Sayın Gökhan Dokuyucu beyefendi,.
teşekkür ederim bu sizin gönlünüzün güzelliğinden kaynaklanmaktadır, iyiki sizde varsınız herşey gönlünüzce olsun saygılarımla...
.
Sayın Gökhan Dokuyucu beyefendi,.
teşekkür ederim bu sizin gönlünüzün güzelliğinden kaynaklanmaktadır, iyiki sizde varsınız herşey gönlünüzce olsun saygılarımla...
.
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
’’’’’’’’BU BİR ALINTIDIR’’’’’’’’’’.
Eylül’ün son hafta sonu, iki günlük İstanbul ziyaretinde oğlumun uzun süredir, görmeyi en çok arzuladığı bir yerdeyiz. Rumeli Hisarı’nda… Ayak değmedik bir yer bırakmamacasına dolaşıyoruz surlarında. Her adımda, manzara sanki daha bir güzelleşiyor. Basamak sayısı arttıkça, İstanbul’un tarifsiz güzelliği de beraberinde artıyor ha bire.
Soluk soluğa çıkılan yüzlerce basamağın sonundaki ödül, tüm yorgunluğa değecek güzellikte nefes kesen bir Boğaz manzarası. Her türlü hengâmeden uzakta, artık İstanbul’la baş başa kalmış hissedecek kadar tepedeyiz. Kalenin en yüksek 9 katlı kulesinin önünde. Oğlum, soluklanmadan “ben karşı kuleye geçiyorum” diyor. Tek adım atacak halim kalmamış, son basamağa oturuyorum. Girişte broşür istemiştik ama ne yazık ki yok. Kalenin içinde tüm bilgilerin yazılı olduğu bir tabela var, dediler. Yarısına gelmeden dikkatin dağıldığı oldukça uzun bir yazı, o kadar basamaktan sonra da hepsi uçup gidivermiş zaten. İstanbul Rehberinden Rumeli Hisar’ını bulmaya çalışıyorum ki omzuma dokunan bir elle aniden irkiliyorum. Nerden çıktığı belli olmayan ince uzun boylu, koyu renk takım giysiler içinde genç bir adam “Yerime oturmuşsunuz” diyor yavaşça. Korkudan duvara doğru çekiliyorum. Yanıma oturuyor. Bu yüz… Ne kadar da tanıdık. Tanrım bu adam, evet, tam tahmin ettiğim gibi… Hani rakı şişesinde balık olmak isteyen, hani karpuzdan fenerler, eskilerden yıldızlar yapan, hani geceleri rüyasında damların üzerinden allı pullu gemiler geçiren, hani hepimiz uykudayken, her sabah gökyüzünü maviye boyayan ve her seferinde gemilerin yırtarak geçtiği denizi diken o büyük şair. Ceketinin iç cebinden çıkardığı tabakadan, -muhtemelen vesikalı yârin yadigârı olmalı- bir sigara yakıp derin bir nefes çekiyor. Hüzünlü gözleri, karşı kıyıya yönelirken belli belirsiz duyabildiğim bir türkü mırıldanmaya başlıyor. Mahzun gözlerle bakıyor uzaklara, mahzun ve garip. Bakışlarının dalıp gittiği maviliklere, karşı kıyıya çeviriyorum başımı. Rüyada gibiyim, gözlerime inanamıyorum. Yan yana, artarda tüm tepelerin üzerleri zümrüt yeşili halıyla kaplanmış gibi. Biraz önce mezar taşlarını anımsatan beton yığınlarından eser kalmamış. Ormanın denize vuran zümrüdî gölgesi Boğaz’ın sularıyla oynaşıyor özlemle. Hisar’ın önündeki iskeleye bir vapur yanaşıyor, yolcular çıkıyor içinden, şapkalı, ondüleli, bir elinde şemsiye, diğerinde yelpazeli şık bayanlar, onlara öncelik veren bastonlu, beyaz keten mendilli kibar baylar.
Hangi türküyü söylüyor acaba? Biraz daha sokuluyorum yanına ama hâlâ sözleri anlaşılmıyor. Öylesine kederli ki bakışları, içimden sımsıkı boynuna sarılmak geliyor ama henüz tanışmıyoruz bile. Yan gözlerle süzmeye başlıyorum fark ettirmeden. Kaçıp gitmesinden korkuyorum. Ne düşünüyor acaba, gözleri yaşlı, onu böylesine hüzünlendiren şey de ne? Hicran yaşları diyor mısralarında, gönül yarası… Eleni olabilir mi, ya da Süheyla? Kim bilir belki de Mualla’dır, hani sandalda, “Ruhumda hicranın” şarkısını söyleyen? Yoksa yalnızlık mı? Onlarca sevgili, dost arasında onu aynalarla konuşmaya mahkûm eden, o denli büyük yalnızlık… Yoksa daha mı derin? İkinci Dünya Savaşının insanlığa yaptıkları olabilir mi? Savaşa giden ve geri dönmeyen çocuklar, Varşova’da ölen on binler, Hiroşima’ya, Nagasaki’ye atılan atom bombaları olabilir mi? Açlık, sefalet, ekmek karneleri, kömür beyannameleri mi onu böylesine tarifsiz kederlere iten?
Bin türlü mavi akıyor, Boğaz’dan. Takalarda, teknelerde, çatanalarda ağ yamayan, ağ toplayan, ağ atan balıkçılar türkü söylüyor. Havada çığlık çığlığa martı sürüleri, her bir tüylerinde ayrı bir telaş, silkelendikçe pul pul deniz toplanmış ağların üzerine bir konup bir kalkıyorlar. Her biri kendisine düşecek payın peşinde. Karadeniz’e süzülüyor aheste mavnalar. Arkasında köpükten beyaz izler bırakarak, karpuz yüklü kayıklar geliyor karşı kıyıdan. Denizden geçen motorun sesi, kalenin kalın taş duvarlarında sönümleniyor. Başında eski âlemlerin sarhoşluğu, loş kayıkhaneli yalıların pencerelerinden yansıyan Eylül güneşi içimi ısıtıyor. Martılar uzun kanatlarıyla, denizden yeni çıkmış ağların kokusunu; buram buram yosun, ıstakoz, karides kokusunu beraberinde, hisarın en yüksek kulesine, oturduğumuz basamağa taşıyor.
Bir yaylı geçiyor sokaktan, atları şıngır mıngır. Sucuların hiç durmayan çıngırakları ötüyor çın çın. Simitçinin sesi, macuncuya, horoz şekercinin sesi boyacınınkine karışıyor. Hisarın duvarları yıkıldı yıkılacak gibi duruyor, taşlar yerinden oynamış, aralarından sarı yağmur çiçekleri boyunlarını uzatmış, bahçede ahşap çatmalı evler ve dalları birbirine dolanmış, yaşlı meşeler, yaprakları nerdeyse bulunduğumuz yere dek uzanıyor. Sahi o görmedi ki Rumeli’nin yenilenmiş bugünkü halini. Belki çok şey değişti o günden bu güne ama neyse ki her şey olumsuz değil.
“Merhaba” diye fısıldıyorum. “Ben galiba sizi tanıyorum.” Duymuyor beni, parmaklarında cigara, dalmış gitmiş Boğaz’ın derin bin bir türlü mavisine. Biraz daha yaklaşıyorum yanına, başımı omzuna yaslıyorum yavaşça. O garip ben garip. Deniz çekiyor düşüncelerimi ama yalnız değilim. “Deniz senin için de özgürlük demek biliyorum, bunun için tüm şiirlerin buram buram deniz kokuyor, yosun kokuyor. Ama tek sen değilsin, her giden geminin ardından bakakalan, Madagaskar Limanlarından, Çin’e kadar yolculuk yapmayı, dünyayı fethetmek üzere ardına bakmadan her giden gemide olmayı özleyen, yelken olmayı, kürek olmayı, dümen, balık, su olmayı arzulayan tek sen değilsin”, demek istiyorum ama düğümleniyor kelimeler boğazımda, konuşamıyorum. Bir şiir okur mu acaba?
