İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
Konu delta oscar tarafından (31.05.07 Saat 06:35 ) değiştirilmiştir.
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
Konu delta oscar tarafından (31.05.07 Saat 06:35 ) değiştirilmiştir.
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
Konu delta oscar tarafından (31.05.07 Saat 06:35 ) değiştirilmiştir.
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
Konu delta oscar tarafından (31.05.07 Saat 06:35 ) değiştirilmiştir.
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
İnsanlar neden birbirlerini üzerler neden hep çıkar ve mefaatlerini düşünürler bilemiyorum. Bu çıkarcılık ve menfaatçilik artık bizin genlerimize işlemiş.
Konu delta oscar tarafından (31.05.07 Saat 06:36 ) değiştirilmiştir.
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
Hatırlarmısınız bilmem? Eskiden Ramazan da satılırdı horoz şekerleri!. Ne çok severdim onları Dedem her aldığında içimde bi heyecan olurdu. Bizim evin yüz metre aşağısında cami vardı onu ününde satardı yaşlı bi amca. Her önünden geçtiğimde görürdüm onları kırmızı,yeşil,sarı renklerde hepsini almak isterdim ama cebimde beş kuruş olmadı normaldi daha çocuktum…..Sonra bir gün önünden geçerken gördüm onları yine,şekerlerin en altına koymuştu bakkal küçükken hepsi benim olsun dediğim şekerlerdi onlar.Yıllar geçmişti tadını bile unutmuştum çocukluğumda ki arkama bakarak yürüdüm o kırmızı renklerdeki horoz şekerlerine bakarak….Kırkbir yaşındayım şimdi en son altı yaşında yedim. Özlemini çektiğim o horoz şekerlerini bulamıyorum şimdi. Ne o evin yüz metre aşağasında ki camiyi ne o yaşlı amcayı nede o güzelim horoz şekerlerini…Hayatımdaki diğer bir özlem oldular ama benim için en güzel horoz şekerleriydi o caminin önündeki yaşlı amcanın horoz şekerleri…
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
Doğanın fışkırdığı, her tarafın yemyeşile kestiği, bin türlü börtü böceğin bir garip telaşın içinde olduğu şu mayıs ayının 5. günü (05.05.1980) sabahın alacakaranlığında yatağından kalkmış, göğsünü sabah yeline vererek sabah namazının abdestini almış ebem.
Namazını kıldıktan sonra, ineğini sağıp sığıra salmış. Eve çıkıp derlemiş, toplamış etrafı.Evi süpürmüş. Yatakları filan düzeltmiş. Odaları düzenlemiş. Sonra da, “Varayım Dudu Ebe’nin gelininin yanına gideyim” demiş, kendi kendine. Kalkmış sizin eve gelmiş. Kah yatmış uyumuş. Kah kalkmış konuşmuş. Dereden tepeden. Köyden şehirden. Oğullardan kızlardan.
Öğle namazını kılmak için dönmüş evine gelmiş. Namazını kılmış çıkmış evden. Şöyle bir dolaşıvermiş köyü baştan aşağı. Gülerken gözleri ışıldıyormuş. Ay gibiymiş yüzü. “Amanııın, bu Havva Ebe gençleşmiş uşaak !” diyorlarmış, görenler. Herkesle konuşuyormuş. Herkesle şakalaşıyormuş. Küçücük çocukları kucağına alıp alıp sevi seviveriyormuş. Herbiryana gülücükler dağıtıveriyormuş.
Öylecene gezmiş tozmuş köyü, bir baştan bir başa, ikindi ezanına kadar. “İkindi namazını kılayım da, sığır gelmeden aş pişireyim” diyerek eve gelmiş. Yemeğin malzemelerini hazırlamış. Sobayı filan galalamış. Bir garip sevinç varmış içinde, bir garip mutluluk; nedenini anlayamadığı. Kuş gibiymiş hani...
