Sevgili nizipli_mehmet romanı bir çırpıda okuduk, romanın devamını sabırsızlıkla bekliyoruz. Bizi fazla bekletme olurmu
Sevgili nizipli_mehmet romanı bir çırpıda okuduk, romanın devamını sabırsızlıkla bekliyoruz. Bizi fazla bekletme olurmu
'Bir dosttan tek bir gül ve güzel bir sözü ben onunlayken almayı,
öldükten sonraki bir kamyon dolusu çiçeğe tercih ederim'
tabi abi ne demek elımde geldıgı kadarıyla bos zamanımda yazıyorum
Aşkı Ya Yaşarsın Yada Yazarsın...
SaRıma LaRciverRt Oldun...
İzmir’de düzenli bir hayatım olmuştu. Efelerde benim üstüme gelmemiş, başka kumarda oynamadığım için tatsız bir şey olmamıştı. Zaten efeler benimle iyi geçince geri kalan sıradan mahkûmlar pek bir şey yapamazlardı.
Cemil Nuri Bey İzmir’e geldikten 8–10 ay sonra beni çağırttı. Bana adliyenin çay ocağını vereceğini söyledi. İki arkadaşımla birlikte beni adliyeye alacaktı. Ben sabahları adliyeye gideceğim akşamları da cezaevine dönecektim. Bu işe çok sevindim. Yıllardır dışarıyı hiç görmemiştim. Adliyelere gidiş gelişler dışında hiç dışarı çıkmamıştım.
Hemen ertesi günü bir gardiyanla birlikte biz üç kişi adliyeye geldik. Çay ocağını teslim aldık. Tepecikten gidip semaver, çay takımı, çay, kahve, şeker alıp adliyeye yerleştirdim. Savcılar, hâkimler çay ocağının açılışını yaptılar. O gün ocakta elli lira toplandı ki, iyi paraydı bu. Paranın hepsini benimle birlikte gelen arkadaşlara verdim.
Böylece çok güzel günler geçirmeye başladım. Kazanılan paranın hepsini arkadaşlara verdiğim için, beni hiç çalıştırmıyorlardı. Bende gidip Tepecikte, Karşıyaka’da, Bornova’da, Beyler sokağında, Kordon’da dolaşıyordum. İlk kez deniz görüyordum, Aklım almadı bir türlü, bu kadar çok suyu.
Adliyede olduğum zamanlarda Hâkimlerle, Savcılarla dostluk kurmaya başladım. Onlara karışı çok saygılıydım. Onlarda şaşırıyordu benim nasıl “canavar” olduğuma. Davalarım sürüp gidiyordu. İşin ucunda idam bile vardı. Hep kaçmayı düşünmüştüm. Ama şimdi öyle bir kapana girmiştim ki, kaçmama imkân yok. Cemil Nuri Bey bana güvenip beni insan içine saldıktan sonra nasıl kaçardım? İdam alsam bile kaçamazdım. Adliye böyle düzgün bir hayat sürüyordum işte. Bu arada 65. Tümen hâkim ve savcıları ile de tanıştım. Malatyalı Avni Bey hâkim binbaşıydı. Onunla ve savcı Zihni Beyle de tanıştım. Bunlar çok muhterem insanlardı. Kısa sürede beni çok sevdiler. Oğulları gibi davranıyorlardı bana. Beni evlerine götürüyorlar, misafir ediyorlardı. Bende onlara hizmet eder. Sofralarını kurar, mezeler hazırlardım.
Böylece çok büyük imkânlarım oldu. Gönlümün istediği gibi yaşıyordum. Ama kadın, kız konusunda hiçbir tecrübe edinmemiştim. Çünkü ben beşik kertmesi evliydim. Bizim terbiyemizde bu olmuyor. Yani bozulmamış bir delikanlı olarak İzmir’de dolaşıyordum.
