-
175-176-177
bin kez geçirdiği gibi yine geçirdi: “sen buraya göre değilsin!”
Akşam olmuştu. Soğuğa rağmen işe çıkan Garip hala dönmemişti. Evde yiyecek hiçbir şey yoktu. “ya dönmezse!” diye korktuklarını birbirinin yüzünden okuyorlardı Ayşe’yle Çarıklı.
Nihayet kapı tıkırdadı ve Garip elinde getirdiği poşeti bir köşeye kendinden evvel fırlatarak içeri daldı. Elleri ayakları buza kesmişti. Yüzü soğuktan simsiyah görünüyordu.
Hemen ellerini ellerinin içine alarak hızlı hızlı ovalamaya başladılar ikisi birden. Ona bir ot çayı kaynattılar.
Poşette yiyecek bir şeyler vardı. Nereden bulmuşsa bulmuş, kuru birkaç ekmek ve oldukça sağlam bir göbek lahana... epeyce de yeni kalın kumaş parçaları vardı.
Kumaşlara bakan Ayşe’ye döndü Garip çayını yudumlarken. “Bir terziden yalvar yakar aldım. Sana bir manto dikeceğiz.”dedi. Bunu söylerken çocuğuna hediye almanın gururunu yaşayan bir baba edasıyla bakıyordu Ayşe’ye.
O gece çok zor bir gece oldu. Garip’i bir titreme tuttu. Yattı. Ne varsa odanın içinde üzerine örtmelerine rağmen yine de titremesi geçmiyordu.
Ayşe’nin aklına bu barakada ilk geçirdiği gece gelmişti. Garip’in onun için yaptıkları. Yemek ve ilaç getirmesi, onu dizinde yatırıp iyileştirmesi.
Ayşe iyileşip gariple işe çıkmaya başladıkları bereketli bir gün kendisine ilaç aldığı eczaneye götürmüştü onu. Borçlarını ödemişler ve eczacı, “o ilaçları bu arkadaşının için mi almıştın?” diye de sormuştu.
Garip’in ölümcül yatışına dayanamayıp, Çarıklının “nereye gidiyorsun bu soğukta? Bu ölürse ben ne yaparım. Dayanamadın, kaçıyorsun ha hanımefendi!” demesine aldırmadan ve hiç sesini çıkarmadan barakadan çıkıp gitti.
Eczane henüz açılmamıştı. Caddede ileri geri biraz yürüdü. Yürürken de çöpleri uzaktan bir kontrol etti. Eczacının uzaktan gelişini görmesine rağmen biraz bekledi. Tam karar veremiyor, hâlâ bir aşağı bir yukarı titreyerek dolaşıyordu. Ne olursa olsun diyerek sonunda, emin adımlarla yürüdü ve eczaneye girdi. Eczacı tanıdı onu. Ne o kızım, burayı çöplük mü sandın.
Ayşe eczacıyla hiç konuşmamıştı. Kibar bir şekilde, “affedersiniz, sabah sabah rahatsız ettim” diye söze başlaması şaşırttı eczacıyı. Böyle kibar konuşan birinin çöplükte ne işi var!? diye düşünerek kulak kesildi.
“Nedir derdin kızım?”
“Bu kış çok soğuk. İşe çıkamıyoruz. Açız...”
Eczacı endişeyle bakarak onun yüzüne, “Eee?” diye sordu.
“Camlarınız kirlenmiş. Başka bir temizlik işiniz de varsa yaparım. Para istemiyorum. İlaç lazım. Garip ölecek. Titreme tuttu. Soğukta işten dönünce başladı titremesi. Herhalde çok üşütmüş. İlaç verirseniz, kalan borcum için de her gün gelir işinizi yapar ödeştiririm”
Eczacı, “önce çıkar üstündeki şu paltoyu. Burası eczane” diyerek çıkarttırdı paltosunu ve bir önlük verdi eline, “giy!” dedi.
Ayşe yüzüne baktı onun. Pırıl pırıl mavi renkteki önlüğü kirletirim korkusu yaşadığını belli etti.
“Giy dedik ya kızım. Sana vereceğim ilaç pahalı. Çok çalışman gerekecek.”
Ayşe rahatlamıştı. Giydi önlüğü. Eline tutuşturulan temiz beze baktı. Yıllardır temiz bir bezle cam silmemişti. İçinden ağlamak geldi. Tuttu kendini ve camları silmeye başladı. İşini bitirince, “yerleri paspas edeyim mi?” diye sordu.
“Et bakalım!?” diyerek paspası getiren eczacının dikkatli bakışları altında yerleri pırıl pırıl yaptı. Tekrar aldı eline bezi ve ilaç vitrinlerinden tozlu olanlarına yönelirken,
“Hastanı unuttun. Gerisini hastan iyileştikten sonra yaparsın. Buraya yazıyorum. Bir ay boyu her hafta bir gün gelip temizlik yapacaksın. Kaytarmak yok. Al bu ilaçları üzerindeki çizik sayısınca aç karnına içir. Daha etkili olur” diyerek onu gönderirken, Ayşe zaten her gün aç olduklarını düşünüyordu.
