliğinde yaptılar. Bunu kıvrak Latin müziği izledi.
Bütün salon kendini müziğe kaptırmış dans ediyorlardı. Yemek servisine geçilmese hiç birinin oturacağı yoktu.
Yemekte arkadaşlarıyla arada bir gözleri takılıyordu birbirlerine:
Itır alev kırmızısı bir tuvalet almıştı. İnce bantlı kırmızı sandaletleriyle gerçekten göz alıcıydı. Ayşe ağırbaşlılığına yakışır, bej-kahve tonlarda kıyafet ararken, modacının ona önerdiği turkuvaz rengi kıyafette karar kılmıştı.
Sevgi onu süzerken, “bak Ayşe, artık seni böyle canlı renklerle görmek istiyoruz!” dediğini hatırladı.
Sevgi, Sedat’ın “hadi benim romantik sevgilim... gel dans edelim” sözleriyle ayıldı daldığı düşünceden.
“Arkadaşlarımın güzelliğine dalmışım. Hepsi çok güzeller değil mi?” diye ona sordu masadan kalkarlarken.
“Ama en güzelleri sensin!”
Sevgi, “sen de çok yakışıklısın!” diye cevapladı onu.
-
226-
Bütün salon sanki gök uşağı gibiydi. Kızlar hep birlikte oyun havasına göre salınmaya başladığında, o ciddi Ayşe’yi ortalarına almışlardı. Ayşe coşmuş, döktürüyor da döktürüyordu.
Dur durak bilmeden parçadan parçaya geçiyorlar, onları izleyenler etraflarında halka olmuş, tempo tutuyorlardı.
Saat oldukça ilerlemiş, insanlar yorulmuşlardı. Zaman uçup gitmiş, balo sona ermişti.
Konuklar birbirleriyle vedalaşarak salondan ayrılıyorlardı.
Büfede yorgunluk giderici bir şeyler alırlarken sınıf arkadaşlarından Murat Sevgi’ye takıldı bir ara.
“Sevgi, Sedat’la birbirinize çok yakışıyorsunuz. Neden evlenmiyorsunuz?”
Sedat şaşırdı. Sevgi kem-küm ederek sıkıntı içinde kaldı. Sedat’ın yüzündeki şaşkın ifadeyi silmek için, “sen bakma bunlara Sedat, hep böyle takılırlar birbirlerine. İnsanları afallatmak hoşlarına gider” diyerek hiç cevaplamadı Murat’ın sorusunu.
Sevgi’yle Sedat salondan kol kola çıktıklarında, hafif kafayı bulmuşlardı. İçkiye alışkın olmadıklarından bir iki kadeh yeterli gelmişti onlara...
Bir müddet yürüdüler. Sedat ceketini Sevgi’nin omzuna örttü. Gelecek planları hakkında konuştular bir süre. Bir taksi çağırıp Sevgi’yi yurda bıraktı ve oteline yollandı Sedat.
Sevgi yurdun merdivenlerini çıkarken ayakkabılarını çıkarıp eline almıştı.
Odaya girdiğinde Itır tek başına oturuyordu. Yorgun iki arkadaş gelecek yaşam planlarıyla ilgili konuşmaya başladılar. Konu gezip dolaşmak, uzun seyehatlere çıkmaktı. Itır’ın bütün dünyayı gezmeli fikrine karşı çıkıyordu Sevgi:
“Bazılarına bu tür hayat cazip gelebilir. Ama bana göre değil. Seyehat etmeyi elbet severim. Gezmeyi kim sevmez... ama önce bir limanım olmalı. Gemi hep açık denizde kalamaz. “Bir evim, çocuklarımı büyütebileceğim bir yuvam olmalı. Bir sürü çocuklarım olsun istiyorum.. Çocuklarımın her biri anam, babam, kardeşim olmalı. Buna hasretim... biliyorsun. Bu temelleri attıktan sonra dünyanın öbür ucuna da giderim” d iyerek içini çekti bir ara ve devam etti konuşmasına:
“Sedat benim sevdiğim insan. Daha hayatın başındayız. Bunları aşacağım. İlk önce mesleğimde yükselmek istiyorum. Psikyatri ihtisasına giriş için çalışmam gerektiğini o da biliyor.”