Bu arada benim kesinleşmiş cezam, yeni aldığım yedi yıllık bir ceza ile yirmi iki yıl olmuştu. Yatmakla bitmez bu. Yeni işler yapmak istemiyorum. Ortalıkta af söylentileri dolaşmaya başlamıştı. Ondan yararlanırsam, kurtulurum diye düşünüyordum. Onun için İzmir’de iki yıl süre ile hiçbir hadisem olmamıştı. Benim hem adım büyüktü, hem de Cemil Nuri Bey’in yakınıydım. Bir sabah adliyeye gitmemişim, beni idareden çağırdılar. İdareye giderken merdivenin altına üç kişinin pusuya girdiğini fark ettim. Bana olmaması gerekir diye düşündüm ama gene de tedbiri elden bırakmamak gerekti. Üstümde Halep işi kalın bir palto var. Altında da ceket ve kazak. İdareden çıktıktan sonra bunlar gene pusuda. Bunların önünden geçerken sanki onları görmüyormuşum gibi davrandım. Elim paltonun cebindeki büyük sustalıda. Daha önlerinden geçer geçmez bunların arkamdan koştuklarını hissettim ve aynı anda sırtımda bir acı oldu. Ne var ki üstümdekilerin kalın olması sebebiyle bu bıçakları etkisiz hale getirmişti. Yani parmak işi gibi bir şey olmuştu. Benim gibi bir adam böyle parmak işlerinden bir şey olmaz. Aniden geri döndüm bunlar benim düşeceğimi sanıyorlardı. Suratlarına üçünün de birer sustalı patlattım. Yandım anam yandım anam diye bağırarak geri kaçıyorlardı. Bunların kaçmalarına engel oldum önlerini kestim. Benim sırtımda altı bıçak yarası vardı. Böyle yapmam hala düşmemem onları şaşkına çevirdi. Tepelerine dikildim:
“Bakın sizi gebertsem ceza yemem. Ama gebertmiyorum. Çünkü savcı beyin cezaevinde ******* olsun istemiyorum. Basın gidin, bir daha da karşıma çıkmayın, ikinci defa affetmem.”
Bu olay tam bir nefsi müdafaa idi. Bu olayda ilk kez ben değil bana saldıranlar sürgüne gitti. O zamanlar öyle bıçağın sustalının falan fazla bir cezası yoktu. Onun için bana hiçbir ceza verilmedi. O yeni yetmeler gittikten sonra cezaevin de yeniden huzur sağlandı. O sıralarda bir Pazar günü İsmet İnönü İzmir’e geldi. Yapılacak olan 46 seçimleri için konuşma yaptığı yerden cezaevine hoparlör çektiler. İsmet Paşa,
“Cezaevlerin de kimse kalmayacak” dedi.
Mahkûmlar buna çok sevindi. Ama 1946 seçimlerini kazanmasına rağmen sözünü tutmadı ve af çıkarmadı. Cezaevlerinde ayaklanmalar oldu, adamlar öldü. Ama ben İzmir cezaevin de hiçbir olaya izin vermedim. İzmir cezaevi benim yaşantımın en rahat, en olaysız geçtiği bir cezaevi oldu. Orada altı yıl kaldım. İzmir’i baştanbaşa tanıdım. Gezdim, dolaştım, cezaevinde adaletli bir düzen sağladım. Ve orada tam altı yıl yattıktan sonra 1950 affı ile tahliye oldum. Toplam on yıldır cezaevin de sürekli yatmıştım. Bu af ile tüm cezalarımı sıfırladım.
Aşkı Ya Yaşarsın Yada Yazarsın...
SaRıma LaRciverRt Oldun...
Değerli nizipli_mehmet ellerin vede klavyen dert görmesin. Bizleri merakta bırakma kalanını bekliyoruz......
'Bir dosttan tek bir gül ve güzel bir sözü ben onunlayken almayı,
öldükten sonraki bir kamyon dolusu çiçeğe tercih ederim'
sevgili kardeşim,çok güzel bir hikaye emeğine sağlık.çok heyecanlı ve sürükleyici,inan çok beyendim.Nazım Hikmet'in akıbeti daha sonra ne olmuş,bizim Palaz'la görüşmüşler mi...bi gayret devamını bekliyoruz.selamlar.
tamam abi elımden geldıgı kadarıyla sureklı atarım inş.