Teşekkür etti ve kapıya yöneldi.
Eczacı seslendi ona:
“Dur biraz. Şunları al, bir hafta fazladan geleceksin temizliğe. Hastana yiyecek de lazım!”
Yaşlı eczacının eline sarılıp öpmek istedi. Adam mani oldu ve gönderdi onu.
“Şu tanrının işine bak!?” diyordu elinde yiyecekler ve ilaçlarla barakanın kapısından girerken. “bir iyilik et, denize at” diye ne güzel söylemişler. Ama ben kime ne kötülük etmiştim de bunlar geldi başıma” diye düşündü. Bir of çekti ve Garip’in yatağının baş ucuna koydu nevaleyi.
Çarıklı şaşkın şaşkın onun yüzüne bakarak sordu.
-
bu gün iki günlük attım
zaten 246 sayfa
-
180-181-182-183
Çarıklı şaşkın şaşkın onun yüzüne bakarak sordu.
“Bir bok mu yedin?”
“Hayır, eczacının camlarını sildim. Temizlik yaptım. Borçlandım.”
Çarıklı, mahcup bir şekilde kirli ellerini omzuna koydu onun ve hemen sonra, telaşla sobanın üstündeki sıcak sudan döktü bir bardağa içine biraz çay atıp çökeltti dibine ve uzatarak, “Şeker de mi aldın?” diye sordu ona.
Aradan iki hafta geçmişti. Garip ayağa kalkmış, ama işe çıkamıyordu. Roller değişmişti barakada. Baba Ayşe’ydi artık. Her gün işe çıkıyor, azdan çoktan dondan zarar görmemiş sebze artıklarıyla tencere kaynatıyor, işe gideceği günlerde ise, onu eli yüzü temiz bir hale getirmek için diğer ikisi canla başla çalışıyorlardı. Hele Çarıklı... elinin yüzünün kirine yakışmayan bir titizlik sergiliyordu.
Eczacının borcunun ödenip bittiği hafta gelip çatmıştı. Ayşe bir an önce işini bitirmeyi hem istiyor, hem istemiyordu. Eczacı o işini yaparken onun hayatıyla ilgili birkaç şey sorardı hep ve Ayşe, kimliği belli olmasın diye, kaçamak cevaplar verir, tüm yakınlarını depremde kaybettiğini söyleyip geçerdi. Bu arada kim olduğunu kendisinin de bilemez hale geldiğinden bahseder ve gerisini deşer çıkarır korkusundan, biraz deliliğe vurdururdu. Son gün Ayşe’yi iyice sıkıştırdı.
“Kaçamak cevap veriyorsun. Derdini söylemeyen derman bulamaz kızım. Yine çöplüğe dönmek sana göre değil. Aklı başındasın. Benim sürekli bir temizlikçiye ihtiyacım olsa iş kolaydı. Geçinir giderdin. Ama bu gün son gün. Senin için bir şeyler yapmak istiyorum.”
Ayşe kendisinin iyiliğini düşündüğüne emin olduğu bu adama başından geçenleri anlatmamak için çok direndi. Ama anlatmadı.
“Zaman zaman kim olduğumu unutuyorum” demekle yetindi.
Eczacı, “ yaşadığın çöplükte kim olsa, kim olduğunu hatırlayamaz kızım. Sana kefil olup yatacak yer, yapacak iş bulsam... şöyle karın tokluğuna falan beni mahcup edersin diye korkuyorum. Beni düşündüren o söylediğin biraz delilik yanın...”
Ayşe heyecanlanmıştı.
“Deli değilim... sizi mahcup etmem. Kimseye açamadığım ailevi bir acım var. kimliğimi gizlemeliyim. Deliliği ondan uydurdum. Açığa çıkmam ölmem demek!” diyerek, “ne olur bana kefil ol!” dercesine ağlamasını tutamayarak onun ellerine sarıldı.
Eczacının içi parçalanmıştı.
“Yarın seni bir yere götüreceğim. Elinden geldiğince temiz giyin. Aklında bir zorun varsa bile, tam yeri. Akıl hastanesi başhekimi arkadaşım olur. Senden delileri görür deliliğin varsa bile unutursun.”
Ayşe eczaneden çıktığında, kesici soğuk işlemiyordu artık ona. Sıcacık yerden çıktığından mıydı, yoksa içi mi ısınmıştı bilemiyordu. Çıkarken eline tutuşturulan paraya bile bakmayı aklına getirmemişti heyecandan.
Alış veriş için elindeki paraya baktığında şaşırdı. Eline tutuşturulan para oldukça büyük bir paraydı. Birazını bozdurdu, kıyamayarak harcadı. Çünkü, eğer işe yerleşirse, kendi karnı her gün doyacaktı. O parayı Çarıklıyla Garip’e vererek ayrılmak istiyordu.
