Bundan tam tamına 9 sene önce idi. Bir sınıfım vardı. İyi sahiplenmiştim. İçim dışım o sınıf olmuş, öğrencileri de içimde gezdirir olmuştum. Duvarlara resimler döşemiş, ta Amerika'dan bir dünya haritasını bizim Yeşilköylü Ebru hanıma getirmiş, Taksim'den de bir Avrupa haritası almıştım. C4 sınıfın bir sınıfa benzetmiştim. Tek eksiğim bir dolaptı evet bir dolap. Bizim Ata Bey'e gitmiştim evet çıkmıştı ama bir türlü gelmez olmuştu. Üstelik duvarlara astığım resimler, 'irregular ve phrasal verbs" listeleri çok basit gözükmüştü. Canım sıkkın mı sıkkın. Ne yaparsınız? Eliniz kalem tutuyorsa ya bir dilekçe yazarsınız ya da bir benim gibi dolap üzerine bir yazı yazarsınız. Şimdilerde bu yazı biraz çocuksu gelse de dolap hikayem bitmemişti. İdareci olduğum mevcut kurumda odama dolap istemiştim,"Hocam bulursanı alın" denilmişti. Anamın yıllarca önce bir tel dolap istemsinde babamın aylarca sallaması gibi oluyordu..
25. 10. 2002
“Kapıyı çaldım, gelin cevabını beklemeden açtım. Odada iki kişi vardı.İkisi de güzel giyimli ve kendi alemlerine gömülmüşler, benim girdiğimi fark etmemişlerdi.”
Ben o odaya sırf bu iş için tam tamına dört defa gittim. Meseleme tam sahip çıkamamışım diye kendime çok hayıflanmıştım ama, neden beni iki kapılı bir dolap için bu kadar yormaların bir türlü anlayamamıştım. Bir deniz feneri olup, yolların rampalarını iyice aydınlatmak için, ampullerin en güçlüsünü fenerine takmak isteyen, onlarca insan içersinde kendine aralarda bir yer bulmak için bunca uğraşmanın neticesi böyle mi olacak diyen, girdikten sonra Ata Bey’in odasını eli boş terk etmenin buruk ezikliğini hissetim. Hey gidi kafam ve hey gidi bir dolapla kendini en üst raflarda bir yer bulacağını zan eden, ışığı sönük sahte deniz feneri ben, senin neyine gerek bu işlerle dertlenmeyi sürdürürsün. Ne zaman ki, “Senin dolap komisyona havale edilmiş.” denilence, iki saflı kitaplık yapmak için iki düz tahtaya hasretli günlerimi yaşar gibi oldum. Bundan sonra da bütün gün “havale” kelimesine güldüm durdum. Üstelik, “Ne komisyonu, ne istiyor ve ne alıyorum ki ben.” demeyi bile kendime çok gördüm.
Günlerden beri olsa iyi tam tamına üç yıldan beri ders verdiğim her sınıfa bir dolap deyip durdum. Hani öğrenciler sözlüklerini, hikaye kitaplarını koyacaklar, hani vakitsiz çıkartılan derginin, sonraki sayılarında kullanılmak üzere makası, resimleri, yapıştırıcısını o dolaba sıra sıra dizecek ve bu bizim sınıfın ortak malı diyecek, “Hey be hey, artık bizim sınıfımızın bir dolabı var.” demenin zevkini her sabah sınıfa ayak basınca tadacaktık. Haftalık sınavda düşük not alan Doğan’nın Ferdi Babasının yan cepheden çekilmiş bir posterini tam dolabın ortasına yapıştıracak, Karadenizli Yakup’a ikinci moral olsun diye Vakfıkebir manzaralı resmi de dolabın yan tarafına asacaktık. Altı yaşında iken bana alınan ilk ve son oyuncağım, kırmızı boyalı tahtadan yapılmış kamyonumu dolabın en üst tarafına koyup bu da benden diyecektim.
İki aydan beri büyük mağazalara uğradığımda, bir dolap görünce bütün alışverişlerimi erteleyip, elime geçirdiğim bir metre ile acaba yapabilir miyim diye santim santim ölçü aldığım zamanların boşa geçmişliğine yansam mı acaba?
Yine Karağaç yolu üzerinde hidroliksiz direksiyonla virajları alırken o dolabın rafların sayısının kaç tane hesapladığım zamanları çöpe mi atsam acaba?