O sırada gelmiş, oturmuş amansız bir sızı, sol tarafına, göğsünün, kalbinin, omzunun üzerine. Kapıya dar atmış kendini. Yerlerde sürünmüş. O mutluluğundan, o ay yüzünden, o gücündan eser kalmamış. Ağlayacak gibi olmuş. Yoldan geçen birisiyle anneni çağırtmış zor şer...
“Neyin var Havva Ebe” diyerek koşmuş gelmiş annen. “Bu sefer başkayım geliiin, bu seferki götürücüüüü” diye inlemiş, ebem. Belli belirsiz duyuluyormuş sesi. Beti-benzi sapsarıymış. Büzülmüş, küçücükmüş, çocuk gibiymiş, yapayalnızmış...
Halamı istemiş. “Lütfiye’yi çağırıver” demiş. Annen bir koşu gidip halamı almış gelmiş. İkisi birlik olup karyolaya taşımışlar. Yatağa yatırmışlar. Tuğlaları ısıtıp ısıtıp sol göğsünün üzerine koymuşlar. Ağrıyı azıcık da olsa dindirmişler. Fakat,anlamışlar ebemin öleceğini.Çok üzgünmüşler.Ağlamaklı olmuşlar. O’nu bu halde daha fazla görmeye dayanamıyorlarmış. “Sığır geldi. İnekleri, eşekleri ahıra koyup gelelim” diyerek oradan ayrılmak zorunda kalmışlar.
Onlar çıkarken, dedem girmiş içeri. Ebemi öyle yatar görünce “ne o ebe, ne oldun yine” demiş. “Bu seferki hastalık başka, dedeeee” demiş ebem. Çay içmek istemiş canı ebemin. Dedem de hemen küçük tüpü yakıp, üzerine çay suyunu sürmüş. Ebem de yatağın üzerine oturmuş, yorganı bacaklarına çekmiş, sırtını da duvara vermiş, bekliyormuş çayı, derin derin nefes alıyormuş, bakıyormuş karşı duvara öyle, boş boş, anlamsız...
Biraz sonra çay olup, pişmiş. Dedem dönüp, çayı doldurmuş bardağa. Şekerini koyup, karıştırmış. “Buyur ebe, al iç çayını” demiş. Dönüp çay bardağını vermek istemiş. Yok. Ebe yok. Gitmiş. Kaykılıvermiş şöyle sol’a doğru. Yataktan aşağı sarkmış gitmiş belden yukarısı. “Ebeeeee, ebeeeee” demiş dedem. Çağırmış, ünlemiş. Yok. Ne bir ses, ne bir nefes. Uçmuş. Kaldırıp, yeniden oturtmuş aziz ölüyü. Sonra Kelime-i Şahadet getirmiş. Kur’an okumuş dedem. Ebem üç defa ağzını aşmış. Bir kez de gözlerini açmış. Öylecene bakıvermiş dedemin yüzüne boş, sönük. Sonra yavaşça yummuş gözlerini, bir daha hiç açmamak üzere.
Bağıra, çağıra, ağlaya koşmuş gitmiş halama dedem. “Ne durursun anan öldüüü” diyerek.
Sonra, telefon etmiş köylüler bizim eve. Beni okuldan aldı annemgil. Varıverdik köye. Canlısını onbeş gün önce, ölüsünü o an gördüm ebemin. Anılar donakaldı gözlerimin önünde, öylece. Siyah beyaz fotoğraflar gibi. Ne garipti şu yaşam.
Halam ağlar, babam ağlar, anam ağlar, ben ağlarım. 85’lik koca ağlar. Ama, O geri gelmez ki...
Bir ebem vardı, bıraktı gitti o da…
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
Yaşam Ve Güneş
Yaşam:
Küçük, sevimsiz, kömür kokan bir kasaba... Günlük kaygılar ve baharın gülümseyen gelişiyle hareketlenen bir yaşam...