Aşkı Ya Yaşarsın Yada Yazarsın...
SaRıma LaRciverRt Oldun...
Asker Abdullah Palaz
Özgürlük gibi bir şey yoktu. Bir takım nedenlerle insanları öldürmüştüm. Haklıydım ama insanın özgürlüğünün olmaması gibi kötü bir şey yok. Şimdi sıra askerliğe. 27 yaşındaydım, gençtim ama bu yaş askerlik için çok ileriydi. Bir an evvel askerliğimi yapmam gerekiyordu. 65. Tümen savcısı Zihni Bey bana bir babalık yaptı ve askerliğimi İzmir’de yapmamı sağlamıştı.
Askere alınınca çavuş kursuna gittim. Üç ay sonra 65. Tümen komutanlığında yapılan atış müsabakasında birinci olmuştum. Buna mükâfat olarak, birazda yıllardır memleketimi görmediğimi düşünerek beni Antep’e geçici göreve verdiler. Antep’te dört ay kaldım. Ama sonra sıkıldım, tekrar İzmir’e döndüm. İzmir’e dönünce beni 230. Piyade alayının levazım çavuşluğuna verdiler. Beni çok seviyorlardı. İstediğimi yapıyorum ama onlara karşı bende terbiyeszlik ve saygıda kusur etmiyordum. Öyle afili giyiniyorum ki, bazı acemi erler beni subay sanıp yolda görünce selam duruyorlardı. 1950’de İsmet Paşa köşkten inince, onun muhafız alayında bölük komutanı olan Ş.A’ yı bizim alayın bölük komutan vekilliğine verdiler. Üsteğmendi. 1.90 boyunda 110 kilo ağırlığında, babayiğit bir adamdı. Benim odam veteriner yüzbaşının odasının yanındaydı. Yani beni askerlerle yatırmıyorlardı. Bu üsteğmen ile ben tam odaya girerken karşılaştık. Beni tanımıyor, yeni gelmiş. Kılığıma kıyafetime baktı ve sordu:
“Necisin sen?”
“Askerim”
“Ne biçim askersin sen?”
“Bayağı askerim işte.”
Bunun üzerine Ş.A üsteğmen bana bağırmaya başladı, küfür de ediyor. Ben de buna bağırmaya başladım belki bağıramazdım ama, alkollüydüm. Onun etkisiyle bende bağırmaya başladım. Bu düdük çaldı, devriyeleri çağırdı. Beni alıp nöbetçi amirin odasına götürdüler. Nöbetçi amir ise içen bir adamdı. Ben her dışarı çıkışımda buna bir iki şişe rakı getirirdim, beni severdi. Nöbetçi amiri, Üsteğmene,
“Sen yenisin. Bu Abdullah, bizim alayın evladıdır. Herkes onu sever” dedi. “Kusura bakma”
Üsteğmen biraz direndi ama nöbetçi amirin ısrarı üzerine dışarı çıktı. Bende yanımda ki rakıları nöbetçi amire verdim ve odam gittim. Ama sabaha kadar uyumadım canım sıkıldı.
Sabah Kurmay Yüzbaşı Lütfü Kaya’ya durumu anlattım. O da önemli değil, ben gidip paşa ile konuşurum dedi. Ben iş kapadı diye bakıyordum. O haftanın Pazar günü Antep ve Adana’dan cezaevi arkadaşlarım gelmişti. Alayın ağaçlık bir yeri vardı biz orada oturup yemek yiyor ve içiyoruz. Bu Üsteğmen Ş.A da aksiliğe bak gene nöbetçi imiş. Çıktı, ağaçların altına doğru geldi
“ Abdullah!” diye seslendi.
Baktım at üstüme doğru geliyor. Hemen ayağa fırladım, tabii gene kafamı tutmuşum. Bağırdım;
“Ayağa kalk! Selam dur.”
Bu hışımla atı üzerime sürdü.
“Ulan puşt!” dedi. “ benimle dalgamı geçiyorsun?”