Sigaranın dumanı içime dolunca öksürmeye başlıyorum. “Alerjim var” diyorum, “İçmeseniz, bakın nasıl da tertemiz bir hava.” Kalkıyor yanımdan. Surlara doğru ilerliyor. Ah ne yaptım ben, “Tamam, tamam, istediğiniz kadar için, yeter ki gitmeyin”, koşuyorum arkasından ama heyhat, bir hayalet gibi süzülüyor kalın surların içinden ve arka bahçedeki ceviz ağaçlarının dalları arasından Şehitlik Tepesine doğru gözden kayboluyor. Yaşadığım şu büyülü birkaç dakikayı yazabilir miyim, mısralarından ödünç alabilir miyim diye soramadan gidiyor geldiği yere. “Bıraksaydın da içseydi”, diyor içimdeki ses, “Nasılsa ölümüne neden sigara değildi ki.” Sahi Başkent’in bugün bile o hiç kapanmayan çukurlarından biri değil miydi, onu henüz 36 yaşındayken sevdiği İstanbul’undan, şiirlerinden ayıran. Buğulanıyor gözlerim, bir çift gözyaşı yanaklarımı ıslatıyor. Asırlık ceviz ağacının üstünden küçük bir serçe havalanıyor ve aynı anda kabuğu kurumuş meyvesi çatırdayarak dalından ayrılıp hızla yere düşüyor.
“Anne”, diye coşkuyla el sallıyor oğlum karşı kuleden. Dönüp bakıyorum, sesi nasıl da neşeli. Seke seke basamakları bir iniyor bir çıkıyor. Ankara-İstanbul, yol boyu dinlettiği Yüzüklerin Efendisi CD’leri… Her bir bölümünde filmin sahnelerini yaşar gibi, nerde ne olup bittiğini anlatıyor. Üstüne üstlük TV’de son bölümün; Kralın Dönüşü’nün, bilmem kaçıncı kez, bir gece önce, otelde mecburi izlenimi. Kalenin surlarında, seğirdim yolunda, merdivenlerinde, burçlarında zıp zıp zıplarken neler hayal ediyor acaba? Muhtemelen hayallerini süsleyen J.R. Tolkien’in kötülere karşı savaşmak ve karanlık güçlerden dünyayı kurtarmak üzere Orta Dünya’dan Mordor’a, Hüküm Dağına ulaşmaya çalışan masal kahramanlarını.
Kulenin taş duvarlarını okşarken Fatih Sultanla, Saruca, Zağnos ve Halil Paşalarla selamlaştığımı hayal ediyorum, dünyanın en büyük kale burçlarına sahip bu görkemli Hisarın nasıl dört ay gibi kısa bir zamanda tamamlandığını düşünüyorum. Arı kovanları gibi olmalı dört bir yan, tuğla taşıyan, taş döşeyen, harç karıştıran, oraya buraya koşuşturan binlerce insan. Merdiven basamaklarında arada bir görülen oymalı beyaz mermer taşlar, muhtemelen civarda bulunan Bizans manastırından ya da kale kalıntılarından alınmış olmalı. Karadeniz Ereğlisi ve İznik’ten getirildiği belirtilen keresteler, taşlar nasıl taşındı acaba? Ya kalenin içinde sergilenen dökme pirinç toplar ve her biri yüzlerce kilo ağırlığında top gülleler, kalenin surlarına, yüksek burçlarına o daracık merdivenlerden nasıl çıkarıldı ki? Bu azim, bu inanç, bu sabır ve çalışkanlık… Kulle-i Cedide, Yenice Hisarı ve Boğazkesen Hisarı, bugün ki adına Rumeli Hisarı olarak kavuşmuş sonunda. Kaç deprem, kaç yangın ve bakımsızlığın sonunda viraneye dönüşmüş Hisar. Ve nihayet yarım yüz yıl önce başlayan yenileme çalışmalarıyla eski görkemine kavuşmuş. Onu 554 yıl önce, büyük güçlüklerle inşa edenlere bundan daha değerli ne verilebilirdi ki? Gerçi eski gravürlerde olduğu gibi, kulelerin üstlerini örten kurşun kaplı sivri ahşap külahlar, yenileme sırasında nedendir bilinmez yerine konmamış ama bu haliyle de son derece etkileyici güzelliği ve azametiyle Boğazdakilerin nefesini kesmeye devam ediyor. Kalede müze yok, ah keşke olsaydı… Kalede hatıra eşya ve tarihini anlatan kitaplar satan küçük bir dükkân yok ve keşke olsaydı. Kalenin kendine ait otopark yeri de yok ve keşke olsaydı… Ama lavabosu ve tuvaleti var, her yer bakımlı ve tertemiz, saf saf açmış ateş çiçekleri, insanın aklını başından alacak alımlı kızıllıklarıyla, ziyaretçilere her dilde hoş geldiniz demesini neyse ki gayet iyi biliyor. Hisar’ın denize açılan kapısından çıkarken gözlerimiz yanıyor ışıl ışıl. Aynı anda, “Rüya gibiydi her şey” diyoruz. Hafiften serin bir rüzgâr esiyor denizden. Oğlum arabaya binerken gökyüzünde asılı duran, kuyruğu ebemkuşağı renginde, telli duvaklı bir uçurtmayı işaret ediyor.
Gerçek olduğunu biliyordum…
El sallıyorum şeytan uçurtmasına, “çok komiksin” diyor oğlum.
Eğilerek selam veriyor o da, gülümseyerek göz kırpıyorum…
.
Edited by - Yankee SAT on 12/1/2006 10:39:03 AM
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
Su gibi akıp geçiyor zaman, bir şeyler yapmalıyım, ama ne?
Temizlik, zorunlu alışveriş, ziyaretler ve hay huyla geçen yoğun bir Cumartesi ve işte nihayet hafta başından itibaren iple çektiğim Pazar günü…
Bugün Pazar!.. Özgürlük günü!.. İstediğim her şeyi yapabilirim; yataktan geç kalkabilirim, TV’nin önünde bağdaş kurup, Pazar sohbetleri eşliğinde, kahvaltımı enine boyuna uzatabilirim, istediğim kitabı didikleyebilirim, ilanlarına kadar gazeteleri tarayıp bulmaca eklerinde tek kare boşluk bırakmayabilirim, o site bu site İnternette gezinebilirim, elimde Ankara kültür-sanat rehberi; sinemaya gidebilirim, sergi, fuar dolaşabilirim, ya da bir alışveriş merkezine dalıp mağaza mağaza gezip ne var ne yok her şeye dokunabilirim.
Oysa ben pazarlardan nefret ediyorum!.. Bütün hafta bugünü sabırsızca bekledikten sonra, hiçbir şey yapmadan, tembel tembel oturup bir an önce geçip gitmesini bekliyorum.
Elimde uzaktan kumanda neredeyse yarım saat oldu kanal kanal dolanıyorum, kanalların hepsi bugün susuz ve de aralarında sözleşmiş gibi neredeyse hepsi, özel hayatlarının en ince detaylarına kadar öğrendiğimiz maymunların –maymun dediysem belirtmem gerek, birinde goriller, diğerinde orangutanlar var- yaşamını anlatıyor, mesela kuyruksuz olan şu ikisi; ağacın üzerindeki sevimli şempanzeler, yarım saat önce de birbirlerinin pirelerini ayıklıyorlardı, şimdi de. Bu işi sırayla yapıyorlar. Bak şimdi bir tane yakaladılar bile, hüp ağza.
Gürültü başladı, alt komşudaki tadilat ikinci ayını tamamladı ve sonunda olan oldu, işler karakışa sarktı. Ev sahipleri, gündüz ki çalışmayı akşam gelip denetlemenin dışında eve uğramıyorlar. Bitişik apartmanda annelerinde kalıyorlar. Yani gürültüden bihaber. Öyle böyle değil, büyük bir tadilata girişildi, banyo mutfak dahil evin zemin ve duvar kaplamalarının hepsi, bizim de beyinlerimizle birlikte, iki aydır tek tek söküldü. Ustalar Pazar günü dahil çalışıyor. Pek bir hoş görülüyümdür ama bendenizde sabır falan kalmadı, sıkılı dişlerim, döküldü dökülecek. –Bir an önce AB’ye girelim istiyorum.- Geçen kışta, üst kattaki komşum da vardı benzer bir çalışma; büyük banyoya jakuzi yerleştirildi, küçük depo da saunaya dönüştürüldü, tabi tüm zemin ve duvardaki fayanslar alttaki sıvalarıyla birlikte kazınarak. Bir önceki yaz ise en üsteki komşum terasın zeminini altmış santimlik seramiklerle kapladı, eskiler on beşlikmiş. “Eve işçiler girmişken” dedi Sermin Hanım, “dolapları da değiştirelim istedik, bir kerede çıksın.” Anlayacağınız bu işler bitecek gibi görünmüyor. Ev elli yıllık falan olsa anlayacağım ki her şey eskidi, üstelik yeni malzemeler de pek cazip, ama binanın henüz on senesi doldu dolmadı.