Kasabaya yaklaşıyordu otobüs: sessiz, dingin, çorak ve yorgun kasabaya... Yolcuların sıkıntılı yüzlerinde bir gevşeme olmuş, renksiz ve biçimsiz kirli sakallı Anadolu erkekleri sigaralarından son nefeslerini çekiyorlardı.
İçlerinde, bu sükunete dahil olmayan, kıpır kıpır bir öğretmen vardı. Uzun bir aradan sonra kasabaya dönüyordu. Gazetesini katladı, iki yıl öncesinde kalmış belli belirsiz hatıralar yokladı onu... Kasabanın çağrışımlarını, sigara ve kömür kokusuyla birlikte çekti içine...
Uzun ve kötü bir geçmişten dönüyordu, bu süre içinde çokça düşünmüş, ayrıntılarına, açmazlarına, ayağına dolanan aşklarına dokunmuştu tek tek...
Yeni bir başlangıç için, baharın esintileri, kokuları ve birikmiş anılardan başka kimsesi yoktu; yalnızdı kasabada; evsizdi... Otobüs, bildiği bir alışkanlıkla, el yordamıyla son durağına vardı, durdu ustalıkla, yolcuların yüzünde bir rahatlama ifadesi görülürken, öğretmen caddeye, tabelalara baktı ve indi sessizce.
Valizini aldı, önce nereye gitmeliydi? Kimi aramalıydı, bilemedi. Bir süre yürüdü. Caddeleri hatırlamaya çalıştı, tanıdık bir sima görmek istedi, istemekle kaldı sadece...
Bir süre sonra karar vermiş, kalacağı lokale yaklaşmıştı. Durdu, bir sigara yaktı ve resepsiyondaki sahte gülücüklü adamın adını hatırlamaya çalıştı. O adamın da biçimsiz bir aşkına tanıklık ettiğini düşündü, yüzünde utanmayla karışık alaycı bir gülüş belirdi.
O akşam orada kaldı, temiz çarşaflar, ferah bir oda ve lokalde yenen güzel akşam yemeğini süsleyen rakı, ona güzel bir başlangıcın ipuçlarını veriyordu, keyiflendi...
Okula gitti ertesi sabah. Her şey, herkes farklı görünüyordu gözüne, baharın coşkusu, yeni bir başlangıcın heyecanı..
İki ayı bu şekilde tamamladı.
Yeni insanlara ve yeni olan her şeye doyulmaz bir heyecanla sarılmıştı.
Yaz bitiminde, eskilerden kalma bir sevdanın peşine düştü. Bu eylül sükuneti ile başlayan, hayal etmesi bile büyük bir coşku uyandıran kişi, bu aşk; onda tarifi imkansız bir ruh hali uyandırıyordu; onunla yaşamak, onunla olmayı düşünmek, hatta onunla konuşabilmek bile, büyük bir heyecandı.
Belki de uzun süre sonra geldiği bu her yanı tozlu kasabada, hayata böyle bağlanıyordu. Lakin bu serüvenin de, bir karakışta sona ereceğini bilmiyordu.
Fakat artık yüreğinin nerede olduğunu biliyordu. Ve artık acının insanın ruhuna bir akşam kızıllığı gibi sızdığını öğrenmişti.
O “karakış”tan sonraki baharda, hayata yeniden tutunması gerekiyordu. Uzun sürdü bu sıkıntılı dönem. Acı, kendini ilk defa böyle belirgin bir biçimde göstermişti ona. Tanışmışlardı artık...
Bir güzel dilden, bir güzel sözcükle sesleniyordu bu anların kahramanına: Ona “”Yaşam” adını vermişti....
...
Güneş,
Ahşap, sobalı bir evde oturuyordu, çevresindeki her şey; sefalet, yalnızlık, acı ve ayrılık kokuyordu; kendini bir daha hiç iyi hissetmedi o evde. Kaçmak istiyordu; kasabadan, evden, okuldan ve kendinden...
Bir süre daha yaşadı orada. Ama ağırdı kaldırdığı her yük, ağırdı okudukları; ağırdı şiirler, imgeler, semboller...
