Bu dağlarda bulunan ne kadar keklik, tilki, tavşan ve diğer mahlukat varsa, dostları Sadin’i bilir ondan haberli ya da habersiz onunla arkadaşlık ederlerdi. Bu dağlarda onu rastladığım zamanlarda o ellisinde bir delikanlı idi. Onun sessiz yalnızlığına hep gıpta ile baktım. Tertemiz, katıksız duygularını bir nebze yaşarım umudu ile zaman zaman üzüm bağlarını bellerken tepedeki dağa doğru kafamı çevirir Sadin Amcanın sabanıyla toprağı altını üstüne getirişindeki ahenge dalar, kendi işimi unuturdum. Beyaz atının kuyruğunu sağa sola öylesine sallayışı gibi kendisinin de hayatı öylece bir kenara savurmuş gibi bir tavırla çalışmasına türlü anlamlar verirdim. Gözlerinin sonsuzluğun kapalı perdelerinden birini açıp seyrettiğini, temiz koku adına ne varsa hepsinden nasiplendiğini düşünürdüm.
Onunla biz soluklanma, mola arkadaşı idik. Çift sürmeyi bıraktığını görünce ben de bel bellemeyi bırakır hafiften yokuş dağa tırmanır, onun yanına sürüle sürüle pamuk yumuşaklığına dönüşmüş toprağın üzerine oturur, karşımızda yeşil işlenmiş bir halı gibi duran ağaçlarla kaplı ufka yüzümüzü çevirir, onun anlattıklarını usanmadan dinlerdim.. Onun yaşıtı değildim ama bana anlatacağı çok şey olurdu. Derdi ne düşen hükümetler, ne haritada yerini asla gösteremeyeceği ülkeler arası savaşlar, ne devletler arası ilişkilerdeki kaypaklıklar, ne düşen doların rakamları ile yükselen borsanın oyunlarını bilirdi. Bunlarla derdi yoktu. Tek fikri kaygısı çocukları idi. Bana en küçük oğlu Ali’nin okulu bırakıp, elektrikçide çalışmasından bahsederken onun okumayı bırakmasından dolayı kızgınlığını bir baba şefkatiyle anlatır. Okul arkadaşım olan diğer oğlu Ahmet’i evlendirmesinden, İkizdere köyünden aldığı gelinin oğluna huzur verdiğinden bahsederken gözlerinin içi ışıldardı. Grekoromen dalındaki milli güreşçi oğlu Cemal’den anlatırken sanki halay başı çeken adamların gururunu taşır gibi olurdu. Cemal’inin Bulgaristan’a gittiğinden ve başarılı olup döneceğini hep ümitle beklediğini söylerken, ufka doğru şöyle bir bakar, dudak hareketlerinden dualar ettiğini hissederdim. Diğer oğlu Mehmed’in bir lokanta açacağından, işlerinin iyi olmasını çok arzuladığından söylerken mutluluğu biraz daha artardı.
Aradan yıllar geçti, ben uzak memleketlerde okula başladım. Halik Sadin amcayı en son 1997 kasımında Karabağ’ımızın tepesinde görmüştüm. O, 1970 ve 1980 lerde olduğu gibi yine dinç ve alın terini toprağa dökmekteydi. Beyaz atı kendisi gibi zamana meydana okurcasına kuyruğunu yine öylesine sallayıp duruyordu. Yanımda benim Karabağ sevdamdan habersiz ve anlatsam da hissedemeyecek yabancı bir ülkeden bir arkadaş vardı. O bana meşhur kovboyların cirit attığı Arizona’nın kayalık dağlarından bahsederken, ben de ona bu tefekkür yeri, kendine gelenlere güven veren, adeta kendini yaratan Rabbinin kudretine sırtını dayamış gibi dimdik duran Karabağ ve orada rızkını arayanlardan bahsetmiştim. O gün biz Sadin Amca’yı serin gölgeli kayalığın yanında odun kırarken görmüş, ona hissettirmeden birkaç poz fotoğrafını çekmiştim. Bizi görünce çok sevindi, işini bıraktı, tertemiz kahverengi toprağa oturduk. Uzaktan gelen keklik sesleri arasında, yine dağlardan ve bir türlü satmaya kıyamadığı atından bahsetti. Onu daha fazla meşgul etmeden tepenin yukarısına çıkmış, bir zamanlar ondan haberli habersiz yediğimiz ama helalliğini aldğımız incir ağaçlarının yanına varınca birkaç kuru incirden başka bir şey bulamamıştık. O tepede epeyce kalmış ve doya doya toprağa uzanıp gökyüzünün maviliğini seyretmenin zevkine varmıştım.
O günden sonra memleketimin kınalı dağlarını göremeden yıllarımı çeşitli diyarlarda geçirdim.Bir kaç defa sılamdır deyip ana-baba ziyareti yaptım ama hiçbir şey artık eskisi gibi değildi. Belime musallat olan ağrılar Karabağ’ın yoluna düşmeme mani oluyordu.