Nihayet, beklediğim program başladı. Bahçe düzenlemesiyle ilgili bir yarışma programı. Aşağıdaki gürültüden bir şey anlaşılmıyor, sesini biraz yükseltelim bakalım. Hımm şimdi daha iyi. Sunucu bitkilerle ilgili sorular soruyor. Yarışmacı bilirse ki genellikle sorular kolay, karşılığında insanın yüzüne dostça gülen, birbirinden canlı ve güzel çiçekler ve ağaç fideleri hop yarışmacının arka bahçesine taşınıyor; arka bahçede ise öyle bir faaliyet var ki; arı gibi çalışıyorlar, biri bakımı ve türleri hakkında bilgiler vererek çiçekleri dikiyor, biri toprak seriyor, sererken çiçeğe uygun toprağın içerdiği özellikleri anlatıyor, bir diğeri küçük bir oturma yeri yapmakla meşgul ve bahçenin köşesindeki küçük havuz da unutulmuyor.
Telefonum münasebetsiz bir şekilde çalıyor. Evde kimse yok, ben bakmak zorundayım, umarım yanlış numaradır. Telefondaki, arkadaşım “Çabuk TRT 2’yi aç”, diyor. Andrea Bocelli’nin konseri varmış. Tamam diyip hemen kapatıyorum. Ama Bocelli’nin istediğim zaman açıp dinleyebileceğim CD’leri var. Saatlerdir beklediğim programsa BBC Prime’da akıp gidiyor.
Alt kattaki gürültünün şekli değişti. Şimdi delgi makinesi çalışıyor. Vınnn… TV’nin sesini iyice yükseltiyorum, nerdeyse ekranın bir karış önündeyim. Havuzun çevresine hazır çim serdiler ve etrafına kısa- orta- uzun boylarda, biri diğerini tamamlayan, yaprakları yeşil, sarı, koyu kızıl renkli bitkiler yerleştirdiler. Tam bir renk şöleni. Havuzun ortasına ise henüz çiçek açmamış halleriyle bile insanın içini aydınlatan nilüferler dizildi. Etrafında düzenlemeler yapılırken havuzdaki su çamur oldu ama onun da çaresi var, askıdaki toprak partikülleriyle beslenen otsu su altı bitkileri havuzun içine serpiştirildi. Küçük bir kameriye de getirilip bahçenin bir kenarına konuldu. Yerler, hazır çimle kaplandı, üzerinden birkaç kez silindirle geçildi, alttaki toprağa iyice yedirildi. Karo taşları ile yürüme yolları yapıldı ve bahçenin bakımsız halinden eser kalmadı. Yarışmacı bayan; bahçenin sahibi yeni haliyle bahçesini görünce, gözlerine inanamadı, koca bir çığlık attı.
Salonumun her köşesi düzinelerle çiçek dolu; en son aldığım tepesinde kızaran yapraklarıyla Atatürk çiçeği bana gülümsüyor, katmerli mor, pembe, lacivert ve kenarları eflatunlu beyaz Afrika menekşeleriminse keyfine diyecek yok; cıvıl cıvıllar, kauçukla difenbahyanın dalları tavana değdi değecek, diğer köşedeki favorim benjaminle yarışıyorlar. Palmiyemsi yuka, krotonun hemen arkasında; hepsi neşeli ama hiç biri bahçenin tadını vermiyor.
Evimin arkasında küçük bir bahçe istiyorum…
Arka bahçeli ev istiyorum…
Oysa dört duvarla çevrili yaşadığım yerler; evim ve de işyerim. Gönüllü tutsaklıklarım. Her iki mekanda görebildiğim yalnızca bir avuç gökyüzü, o da pencereden başımı uzatıp dışarı baktığımda. “Bir Avuç Gökyüzü”. –Kim bilir belki de Çetin Altan’ı işte bu yüzden seviyorum.-
Ve bu yüzden bu şehirde yaşamaya, yaşamak zorunda olmaya dayanamıyorum. Size de olur mu bilmem ama sık sık alıp başımı uzaklara gitmek isterim. Ormanın içinde, büyük bir gölün kıyısındaki o muhteşem eve. “Altın Göl” filmini izleyenler bilir, hani başrollerini Henry Fonda ve Katherine Hepburn’un paylaştığı; ömürlerinin sonbaharını yaşayan yaşlı karı kocanın her yaz gittikleri göl kıyısındaki evlerinde geçirdikleri son yazı anlatan film… İşte öyle bir yere gitmek istiyorum. Ama bu ellerde benim bildiğim göl kenarındaki evler, her daim kapalı Bakanlığa ait eğitim tesisleri. Başka da görmüşlüğüm yok. Bu durumda başka bir yer bulmam gerekiyor. Mesela bir sahil kasabası… Şöyle kıyısında bir iki sandalın bağlı olduğu, sahilinde birkaç kahvenin ve lokantanın dizildiği, yaz kış yemyeşil bir ormana komşu, birbirine saygılı sakinlerinin, henüz insan olma özelliklerini yitirmediği, sessiz sakin, huzur kokan küçük bir sahil kasabası...
Program bitti, şimdi TRT 2 yi açabilirim. Konser halen devam ediyor, New York Şehri, arkada Dünya Ticaret Merkezleri; ikiz kuleler, henüz ordalar, 11 Eylül’den önce olmalı. Belki de Bocelli’nin milenyum konseri, yalnız değil, başkaları da var. Korkunç bir kalabalık; insanlar derin bir sessizlik içinde huşu ile dinliyor ve o, peş peşe şarkılarını okuyor, kalabalık ayakta, -ben de- alkışlar dakikalarca sürüyor, kamera genç bir kadını yakalamış, onun da gözlerinde yaşlar; sicim gibi. Ünlü tenor, sahneye tekrar yardımla getiriliyor. Bocelli, gözleriyle değil kalbiyle görenlerden ve işte bu yüzden, o yumuşak, sıcacık güzel ses, bu kış günü ruhumu ısıtıyor.
Konser bitti, gürültü yeniden başladı…
Alıp başımı gitmeliyim, ama nereye? Uzun bir süredir, emekli olduğumda, nerede yaşarsam mutlu olurum diye düşünüyorum. Hayallerime uygun bir yer arıyorum. Şu sahil kasabası neresi olabilir acaba? Çetin Altan’ın Köyceğiz’i diyor içimdeki bir ses. Üstat, pancar motorundan çıkan yazılarında, öyle güzel anlatır ki kasabayı, orda olasım gelir. Ruhları bile duymamıştır ama ne çok misafirleri olmuşumdur. Meyvelerinin, aralarında ampul gibi ışıl ışıl parladığı limon ağacıyla gölgelenen, deniz kabuğuyla kaplı, virgül şeklindeki küçük havuzlu bahçelerinde oturup, demli çayın yanında sahanda sucuklu yumurtalarına ortak olmuşluğum çoktur. Ve bilmezler neden sahandaki sucuklar hep öyle bereketsizdir.
Aslında Köyceğiz yabancı bir yer değil bana. Çok uzun yıllar önce mesleğimin ilk çaylaklık döneminde Dalyan Deltasının ve İztuzu Gölü’nün batimetresini çıkarmıştık. Yani gölün tabanının topografyasını. Hangi mevsimde neresi sığdır, neresi derindir, karış karış bilirim. Tekneler, o zamanlar mevsimsel gelgitler ve tabandaki sediment hareketleri nedeniyle tıkanan Dalyan ağzından İztuzu Gölü’ne giriş-çıkış yapamazlardı. Daha sonra neler yapıldı bilmiyorum.