Gencecik öğrencileri, onun neşeli hallerini özler olmuşlardı. Bir gün erken kalktı, silkinmesi gerektiğini düşündü. Kahvesi ve sigarasıyla uzun uzun dışarıyı seyretti, mevsimin son karıydı belki de yağan. Güzelce giyindi ve okula gitti, uzun zamandır derslerini şiire ayırmıştı.
Gencecik çocukların ince duyarlıklarını şiirde seyrediyordu; onların her dizenin rüzgarına kapılışını; ezik, içten ve yüzüne yerleştirdiği hayranlık ifadesiyle seyretmeyi seviyordu.
Bir gün yine böyle dersi ve kendini şiire kaptırmışken, bir anda sınıfta bir çift gözün, çok derin, çok sessiz, çok içten baktığını fark etti. Bu sessiz ve solgun yüzün sahibi, gözleriyle, çocuk olmadığını, derin bir sessizlikle örülü farklı bir dünyası olduğunu söylüyordu sanki.
Çıktı dersten, yanılmak istedi, sigarasından bir nefes daha aldı, kar durmuştu. Ve o sınıfın dersi bittiği için sevinmişti; ama karışmıştı kafası... Uzun süre düşündü, uzun uzun yürüdü, fakat derin bir sıcaklığın bedenini sardığını hissetti. Bu duyguyu tanıyordu.
Kararsızlık , hayranlık ve bir serüvenin doğuş sancılarını hissetti.Ama önemsememesi gerektiğini, yüreğinin (belki de) bu yükü taşıyamayacağını düşündü. Yanılmak ve unutmak istedi.
Artık yeni evindeydi... “Yaşam” ın detaylarını, ruhunun derin dehlizlerine atmaya çalışıyordu ve başarıyordu da... Belki de “Güneş” diye adlandırdığı o derin gözlerin, o solgun yüzün bedeninde yarattığı yeni titreyiş, “Yaşam” ı unutturmaya, bunu hızlandırmaya başlamıştı.
Artık “Güneş” vardı hayatında, isteyip istemediğinden emin olmadan. Sadece adını sessizlik koyduğu bu ılık rüzgara kapılmayı istiyordu.
Bir sabah, onu düşünde, beyaz bir pelerinle kapıda sessizce beklerken gördü.
Günlük yaşamı, her zamanki gibiydi, oldukça rahat ve kaygısız yaşıyordu, yemekleri dışarıda yiyor, hayatı önemsemeyen, hoyrat ve neşeli günler geçiriyordu.
Kalbini bazen dinlemekten vazgeçip, günlük kaygılara dalıyordu. Fakat “Güneş “ yokluyordu sık sık. Sakin sularda seyreden küçük bir yelkenli gibi yaklaşıyordu; dehlizlere inmek isteyen bir serüvenci karalılığı olmasa bile, sükunetiyle bunu başaracak gibi görünüyordu.
Anılara kuşbakışı bakan bu yorgun yürek, bir yandan da, bu gözleri keşfetme arzusu ile dolmuştu.
Şiirle devam etti, bu tehlikeli ve kışkırtıcı döneme. Okulda, evde, içerken sürekli şiire dair bir incelik yakalamayı başarıyordu.
Böylece geçiyordu günler. İçine yaptığı yolculuklardan usanmamıştı. Her günün akşama kavuşması, ”hoyrat akşamüstü” olması anlamına geliyordu ki bu oldukça zor bir ruh haliydi; bu, ıssızlığına biraz daha yaklaşmaktı; bu, diplere doğru sürüklenmekti...
Buna rağmen “Güneş” in sıcaklığını hissetmeye başlamıştı. Sıcaklığın ötesinde bir şeydi bu. Yakından tanıyordu bu duyguyu ama böylesi bir girift duruma düşmemişti daha önce; soyut ve sessizdi “Güneş”, anlamlı ve duyarlı bakıyordu. Çok az konuşuyordu, hatta hiç konuşmuyordu. Bu ürkütücü gizem, beraberinde bir keşfetme arzusu getiriyordu. Issız, sessiz ve dingin yaklaşıyorlardı.