Garip ve çarıklı bayram yaptılar o gece. Yediler içtiler beraber ve gece boyu uyumayıp, Ayşe’ye yeni kumaş parçalarından dikmeye başladıkları mantoyu bitirip sırtına verdiler.
Ayşe sabah erkenden kalktı. Her zaman olduğu gibi, barakanın önüne çıkıp yarı buzlanmış suyla yüzünü yıkadı. O gün her günkü gibi soğuktan ürperme ve üşüme hissetmedi nedense.
Yeni paltosunu giydirip onu uğurlayan arkadaşlarının yüzüne minnetle baktı.
Kadir bey onu bekliyordu eczanede. Birlikte çıktı ve hastaneye gittiler.
Başhekimin odasında on dakika ya kaldı ya kalmadılar. Ama, Ayşe’ye bir yıl gibi gelmişti o dakikalar. Kadir bey onun durumunu açıklar, ona güvendiğini belirttikten sonra, Ayşe kafasını indirmiş odadaki asılı çerçevelenmiş sözler ve Atatürk portresinden, başhekimin ağzından çıkacak kararı bekliyordu. Kalbi hızlı hızlı çarpmaya, kendini boğuluyor gibi hissetmeye başladı. Nihayet konuştu başhekim:
“Bak kızım. Daha önce de anlattı kadir bey senin durumunu. Kalacak yerin yokmuş. Burada yatarsın. Mutfağa bitişik bir odacık var. burası akıl hastanesi. Delilerle uğraşacaksın. Zor iştir. Temizlikleri daha da zor. Sadece yer paspaslama değil yani işin. Sakatlarla daha çok ilgilenmen, her türlü temizliklerini yapman gerekecek. Bilirsin işte... karnın doyar. Eline de üç beş kuruş geçer. Ne dersin!”
Ayşe odaya girdiğinden beri arar ara süzdüğü kır saçlı, babacan görünümlü bu adamın sözleri biter bitmez, hiçbir cevap vermeden kalktı ayağa. İçinden konuşmak değil, sadece elini öpmek gelmişti. Adam anladı, “otur, otur!” dedi ona ve bir iki söz daha ekledi:
“Kadir bey çok sevdiğimiz bir dostumuzdur. Onun hatırına giriyorsun buraya ama, kaytarma yapmaz, bize onun anlattığı gibi işine sarılırsan olur bu iş... tamam mı?”
Boğazında düğümlenmiş olan sesi biraz açılan Ayşe, “tamam efendim!” diyerek bu sefer, direnmesine rağmen elini öptü onun.
Dışarıya çıkarlarken bir yandan gözlerinden akan yaşları siliyor, bir yandan da gülüyordu. İçinden, “gülerken ağlamak bu duygu olsa gerek”, diye geçirdi.
O akşam barakada veda gecesiydi. İş bulmasına rağmen kararsız anlar da yaşıyordu Ayşe. Hastane onun kimliğini gizleyebilecek bir yer miydi? Yoksa, bu barakada kalıp ölümü mü beklemeliydi... bilemiyordu. Bu düşüncesini sezen Garip, “kızım, kafandan sen deli misin. bu barakada daha kaç yıl yaşayabilir insan. Bak göreceksin. Ya beni, ya çarıklıyı bir gün ya dereden su alırken donmuş, ya da bir çöplük kenarında ölmüş bulacaklar. Sen ölmesen bile, burada yalnız başına ne yaparsın! Bizi düşünme, biz sen gelmezden önce de böyleydik. Git kendini kurtar!!” diye azarladı onu.
Ertesi gün onu uğurladılar. Ayşe’nin onlara vermek üzere cebinde sakladığı parayı ellerine tutuşturduğunda ağlamayı unutmuş bu iki güzel insanın gözlerinden yaş geldi.
Yıllardır yaşadığı barakayı ve arkadaşlarını geride bırakıp uzaklaşırken, Tanrının ona kendisine hayat veren
-
184-188arkadaşları için az da olsa bir şeyler vermek fırsatı yaratmış olduğu için şükretti.
Başhekim zile basıp Kadriye hanımı çağırdı. Ayşe ayakta Kadriye hanımın gelip kendisini almasını bekliyordu. Ona yapacağı işleri, yatacağı yeri Kadriye hanım gösterecekti. Başhekim öyle demişti ona.
Kadriye hanımla koridoru hızlı adımlarla geçerlerken, ona kıyıyı köşeyi, hangi işi hangi saat yapıp bitirmesi gerektiğini anlatıyordu. Ayşe büyük bir dikkatle dinliyordu onu.
En son durakları yatacağı yere gelinceye kadar başı dönmüştü Ayşe’nin. Zararsız hastalar açıkta dolaşıyorlardı. Birkaç ayrı bölüm vardı ki, insanın aklını başından alacak kadar berbattı. Kapılar demir parmaklıklı, arkasında hayvandan daha beter durumda insanlar, üstlerini başlarını yırtmışlar, hatta bir başka bölümde tümüyle çıplak, gayet doğalmış gibi dolaşanlar bile vardı.