Gölün tabanını gayet iyi bilirim ama ne narenciye bahçelerinin ne lüle lüle açmış bembeyaz sümbüllerin kokusunu, ne koyun sürülerinin ne de arsa boşluklarında otlayan ineklerin çan sesini duymuşluğum vardır. Ne yeşilimsi radyom gözlü simsiyah ve de vefalı Otello’yu okşamanın avuçlarımda kalan yumuşaklığını bilirim, ne uzun yeşil kuyruklu, sarımtırak gagalı sevimliliğiyle benim Maviş’i anımsatan yumucuk “Fıstık”ı, ne de kocaman beyaz kanatlarının uçları siyah, gözlerinin kıyıları hafif sürmeli, uzun pembemsi bacaklı leylekleri yakından görmüşlüğüm vardır, ne de güveçte pastırmalı kuru fasulye tatmışlığım. Ama Ustanın anlattıkları kazınmıştır bir kez aklıma.
***“Bir anda İstanbul’un dağdağasından sıyrılıp, kapağı yine Köyceğiz’e attık…
Köyceğiz, kendi doğal ahengi içinde, kendi aleminde yaşıyordu.
Koyu keskin bir yeşilin, küçük sık yapraklarıyla sıralanan; bodur portakal, limon, mandalina ağaçlarının içinden, şıldır şıldır bakan sapsarı portakallar, limonlar, mandalinalar…
Ve görünmez bir ressamın, değişik tonlarda kırmızımtırak bir karışımla sararttığı upuzun günlük ağaçlarıyla, görkemli çınarlar, şelale şelale yerlere doğru akan salkım söğütleri…
“Lekesiz, saf, iyi bir yüz” gibi Köyceğiz Gölü; Gölü ve Köyceğiz’i çevreleyen büyük profilli ve geniş alınlı dağlar…
Köyceğiz’in ünlü Pazarları, Pazartesileri… Pazaryeri tezgahlarında, sıram sıram domatesler, biberler, lahanalar, patatesler…
Tezgahların arkasında çevre köylerden gelme, genci yaşlısıyla, erkekli kadınlı köylüler…
Kimileri, bir avuçluk bahçesinin ürünlerini sunuyor tezgahlarda…
Bayıldığım insanlar, hele hele o köylü kadınları; bazıları şişmanca, bazıları yaşlı mı yaşlı…Ç.A.”***
Dışarıda, pencerenin önünde bir şeyler uçuşuyor. Kar mı yağıyor ne? Yok yok, bu bir kilimden dökülen tozlar, sesi de geldi işte, pat, pat. Üst kattaki komşum çok titizdir. Elektrik süpürgesine güvenmez, gece-gündüz, mutlaka bir şeyler çırpar, hani tek bir pencereden olsa razıyım.
Alt kattaki gürültü dayanılmaz oldu, tak taklar artık kesintisiz.
Arka Bahçeli bir ev istiyorum…
Neden sincapların yanımıza kadar gelerek yemeğimize ortak olduğu devasa bir Hyde Parkımız yok bizim ve neden kuş seslerini dinleyebileceğimiz, görmüş geçirmiş yaşlı ağaçların bilge fısıltılarına kulak kabartacağımız, geyiklerin dolaştığı –kedi ve güvercinler de olur- Central Parkımız. Dört milyonu aşkın, ince cüzdanlı memur nüfus için tek yapılan şey ha bire ultra lüks alış veriş merkezleri…
***“Güneş battıktan sonra, çam ormanları arasındaki tepelerden Köyceğiz’e inerken; Köyceğiz Gölü de, sakin, sessiz, kimsesiz bir mavilikte…
Yahya Kemal’in mısraları dökülüyor ağzımdan:
Bir hayale dalınır zevk alınır;
Belki hala o besteler çalınır,
Gemiler geçmeyen bir ummanda…Ç.A.”***
Kim bilir Üstat, kime ne dokunduruyordu yukarıdaki üç dizeyle. Aman bana ne canım. Biz onun gözüyle Köyceğiz’i gezmeye devam edelim …
***“Köyceğiz pastorali, çocukluğumun Göztepe’si, Erenköy’ü, Ümraniye’si görünümünde…
Günlük ağaçları, kavaklar, okaliptüsler, uzayıp giden tenha yollar, akşama doğru ortaya çıkan koyun sürüleri, yer yer otlayan beyazlı kahverengili inekler.. Hele hele evlerden, bahçe kapılarından; yerlere kadar inen koyu kırmızıyla hafif eflatun karışımı o canım begonviller, bembeyaz yaseminler…”***
Çetin Altan’ın betimlemeleri bu denli güzel devam ederse Köyceğiz de o sevimsiz apartmanlar silsilesinden nasibini alacak gibi görünüyor.
***“Gök masmavi…Bir avuçluk bahçedeki tek portakal ağacı, gövdesinin sıskalığına aldırmadan, top top sivri yeşil yaprakları arasında bıcır bıcır beyaz çiçeklerle donanmış…
Vızıltılı bir uğurböceği, çiçeklerin birinden kalkıp ötekine konuyor…
Menekşelere karşı, neşeli bir hayranlıkla gülümsemeli sevecenliğim hiç aşınmadı. Sarılar çoğunlukta bu Nisan. Üç beş tane, ortası mor, süslemeli; cilveli mi cilveli beyaz menekşe… Birkaç tane de, ortası minicik sarı noktalı tümden mor olanlar var aralarında…
Bahçedeki menekşeler, kendi mutluluklarında… Siz benim, mıncırıklarım, bücürlerim, her yıl hayran olmaktan bıkıp usanmadığım şekerlerim misiniz?
Köyceğiz’de, yeryüzündeki tüm orkestraların bin bir musikisi, yeşile dönüşmüş gibi… Kavaklar, salkım söğütler, okaliptüsler, günlükler, çınarlar ve çamlar.. Artık hepsi değişik tonlarda yemyeşil…
Evin biraz ötesindeki arsa boşluğunda, beyazlı siyahlı iri memeli bir inek, ayakta siyah anlamsız bakışlarla beni süzüyor…
Selam verdim ineğe:
-Mööö…
İnek işte, ne olacak cevap vermedi selama…
Onun da az ötesinde anaç beyaz bir keçi; ayakları dibinde yere yan yatmış beyaz bir oğlak…
Ve yayılıp giden yeşiller musikisine, mavileri de hatırlatan, kırışıksız Köyceğiz Gölü’yle, kavislenerek dağların tepelerini okşayan gökyüzü…Ç.A.”***
Bakmayın Ustanın böyle romantik doğa takılmalarına onu, bir de İncili Çavuşa, Nasreddin Hocaya sorun, onları kışlada-camide bulamazsanız eğer, Borazan Tevfik’e, Bekri Mustafa’ya, Bektaşi Babası’na sorun, olmadı Temel Reis’e…
Bakın “Şeytanın Gör Dediği” köşesinde ne muzır ne muzip şeyler anlatacaklar size. Benim kalemin boyu anlatmaya kısa kalır.
Her sabah gazetede ilk, bazen de tek okuduğum yazardır Çetin Altan. Bazen 20, 30 yıl önce yazdığı bir yazıyı bugün yazmış gibi okutur, ta ki yazının sonunda Einsteinvari dilini çıkarmış haliyle; 20 yıl önce yazılmış bir yazıdan ibaresini görene kadar her şey bugünkü gibidir. Herakleitos’un tersine, sanki bu ellerde hiçbir şey değişmez der gibi ellerini iki yana açmış, muzır muzır başını sallarken görür gibi olurum. Deniz rakımındaki Köyceğiz’de değil de sarp kayalıkların tepesinde bir şahin gibi yaşadığını düşünürüm. Tıpkı şahinlerinki gibi keskin gözleri, bin metre aşağıda, çalıların arasında gezinen böceği de görür, çiçeği de. Arada bir tepede uçuşlar yapar, bazen okurunu da alır kanatlarına şöyle bir havalandırır derken hiç beklemediğiniz bir anda atıverir üzerinden ve siz büyük bir hızla tepe takla çığlık çığlığa yere düşerken o tepeden keyifle hınzır hınzır güler halinize. Yada bana öyle gelir. Zordur bu diyarlarda çözmeye gücünüzün yetmeyeceği meseleleri görmek, bir de bir gazetenin köşesinde yazarsanız ve de okurlarınıza karşı sorumluluk sahibi iseniz daha da zordur.