Itır başka açıdan bakıyordu hayata
“Umarım başarırsın da, bir de şöyle düşün... o pırıl pırıl onyediler, onsekizler nerede şimdi. Ömrümüzün üçte biri uçup gitti. Gerçi daha genciz, bunu da ihtisasa mı kurban edelim. Kafanca yaşamanın ve geçmişte kaybolanları bir nebze olsun yaşamanın tam zamanı.”
Uzun süre konuştular bu ve bunun gibi gelecekte yapacaklarına dair konuları. Geç vakit yataklarına uzandılar.
Ertesi gün geç kalktılar. Daha ellerini yüzlerini yıkamadan Sevgi İstanbul’dan telefonla arandı.
Arayan Melek hanımdı. İstanbul’a sağ salim ulaştıklarını, kendisinin ne zaman dönebileceğini soruyorlardı.
“Diplomamı alır almaz! Sözümde durduğumun belgesiyle geleceğim size” diyerek indirmişti ahizeyi kulağından.
İki hafta sonra nihayet diplomalarını almışlar, toparlanmaya başlamışlardı yurt odasında. Birbirlerine o kadar alışmışlardı ki, ayrılık saatlerini biraz daha uzatabilmek için ağırdan alıyorlardı.
Son dakika gelmişti. Ayrılık anında öpüşüp koklaştılar. Herkes kendilerine hayatın ne oyunlar oynayacağını bilmeden ayrı ayrı yönlere, kendi kaderlerini yaşamaya gittiler.
Sevgi diplomasını alıp İstanbul’a geleli aylar olmuştu. Sedat’ın da okulunu bitirip gelmesine rağmen hemen hemen hiç görüşemiyorlardı. Çünkü Sevgi’nin önünde çok sıkı çalışması gereken dar bir zaman vardı. Bilgileri henüz tazeyken kendini bırakmaması ve ihtisas sınavlarını kazanması gerekiyordu.
Bu arada tayin için kur’a zamanı da gelmişti. Kuraya katılıp katılmamayı epey düşündü. İhtisası kazanamazsa açıkta kalmamak için katılmaya karar verdi sonunda.
Kur’a çekilmiş ve Sevgi Ardahan’ın bir köyünü çekmişti. Üzülsün mü, sevinsin mi bilemedi ilk anda. Sonra, “kader...” dedi kendi kendine. Vatanın her yanı kutsal değil miydi... hele, baba- ana toprağına yakın yerlere hizmet edeceğinden mutluluk bile duydu.
İstanbul’dan gelip kendini bir köy dolmuşunda bulmak dünyanın bir başka ucuna gitmek gibi bir şeydi.
Köy yirmi yirmibeş haneli, tek okulu ve sağlık ocağı bulunan bir dağ köyüydü. İlk kez bir doktor atandığını duyan köylülerin sevincine diyecek yoktu.
Oralarla ilgili detaylı bilgi almıştı yola çıkmadan önce: Soğuk eksi kırk dereceye çıkan, buzdan sarkaçların damları süslediği kış boyunca tüm merkezlerle bağları kesilen, buzlu zeminde, kırığı çıkığı bol olan bir yer.
Sevgi göreve başlar başlamaz bütün köy muayeneye geldi. Sağlam insanlardı çoğu. Gelişleri hayatlarında bir kez olsun bir doktora muayene olmak, bir doktorun yüzünü görüp tanışmak içindi.
Ankara’ya sınava gidinceye kadar. Köylüler doktorsuzluğun acısını çıkarmanın sevincini, Sevgi’de onları mutlu etmenin huzurunu yaşadı.
Sınav iyi geçmişti. Ama yine de içini bir merak kemirdi durdu.
Sınav sonuçlarının açıklanacağı gün karnında korkunç kasılmalar sancılar hissetti.
Sonuçlar açıklandığında telefon başındaydı Sevgi:
“Melek anneciğim, kazandım. Hemde İstanbul, ruh ve sinir hastalıkları hastanesi!!” diyerek müjdeyi verdi.
Melek hanım heyecandan konuşamıyor, “kutlarım canım kızım” diye hep tekrar ediyor ve ağlıyordu.
Yine ayrılık, yine ayrılık. Sanki ayrılıklar ve kavuşmalardan başka bir şey değildi yaşamak denilen şey.