Kadriye hanım, “bu bölümlerle genelde erkek bakıcılar ilgilenir. Başhekimin izniyle geziyorsun buraları. Hastaneyi ve nasıl insanlara hizmet verdiğini bilesin diye, tanıtmak amaçlı gezdirmemi söyledi” dediği zaman Ayşe’nin yüzündeki korkulu ifadeyi beklediğinden sözlerine “korkma, alışırsın. Hepsi zavallı, yardıma muhtaç yaratıklar bunların. Zamanla alışacak ve onlara hizmetten zevk duyduğun zamanlar bile olacak” diye devam etmişti.
Ayşe, yeni mantosunu çıkarıp odada bulunan dolaba astıktan ve Kadriye hanımın ona yeni bir iş önlüğü vermesinden sonra, onun tarif ettiği yerlerden başlamak üzere işine başladı.
Hastanenin içi sıcacıktı. Ama, koridorların arkasındaki felaket manzara aklına geldikçe içinin üşüdüğünü hissetti. Bu barakada yaşadığı türden bir üşüme değildi...
O gün hep başucuna gelip talimat verdi Kadriye hanım. Paspas bitince, hastaların üzerini değişme, sonra onların yemeklerini yedirme ve tuvaletleriyle uğraşma... yani hastanede yapılacak ne türden işler varsa onu alıştırmak için hepsinden biraz biraz yaptırdı ona ve başında durup nasıl yaptığını kontrol etti.
Geç vakit yatağına uzandığında uyku gözlerinde akıyordu. Uyumadan önce arkadaşlarının şimdi ne halde olduklarını düşünmeden edemedi...
İlk Pazar gününe kadar Kadriye hanımın konrolünde düşünmeye zaman bulamayacak kadar yorgunlukla girdi hep yatağına.
Ertesi gün pazardı. Dinlenme için zamanı vardı. Biraz daha uykusuz kalarak düşünmeye vakit ayırdı. Gözünün önünden sıcak yuvasını terk ettiği günkü manzara geçti. Hayatının üzerindeki ışıltılı bütün renkleri silip kapatan, hayatını kara bir çamur gibi kaplayan o günü yaşamış olan birisinin yerinin böyle bir odada uyumak değil, mezar olması gerektiğini düşündü. Yanında onu teselli edecek Garip de yoktu. Şu an bir dört duvar arasında kimsesiz, acı içindeydi. Sonra, demir parmaklıklar arasındaki çıplak gezenleri düşündü. Ya aklını oynatmış olsa da onlar gibi ortalarda gezseydi!? İşte “beterin beteri var” dedikleri bu olsa gerek diye düşündü ve haline biraz olsun şükrederek uykuya dalmak isterken, hastaların çığlıklarıyla uyandı.
O huzursuzlukla tekrar uykuya daldığında ırzına geçenleri rüyasında gördü: Onu kovalamaya başladılar. Kapıdan kızını sandalyeden çözdükten sonra kapıdan çıkmasına rağmen bırakmıyorlar adamlar peşini ve çırılçıplak onu kovalıyorlardı sokaklarda. “sen de öleceksin... sende!!” diyerek bağırıyorlardı arkasından. Nereye gideceğini, hangi kapıya sığınacağını bilemiyor, kan ter içinde imdat çığırarak rasgele kapıları yumrukluyordu. Son kapıyı yumrukladığında kapı sesi o kadar hızlı çıktı ki, sıçrayarak uyandı.
Önce nerede olduğunu şaşırdı. Hatta, Garip’in yatağını aradı gözleri. Sonra yattığı yerin baraka olmadığını fark etti.
Kendi kapısı yumruklanıyordu. Sabahın ilk ışıkları vurmuş cama, aşçılar gelmiş mutfağa, onun bağırdığını duyarak meraktan kapıyı açması için zorlamışlardı.
Açtı kapıyı. Aşçı kadın, “delirdin sandık. Neydi o bağırma!? Duvarları yumruklamandan şüphelendik. Ne oldu?” diye sordular.
“Kabus!” dedi Ayşe.
“Haa... burada ilk işe başlayanların başına gelir böyle kabuslar görmek. Alışırsın... alışırsın! Gel bir sıcak çorba iç. Kendine gelirsin” diyerek gittiler.
Yıllar geçti. Ayşe artık korkularını yenmiş, işinin ehli bir eleman haline gelmişti. Hastalarla sohbet ediyor, onların anlattıkları bir şeye benzemese, hatta dediklerinden hiçbir şey anlamasa da anlamış gibi yaparak onları oyalamayı becerebiliyordu artık. Ona Ayşe ana diyordu personel.
Sevginin Gücü
Lise biteli iki yıl olmuş, Sevgi kendini toparlamış ve üçüncü yılda nihayet hedeflediği Tıp fakültesine girmeyi başarmıştı.