Öğle vaktinden kalan yemeği en alt rafa, yokluktan dolayı tek çeşit yapmaya gücü yettiği avya reçelini ve birkaç paket
makarna ile yarım kalmış irmiği en üst rafa koymak için mutfağa bir tel dolap ısrarı karşısında bir şey yapamayan babamın duruşundaki çaresizliğinin binde birini ruhumun derinliklerinde elbette yaşamadım. Umutsuzca durmak gönülsüzce bu işe el atmakla olmayacak deyip Gönül hanımın odasını elli boş terk etmeyi kendimi yediremedim son bir hamle ile, “Yok mu bizde arta kalan dolap?” dedim. Dağılmaya yüz tutmuş kütüphanede iki kapılı, hantal duruşlu, mavinin dinlendirici renginden nasibini almamış dolaba bakmam için küçük bir anahtarı ellime tutuşturdu. Gittim baktım. Daha önce genizlerimize kadar işleyen adına kütüphane denilen odada envai çeşit kokular yok olmuştu. Koku da olsa burnum dolap kokusu haricindeki bütün kokulara tıkanmıştı. Dolaba önce elimi sürdüm, anahtarı deliğe sokup biraz zorlama ile açtım, içi yatak yorgan konulmak için dizayn edilmiş olmalı deyip odadan ayrıldım.
Kapıyı kilitlerken, bu işte viraj alamayacağımı çoktan anlamıştım ben.
Kalbimi elime alıp Van’a doğru yola çıktığım soğuk ve karlı bir kış akşamında ayrılıkların hüznünü doya doya hissettiğim zamanlar aklıma geldi. Otobüsün kaliförlerinin adam gibi yanmadığı virajlı o yollarda bir de gece yarısı etrafı yüce dağlarla çevrili Bingöl Deresi”nde yolumuz çevrilmiş, tam altı saat bekletilmeyi normal karşılamıştık. Bu saatler nasıl geçer dememiştik. Ama dostum bu dolabın gelişini beklemek var ya, adama saat değil, gün değil, hafta değil tam tamına ayları saydırıyor.
En iyisi ben çocukluğumun dolaplarının kapaklarını açayım. Dolap yerine sıra sıra dizilmiş kışlık zahirenin konulduğu peteklerimizin birinin ağzına tıkanmış bezi çekip, iki çuval çiğ köftelik bulgurun akışını yirmi yaşından sonra göreceğim denizin dalgalarını seyreder gibi seyredeyim.
Babaannemin bana bağrışını duymamak için kulaklarıma peteğin çaputunu tıkamış mıydım bilmiyorum ama, o fistan artığı mor renkli bezi alıp bu zamanda arkam sıra laf edenlerin seslerini yarı yolda kesmek için, orta kulak arızasını da göze alarak kulağımın ilerisine doğru itmeyi şimdilerde çok istemekteyim.
“Ya, dolap bu kadar büyütülür mü?” “Ya, bu adamın başka derdi yok mu?” “Dolapla eğitim öğretim olur mu?” Bu türden lafları asla duymamanın huzurunu o çaput sayesinde yaşayacağım elbette. Üstelik, Babam Bahçıvan Ali’nin, Bakkal Ali olduğu zamanlarda dolap kapaklarını açıp günde çaktırmadan iki tane tam çukulatayı aşırdığım günlerin fotoğrafı yıllar sonra önüme konulunca, nerelere kaçacağım bilemediğim zamanlara unutmuş görünen ben, bugünkü halimi gösterecek bir iki dolaplı poz arıyorum.
Dosyaları karıştırıyorum, fotoğraf arşivime bakıyorum, mahalle muhtarına gidip ikamet senedine yapıştırın diye yanlışlıkla verdiğim böyle bir fotoğrafım olup olmadığını soruyorum. Yok abi, yok işte.
Gönülsüz umutları sıralamayı göze alamadım işte. Bu işler, bozuk saz teliyle uzun hava çalma işine döndü. Tasımı tarağımı bir valize sığdırıp, öfkeli zamanlarımı yumuşatsın diye en üste kırmızı biberin en hassını koyup, gurbet akşamlarındaki ilk yolculuklarımı döneyim. Geride bıraktığım ne bir dolap ne de bir rafım vardı.
Vardığım en son noktada ille de şu C-4 sınıfına bir dolap deyişimdeki inadı cümle alem anlasın diye, bütün halimi iadeli tahatütlü bir mektup ile göndereyim. Sonra da posta ellerine geçip geçmediğini kontrol için, peşinden Yavuz Bülent şiirli bir mail göndersem kızarlar mı acaba? “Nereye gitsem o yok. Nereye koştumsa yalnızlık Uzaklardan el eder. Hüzzam türküleri gibi kahırlı, yanık Geçip gidiyor seneler.”
Hepinize hayırlı çalışmalar dostlar…
foto 1. Yaklaşık 40 yıldan beri kullanılan dolabımız. foto 2: Bir zamanlar mutfak (ocaklık) olarak kullanılan bir mekân.
Kaynak...