-
-
230-
Bir yılını geçirdiği köyden onu başta köyün ebesi olmak üzere tüm köy halkı uğurluyordu. Az sayıda insanın birbirleriyle kaynaşması, birbirinin yardımına koşması ve bu karşılıklı koşuşturmayı yaşarken onlara ısınıp sevmesi daha kolaydı. Çoğuyla bu yüzden bu kısacık zamanda dostane ilişkiler kurmuştu.
Köy çıkışında arkasından el sallayan bu insanları özleyeceğine emin olarak yeni hayatına başlamak üzere uzaklaştı. Köyün ince minaresi ufukta kaybolurken bir kez daha dönüp baktı arkasına.
Sonra kapattı gözlerini. Hafif açık olan camdan yüzüne hafif bir rüzgar vuruyordu. Hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Yorgundu ve İstanbul’a gidiyordu.
İstanbul gelince aklına, Melek hanımın onu Ardahan’a yolcularken söylediği” seni Allah’a emanet ediyorum. Güle güle git ve güle güle gelirsin inşallah” sözleri geldi. Pek gülerek gitmediği, ama gülerek döndüğünü düşünüp, huzurla uykuya daldı.
Sevgi İstanbul’a geldikten sonra aceleyle işlemlerini tamamladı. Ertesi gün işe başlayacaktı. O gece içinde tarif edilmez bir duygu vardı. Arada bir bir sevinç çoşkusu bölüyor uykusunu, bazı anlar da ağlayası geliyordu.
Bu arada İstanbul’un bir kenar semtinde bir başka huzursuz ve yorgun kişi çok erken kalkıp işinin başına gitmekte zorlanacağını düşünüp, ya uyanamazsam korkusu yaşıyordu. Sonra birden bir hafta izinli olduğu geldi aklına. Tam huzurla uyuyacaktı ki, bir hafta boyu Hasanı göremeyeceğini düşünüp üzüldü.
Uykusu kaçtı. Aynanın karşısına geçti, ağarmış saçlarını ve yüzünde oluşan çizgilere bakıp, bir zamanlar ne kadar güzel olduğunu aklından geçirdi.
Aynanın kenarına iliştirilmiş gençlik resmine baktı baktı ve “Ayşe nereden nereye geldin. Yıllar seni bir yaprak gibi önüne katıp sürükledi, posanı çıkardı” diye kendi kendine söylendi. Sonra teselli etti kendini. Hasan yoksa da hayatında Tanrı ona Hasan’ın gözlerini göndermişti. Üç beş gün sonra tekrar gidecek hastaneye, onun güzel gözlerine bakıp, onu gezdirecek, doyuracak ve onun kulağına türküler mırıldanacaktı. Ya o olmasa ne yapardı. “Ya ben yokken başına bir şey gelirse!” diye düşünüp korktu bir an. Sonra deliler kolay ölmezler diye geçirip aklından yatağına uzandı. Deterjandan çatlamış ellerine baktı bir süre ve “ne güzel ellerim vardı..” diyerek ellerini gizlemek istermiş gibi, yorganın altına sokup uyudu.
Ertesi gün-alışkanlık olarak-yine erken uyandı ve gönlünce bir kahvaltı yapıp yeni evinde ev işlerine başladı.
Paspasçılıktan öte bir saygınlık kazanmıştı tüm hastane personeli yanında. Görmüş geçirmiş bir kadın olduğu tavırlarından daha ilk günlerinden beri belli olan bu kadın, özellikle genç doktor hanımlara bir anneymiş gibi sevecen yaklaşıyor, zaman zaman onlara gerçek kızlarıymış gibi muamele ediyordu. Ona bu tutumu yüzünden Ayşe ana der olmuştu bütün personel .
Ayşe o sıcak yaz aylarında çok çalışmıştı. Kendine yeni ve daha kullanışlı bir ev kiralamıştı. Gündüzleri hastanede çalışıyor, geceleri yeni evini güzelleştirmeyle vakit geçiriyordu.
Üç beş günlük iznini daha geniş olan evinin boş kalan yerlerini alacağı eşyalarla döşemekle geçiriyordu. Bu ay kazandığı paranın hemen hemen hepsini evi döşemek için kullanmıştı.
Yeni evinin içinde dolaşıyor, dolap, divan ve eski ne varsa, onarıyor, cilalıyor, kendine göre bir düzen veriyordu. Denize bakan yüksek pencerelere cam taktırıp, perde asmıştı. Kış için yeni bir battaniye, bir masa ve sandalyeler en son aldığı eşyalardı. Artan ufak paraları biriktirmek için bir Çin işi kumbarası vardı son aldıkları arasında. Yaz boyunca kafası iyice düzelmişti. Hasan’ı vardı çünkü uzun zamandır yanında.