Bir sonbahar başlangıcıydı. yapraklar sararmaya yüz tutmuş, hafif esintiler başlamıştı İstanbul’da. Sevgi’nin yüreği bir yaprak gibi titriyordu. Daha soğuk bir bölgeye gidecekti çünkü birkaç gün sonra.
“Güle güle git yavrum, yolun açık olsun” diyen melek hanım bu sözleri söylerken dudakları titriyordu. Sevgi çok istediği Fakülteyi kazanmış, hazırlıklarını büyük bir heyecanla günler öncesi tamamlamış, bu gün yola çıkıyordu.
“Hakkını helal et anneciğim. Bana yapmış olduğun iyilikleri asla unutamam. Bütün bunlar senin sayende oldu. Sen olmasan ben başaramazdım.” Sevginin bu sözleriyle zaten gözleri yaşarmış olan annesi kendini daha fazla tutamadı. Yavrusuna sarıldı, göz yaşlarıyla onu uğurlarken, içinden ayrılmak istemiyordu. Sevgi de aynı duyguları yaşasa da, otobüsü kaçırabilirim kaygısıyla acele ediyordu. “Canım annem, inşallah altı
-
-
189-190-191-
sene sonra bir doktor olarak beni yeniden bağrına basacaksın. Bunu sana yaşatabilmek benim için en büyük görev ve istektir. Kendine iyi bak. Sana sık sık mektup yazacağım.”
“Kızım, Elazığ soğuk olur. Oraları İstanbul gibi değil, üşütüp hasta olma. Yurtta arkadaşlarınla iyi geçin. Kavga etme. Sen artık bir hanımefendisin.”
Bu sırada kapıda, onları almaya gelen arabanın korna sesi duyuldu.
Sedat arabasıyla Sevgi’yi götürmek için gelmişti. Sedat da Konya’da mimarlık okuyacaktı bu yıl. Dışardan bitirmeler için, öyle azimle çalışmıştı ki... bu azmi ona veren güç, Sevgi’nin Alp’ten ayrılması olmuştu. Sevgi ile aralarındaki mesafeyi tahsil olarak kapatmış, ama ona açılamamıştı ne yazık ki. Onu yolcu etmeye hazırlanırken, büyük korkular yaşıyordu. Ya birisi gönlünü çalarsa korkusu Sedat için ölmek gibi bir şeydi.
Onun için o da büyük bir heyecan duyuyordu. Sedat sırf bu yüzden değil, onu hep yakınında hissetmek duygusundan da mahrum olacağı için büyük bir telaş yaşamış sın günlerde ve ona nasıl yaklaşabileceğinin yollarını arayıp durmuştu hep. Ve işte o ayrılık günü gelip çatmıştı.
Ana kızın veda faslı bittiğinde eşyaları arabaya yerleştirdiler.
Sevgi Sedat’a arabada, büyük bir heyecanla yapacaklarını anlatıyordu. Sedat, ses çıkarmadan onu izliyordu. Sevgi ailesinden, hep yanı başında görmeye alıştığı Sedat’tan, hele de İstanbul’dan ayrılmanın bu kadar zor geleceğini hiç düşünmemişti. Bir tarifsiz burukluk vardı içinde.
Kapıda, annesi, Fatma teyze ve bazı tanıdıklar el sallıyordu. Çocukluğunu düşündü bir an. Okula başlayışını, ilkokulunu, sonra başına gelen felaketleri, Melek hanımın yanına gelişini, orta okul ve lise yılları, Alp’le tanışması, aşkı, ayrılışı bir film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden.
Terminale geldiklerinde otobüs kalkmak üzereydi. Aceleyle eşyaları yerleştirdi ve Sedat’la vedalaştılar.
“Hoşça kal Sedat. Benim için yaptıkların hiç aklımdan çıkmayacak.” Sedat, Sevgi’nin ellerini tuttu ve gözlerine bakarak, “hatırlıyor musun… sınavı kazanırsak sana bir şey söyleyeceğim demiştim. Çok düşündüm… bir türlü açılamadım sana. Sınav başarını etkiler korkumdandı belki. Şimdi anlatmak istiyorum: Ben seni seviyorum.”
Sevgi, durumun farkındaydı uzun zamandan beri, ama yine de şaşırmış göründü”
Onun yüzündeki şaşkınlığa aldırmayan Sedat, sözlerini tamamladı:
“Düşün bunu... birbirimize mektup yazacak kadar yakınlığımız var. Bana sonra mektup yazarsın. Buralardan uzakta düşünmek için çok zamanın olacak. Alp’ten sonra kimseye bakmadın. Bunu biliyorum. Söylemiyorsun ama, o küllenen bir yara gibi içinde hâlâ. Tekrar ediyorum… seni çok seviyorum. Yıllardır bu sevgiyi hep taşıdım içimde, bir türlü anlatamadım.