Arkadaşlarımın yanında çok ağır bir sözdü bu. Ben daha bir şey demeden bu kez elindeki kamçı ile kafama öyle vurdu ki… Nevrim döndü. Bana hızlıca vurunca süngünün kını yere düştü. Süngü bunun elinde kaldı. Yani kamçının içine süngü gibi bir şey yaptırmış. Hemen fırladım yerden bir taş aldım bunu var gücümle fırlattım. Tam kulağının tozuna geldi. Bu attan yere düştü ve süngü hala elinde. Tam ayağa kalkmaya davranırken tepesine dikildim, benim emektar Antep işi sustalı ile bunun kıçına iki üç tane yapıştırdım.
“ Yapma… İdam ederler seni… Kurşuna dizerler.”
“ Ben kaç idamın altından kalktım biliyor musun sen? Puşt sensin.”
Arkadaşlarıma,
“Kusura kalmayın” dedim, “siz hemen gidin, Şimdi gelir bu işe sizi de dâhil ederler. En iyisi hemen gidin.”
Bu olaya alay karıştı. Alay Komutanı Ziya Orbay işe el koydu.
“Senden bunu beklemezdim” dedi.
“Hak etti komutanım” dedim. Bana bu ikinci oluyor küfür etti. Arkadaşlarımın yanında etti. Bunu da öldürmem gerekirdi. Ama sizi de, alayımı da çok seviyorum. Onun için dokunmadım sadece yaraladım. Ben on yıl ceza çekmişim bunun için de çekerim. Ne yapalım? Kaderim bu.”
O zaman çok asker dövüyorlar falakaya yatırıp eziyorlar. Benim tek korkum bana da öyle yapmalarıdır. Böyle olursa, iş gene kan davasına dönerdi. Kim yaptıysa ona, kim neden olduysa onu kimeyse kime. Ama bu olaydan sonra kimse bana tokat bile vurmadılar. Saçımı bile kestirmediler. 17 gün askeri cezaevin de kaldım. Kurmay Yüzbaşı Lütfü Kaya, askeri mahkemede üye idi. Beni ziyarete geldi.
“Ben arkadaşlarımla konuştum. İnşallah seni tahliye ettiririm” dedi.
Bir duruşmaya girdim. Kendimi hiç savunmadım olayı olduğu gibi anlattım.
Hemen ertesi günü adliye subayının yazıcısı geldi. Antepli Hasan Daylı müjde verdi:
“ Ağabey tahliye oldun.”
Ben böyle bir şeyi hiç beklemiyordum. Cezaevini göze almıştım. Tahliye olunca, beni adliye subayı çağırdı. Dedi ki
“Abdullah bak! Saçını, bıyığını düzelt. Seni Bornova 65. Tümen mahkemesine yazıcı olarak gönderiyoruz. Orada kalacaksın. Mahkeme bitinceye kadar alaya verilmeyeceksin.”
Rahmetliyi okumak büyük keyif veriyor. Tatar Ramazan filimi, Abdullah Palazın gölgesinde kalıyor. Yarına bizi mahrum etme yine senden gelecek olan romanın devamını bekliyoruz....
'Bir dosttan tek bir gül ve güzel bir sözü ben onunlayken almayı,
öldükten sonraki bir kamyon dolusu çiçeğe tercih ederim'
tamam abi valla yazıyorum zaman buldukça
Aşkı Ya Yaşarsın Yada Yazarsın...
SaRıma LaRciverRt Oldun...
Ben burada yazıcılık yaparken, tüm subaylar hâkimlerle, savcılarla çok yakın dost oldum. Onları gazinolara lokantalara götürüyor, birlikte eğleniyorduk. Durumum gene normale döndü. Kimse bana sataşmıyordu. Merkez Komutanı Urfalı Halil Bey vardı. Öğlen olduğunda ben mahkemeden çıkar, Halil Beyi jiple evine götürürdüm. Öğlen Halil Bey yemek yerken bende jipi Asmalı kahvenin oraya çeker, kendime bir nargile söyler ve beklerdim.