O tıpkı eskiden olduğu gibi sırtında mavi kazakla görsün diye karşısında, kendine üşenmeden, oturup mavi bir kazak bile örmüştü. Ayşe’ye mavinin çok yakıştığını söylerdi Hasan.
Ördüğü mavi kazak geldi gözünün önüne ve düşündü pencerenin önüne bir sandalye atıp. O mavi kazağımla, hatırlasa bir o eski güzel günleri ve gelse otursa şuraya karşıma, birlikte seyretsek manzarayı ve kaybolan kızımızı düşünüp beraber, umut versek birbirimize, diye geçirdi içinden. Biliyordu. Hasan’ın iyileşme umudu yoktu. Hasan da yoktu aslında. Hasan mı, değil mi belli değildi çünkü. Ölü nasıl dirilirdi. Onun şehit olduğunu bilmese, bu haliyle getirir onu eve ölünceye kadar bakardı ona.
Derin bir iç çekti. Düşünüp o günleri hatırladı:
Gençliğinde ördüğü modelleri hatırlayıp yaptığı örgü işi gecelerin uzamaya başlamasıyla daha hızlı ilerlemişti. Örgüsünü örerken, temmuzda olgunluğa ermiş bitkilerin solgun, sarı renk almalarını seyrediyordu. Evin ufak çiçeklik balkonunda maviye yakın mor çiçekler yetiştiriyordu.
Durmadan, hızla geçiyordu günler. Sağanak yağmurun başladığı ve rüzgarın şiddetini artırdığı bir gün, büyük bir ürperti duydu. Sanki çatının üzerine patırtıyla bir şeyler düşmüş gibi bir ses duymuştu. Baktı çıkıp, sararıp yan çatıda yığılmış olan güz yaprakları ıslanmış ve rüzgarın etkisiyle savrulup çatısının üzerine düşmüştü. Pencerenin önüne de bir yığın kuru yaprak dökülmüş olduğunu gördü. Bahçedeki kocamış çınarın yaprakları da savrulup savrulup balkonuna düşüyordu. Kış iyice bastırmaya başlamıştı. Bir süre dalından kopup savrularak uçuşan ve yağmurla ıslanıp yere düşen yaprakları seyre dalmıştı. Üşüyordu. Başını pencere kenarındaki duvara dayamış, “bir soba almalı” diye düşünmüştü. Tıpkı bu gün, bir battaniye almayı düşündüğü gibi:
Dimdik doğrulmuştu birden. Yoldan geçenlerin ayak sesleri işitiliyordu. Evine bir gelen varmış duygusu heyecanlandırdı onu. “Şimdi girer içeri” diye düşündüğü ayak sesleri geçip gitmişti evinin önünden.
Sabahları işe gidiyor, hastanedeki işlerini yapıyor, boş vakitlerini Hasan’ın yanında geçiriyordu. Hasan duvarın dibine oturuyor, gece olana kadar orada kalıyordu. Bazı zamanlar, yemiyor, içmiyor, uyuyamıyordu. Yere çömelip ellerini bacaklarının arasına alarak başını duvara dayıyordu. Kimi zaman da
-
230-
Bir yılını geçirdiği köyden onu başta köyün ebesi olmak üzere tüm köy halkı uğurluyordu. Az sayıda insanın birbirleriyle kaynaşması, birbirinin yardımına koşması ve bu karşılıklı koşuşturmayı yaşarken onlara ısınıp sevmesi daha kolaydı. Çoğuyla bu yüzden bu kısacık zamanda dostane ilişkiler kurmuştu.
Köy çıkışında arkasından el sallayan bu insanları özleyeceğine emin olarak yeni hayatına başlamak üzere uzaklaştı. Köyün ince minaresi ufukta kaybolurken bir kez daha dönüp baktı arkasına.
Sonra kapattı gözlerini. Hafif açık olan camdan yüzüne hafif bir rüzgar vuruyordu. Hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Yorgundu ve İstanbul’a gidiyordu.