***“Mayıs ayının sonlarında, Dalyan’dan Akdeniz kıyılarındaki 7 km.lik İztuzu Plajları’na doğru giderken, inişli çıkışlı ormanlık Gökbel yolunun hiçbir müzede rastlanmayacak muhteşem tablosunu ıskalamamakta, “ben de yaşadım” demenin şifresi saklı…Ç.A.”***
***“Yolun her iki yakasında kilometrelerce sürüp giden, hafif mor flörtlü koyu pembe, birbirine sımsıkı yapışmış bir zakkumlar düğünü, bir zakkumlar bayramı, bir zakkumlar karnavalı…Ormanlık yamaçlardan ve çamların içinden aşağılara doğru inen zakkum şelaleleri. Yolun az uzaklarında, denizle gizlice buluşan göllere doğru baş başa vermiş zakkum grupları…Ç.A.”***
Renkleri birbirleriyle flört ettirmek, kimin aklına gelir ki…
Üçüncü Dünya ülkelerine has hamaset tatavalarına, şakşakçılığa, tabu ve dogmalara, klişeleşmiş politik nutuklara, şark kurnazlıklarına, her türlü yamuk maskaralıklara kimsenin aklına gelmeyen sorular sorup onlara esprili, nükteli şekiller vermek, çaresizliği matraklığa dönüştürmektir sanki en büyük amacı. Ondan iyi ortalığı bulandırıp ondan iyi “enseyi karartmayın” diyen bulunur mu bir daha? Bu kadar politik tatavalar arasında bir de timsahların yaşamı dahil kimsenin merak etmediği şeyleri araştırıp bize de anlatmakta üstüne yoktur. Zeka, saniyede kozmosun bir ucundan diğerine mesafede hızla çalışır. Doğrusu bunun sırrı, sahandaki sucuklu yumurtada mıdır yoksa Solmaz Hanımda mı bilinmez. Yazılarındaki her cümle, günün sözü olarak çerçevelenip duvara iliştirilecek denli özlüdür.
Köyceğiz.., emekli olunca yerleşmek için benim hayallerimdeki yere tıpatıp uyuyor. Tabi o zamana kadar yabancılardan geriye bir köşe kalırsa… Ne diyor Çetin Altan, ortalık emlakçı kaynıyormuş.
Park yerinde, Sedat Beyin arabası yine çığlık çığlığa, alarmı hatırlamadığım kadar uzun bir süredir bozuk, yanından biri geçse tüyleri diken eden bir sesle karşılık veriyor. Alıştım artık, kalkıp bakmaya gerek yok. Isınmak için altına kesin bir kedi girmiştir. Alarmlar ısı ve hareket sensörlü mü imal ediliyor nedir? Caddenin sabahki sessizliğinin yerini bir araba konvoyudur aldı gitti. İnsanlar yavaş yavaş evlerinden dışarı çıkmaya başladılar, gezintiye de illa ki arabayla çıkılacak, sevmiyoruz yürümeyi. Hava soğuk; kar yağdı yağacak, şehir büyük; mesafeler uzun, eh onlarda haklı. Nerdeyse içi bunalan tüm Ankaralı yola koyuldu bile, yine caddede trafik yavaşladı, aralarında öyle sabırsızlar var ki saniye geçmeden elleri kornada. Kiminki daha uzun ve keskin ötüyor, sanki yarışma yapıyorlar.
Gürültüyü duymamak için bir şeylere yoğunlaşmalıyım.
Coğrafyacılık mı oynasam acaba?–eminim TDK’nın sözlüğünde böyle bir sözcük yok- Yatağımın karşısındaki duvarda, oğlum küçükken birlikte sık sık oynadığımız oyundan kalma devasa bir Dünya haritası var. Oyunumuzun ismini coğrafyacılık koymuştuk, oğlumun canı sıkıldığında el ele tutuşup haritanın önüne gelirdik. Önce önünde bir iki turlar sonra sırayla gözlerimizi kapar parmağımızla bir noktasına dokunur, parmağımızın denk geldiği ülke, o gece çıkacağımız yolun güzergahını belirlemiş olurdu. Yatakta, kucağımızda ansiklopedi, Atlas, Gezi ve yer yer resimleri koparılmış National Geographic dergileri ile o yer hakkında ne var ne yok her şeyi hatmetmiş olarak uykuya dalardık. Avustralya’nın güneyindeki Tasmanya adasını haritada aynı anda keşfettiğimiz de ikimizin de attığı çığlık halen kulaklarımda. -Severek izlediğimiz Tasmanya Canavarının bir ülkesi olabileceği, aklımızın ucundan bile geçmemişti o güne kadar.-
İşaret parmağımız, kazara koca okyanus üzerine denk gelse bile yolculuktan vazgeçmez, ben gemiyi, oğlum deniz altıyı tercih eder, sonunda onun isteği olur çevremizde mavi köpek balıkları dolanırken, binlerce derinlikteki batık gemilerin arasında Kaptan Nemoyla, yirmi bin fersahlık denizlerin altını keşfe çıkardık. Altı üstü üç metre karelik harita sayesinde tüm dünyayı karış karış gezdik. Norveç fiyortlarının üzerinde deniz kızı ve balıkçı kasabalarını selamlayarak uçmuşluğumuz da oldu, onlarca sıra dağlar, ormanlar, şelaleler, çağlayanlar ve bulutlarla kaplı Dünyanın karlı çatısı Nepal’e tırmanmışlığımız da.
Hayallerin yok ki bir sınırı…
Sokakta biri ara vermeden kornaya basıyor. Neler oluyor? Üst kattaki komşum, Sermin Hanım –temizliği bitirmiş!- ve çocuklar ailece arabadalar, park girişinin önü koca bir kamyonla tıkanmış, bir yere kıpırdayamıyorlar. Bitişik apartmanın çatısında tamirat var, Pazar günü demeden çalışıyorlar, eskimiş izolasyon malzemeleri, dördüncü kattan aşağıya fırlatılıyor, sokağa düşene kadar havada parçalanıyor, kamyon da çatıya malzeme getirmiş, zincir gibi araba dizili kaldırımda bir karış yer yok, o da gelmiş bizim otoparkın girişine park etmiş. Neyse mesele kavgasız halloldu, gelip çektiler.
