İnsana en çok gururu, kibiri ilim verir. Bazı insanlar az çok birşey öğrenince o ilimle kendini yukarılara çıkarır, bilmeyenleri aşağıda görür. Halbuki “Definelere malik harabeler vardır” derler. Senin basit, cahil gördüğün insan belki zahiren bir harabe gibidir, ama içinde define taşıyordur.

Birisi yolda giderken salına salına, gururlu, kibirli bir şekilde yürüyor ve çevresindekilere de abus bir çehreyle bakıyordu. Onun o kibirli, gururlu halini bir gönül ehli hisseder. İster ki, şu gururlu adama, kibirli alime bir ders vereyim de ikaz olsun. Arkasından süratle gidip ona yetişir. “Selamün aleyküm efendim” der.
Adam gururlu bir edayla “Aleyküm selam” der. Tabi kendisinin kılık kıyafeti müşekkel, öbürüsünün ki öyle değil. Üst kademeden mağrur bir edayla selamı aldıktan sonra “Efendim, size bir sual sorabilir miyim?” der.
“Sor bakalım, neymiş?”
“Acaba cevabını verebilir misiniz?” deyince;
“Ne demek, senin sualinin cevabını veremeyeceksek bu ilmin ne kıymeti kaldı bizde” diye de karşılık verir.
“Sualim şu: Acaba Peygamberimizin (a.s.m.) ilmi Allah’ın ilmiyle eşit mi?”
“Bre câhil, ne biçim sual bu?” der, “Peygamberin (a.s.m.) ilmi Allah’ın ilmiyle eşit olur mu hiç? Gel bakalım, senin gibi cahil bir adamın anlayacağı şekilde ifade edeyim” diyerek sual sahibini yolun kenarına çeker. Elindeki bastonun ucuyla yere yuvarlak bir daire çizer ve;
“İşte şu yuvarlağın içerisi Peygamberimizin (a.s.m.) ilmi, bunun dışı ise Allah’ın ilmi. Yani Peygamberimizin (a.s.m.) ilmi sınırlı, Allah’ın ilmiyse sınırsız, hudutsuzdur” der.
“Ha efendim, anladım, çok iyi anlattınız, Allah razı olsun” der. “Bir sualim daha var, sorabilir miyim?” “Sor bakalım.”
“Peygamberimizin (a.s.m.) ilmi mi çok, İmam-ı Azam’ın ilmi mi çok?”
“Bre nadan, o ne biçim laf? Peygamberimizin (a.s.m.) ilmiyle İmam-ı Azam’ın ilmi mukayese edilir mi? Peygamberimizin (a.s.m.) ilmi bu dairenin tümüyse İmam-ı Azam’ın ilmi o dairenin içerisinde bir nokta kadar kalır.”
“Anladım, efendim,” der ve bir sual daha sorar: “Peygamberimizin ilmi o dairenin tümü, İmam-ı Azam’ın ilmi de o dairenin içinde bir nokta. Sorabilir miyim, acaba zat-ı âlinizin ilmi bu noktanın içinde ne kadar yer tutuyor?” deyince, bu sual bomba gibi patlar orada.
İlmiyle etrafa gurur saçan o adam, ilminin bir noktanın neresi olduğunu tayin etmekten aciz kalır ve iğneyle delinen balon gibi söner, küçülür ve o ehl-i irfan zata der ki:
“Ver elini öpeyim, Beni öyle bir irşad ettiniz ki, şimdiye kadar hiçbir alim beni böyle irşad edememişti. Gerçekten de İmam-ı Azam’ın ilmi nokta olunca, benim ilmim o noktanın içinde ne kadar yer tutar ki, çevreye karşı alim edasıyla tavır takınayım, herkesi cahil, hor hakir göreyim?”
Kitaplarımız der ki, toprak tevazu gösterdiği için ondan Adem (a.s.) yaratıldı. Fakat ateş tevazuya razı olmayıp büyüklük tasladığı, etrafını yakıp yukarı fırladığı için ondan da şeytan yaratılmıştır.
Meyveli ağaçlar hep tevazu gösterirler, dallarını aşağıya doğru sarkıtırlar. Onların dallarının aşağı doğru sarkması, yere yaklaşmak istemeleri meyveli oluşlarındadır. Kavak ağacı ise yukan doğru fırlayıp gimiştir, çünkü hiç meyvesi yoktur. İnsanlara takdim edeceği birşeyi yoktur ki, aşağı eğilsin insanlara birşey versin.
Toprak gibi olun, ateş gibi olmayın. Meyveli ağaç gibi olun, kavak gibi olmayın. İnsan, kendinde var olan bazı lütuf ve keremlerden dolayı hamdedeceği, şükredeceği, daha mütevazi olacağı yerde, zenginse zenginlikten, alimse ilminden dolayı, kibire, gurura giriyor. Bir insan gurura kapıldı mı büyüklerden hiç istifade edemez. Hatta kibir, gurur ona büyükleri de göstermez, kendisini büyük kabul eder.