İstanbul gelince aklına, Melek hanımın onu Ardahan’a yolcularken söylediği” seni Allah’a emanet ediyorum. Güle güle git ve güle güle gelirsin inşallah” sözleri geldi. Pek gülerek gitmediği, ama gülerek döndüğünü düşünüp, huzurla uykuya daldı.
Sevgi İstanbul’a geldikten sonra aceleyle işlemlerini tamamladı. Ertesi gün işe başlayacaktı. O gece içinde tarif edilmez bir duygu vardı. Arada bir bir sevinç çoşkusu bölüyor uykusunu, bazı anlar da ağlayası geliyordu.
Bu arada İstanbul’un bir kenar semtinde bir başka huzursuz ve yorgun kişi çok erken kalkıp işinin başına gitmekte zorlanacağını düşünüp, ya uyanamazsam korkusu yaşıyordu. Sonra birden bir hafta izinli olduğu geldi aklına. Tam huzurla uyuyacaktı ki, bir hafta boyu Hasanı göremeyeceğini düşünüp üzüldü.
Uykusu kaçtı. Aynanın karşısına geçti, ağarmış saçlarını ve yüzünde oluşan çizgilere bakıp, bir zamanlar ne kadar güzel olduğunu aklından geçirdi.
Aynanın kenarına iliştirilmiş gençlik resmine baktı baktı ve “Ayşe nereden nereye geldin. Yıllar seni bir yaprak gibi önüne katıp sürükledi, posanı çıkardı” diye kendi kendine söylendi. Sonra teselli etti kendini. Hasan yoksa da hayatında Tanrı ona Hasan’ın gözlerini göndermişti. Üç beş gün sonra tekrar gidecek hastaneye, onun güzel gözlerine bakıp, onu gezdirecek, doyuracak ve onun kulağına türküler mırıldanacaktı. Ya o olmasa ne yapardı. “Ya ben yokken başına bir şey gelirse!” diye düşünüp korktu bir an. Sonra deliler kolay ölmezler diye geçirip aklından yatağına uzandı. Deterjandan çatlamış ellerine baktı bir süre ve “ne güzel ellerim vardı..” diyerek ellerini gizlemek istermiş gibi, yorganın altına sokup uyudu.
Ertesi gün-alışkanlık olarak-yine erken uyandı ve gönlünce bir kahvaltı yapıp yeni evinde ev işlerine başladı.
Paspasçılıktan öte bir saygınlık kazanmıştı tüm hastane personeli yanında. Görmüş geçirmiş bir kadın olduğu tavırlarından daha ilk günlerinden beri belli olan bu kadın, özellikle genç doktor hanımlara bir anneymiş gibi sevecen yaklaşıyor, zaman zaman onlara gerçek kızlarıymış gibi muamele ediyordu. Ona bu tutumu yüzünden Ayşe ana der olmuştu bütün personel .
Ayşe o sıcak yaz aylarında çok çalışmıştı. Kendine yeni ve daha kullanışlı bir ev kiralamıştı. Gündüzleri hastanede çalışıyor, geceleri yeni evini güzelleştirmeyle vakit geçiriyordu.
Üç beş günlük iznini daha geniş olan evinin boş kalan yerlerini alacağı eşyalarla döşemekle geçiriyordu. Bu ay kazandığı paranın hemen hemen hepsini evi döşemek için kullanmıştı.
Yeni evinin içinde dolaşıyor, dolap, divan ve eski ne varsa, onarıyor, cilalıyor, kendine göre bir düzen veriyordu. Denize bakan yüksek pencerelere cam taktırıp, perde asmıştı. Kış için yeni bir battaniye, bir masa ve sandalyeler en son aldığı eşyalardı. Artan ufak paraları biriktirmek için bir Çin işi kumbarası vardı son aldıkları arasında. Yaz boyunca kafası iyice düzelmişti. Hasan’ı vardı çünkü uzun zamandır yanında.
O tıpkı eskiden olduğu gibi sırtında mavi kazakla görsün diye karşısında, kendine üşenmeden, oturup mavi bir kazak bile örmüştü. Ayşe’ye mavinin çok yakıştığını söylerdi Hasan.