Bir de tarihçilik oyunumuz vardır. Gerçi bu oyunu oğluma şimdilik sevdiremedim. Gelelim nasıl oynandığına, bu iş için Dünya, Türk, Osmanlı yada Cumhuriyet tarihi gibi herhangi bir tarih kitabından yararlanabilirsiniz. Ben babamın kitaplığından aşırdığım kitaplarla idare ediyorum. Dört ciltlik “İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi”, İsmail Hami Danişmend’in 47 baskısı, 1258- 1924 yıllarını kapsıyor ve üç ciltlik “Nutuk”, Kemal Atatürk’ün, 67 yılı baskısı 1919 ila 1927 yıllarını içeriyor. -Türkçeleri biraz çetrefilli ama o dönemler arı Türkçe modası ile yazmaya çalışanlardan daha anlaşılır.- Ciltlerden rast gele birini elinize alıp, içinizden iki sayı tutuyorsunuz; ilki sayfa numarasını belirliyor, ikinci sayı ise paragraf sırasını, -ikinci sayıyı ondan küçük seçin, paragraf sayısı az olabiliyor.- Sayılara tekabül eden paragrafın konusu o gecenin, bazen haftanın bazen de aylarınızın konusu oluyor artık. Ben bu oyunu tıpkı coğrafyacılık gibi gece yatmadan önce oynamanızı öneririm. Sabaha karşı rüyalarınız da renkleniyor. Ayrıca, her iki oyun da gecenin sessizliği içinde konsantrasyon gerektiriyor. Bu oyunlar sırasında tarihin karanlık tozlu yollarında kaybolup çıkmaz sokaklara girmişliğim, merak ettiğim konuları hiçbir yerde bulamayıp, hayal kırıklığına kapılmışlığım çok olmuştur. Bir ara eski belgeleri incelemek için Osmanlıca bilmediğime üzülmüştüm. Kim bilir neler vardı çevrilmeyi bekleyen. Ama neye yarardı ki, hepsi devlet arşivi, nasıl olsa ulaşılmayacak kadar uzaktılar; ya özel izin gerekiyordu yada üzerlerinde Da Vinci’nin şifresi gibi koca bir kaşe vardı; “GİZLİDİR”. -Elin oğlu bilirdi ama bize yasak.-
-Hani diyorum, Topkapı Sarayının gizli depolarından birinde unutulmuş el yazmalı bir günlük bulunsa, mesela el yazmasıyla Abdülhamit’in günlüğü. Çocukluğundan ölümüne kadar tuttuğu bir günlük, ne güzel olurdu. Eğer böyle bir şey varsa, bulsa bulsa İlber Ortaylı bulur yada hiç kimse. Günlüklerden tarih okumak ne zevkli olurdu oysa.-
Bu oyunda en uzun zamanımı alan konu, tarihe Sarıkamış Destanı olarak geçen 1914 yılının Kafkas Cephesi savaşları olmuştu. Belki büyük dedemin Allahüekber Dağlarında şehit olması da buna bir nedendi. Çocukken büyüklerimden dinlediklerimle birleşince, konu daha da ilgimi çekmişti. O gece İnternetteki sörf de yeterli gelmeyince, ertesi gün soluğu kitapçılarda almıştım. Sonunda bulduğum iki kitabı –Köprülülü Şerif İlden ile Alptekin Müderrioğlu’nun- aylarca ağlayarak okudum. Sıcak yatağımdan çıkıp zemheri kışın ortası, çarığın içindeki morarmış ayaklarımız ve belimizdeki kurşun yüklü palaskanın ağırlığıyla iki büklüm karlara bata çıka büyük dedemle aynı safta geceler boyu yürüdüm.
Savaşın 90. yıl dönümünde, at üstünde donarak ölen şehitlerimizi hatırlayan birileri çıktı nihayet. Yıllardır, Avustralya’dan, Yeni Zelanda’dan Gelibolu’ya gelip dedelerinin yasını tutanları; Oberjinleri, Anzakları, gördükçe vefasızlığımızın boyutundan hep ürküntü duymuşumdur. En son Sami Önal’ın “Sarıkamış’tan Esarete” isimli kitabı yayınlandı, Sibirya’da tutsak edilen Tuğgeneral Ziya Yergök’ün anılarından oluşan acı dolu bir kitap.
Ne çabuk karardı hava. İşçiler gitmiş olmalı, sesler kesildi.
Neyse ki yarın Pazartesi, kendimi masamın üzerindeki işlere vereceğim. Resmi yazılar, uzayıp giden ajanda listesi. Ne yazık ki mutat işyeri gürültüsü orda da tıpkı bugün gibi devam eder. Sabah, hizmetliler de benimle birlikte odaya girer. Önce elektrikli süpürgeler çalıştırılır, arkasından kara kara mozaikler homurtulu parlatma makineleriyle cilalanır. -yine de kara kara görünmeye devam ederler.- Tam işe adapte olmuşken, sifon sesleri başlar ve mesai bitene kadar bu ses hiç kesilmez. –Sebebi, “günde iki litre su için” sloganıdır.- Sifon seslerine arka planda bozuk musluk sesleri vokal yapar. Bu arada telefonlar çalmaya başlamıştır, zır zır zır ve sonra bir konuşmadır başlar, dır dır dır. Koridorun bir ucundaki Sema hanımın sesi diğer ucundan duyulur, kahkahası masamın üzerindeki çay bardağımı titretir. Ara ara fotokopi makinesinin gürültüsü yazıcının sesine karışır. Bu arada koyu renk takımlı büyük adamlar sık sık bir araya gelir ve önemli konularda toplantılar yapılır. Ve bu önemli konular hiç bitmez, büyük sözler söylenir ve büyük kararlar ajandalara not alınır. Dosyalar açılır, dosyalar kapanır. Çaylar gelir, içinde çoktan erimiş şekerler yine de büyük bir gürültüyle karıştırılır. Her şey büyük bir gürültüyle gerçekleşir. Cep telefonları çalar, koridorlar sanki uzayla konuşuluyor gibi avaz avaz bağırarak gezinenlerle dolar. Toplantı odasında koyu renk giysiler içerisinde kendimi de görürüm. Bunaldığım, işte o anda, hayallerimdeki o sahil kasabasına sığınırım. Evimin hemen arkasında yaşlı çınarların, meşelerin ve çam ağaçlarının kapladığı ormanın gölgesi, dalların fısıltılarıyla birlikte arka bahçeme düşer. Bahçeye diktiğim renk renk pıtrak vermiş sardunyalarımı sularken görürüm kendimi. Neşelenirim birden, içimden şarkı söylemek gelir. Gülümsememek için kendimi zor tutarım. Ama belli ki yine geç kalmışımdır. Karşımda oturan koyu renk giysili adam benim ona gülümsediğim gibi o da bana tatlı tatlı gülümsemektedir...
Arka bahçeli bir işyeri istiyorum!..
Pencereyi açıp biraz temiz hava alayım, uyuşukluğumu geçirir belki. Dışarıda asılı kömür tozları geziniyor sanki, doğal gaz kullanmamıza rağmen hava kirli, 70’li, 80’li yıllara döndü Ankara, nefes alınmıyor. Kimsenin bir şey yaptığı yok, bari rüzgar çıksa. Neden TV’ler hava durumunu söylerken kirlilik seviyesini de söylemezler. Sıcak veya soğuk olmasından çok daha önemli değil midir? “Solunum problemi olan hastalar, bebek ve yaşlılar bugün dışarı çıkmasın, havada kükürt dioksit şu oranda olacak” diye uyarsalar mesela. Bu konularda Çevre Bakanlığının halkı bilgilendirme zorunluluğu yok mudur, yönetmelikleri yalnızca sanayi bacalarının kontrolüyle mi sınırlıdır? Yoksa bu kadarcık kirlilik bize dokunmaz diye mi düşünürler?
Koca gün geçti, hiçbir şey yapamadım. Biraz kitap okusam bari. Yerdeki büyük sepet, içi ayraçlı onlarca kitapla dolu. Bazıları ateş topu gibi, korkudan yaklaşamıyorum. Ne zaman uzansam elimi yakıyorlar. Bazıları da ikinci kez okunmak üzere ordalar. Şu anda zevkle okuduğum kitap ise lise yıllarında terk ettiğim Türk edebiyatını yeniden keşfetmeme neden olan Selim İleri’nin, “Kafes” isimli romanı; ikinci kez yayınlanmış. Türk edebiyatına gönül vermiş bu yazarımızı geç tanıdım, açığı kapatmaya çalışıyorum. TV sağ olsun arada böyle güzel işlere de yarıyor. “Edebiyat Yarım Küre”den sonra şimdi yine TRT 2’de, “Edebiyat Mekan”ı sunuyor, program Pazartesi akşamları, saat sekiz gibi başlıyor; çok değil yarım saatlik kısa bir mola, insanı gerçekten hem dinlendiriyor hem de bilgilendiriyor. Bu program ile edebiyat, göze de hitap eden bir görselliğe bürünüyor. Görüntüler, cımbızla tutulup çekilmiş gibi, her biri fotoğraf ödülü alabilecek kalitede, ve eşliğinde keyifli bir sohbet.
Şu anda canım bir şey yapmak istemiyor ama size bir başka oyundan daha bahsetmek isterim, kim bilir belki bu Pazar sizin işinize yarayabilir. Okumakta olduğunuz şu kitap; biliyorum çok heyecanlı ve de akıcı, tamam önce bitirin ama bitirdikten sonra hemen rafa kaldırmayın. Varsayın öğrencisiniz ve elinizdeki kitap sizin dönem ödeviniz. - Sizin de öğrencilik yıllarınız diferansiyel denklemler, türev ve entegraller içinde geçtiyse bu varsayım biraz zor ama ben deneyin derim.- Yanınıza not alabileceğiniz kalem ve kağıt alın. Sonra kitap da neleri beğendiğinizi, yazarın sık sık kullandığı objeleri, güzel sözleri, ilk defa duyduğunuz tanımlamaları, yazarın bilerek yada farkında olmadan oraya buraya serpiştirdiği simgeleri, motifleri bulmaya çalışın yada okurken aklınızda kalanları not edin. Sonra da onları arkadaşlarınızla paylaşın. -Okuduğunuz kitabı onların da okuması için kitap alışverişleri yapın, bu konuda asla bencil olmayın.- Sonunda yine siz karlı çıkacaksınız, çünkü arkadaşınızın not aldığı şeyler, sizin okurken belki de hiç fark etmediğiniz şeyler olacak. Çoğumuz kitapları konusu için okuruz ama satırlar arasında keşfedilmeyi bekleyen ne çok hazine gizlidir. Ve onları bulabilmek bazen kitabın konusundan daha zevkli olabilir.