Günler bu şekilde geçmeye devam etti, her gün birbirlerine dair yeni bir detay buluyorlar, her gün ortak bir şiirden, ortak bir dizeyi farkında olmadan keşfettiklerine tanık oluyorlardı. Nihayet, serin bir haziran akşamında, sözcüklerin yardımına koşuldu; nihayet gözlerin aylardır yaptığını, sözlere ve tene bıraktılar...
Sessizliğin, ıssızlığın ve dinginliğin yerini artık coşku almıştı... ”Güneş”, ince duyarlığı ve olgun yüzünü, bir genç kız coşkusuna bırakmıştı. Mutluluk bu ise eğer, mutlulardı.
Zamandan ve tarihten dakikalar kopardılar aylarca, küçük bir kasabada bir serüven romanının kahramanları gibiydiler. Kaygı ve ürkü besliyordu adeta aşklarını...
Sözcüklere diz çöktüren ince ve dolu ifadelerle yazışıyorlardı. İkisi de dili iyi kullanıyordu. Ve öpüşler öpüşler... Belki de ten bu kadar güzel dokunuyordu insan bedenine girdiğinden beri, belki de dudaklar bu denli anlamlı ve sıcaktı ...
Bir süre sonra, bu kasabadan ayrılma vakti geldi. Kasabadan, “Güneş” ten değil... Ardında, her zamankinden daha farklı bir çift göz bırakmanın bilinciyle topladı bir gün eşyalarını.
Çok şey vardı o gözlerde. Bir koca yaşanmışlık; kasabanın, geçmişin anılarından çok, o gözler ve berrak gözyaşları kaldı tozlu bir yoldan geriye bakarken, saklayamadı ağladığını....
“Güneş” batmamıştı o gün. Aslında hiç batmayacak, hiç batmayacak görünüyordu.
Aylarca gelip gitmeye devam etti; hafta sonu dahi olsa görüşüyorlardı. Aşka, coşkuya özlem de katılmıştı. Bu yeni ruh hali, bu yeni şehir; bu şehrin karanlığının üstünde gezinmek ve yüreğe doldurulan ince öpüşleri “güneş”in....
Daha da zorlaşmıştı her şey, bir uyum , bir şehir ve bir bitmemiş sevdanın çelişkisi ve yine hayata tutunma çabası...
Aylar geçiyordu yine ve bir sıcak ağustosta görüştüler.
“Güneş” daha özgür ve daha güçlü idi artık. Bir şehre gelebilecek kadar ve bir şehri onunla yaşayabilecek kadar.
Uzunca bir süre devem etti böyle.Sürekli yollardaydı “Güneş” ve her gelişinde , aşkı , şehri, evi ve onu yeniden keşfediyordu
Her şeyle yeni tanışıyordu sanki, hayatı duyumsamaya aç, yapılan her şeyi sükunetle izleyen , coşkusunu belli etmeyen bir sessiz mutlulukla gelip gidiyordu.
Bir zaman sonra ayrıntılar çoğaldı. Büyük şehrin sinemaları, barları, kitapevleri, müziği, kalabalığı tanıklık ediyordu bu adına “sevda” denilen, belki “aşk”, belki “tutku” denilen gidişe...
Uzun uzun konuşuyorlardı geceleri, okuyorlardı, gülüyorlardı, içiyorlardı...
Bir süre sonra gelişler, daha bir tutkuyla beklenir oldu. Bir süre sonra , öğretmenin içine doğru gidişleri arttı, bir süre sonra ; bir süre sonra “Güneş” in suskunluğu da arttı.
Kullandıkları dil, okudukları, tanıdıkları farklılaşıyordu.Öğretmen tanıdık acılarını ince sızılarını duymaya başladı.Artık onu daha fazla düşünür olmuştu.Kendini ve eskileri yoklamaya çalışıyordu, dokunuyordu tek tek ayrıntılara.