Ördüğü mavi kazak geldi gözünün önüne ve düşündü pencerenin önüne bir sandalye atıp. O mavi kazağımla, hatırlasa bir o eski güzel günleri ve gelse otursa şuraya karşıma, birlikte seyretsek manzarayı ve kaybolan kızımızı düşünüp beraber, umut versek birbirimize, diye geçirdi içinden. Biliyordu. Hasan’ın iyileşme umudu yoktu. Hasan da yoktu aslında. Hasan mı, değil mi belli değildi çünkü. Ölü nasıl dirilirdi. Onun şehit olduğunu bilmese, bu haliyle getirir onu eve ölünceye kadar bakardı ona.
Derin bir iç çekti. Düşünüp o günleri hatırladı:
Gençliğinde ördüğü modelleri hatırlayıp yaptığı örgü işi gecelerin uzamaya başlamasıyla daha hızlı ilerlemişti. Örgüsünü örerken, temmuzda olgunluğa ermiş bitkilerin solgun, sarı renk almalarını seyrediyordu. Evin ufak çiçeklik balkonunda maviye yakın mor çiçekler yetiştiriyordu.
Durmadan, hızla geçiyordu günler. Sağanak yağmurun başladığı ve rüzgarın şiddetini artırdığı bir gün, büyük bir ürperti duydu. Sanki çatının üzerine patırtıyla bir şeyler düşmüş gibi bir ses duymuştu. Baktı çıkıp, sararıp yan çatıda yığılmış olan güz yaprakları ıslanmış ve rüzgarın etkisiyle savrulup çatısının üzerine düşmüştü. Pencerenin önüne de bir yığın kuru yaprak dökülmüş olduğunu gördü. Bahçedeki kocamış çınarın yaprakları da savrulup savrulup balkonuna düşüyordu. Kış iyice bastırmaya başlamıştı. Bir süre dalından kopup savrularak uçuşan ve yağmurla ıslanıp yere düşen yaprakları seyre dalmıştı. Üşüyordu. Başını pencere kenarındaki duvara dayamış, “bir soba almalı” diye düşünmüştü. Tıpkı bu gün, bir battaniye almayı düşündüğü gibi:
Dimdik doğrulmuştu birden. Yoldan geçenlerin ayak sesleri işitiliyordu. Evine bir gelen varmış duygusu heyecanlandırdı onu. “Şimdi girer içeri” diye düşündüğü ayak sesleri geçip gitmişti evinin önünden.
Sabahları işe gidiyor, hastanedeki işlerini yapıyor, boş vakitlerini Hasan’ın yanında geçiriyordu. Hasan duvarın dibine oturuyor, gece olana kadar orada kalıyordu. Bazı zamanlar, yemiyor, içmiyor, uyuyamıyordu. Yere çömelip ellerini bacaklarının arasına alarak başını duvara dayıyordu. Kimi zaman da
-
233-
gırtlağından boğuk bir inilti çıkartıp, kesik kesik, uzun uzun tekrarlıyor, başını duvara
çarpıp duruyordu.
Ayşe, yanına gelip, sevgi dolu bir tonla ve alçak sesle adını söyleyince sakinleşiyordu ancak. Ayşe onun sakinleştiğini görünce, yanı başında sevdalı sözler söylemeye başlıyordu.
Hiçbir şey bilmeden beklemek... hep beklemek, ne zor olmalıydı. O avutucu sözler,, altları morarmış mavi gözler sevgi dolu bakışlarla Ayşe’yi dinliyordu.
Ayşe’nin göz yaşları daha sessizce, daha sakin akıyor, ağlarken, içinden, bildiği duaları tekrar tekrar okuyordu.
Mavi kazak bitmiş, Ayşe giymişti nihayet kazağı. Hasan Ayşe’nin mavi kazağının yakasıyla oynuyor, kazağın katlarını açıyor, sonra tekrar düzeltiyordu.
Hasan’ın, karşısında mavi kazağı giymesine, sevindiğini belli edermiş gibi Ayşe’nin kazağıyla oynayacak kadar sakinleşmesi bir mucize gibiydi.
Onu tanıdığı, o zapt edilemez haldeki ilk karşılaştıkları gün geldi aklına:
Ayşe, o gün de, her gün yaptığı gibi, artık alıştığı işine erkenden gitmişti. Poliklinik hizmetleri başlamadan evvel hastanenin ilk sabah temizliğinin yapılması, gerekiyordu. Hastanede dolaşan birkaç hasta dışında bir kalabalık yoktu koridorda.
Ayşe, her zamanki işlerini yapıyordu. Camları silmiş, zararsız hastalardan bir ikisini dışarıda biraz dolaştırmış ve koridoru paspas etmeye başlamıştı.