Sevgi hiç cevap vermedi ona. Sadece yüzüne bakıp durdu bir süre. O sırada otobüs muavininin kurtarıcı sesi duyuldu:
“Elazığ yolcularından kimse kalmasın. Otobüs kalkıyor.” Sevgiye sanki muavinin bu sesi bir fırsat vermişti. Sedat’a şu an bir şeyler söylemek telaşından onu kurtarmıştı.
“Hoşça kal Sedat, cevabımı sonra yazarım” demekle yetindi ve onun boynuna sarıldı. Bunu bir sevgisine karşılık olarak algılayan Sedat da onun beline sarılarak,
“Güle güle, bana mektup yaz.” Bu sözlerin içeriğinin “bana sevgime karşılık vereceğini yaz” demek olduğunu sevgi onun gözlerinden okuyordu.
Otobüsün üç kere kesik kesik çaldığı korna sesi ayrılık anının geldiğini bir kere daha hatırlattı. Otobüsün koca gövdesi yavaş yavaş terminalden ayrıldı. Birkaç dakika sonra terminal çok uzaklarda kaldı. Sevgi içinde Sedat'ı bıraktığı terminalin kaybolduğu gibi, şu an seyrettiği, Sultan Ahmet, Ayasofya, muhteşem minarelerin de, ufukta birer nokta, sonra da kaybolacağı düşüncesiyle kendini çok hüzünlü hissetti. Ama bu hüznü bir heyecana çeviren bir duyguydu onu teselli eden, doktor olacaktı… hem de büyük bir doktor. Bunu kafasına çok önceden koymuş ve tüm gayretiyle bunun için çalışmıştı. İşte o kapı açılmış, hedefine doğru gidiyordu. Annesinin öğütlerini tutacaktı.
Sevgi otobüsün camına başını dayayıp etrafına bakındı. Gözüne takılan herkesin bakışları herkesi dolaştı. Yalnızlık zor gelmeye başlamıştı. İçinde mahzunluk vardı. Uyumak geldi aklına. Gözlerini kapattı. Hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Ama yapamıyordu. Ne annesinin ne de babasının yüzleri gözünün önünden bir türlü gitmiyordu. Keşke onlar yaşasa da bu günü görselerdi.
-
192-193-194-
“Yanınıza oturabilir miyim?” diyen bir ses sevgiyi bir anda düşüncelerinden sıyırdı. Karşısında mini etekli bir kız duruyordu.
“Tabii… buyurun. Burası zaten boş.” Bu kız yolda uğradıkları bir terminalden binmişti. Bir müddet sessizce oturdular öylece. Sonra bu sessizliği yine mini etekli kız bozdu. “Adım Zeynep… herkes bana Zeyno der. Benim de hoşuma gider. Ya sizinki ne?
“Benim adım sevgi. Tanıştığıma memnun oldum”
Zeynep onsekizine yeni girmişti. O da yüksek tahsil yapmak için yola çıkanlardandı. Omuzlarına dökülen, uzun kestane rengi saçları vardı. İri gözleri simsiyahtı. Teni beyaz, burnu hafif kalkık bu kız için oldukça, hatta çok güzel denebilirdi.
“Güneşin batışı ne kadar güzel değil mi. Oldum olası severim?” sorusu Sevgi’nin onun ilgi alanını ortaya çıkarmak için sorduğu amaçlı bir soruydu. Zeyno’dan hemen karşı cevap geldi:
“Çok hoş… sanki şair gibisiniz. Tahsilini burslu mu okuyacaksın.”
“Hayır… ailem karşılayacak.”
“Ne kadar güzel… demek ailen var.”
“Evet, hem de varlıklı bir ailem var. Hiç para sıkıntısı çektirmediler bana. Ama bu demek değildir ki, her şey para…”
Artık muhabbet iyice koyulaşmıştı. Bu arada güzel delikanlılar, arkadaşlıklardan söz açılmaya başladı” Zeynep,
“Bir çok arkadaşım oldu” sözüyle bu kapıyı aralamıştı. Devam etti sözlerine, “ama hiç birisi ciddi değildi. Anlayacağın, hala boştayım…” bu sözler üzerine ikisi de karşılıklı bakışıp gülüştüler.
Sevgi, yolculuğu boyunca konuşacağı, beraber vakit geçireceği bir arkadaş bulduğu için sevinçliydi. Yol da bu arada belki sıkıcı geçmemiş olurdu.