Artık anlaşılamadığını,anlamadığını farklı bir dünyanın, sessiz bir dünyanın oluşmakta olduğunun farkındaydı, onun da bir sabun köpüğü gibi kayıp gideceğini hissetmişti.
Üç yıl içinde ilk defa ayrı kaldılar bir süre, bu halleri bildiği halde bu “ayrı kalma” hissini içinin derinliklerinde sorguluyor, içinden çıkmaya çalışıyor fakat ince duyarlıklar; küçük bir detay, küçük bir dize, bir müzik ve bir koku onu her an çıkmaz bir sokağa, bir labirente, bir dehlize sürüklüyordu.Zaten ayrılmayı beceremeyen, kutsal saydığı hislerinin ardından yıllarca sürüklenen, belki de bundan haz duyan tanımsız bir ruh haline sahipti.
Belki de aşkı böyle tanımlıyordu...
“Güneş” de en az onun kadar ince, en az onun kadar geçmişe saygılı ve en az onun kadar beceriksiz olduğu için, son dönemleri benzeri nadir görülen uzak bir birliktelikle devam etti.
Konuşmuyorlardı eskisi gibi, en son gittikleri filmi hatırlamakta zorlanıyorlardı; eski mekanlarında daha az oturur olmuşlardı.
İç fırtınaları hiçbir zaman dinmedi ikisinin de . Her derin sıkıntıda bir şekilde görüşüyorlardı; ama hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı gerçeği, bir rüzgar gibi dokunuyordu yüzlerine, soğuk bir rüzgar gibi....
Nihayet, “Yaşam” ın gidişi gibi, “Güneş” de ufka doğru yolculuğuna başlamıştı.
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
<p class="baskan" ’’’’NERDE O ESKİ BAYRAMLAR’’’’’.
<p class="baskan" Dikkat ediyorum artık içimizde bir burukluk yaratarak söze “Nerde o eski bayramlar” diye başlanılıyor. Şimdi değişen ne? Çocukluğumuza duyduğumuz özlem mi yoksa geçim sıkıntısı içerisinde olmamız mı bizlere bu sözü kullandırıyor. Geçim sıkıntısıysa şayet o zamanlarda vardı. Hatırlıyorum da sırf çocuklarını mutlu etmek için aile büyüklerimiz kıyafetlerimizi alır bizleri alınan kıyafetlerimizle baş başa bırakırlardı. Yeni alınan kıyafetlerin kokusu ya yatağımızın kenarında ya da gözümün önünde Bayram Sabahı giyilmeyi beklerdi hep. Kaç gün önce alınırdı bilmiyorum ama Bayram günü hiç gelmeyecek gibi günler uzarda uzardı. Her gün kıyafetlerimizin tozunu alırdık neredeyse ayakkabılarımız denenmekten aşınır gibi gelirdi de giymemeye çalışırdık. Özenle evlerimizde hazırlanan ikramların yanı sıra yapılan alış verişler ve uzaklarda hasretle beklediğimiz yakınlarımızın Bayram vesilesiyle bir arada buluşma çabası. Evet belki bizim dönemimize ait Bayram coşkusu çok önemli bir yere sahipti. Ve o beklenilesi gün nihayet gelirdi. Erkenden kalkarak kendimizi aile büyüklerimizle birlikte camide bulurduk. Eve koşarak gelir biran önce kıyafetlerimizi giymek isterdik çünkü dışarıda arkadaşlarımızla birlikte bayramlaşacağımız komşularımızı ziyaret vardı. Saçlarımızı bol su ile yana yatırmaya çalışır, hoş kokalım diye de kolonyalanırdık. Aile büyüklerimizin elini öptüğümüz ceplerimizi doldurduğumuz Bayram harçlıkları ve şekerlerle bir bayram coşkusunu böylelikle geride bırakırdık. Şimdi belki büyüdük belki de büyüdüğümüz için kıyafetlerimizi yatağımızın baş köşesine dizemiyoruz ya da alınan kıyafetlerimizin kokusu bize o dönemki günlerin heyecanını vermiyor artık .