Anna Karenina’yı son baskısından bir kez daha okumak istedim geçen yıl. Tolstoy’un o dönem içinde ne kadar sosyal ve spor etkinlikleri varsa olayların kurgusunu onların çevresinde ördüğünü fark ettim. Levin’in Kiti’yle elele yaptıkları buz pateni, Petersburg’daki opera konserleri, geleneksel valsların yapıldığı Moskova baloları, Anna ile Vronski’nin birlikte gittikleri ilk ve son tiyatro gösterisi, bale gösterileri, gümüş semaverli, saydam porselen çay takımları eşliğinde dedikodulu çay partileri, Vronski’nin de katıldığı uzun uzun anlatılan at yarışı bölümleri, Levin’in dostlarıyla çıktığı çulluk avıyla ilgili uzunca anlatımlar, Vronski’nin sorunlarını unutmak için İtalya’da sığındığı portre ve resim çalışmaları… İlk okuduğumda zavallı Karenina’nın gözyaşlarına, oğlu ve iki yüzlü katı kurallı bir toplumda aşkı için verdiği savaşa ve hak etmediği hazin sonuna takılmıştım. Bu kez beni etkileyen karakter iyi yürekli Levin’di. Gönlü daha yakışıklı Vronski’de olan güzel Kiti’yi unutma yolunda verdiği çabalardan biriydi, çiftliğinde düşüncelere dalarak aralıksız çalışmak. Doğanın içinde renk renk giysili köylü kadınların, neşeyle hep birlikte türkü söyleyerek ot biçtiklerini anlatan bölümler öyle etkileyiciydi ki, esen rüzgarlar, ara ara ezgileri kulağıma kadar getirir gibi oldu. –Sahi hasat zamanı bizim çiftçimiz neden böyle hep birlikte neşeyle türkü söylemez?-
Ve bir Pazar daha geçti… Hiçbir şey yapamadan…
Hayat dediğimiz şey hani o güzel söz gibi; güzel şeyleri beklerken arada geçen zaman galiba.
Buzdolabı- TV- bilgisayar üçgeni arasında, okaliptüs ağacındaki gri tüylü koalalar gibiyim bugün. Umarım anlattığım oyunlar hiç olmazsa bu Pazar sizin işinize yarar. Sabrınızı tüketecek kadar uzun bir yazı oldu. Bugün bu kaleme söz geçiremiyorum. Başına buyruk oldu, alıp başını uzaklara gidiyor. Ardına düşmezsem de küsüyor. Ama biliyorum her şey Pazarın suçu, bir de arka bahçeli evimin olmamasının…
Her Pazar Sevgiyle Kalın.
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
Konu delta oscar tarafından (31.05.07 Saat 06:32 ) değiştirilmiştir.
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
Eylül geldi,
Kim ne derse desin, şairler ne yazarsa yazsın tarifine hacet olmayan, maskesiz özentisiz hilesiz eylül geldi. Silkinin ey insanlar hüzünlenmenin değil yüzleşmenin, geçip giden hayatı, bir kefeye koyamadığın yüreği yorumlamanın vakti geldi. Telafisi mümkün olmayan, buruşuk bir kağıt gibi yırtıp attığın, zuhûruna asla ihtimal vermediğin vakit geldi.
Al yüreğini eline sorgula, bir akşamüstü geçtin mi arka sokaklardan, kaldırımlardan fışkıran fukara çocukların saçlarını okşadın mı? İhtiyar bir ninenin hatırını sordun mu? Genç kızın melankolik,hummalı ve eskimiş gözlerini bıçkın delikanlının tükenmişliğini, terkedilmişliğini gördün mü? Hayatı bir sanrıdan ayıran sükûnetin kırık dökük pencerelere, hırpalanmış ve örselenmiş yüreklere sindiğini serpildiğini hissedebildin mi?
Perçemlerini, hayallerini, fıtratını, ve oluş sırrını çağdaş tanımlara, sinsi ve şeytani tebessümlere sunan adsız ve hep sanık durumunda bırakılan genç kızlara, istikbâlinden bile sürgün edilen, solmuş pörsümüş, hayalleri talan ruhu iğdiş edilmiş, şâşaalı ve tantanalı dünyalardan kovulmuş delikanlılara yüreğini açabildin mi, başını koyup dizlerine ağlayabildin mi?
Binbir çeşit bilumum mağazaların hızla arttığı, envai çeşit metanın “ al, al “ hilesiyle camekânlara sürüldüğü “ al – tüket ” diye bas bas beynine üfürüldüğü, hınzır ve sömürgen bir keşmekeşin içinde sızlayan yanının farkına varıp “eyvah!“ diyebildin mi?
Bütün bedenini istila etmiş, ruhunu bakımsızlaştırmış bir parya muamelesini müstehak saymış sloganlardan, ideolojilerden ve şehirleşmiş münasebetlerden tiksinip bütün geçmişini kusarcasına “heyhat” diyebildin mi?
Karangu gecelerde başını ellerinin arasına alıp sana vadedilen yaşam ve ölüm hususunda sesin titremeden, sararıp solmadan, korkmadan “nereye kadar” deyip nefsinle cebelleştin mi?
En güzel yerindeyken hayatın,bu sürüp giden hengâmeden başını kaldırıp aynalara koştun mu hiç?...
Eylül geldi, hüznün değil yüzleşmenin ...
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
Sen yoksun’’Yankee SAT’’! Bu sararmış defter sayfalarında şiirin yasını kaç yürek tutar ? Bu dinmeyen sızı, kelimelerdeki ıssızlık, dildeki yara, yürekteki hengâme şimdi bilmem hangi şaire sermaye olur ? Dar zamanların yetim güvercini, pervazlara konmayan güvercini, şimdi acep bu hınzır ve öksürüklü, arsız ve tasasız kurtlar sofrasında ne belâ hallara düçâr. Bu bağı kurutan yağmursuzluk, bahtına düşen yıldırım, ne yaman oyunlarda körebe, ne şirret nefislerde dilber ..
Kalemlerinden’’Yankee SAT’’damlar, üç buçuk tebessüme şiir. baksan gözlerine kesililiverecek gibidir nefesleri, üflesen yıkılıverecek fildişi kuleleri, çırılçıplak, elsiz ayaksız, kimsesiz kalıvereceklerdir. Ne hayatı sallayacak ruhları, ne kalbleri eritecek gönülleri vardır. Buz gibi renksiz kokusuz ve tatsız. Öyle hayındır ki kalemleri kaybolur gider sayfalar, iğreti ve ürkek bir adları kalır. Parsel parsel işgal de etseler, envai çeşit oyuncaklarla hücum da etseler pâk zihinlere foyaları ortaya çıkacaktır elbet. Tükenince kardan ve hardan semayeleri, yoldan olunca yoldaşları bir mum gibi eriyiverecektir haneleri.
Aldırma ’’Yankee SAT’’, bu tufan gelir gecer, sen sıkı tut kalemini, seyreyle ...
Edited by - Yankee SAT on 12/1/2006 1:25:06 PM
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
geçip gidiyor ömür dediğin şey, Yankee SAT. .