Gene böyle bir gün Halil Beyi bekliyorum, tömbeki basmış nargilemi fokurdatıyorum. Kapıdan belinde acem şalı bir kuşak, çuha şalvar, üstü bürümlü çuhadan cepken, parmağında iki ağır yüzük, bizim Antep adamlarına benzer bir adam girdi. Ben ona öyle bakarken, bu da benim masama doğru geldi. Anladım ki bana misafir olacak. Hemen ayağa kalktım:
“Buyurun bey amca” dedim. “Hoş geldiniz.”
“ Sen nerelisin bakayım yeğenim?”
“Antepliyim ağam.”
Elini omzuma koydu,
“Ben Demirci Mehmet Efeyim” dedi.
Ben Demirci Mehmet Efenin adını hapishanede duymuştum. O da bu memleket için düşmana karşı savaşmış yiğit bir kişiydi. Elini öptüm.
“Askerlik niye gecikmiş yeğenim?”
“Aftan yeni çıktım da ağam, ondan. On yıldır yatardım.”
Geçmiş olsun, deyip masaya oturdu. Ben hemen bir tömbeki söyledim. Kendi tömbekisi varmış. Cebinden çıkardı. Nargileyi yıkadım. Bir şekerli kahve söyledim.
Mahkûmiyet nedenimi sordu. Başımdan geçenleri anlattım.
“Bu ceza evinin temelini yapanlar kör olsun” dedi.
“Ben de İzmir Ceza evinde beş gün yattım. Aydın’dan, Bozdağ’ a gidiyorduk.
Yunanlılar İzmir’i işgal etmiş, memleketimiz taksim edilecek. Biz de birkaç çete birleştik, beş altı yüz kişi olunca baskınlar yapmayı düşünüyoruz. Biz ilerlerken yorgun düştük uykusuz kaldık mola verdik. Bu esnada zaptiyeler izimizi bulur ve üstümüze geldiler bizi teslim ettiler. Sonra İzmir’e getirip tevkif ettiler. İçeride bizi baktım çok tutuyorlar tutup komutana bir mektup yazıp Yörük Ali Efenin kızanı olduğumu söyledim. Beni buradan çıkar, iki jandarma ver gidip altınları alayım birisini de sizin jandarmaya ya vereyim diye. Zaten o altınlardan İzmir jandarmasına da verecektik. Bu mektup üzerine beni bir takım jandarma ile çıkardılar ve Bozdağ’a kadar kelepçeli olarak gittik. Bir teneke altını jandarmalara verdim. Öbürlerinin yerini değiştirdim. Çeteye geldim. Efeye durumu anlattım. Otuz beş kişi seçtim. Akşam olunca ceza evini bastık. Ben içeri girince bir de baktım ki, Dağdeviren benim kafama çaydanlığı vuran adamı kama ile dut ağacına çakmış:
“Bak efem! Beğendin mi?” dedi.
“Dağdeviren’in bana “efe” demesi üzerine diğer mahkumlar bizi alkışlamaya başladılar. Tam dışarı çıkıyorduk ki Dağdeviren,
“Efem” dedi. ‘Bu adam bizim saçımızı kesmişti. İzin verde bende şunun bıyığını keseyim.’
“Olur” dedim, “kes…”
Dağ deviren, bu dam ağasının bıyığını dudadığı ile alı verdi. İşte, yeğenim, benimde böyle bir hapishane hatam vardır.”
Ben İzmir’den ayrılıncaya kadar Demirci Efe ile baba oğul gibi olduk. İşte efede olsan hapisaneye düştün mü, insanın başına ne gelir kimse bilemez. Kırk yılda bir iyi bir müdür, haftada bir hatırını sorarsa iyi. Geri kalanın hepsi tahrik eder. Anlayışlı mahkumlar bundan yıkılırlar. Azıcık huzurun varsa oda gider. Bunları, bu adileri öldürmekle bitmiyor ki Üstelik bunları öldürmenin cezası da idamdır.