Bir sabah serinliğinde tıpkı Sadin Amca erkenden kalkıp gideyim ve belki de o dağın namuslu kahramanını bir kez daha göreyim dedim ama yarı yolda dermanım kesildi. Bir tümseğe oturup uzaktan süzdüm kınalı Karabağ’ın tepelerini. Hayalen de olsa Sadin Amcayı kır atının peşinde giderken gördüm. Bu bile bana yeterdi. O sırada Çarşı Camii’den Hafız İmam’ın okuduğu cenaze salasını ayrı bir mana ve boyutta dinlerken, her gün birkaç defa aklımdan geçirdiğim kendi ölümüm bir kez daha aklımdan geçmişti. Ne köyün lağımlarını temizleyen ve bundan asla aşağılık duygusu taşımayan Gübreci Şevket’in ölümü, ne halamın ansızın gidişi, ne de Halik Sadin Amca’nın ölümünün sessiz sedasız olacağını bilemezdim.
Sadin Amca olsa olsa beyaz duru atına binecek, karanlıklardan ve karanlık düşüncelerden korkmayan, efsanesi dilden dile dolaşan Köroğlu gibi hep diyar diyar gezecek, bütün dağları doru atıyla sürüp, yeryüzü bataklıklarına bereket tohumları ekecek, çalışmasının her anını bir ibadet neşvesi içinde yapan Yunus edalı olarak, düş dünyamda bir kahraman olarak kalacaktı.
Hey gidi Karabağ’ın yiğidi Sadin Amca, biz seninle daha sevdalarından, kimsenin ulaşamadığı hayallerinden, atlarından, çoluk çocuğundan konuşacaktık. Ve bir kez daha Karabağ’ın tepesinden ufka bakacak, yanında getirdiğin bir parça açma ekmeğe, ya soğuk bulgur aşını lokmalayacak, ya da bir baş peyniri ekmeğimizi dürüm yapacak ve sonra da şükrün en hassını edecektik. Sen yine kıbleye esen rüzgarla beraber dönüp ikindi namazı için kıyama duracaktın. Ben de aşağı bağımıza gidip abdestimi tazeleyecektim. Senin gibi sakin, acelesiz bir abide duruşla namazımı kılamazsam da o toprakta, o muhteşem vakitte alemlerin Yaratıcısı’na dönme zevkinin en hassını yaşayacaktım. Benim için dönüş vakti olan akşama doğru sırtıma üzüm sepetini omuzlayıp bu dağın efesine el sallayacaktım.
Sadin Amca, gidişinle çocukluğumdan beri içimde taşıyıp durduğum ölüm ve hayat ötesi tohumların filizlendirilmiş duygular var. Sen şimdi beyaz atının üzerinde hesabını vermek üzere uzun bir köprünün üzerinde sabırla beklemedesin. Ne üstüne eteğine bulaşan anlatılmaz çirkinliklerin, ne de insan bilmezlerin, sözünde durmayanların ya da kulluğun hakkını vermeyenlerin hesabını umarım ki sen vermeyeceksin. Dupduru bir hayatın, alın teri ile akıtarak suladığın topraktan kazandığın ekmek parasının hesabını vermenin rahatlığı içinde, beklemek asır da sürse bekleyeceksin. Yiğit duruşun ve ak sakalının altındaki tebessümünü, şimdilerde beton şehirlerde yaşayanlar, biz ikibinli yılların insanları belki de hiç yakalayamayacak.
Sen gittin Sadin Amca. Sıra bizde. Sana alın değdirip, terinle sulayıp sürdüğü toprağın, dimdik kıyamına zeytin ve fıstık ağaçları şahitlik edecek. Şafak vakitlerinde sana yoldaşlık eden, bir kez olsun azarlamadığın doru atın helallik dilemeden gitmene aldırmadan şahitliğin en güzelini yapacaktır.
İyi adamdın be Sadin Amca…..Hem de çok iyi. Kıyamet şimdi bize kaldı. Her şey yalan, her şey nisyana mahkum olmuş. Geleceği ufukta belli olan gün geldiğinde bana, bize kim şahitlik edecek bilemiyorum. Şimdi bildiğim tek şey sana senin gibi gidenlere Hazreti Hamza’nın arkasından ağlayanlar gibi ağlamayı bilemediğim….
Hakkım sana helal olsun Sadin Amca. Sözüm olsun, bir daha köyüne gelirsem ilk işim, Aşağı Oba’nın karşı tepesindeki mezarlığa gidip Karabağ’dan topladığım çiçekleri senin mezarının başına Fatihalar ve Yasinlerle koymak boynumun borcu olsun. Mehmet Ağpak
ANNEMİN DAYISI OLUR ÇOK HARİKA BİR İNSANDI SADİN AMMİ