Paspas yaptığı zamanlarda paspası bir ileri bir geri alışkanlık olarak hareket ettirir, bu arada kafasından bin bir şey geçirerek dalar giderdi çokluk.
Yine dalmıştı. İleri geri iteleyip çektiği elindeki paspas birden bire yere çivilenmiş gibi duruvermişti. Bir çift ayağın paspasın üzerine basmış olduğunu fark edememişti ilk anda. Ayşe fırçayı çekmiş, ama hareket ettirememişti.
Paspasın üzerinde bir çift ayak gördüğünde, başını kaldırmış, ayakların sahibinin yüzüne bakmıştı.
İşte, ne olduysa o anda olmuştu. Bir çift mavi göz... Hasan’ın gözleri tam karşısındaydı. Sakallı, uzun saçlı bir yüz Ayşe’ye gülümseyerek bakıyordu.
Ayşe, korkunç bir çığlık atmış. Olduğu yere yığılıp kalmışmış sonra. Çevredekiler koşarak gelmişler. Adam korkup, duvar dibine sinmişmiş. Doktorlar, hemşireler kendisini revire götürmüşler.
Ayılınca,“Hasan! Hasan!” demişmiş yine ve tekrar bayılmışmış. Herkes çok şaşkın. Onlar, adamın Ayşe’ye bir şey yaptığını zannediyorlarmış. Oysa Ayşe’nin Hasan’ını gördüğünden haberleri yoktu. Bu nasıl olurdu. Hasan yıllar önce şehit olmamış mıydı!?
Ağlamış, ağlamış... “Hasan! Hasan!” diye sayıklamışmış.
Sonra, kendine gelince olanları anlatmış. Adamın öz geçmişini, nereden geldiğini araştırmışlar. Kimsesiz, adı bile olmayan bir hasta olduğu sonucuna varmışlardı. Kimliği hakkında hiçbir şey bilinmiyordu. Onu sokakta bulup getirmişlermiş.
Adamı sorgulamak istediler. Ama o konuşmuyor, sadece sallanıyor, gülümseyerek insanların yüzüne bakıyordu. Bazen çocuksu şeyler yapan zararsız bir hasta görünümündeydi.
O günden sonra adamla yakından ilgilenmeye başlamıştı. Onu temizliyor, tıraş ettiriyor, yedirip içiriyordu. Sanki onu sahiplenmiş, Hasan’ın yerine koymuştu. Adamın deniz mavisi gözleri ona çok şeyler anlatıyordu.
Hasan’ı hâlâ deliler gibi seviyordu. Bazen kendi kendine, “acaba Hasan mı?” diye sorular soruyordu. Günü geçmiyordu ki, ondan ayrı kalsın... artık iyice alışmıştı ona. İşini aceleyle bitiriyor, diğer hastaların taşkınlıklarına hiç aldırış etmiyor artık, hemen Hasan’ın yanına koşuyordu.
Onu, dizinin dibinden ayırmıyordu. Ona eski güzel günlerini anlatıyor, belki bir şey hatırlar, hafızası yerine gelir, diye umuyordu. Ama nafile... her şey boşuna. O bunların hiç farkında değil, sadece boş boş bakıyor ve gülümsüyordu. Bazen Ayşe’nin saçlarını tutuyor, çekiyor, ama sonra gözlerine bakarak yavaşça bırakıyordu. Ellerini onun saçlarında gezdiriyor, onu seviyor, o ne yapsa ses çıkarmıyor, büyük bir sabırla onu idare ediyordu.
Artık hastanede bile adı çıkmıştı. Herkes onunla alay edip eğleniyordu. Hemşireler, hademeler, “kız Ayşe, kocan bu gün nasıl?” diye ona takılıyorlardı. Onun içi kan ağlasa da, kaderine razı olmuş, hiç sesini çıkarmıyordu.
Bazen, dilinden “çektiğim özlemlerin çilesiyle sar beni. Gözlerini mermi yap, oracıkta vur beni”, bazen de ağlayarak, “birazcık kendine gel, anla artık yar beni. Kurtulmak istiyorsan, al silahı vur beni” dizeleri dökülüyordu. Bu söyledikleri okuduğu bir şiirden mısralardı.
-
hadi sona yaklastık artık...iyi okumalar