Adamın ziyaretçisi dünyanın ucundan gelir. Görüştürmezler. Kadın Türkçe bilmiyor. Nereye gidecek? Nerde kalacak? Kimse aldırmaz. Ama pavyoncu milleti sömüren herif müdürün yanında oturur. Ziyaretçisini müdür odasında kabul eder. Bu durumlarda ben kalkıp gidiyorum, durumu anlatıyorum. Kendi işim olsa rahatsız etmem diyorum. Bunları görüştürün diyorum. Pezevengin ise görüşe gelen karısı çocuğu yanında oturuyor. Bunları kimse söylemiyor. Ben söylüyorum işte. Çünkü gerçeği söylemeyen insan değildir.
Şimdi ben üsteğmenle davanım kapandığını sanıyordum. Askerliğimin de artık son safhalarına gelmiş bir durumdaydım. Bu üsteğmen 1. Ordu Komutanlığına, Genel Kurmay Başkanlığına her tarafa şikayet etmiş. 1. Ordu Komutanlığından bir emir geliyor benim derhal tutuklu olarak Erzurum Askeri cezaevine gönderilmem isteniyor. Hâkimlerde şaşırmış kalmışlardı. Birazda korkmuşlardı bu işten.
Zihni Bey’in baldızı İzmir Hastenesinde hekimdi. Beni oraya havale ettiler. Yalnız orada sinir uzmanı yokmuş. Beni sivil hastanede bir sinir hastalıkları uzmanına gönderdiler. Oradan da ruhi depresyon raporu verdiler. Rapor askeri hastanede tasdik edildi, cezam ortadan kalktı ve tezkerimi de elime verdiler.
Aşkı Ya Yaşarsın Yada Yazarsın...
SaRıma LaRciverRt Oldun...
Fiyuuuuu (ıslık sesi) Helal olsun şu adama. Okudukça hayranlığım kat be kat artıyor. Keşke rahmetliyi ölmezden önce görseydim. Böyle büyük bir adamın elini öpmek bana şeref verirdi. Mehmet kardeşim yazını geciktirme sabırsızlıkla bekliyoruz...
'Bir dosttan tek bir gül ve güzel bir sözü ben onunlayken almayı,
öldükten sonraki bir kamyon dolusu çiçeğe tercih ederim'
tmm abi zaman buldukça yazıyorum valla
Aşkı Ya Yaşarsın Yada Yazarsın...
SaRıma LaRciverRt Oldun...
Dışarıda Yaşam
Askerliği bitirip kendi köyüne dönen Abdullah Tırnatan köyünde yaşantısına devam etti.
Bir gün tırnatan köyündeki evin geniş avlusunda yanlarında çalışan adamları topladı:
“Bakın” diye söze başladı. “ Asayiş amirlerinin haklıları mağdur etmeleri, beni hem dışarıda, hem de içeride *******ler işlemeye mecbur etti. Benim şahsıma, bizim ailemize kimse kötülük yapamaz. Çünkü biz hüküm sürmüş bir aileyiz. Ama bize haksızlık yapılmaz demek, başkalarına yapılan haksızlığa ses çıkarmayacağız anlamına gelmez. Kimseye haksızlık yapmam, sizlerde yapmayacaksınız. Bundan böyle Rabbi alemin bize verdikleri ile kanaat edip geçineceğiz.”
Adamları ses çıkarmadan bu ünlü Ali ağanın oğlunu, ünü babasını geçmiş genç ağalarını dinliyorlardı.
“Şimdi hep birlikte gidelim, bir gezelim, bakalım ne olmuş bizim malımız. Davarımız. Arazilerimiz?”
Köyün hemen yakınında 5–6 bin dönümlük bir buğday tarlası var oraya doğru gittiler. Toprak kıraçlaşmıştı. Tarlanın üzerinde ki ürün tarlada ki ırgatların yömyesini karşılamayacak kadar az görünüyordu. Evden ayrılırken anası, ailesi ve diğer kadınlar ise ırgatlara öğle yemeği hazırlamak için yırtınırcasına çalışıyorlardı. Abdullah buğday saplarının yanına doğru geldi ve cebimden çıkardığı muhtar çakmağı ile sapları ateşe verdi. Saplar birden çok büyük bir hızla alev aldı harıl harıl yanıyordu buğday sapları.