Yoksul omuzlarına yorgun kuşlar, ağaran saçlarına hırçın sonbahar tünüyor. Penceresine kör, sağır ve dilsiz yıllar, arsız ve hoyrat hatıralar vuruyor. Sokakları tenha, kaldırımları yabancı, hanesi ışıksız, çocukları sevinçsiz. Güneş pervazlara yitip giden günlerin, sönüp biten aşkların, akşam sarısı kederlerin, yağmurlu ve sabıkalı sokakların, sevgiliye adanan bakışların küllenen hatırasını nakşederken, en derin hüzünlerin en mazlum sinelere çekildiği, en melül yüreklerin en mahzun saatlere sığındığı zaman ve mekan. İnsanı iliklerine ve hücrelerine kadar sığlaştıran bir tebessüm bırakıyor yaşam. Kırılgan ve nazenin yüreğini, dünyayı sığdırdığı gözlerini, uykularına dar gelen düşlerini saklıyor çocuk. Gazozsuz, resimsiz, adsız ana ve babasız bayram anıları, Yankee SAT.Resimli sakızlar, uzamış yağlı saçlar, ayağından büyük ayakkabı, rengi ağarmış önlük, yaklaştıkça uzayan okul yolları.Babanın zamanı çatlatacak yıldızları bir bir avuçlayıp söndürecek sabrı ve kahrı . Umudu çiftkanatlı kırlangıç, hüznü kuyruğunu yitirmiş uçurtma, tebessümü beyhude, yaprakları sararmış, mevsimi hazan.Yol meçhul, yolcu tedirgin .Sırtlanlar, devedikenleri, ömür tacirleri şehrin en işlek caddesine kurmuşlar tezgahlarını. Ne alırsan bedeli ömür Yankee SAT. Merhamet; kalbin titrediği an.Yeryüzü bir yanında hicran, bir yanında rahmet. Yeşil bir vadiye açılır düşler Yankee SAT. Binlerce kuş uçuşur, binlerce çiçek tomurcuğa durar. Gülümserdi; gülümserlerdi Ağlardı; ağlarlardı Yankee SAT. Bir yanı uçurum olurdu, sırma saçlılar gülümseyen yüzler için. Bir yanı vaha; kırılgan insanlara, ömrünü tüketen şehre, umudunu pazarlayan çocuklara, şikayetsiz kuşlara, çocuksuz annelere, penceresiz hanelere, minaresiz camilere, O yorgun, o eski ve yoksul gözlerini hayatın ve merhametin sırça sarayını çatlatan düşlerini, şehir şehir dolaştırıp, mutlu, kaygısız ve merhametsiz insanlara sunardı. Hayatta olmak, şehri baştan başa geçip yetim bir çocuk gibi kalbini, gözlerinin, ellerini ve gönlünü bırakıp; yanına sitem ve isyandan başka bir azık almadan tozlu hatıraları, solmuş ve pörsümüş künyeyi yol eyleyip çiçeksiz bahçelere, rahmetsiz şehirlere, kalbi daralan annesiz çocuklara yürümek,yürümek ...
Geçip gidiyor ömür, Yankee SAT. tebessüm beyhude, yapraklar sararmış , mevsim hazan ’’Yankee SAT’’.
.<div align="center" <div align="justify" </div </div
Edited by - Yankee SAT on 12/1/2006 1:28:00 PM
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
1.Yazınız için.
Kalede müze yok, ah keşke olsaydı… Kalede hatıra eşya ve tarihini anlatan kitaplar satan küçük bir dükkân yok ve keşke olsaydı. .
.
Ama sizin gibi güüzel bir tasvir ustası var bize bu da yeter:.
boğazı yada istanbulu hiç görmedim ama yazınızı okurken sanki o şairin yanında sizinle oturur gibi hissettim hatta size içimden bir 5 dakika da dayanamadın içseydi sigarasını belki bize bir şiir okurdu diyesim geldi.
Boğazı görmedim ama artık biliyorum nasıl nefes kesici olduğunu şunu da söylemeden geçemeyeceğim oğlunuza imrendim çok şanslı sizin gibi harika bir annesi olduğu için......
http://images.google.com.tr/url?q=http://www.byegm.gov.tr/YAYINLARIMIZ/kitaplar/turkey2005/content/turkey/images/032-1[/IMG]&usg=__wh7XzA8eiEMiTAXK8cgv1_d0JJc= .
işte burası olsa gerek sizi böyle güzel düşüncelere götüren yer....
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
Konu delta oscar tarafından (31.05.07 Saat 06:32 ) değiştirilmiştir.
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
Çocukluğumun geçtiği, iki katlı müstakil evimizin arka bahçesine annem, daha ev yapılırken minicik bir asma fidanı dikmişti. Canım annemin her ektiği, diktiği şey gibi, o da inanılmaz bir hızla büyüdü, uzadı da uzadı; sanki bir şeyleri yakalamak ister gibi göğe...
Ve o asma, damdaki çardağın üstüne serilmeye başladığında, altındaki yatağı paylaştığım kuzenimle birlikte, sıcak yaz gecelerinin yeni oyunu olan; "yıldız sahiplenme" oyunumuzun sayısız figüranı oluverdi yaprakları!.. Onların arasından, kendimize yıldız seçip, her akşam aynı yaprakların arasından yıldızımızın bize görünmesini beklerdik. Gelmeyince ya da gecikince "başka yaprakların arkasına mı saklandılar acaba" diyerek, bu kez, onları biz aramaya çıkardık bakışlarımızla...
Kalın ana dallara, inceleriyle tutunmaya çalışan iri yaprakların konukları, sadece yıldızlar değildi o yaz gecelerinde... Serçeler de uyurdu bizim üstümüzde... onları yakalamaya çalışan mahalle kedileri de...
Hiç unutmam, bir keresinde kedinin biri uyuya kaldığı yerden üstümüze düşmüştü gecenin bir yarısında, uykumuzu korkuyla bölerek... O düştüğü için; biz de uykumuza düştüğü için korkmuştuk birbirimizden...
İnanılmaz büyük salkımlarla koruğa oturan asmamızın koruklarını annem, kurduğu turşuların içine atardı, biz de birbirimize...
Eylüle sayılı günler kala ise, üzüme dönerdi artık o koruklar... Annem, her zaman yapması gerekeni bilen biri olarak, başlardı o salkımlara, dikiş makinasıyla bez torbalar dikmeye... Dikiş makinasını ayaklarıyla çalıştırmaya başladığında çıkardığı, "tıkır da tıkır- tıkır da tıkır- tıkır tıkır tıkır tıkır" sesini dinleyip içimizden "tıkır tıkır" demek için, biz de annemin yanında yerimizi alırdık; asıl amacımızı "üzümleri biz torbalayacağız"ın arkasına saklayarak...
Aslında, o üzümleri torbalamayı, torbalanmasını hiç istemezdik. Çünkü, serçelerin gelip onları didiklemesini beklerdik... ki "bu üzümü kuşlar didiklemiş, torbalamayıp biz yiyelim" diyebilelim... İnanılmaz lezzetli üzümü vardı asmamızın. Kışa kadar onu beklemek, bir çocuğun olmayan sabrının harcı değildi.
Ama, her zaman olduğu gibi annem üstün çıkardı; "her taraf üzüm dolu, şimdi tam sezonu, buradaki üç tane koruğa mı gözünüzü diktiniz" diyerek...
Ertesi yılın martına kadar, çeşitli kutlamalarda sofraya, o kışlık üzümlerin gelmesini beklerdik ailece... En çoğu dahep birlikte ailece olduğumuz gecede sunulurdu ev halkına... Çünkü, en kalabalık toplanılan gece, o geceydi...
O asmanın üzümünün tadını, bir daha hiçbir yerde bulamadım. Aslına bakarsanız, aramadım da... Çünkü, o üzümün tadı, o dönemin tadıydı... ’’Yankee SAT’’
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
Nizipli olmama rağmen böyle bir sitenin olduğunu yeni öğrendim..burdan ali kardeşime teşekkür etmek istiyorum...
Nizipteki çocukluğu kim istemezki..!.
hele sen şu uşaklara bak.
.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
Konu delta oscar tarafından (31.05.07 Saat 06:29 ) değiştirilmiştir.
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
Konu delta oscar tarafından (31.05.07 Saat 06:29 ) değiştirilmiştir.
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
39 yaşıma girdim ve şu yazdıklarınızı gözlerim dolu dolu okudum.samimiyetimle söylüyorum o günlerin bir gününü yaşamak için bile neler vermezdim.AH .AH. AHHHH.