Yolda verilen molada beraberce indiler. Restorana girip, garsonun yardımıyla dip tarafta boş bir yer bulup oturdular. Zeynep bir çorba, Sevgi de et sote ile pilav istedi. Kimse birbirine bakmıyordu. Masalarda herkes kendi alemindeydi. Zeynep,
“Biliyor musun Sevgi, seninle tanışmam çok iyi oldu.” Zeynep bu sözleri söylerken samimiyeti gözlerinden okunuyordu. Sevgi garsonu çağırıp su istedi. “İnsanları seyrediyorum. Nasıl da aceleyle atıştırıyorlar. Biz de çabuk olmalıyız. Şimdi arabamız giderse görürsün…” gülüşerek kalktılar. Şakalaşıyorlardı. Koşarak otobüse bindiler. Vakit hayli ilerlemiş, hava iyice soğumuştu. Dışarıda batı yeli çıkmıştı. Damların oluklarından duyulan hafif pıtırtılar yağmurun başladığını gösteriyordu. Yaşlı bir kadın bastonunu sallaya sallaya bazı hareketler yapıyordu. Hoplayıp zıplayan çocuklar etrafını sarmış, gülüşüyorlardı. Yaşlı nine üstü başı yırtık, ordan oraya sürünür gibi, çocukların arasında bir yandan bir yana dönüp dönüyordu. Bu kadıncağızın bunak bir ihtiyar olduğu her halinden belliydi.
Olayı otobüsün camı arkasından seyreden Sevgi çok etkilenmiş, gözlerini bu tablodan ayıramıyordu. Bu sırada otobüs mola yerinden hareket etmiş, ağır ağır uzaklaşıyordu…
Yol boyunca Zeynep, konuştu, anlattı durdu. Sevgi biraz onu dinliyor, biraz az önce terminaldeki olayı tekrar kafasından geçiriyor, biraz uyukluyordu. Gecenin geç saatinde tek başına yanan küçük tavan lambası omuzlarıyla başını süslüyordu. Onun güzel boyunu posunu , biraz daha *****lı yansıtan Sevgiye baktı arkadaşı Zeynep. Aynı duyuşları sanki arkadaşının onu sessizce süzmesinden anlamış gibi olan sevgi de kendi kendini düşünmeye başladı. Sevgi yüzünün güzel olduğunu biliyordu da, vücudundaki güzelliğinin farkında değildi. Bu güzellik doğuştandı. Göz önüne sermek şöyle dursun, bunu göstermekten bile utanırdı. Kulaklarının üzerinde örülü o saçları çözmeye başlayınca bir yılan kıvraklığıyla dökülüverirdi sırtına doğru. Yatarken onları bir taç gibi kaldırır başının arkasına atar, yatakta rahat olurdu.
Bu düşüncelere ara vermesi ancak uykusunun gelmesi sayesinde oldu. Uyuyuverdi… otobüsün motor gürültüsünü artık duymuyordu. Zeynep de başını sevginin omzuna koyarak kendini uykunun kollarına teslim etmişti.
Kaç saat uyuduklarını kendileri de bilmiyorlardı. Aradan hayli zaman geçmişti. İşte Fırat’ın o azgın sularının üzerindeki köprüden geçiyorlardı.
Aşağıdaki durgun sular, gözü yoran, insanı üşüten solgun bir parıltı saçıyordu. Sularda durmadan değişen, dalgalar, halkalar oluşuyordu. Güneş ışıkları suların üzerin oynaşıyorlardı. Uykudan yeni uyanmış olduklarından sonsuz bir sabah mı yoksa akşam mı olduğunu kestiremiyordu. Güneş hep orada duruyordu. Gölgeli olduğu için ışıldamayan suyun içinde olup bitenler bir camın arkasındaymış gibi seyredilebiliyordu. Sular hep bir yana kayıyordu. Yan yana uzayan sıra
-
günaydnlar sabah keyf çayı içerken okuyabilirsiniz
-
195-196-197-
dağlar gittikçe azalan ağaçlar yerlerini kayalara bırakıyordu. Ufukların açık gri renkleri birer oyma etkisi yapıyorlardı. Öndeki koltukta oturan kadın, torununu oyalamak için daha neler anlatacağını düşünüyor gibiydi. Otobüs gittiği yerde hafif hafif sallanıyor, değişmez bir türkü gibi, hep aynı iniltiyi çıkarıyordu. Akşam olsun diye beklerken gittikçe uzuyormuş gibi gelen gündüz uzun geliyordu ona.
Saat on sularında iki yol arkadaşı birbirlerinden ayrılırlarken, yaşamaktan ufak yollu korku duyuyor olduklarını belli ediyorlardı. Yeni bir kentteydiler artık ve onları nelerin bekleyeceğini bilmiyorlardı. Vedalaşıp ayrılırken, buluşmak üzere sözleştiler. Her şey için acele etmeleri gerekiyordu. Yoksa yeni yaşamlarına basamak oluşturacak kapıyı onlara açacak olan kayıtlara yetişemeyeceklerdi.
Zamanın akışını hep biraz telaşla korkuyla düşündüler. Sevgi otobüsten iner inmez eşyalarını aldı ve Melek annenin eski bir tanıdığının adresini bulmak için elinde adres yazılı kağıt ve eşyalarla bir taksi çağırıp bindi.ve adresi taksiciye verdi: “Bu adrese gideceğiz.”