“ Şimdi gidin, tez elden gidin, ne kadar davarımız varsa tez elden toplayıp getirin buraya.”
Ne yaptığını kimse anlamamıştı ama itiraz edende olmadı. Üç beş kişi koşarak köye gittiler. Onlar giderken köyden buğday tarlasının dan çıkan alevi gören köylülerde koşarak gelmeye başladılar. Köylüler Abdullah sanki davarları da yakacakmış gibi bir hisse kapılmışlardı. Öyle duruyorlar, hiç ses çıkarmadan Abdullah’ın vereceği emri bekliyorlardı.
“Sürün… Davarları biçilmemiş ekinlerin içine sürün. Yaylansınlar, karınlarını doyursunlar, meraya kadar gitmesinler bugün.”
Sanki havyalar da bu sözlerden anlamış gibi, yanan sapların çevresinden dönerek bir anda ekinlerin içine daldılar. Sapların alevleri azalırken köylülerin önüne geçti:
“ Ben bu araziyi bütün köylüye armağan ediyorum. Ekin, biçin ne yaparsanız yapın. Ürünü ortaklaşa yiyin. Eğer sizden artan bir şey olursa, onu da aileme verirsiniz. Olmazsa onu da istemem.”
Köylüler söylenenlerden bir şey anlamamış gibi bakıyorlardı. Abdullah devam etti:
“Ortaklaşa dan vazgeçtim. Öyle olursa aranızda hır çıkar. Onun için araziyi köydeki her ailenin nüfusuna göre pay ediyorum. Herkes nüfusuna göre hisse alacak. Tabii önce toprağa bakacaksınız. Bakın kıraç olmuş toprak, bakılmamış, dinlendirilmemiş. Böyle miydi bu toprak eskiden? Bakmazsanız böyle olur işte…”
Sustu. Düşündü. Devam etti:
“Bağı da köye veriyorum. Onu da aynı şekilde pay edeceksiniz.”
Birden Abdullah’ın çevresine toplandılar. Abdullah’a sarılıyorlar, elini, ayağını öpmek istiyorlardı. Köylüler ırgatlıktan mal sahipliğine geçiyorlardı. Abdullah geri çıktı:
“Bırakın beni! Bunda bir şey yok. Allahın bizim atalarımıza verdiğini ben de Allahın kullarına veriyorum. Allah kabul etsin. Haydi, şimdi herkes damına dönsün. Ben burada biraz daha eyleşeceğim.”
Köylüler sevinçten hoplaya zıplaya gidiyorlardı. Abdullah bir süre daha yaylanan hayvanları seyretti. Sapların yanması bitmişti. Arkasından yaylanan davarların neşeli sesleri geliyorlardı. Bir hafta daha köyde kaldı. Sonra, o cezaevinde iken doğan oğlu Ali’yi yanına alarak Antep’e geçti. Antepliler onu çok iyi tanıyorlardı. 17 yaşında iken Antepliler için efsane bir adam olmuştu. Onun için Antep’e yerleşmesi, ona bazı imkânların kapısını da açmıştı. Parası eskisi gibi değildi. Ama ne var ki kredisi sonsuzdu. Kimseden bir şey istemesine gerek yoktu. İsteyecekleri kendiliğinden geliyordu. Böylece bir kamyon sahibi oldu. Odunculuğa başladı.
Aşkı Ya Yaşarsın Yada Yazarsın...
SaRıma LaRciverRt Oldun...
vay be en adammış yahu...
Vay sen sağolasın Mehmet kardeşim. Sayende bu romanı bitireceğim. Hayatı o kadar ilginç ki günden güne maceradan maceraya koşan bir western kahramanını okuyor gibiyim. Ah ne olaydı bu kitap elime geçseydi ...Samimi olarak söylüyorum sabaha kadar yatmaz bitene kadar okurdum...Paylaşımın için teşekkürler...Bizi merakta koyma sabırsızlıkla bekliyorum....
'Bir dosttan tek bir gül ve güzel bir sözü ben onunlayken almayı,
öldükten sonraki bir kamyon dolusu çiçeğe tercih ederim'