<p class="baskan" Şimdi geçmişe şöyle bir nostalji yaptım da Nerde o eski bayramlar yaa... .
<p class="baskan" Bayramlar, birlik ve beraberliğimizi güçlendiren, kardeşlik ve dostluğumuzu pekiştiren, dayanışma ve paylaşma duygularını artıran müstesna günlerimizdendir. Bu bayramlardan birineailemizle birlikte sağlık ve esenlik içinde kavuşmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Nizip’li hemşehrilerimin Mübarek Ramazan Bayramını kutluyor, sağlık, mutluluk ve huzur dolu nice bayramlar yaşamamızı temenni ediyorum.. .
Edited by - Yankee SAT on 10/24/2006 4:59:38 PM
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
yaw kör ahmet paraları nasıl bilirdi bilen varmı birde inşallah sağdır
Birşey sormak istiyorum; İnsanlar hep ama hep birşeylere özlem duyarlar hiç tadmin oldugu görülmemiştir, acaba insan oglunun dogasımı bu, yoksa sırf birşeylere özlem duymak içinmi özlerler...
Eyvallah !!!
yaw keşkeden öyle oolsa eskiden sorumluluklarimiz yoktu.. sabahdan akşama kadar yeni osmanli parkinda top oynar ondan sonra cadeye çikar evlerin zillerini basar basar kaçardikk yaw neydi o günler .
.
Sayın alibey2727 beyefendi,.
İnsanlar mutlaka birşeylere özlem duyarlar ama güzel şeylere, güzel geçmişlerine, güzel çocukluklarına vs. bunun gibi şeylere bu şu demek değildir tatminsizlik anlamında degildir, ayrıca sırf birşeylere özlem duymak için özlem duyulmaz tabiki bu kişilere ve anlayışlara göre değişmektedir. Buradaki asıl amaçgeçmişte kigüzel günleri acısıyla tatlısıyla anmak, yaşamak, yaşatmak tatmak veözlem gidermektir. (Şunuhiçbir zaman unutmayınız ki geçmişi olamayanın geleceği asla olamaz ve olmaz da)Bu konuyu uzatmak ve tartışmak niyetinde değilim hele hele bu konu bu tür tartışmalar için asla müsait bir konu değildir, bu yazıma cevap yazmanızı da istemiyorum çünkü cavap cevabı doğurur bu nedenle bu güzelim konunun (keşke yine cocuk olupda Nizipte olsam) ahengini ve tadını kaçırır, yinede fikirlerinize saygı duyuyorum herşey gönlünüzce olması dileğiyle saygılarımı sunuyorum. ’’Yankee SAT’’.
.
.
Edited by - Yankee SAT on 11/30/2006 4:37:04 PM
Edited by - Yankee SAT on 11/30/2006 4:39:28 PM
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
Nasıl kıydın yıldırımdan tırpanınla,
Çiçeğimdi koklamaya doyamadığım.
Bir tanemin gözündeki buzlu camdan,
Boşuna baktın bu dünyada kalamam artık ben.
Ey kendi kıyametini bile göremeyen,
Eli kanlı budala ölüm!.
Sandın kisevgilerimi yok edivereceksin hemen.
Unutma ki ben sevgilerin bülbülüyüm.
Saygısız, sevgisiz zaten ölüyüm<aa bb="1" </aa <aa bb="" </aa
OKUNU ATTIMI ÖLÜM, SIPERLER BOSUNA; O SATAFATLI YASAM VE PARA BOSUNA; GÖRDÜK BÜTÜN INSANLARIN IÇ YÜZÜNÜ, TEK GÜZEL SEY IYILIK,BASKA DÜSLER BOSUNA.
Kalemine sağlık kardeş yazıların beni alıp götürüyor iyi ki varsın...