“Peki efendim” diyen şoför, Sevgi daha arka koltuğa yerleşirken arabayı çalıştırmıştı bile. Gece karanlığında yol alırlarken arada bir aynadan kendisine bakıyordu. Sevgi bu bakıştan tedirgin oldu. Bunu sezen adam, “Elazığ’a ilk gelişiniz mi?” diye sordu. “Evet, üniversite okumak için geldim.” “ Şey... yanlış anlamazsanız, acaba hangi bölüm? Ben de çok okumak istedim ama,şartlar el vermedi. Çalışmak zorunda kaldım.” “Tıp fakültesi.”
“Sizi kutlarım. Dilerim başarılı olursunuz”
Bu arada araba ana yoldan çıkmış, ara sokaklara sapmıştı.. yer yer sökülmüş, siyah parke taşlı bir yolda ilerliyorlardı.
Araba mavi boyalı bir kapıda durdu.
“Burası efendim”
“Teşekkür ederim.”
Sevgi taksimetrede yazan parayı verdi adama. Adam aceleyle indi. Kapıyı açtı. Sonra Sevginin eşyalarını indirmesine yardım etti. Görünüşte iyi bir adama benziyordu. Kapının açılmasına kadar beklemesi ince düşünceli olduğunu gösteriyordu.
Kapıyı açan yaşlı kadın, yavaş yavaş üç beş basım olan merdivenleri indi ve kapıyı açtı.
“Buyur kızım. Ben de seni bekliyordum. Melek hanım telefon etti. Sevgi taksiciye bir kez daha teşekkür etmek için ona doğru dönüğünde, adam ona bir kartını uzatarak,
“Şey... efendim, size kartımı vereyim. Telefon ederseniz gelirim.” Sevgi, gülümseyerek, “yardımlarınız için teşekkürler. Gerek olursa ararım” dedi ve kartı aldı adamın elinden.
Araba gece sessizliğini bozarak uzaklaştı. Yaşlı kadınla beraber içeri girdiler. Burası büyükçe bir salondu. Ortada büyükçe bir masa ve sandalyeler vardı. Salona diğer odaların kapıları açılıyordu. Eşyalarını bir kenara bırakıp içeri girdi. Burası oturma odasıydı. Yerde kocaman bir vişne rengi halı ve etrafında ona uygun koltuklar vardı. Buranın üç tane, içi çiçek saksılarıyla dolu penceresi vardı. Eski bir televizyon güzel bir Anadolu türküsü söylüyordu. Türkünün eskiliğine uygun bir yaşlı adam köşedeki bir koltukta türküye daldığı belli, oturuyordu. Üzerindeki çizgili pijamasının atleti gözüküyordu. Onu görünce biraz doğruldu oturduğu yerden ve
“Gel kızım. Gel... hoş geldin” dedi.
“Öpeyim amca, ben Sevgi.”
“Evet, Melek anlattı seni”
sevgi önce adamın, sonra kadının ellerini öptü.
“Benim adım Müslüm, hanımın adı da Fatma. Biz iki ihtiyar, burada yaşayıp gidiyoruz. Yaşlılık malum, hastalık sürüp gidiyor.”
Sevgi, ilk bakışta sevmişti bu ihtiyarları.
O gece, yemekten sonra hemen yatmak istedi. Çok yorgundu. Yatağa girer girmez de hemen uykuya daldı. Ama yatmadan önce Melek hanıma telefon etmeyi ihmal etmemişti. Onun kendisini merak içinde olduğunu, o şimdi oralarda perişan olmuştur diye düşündüğünü adı gibi biliyordu. “Canım annem, ben geldim. Beni merak etme” sözleri onu rahatlatmıştı. Sevginin sesi ona huzur vermişti. Sevgi yatağa girdiğinde yarın tahsil hayatında yepyeni bir günün başlayacağını düşünüyordu. Sevinç deryasında yüzüyordu. Bilhassa Melek hanımın gururundan yanına varılmayacaktı. Bu gurur onun başarısıydı. Bir enkazdan bir şaheser çıkarmıştı.
Ertesi gün olduğunda sevginin heyecanı doruğa çıkmıştı. Okul ve yurt kayıt işlemleri için oradan oraya bu heyecan içersinde gün boyu koşturdu durdu. Ne kadar zordu yaşadıkları. Hiçbir yeri bilmiyor, yanlış gidiyor, tekrar dönüyor, koş ha koş...
Akşam olup eve geldiğinde neredeyse yorgunluktan bayılacaktı. Bu koşturma günlerce sürdü. Yurt kayıtlarında yedeğe kalmıştı. İnşallah çıkardı... yoksa ne yapardı. Gerçi Fatma teyze, “burada kal, bizim kızımız
-
sabah aksam pek denk getıremıyoz ama sureklı takıp edıyoz :) sayenızde...
-
Unutmayın
Kitabı okuyup
Nizip.com yaz toplantısında
anlatacak olanlardan
bir kişiye ödül verilecek
-
Osman ben senin adını unutuyorum okuduğumu hiç anlatamam.
-
selam arkadaşlar şu anda tatıldeyim ...dönüşte devam deriz
-
-