Kanuni Sultan Süleyman zamanında Arapzâde adında bir alim vardır. İstanbul uleması içerisinde az çok sahip olduğu ilminden dolayı öyle bir kibire, gurura dalmıştır ki, iddiası şudur: “Evliyalar keramet gösteremezler. Keramet diye birşeye ben inanmıyorum. Eğer biri günah işlemediğinden dolayı keramet gösterecek olsaydı, o kerameti benim göstermem lazımdı. Çünkü ben hiç günah işlemiyorum.”
İddiaya bakın. İnsanın hiçbir günahı olmasa bile, “Ben günah işlemiyorum, ben keramet gösteremediğime göre keramet diye birşey yoktur” demesinden daha büyük günah olabilir mi? Ama farkında değil. İlimden gelen gurur, kibir ve enaniyet onu böyle iddialara da götürüyor.
Bunun üzerine Kanuni’nin başveziri Rüstem Paşa Kanuni’ye der ki: “Sultanım, bunu İstanbul ulemasının içinden alıp Mısır’a gönderelim. Mısır uleması buna haddini bildirsin.”
Kanuni düşünür, “Paşa, bunu Mısır’a göndeririz, ama bu defa Mısır ulemasının ta’n ü teşdidine maruz kalmayalım. Sultanın etrafındaki alimler böyle mi diye bunun şahsında etrafımızdaki ulema hakkında bir su-i zan doğmasın?”
Rüstem Paşa ısrar eder, “Efendim, bu adamı biz Mısır’a gönderelim. Mısır ulemasıyla girdiği tartışmalarda buna haddini bildirirler, kendi makamını anlar, orada yola gelir” der ve bu Arapzâde’yi bir gemiye bindirip yanına bir de yardımcı katarak Mısır’a gönderirler.
Alimimiz Arapzâde gemide, “Ben alim bir insanım, buradaki yolculara yol boyunca vaz ü nasihat etmeliyim” diye bir hakimiyet kurar. Kaptanla konuşur ve kaptan köşkünün yanında yüksek bir makam hazırlanmasını ister. Ve gerçekten de kaptan Arapzade’ye yüksek bir makam hazırlatır.
Arapzâde yol boyunca, gemideki insanlara vaz ü nasihat eder. Girit Adasının yakınından geçerken gemi bu adada bir mola verir ve halk “Girit Adasında bir evliyavar, bu evliyayı ziyaret edelim” diyerek geminin beklemesinden istifade ederek adaya çıkıp o veli, kerameti zahir zatı ziyarete giderler. Bizim Arapzâde ise keramete inanmadığı için, kalkıp halkın arasına karışıp da o zatı kendisi ziyarete gitmez, ama yolcuların da kendisini ayıplamasından korktuğu için, yardımcısına der ki: “Al şu bir altını, halkın içerisine sen de karış git, o veli olduğu iddia edilen o zatın elini öpüp şu bir altını ver. Bize dua etsin de sağ salim Mısır’a ulaşalım.”
Yardımcısı bir altını alarak halkla birlikte o zatın ziyaretine gider. Sıra buna gelince o veli zata, “Hocamız, size selam söyledi, şu bir altını da hediye gönderdi ve Mısır’a sağ salim ulaşmamız için dua etmenizi istedi” der. Fakat o zat birden ciddileşir, sertleşir, elinin tersiyle altını ittiği gibi, elini de kaldırır, duayı da şöyle yapar: “Arapzâde’nin ruhuna fatiha.”
Bunu dinleyenler şaşırırlar. Sonra dönüp gemiye gelirlar. Gemi Msır’a doğru hareket eder.
Arapzâde yardımcısına sorar: “Ne yaptın? O zatı ziyaret ettin mi?”
“Ziyaret ettim efendim” der.
“Nasıl oldu, ne dedi?”
“Arapzâde’nin ruhuna fatiha, dedi efendim.”
“Ben öyle dua istemedim ki. Bizim Mısır’a sağ salim ulaşmamız için dua etmesini istedim.”
“Efendim ben de öyle dedim de, Arapzâde’nin ruhuna fatiha, dedi.”
Arapzâde güler ve der ki: “Neden öyle oldu biliyor musun? Herkes fazla altın vermiştir. Senin verdiğin bir altını kafi bulmamıştır, ona kızmıştır. Onun için bize beddua etmiştir. Mühim değil, bunlar para adamıdır. Keramet falan halkın uydurmasıdır.”
Kendisi yine kaptan köşkünün yanındaki makamından vaazına devam eder. Deniz yüzü sakin, güzel bir güneş, çok tatlı bir hava vardır. Arapzâde de Nuh Tufanını haber veren ayetlerin tefsirini yapmaktadır:
“Aynen bugün gibi gökyüzünde çok güzel bir güneş vardı. Birden gökyüzünde mendil gibi bir bulut peydah oluverdi” der demez bir de bakarlar gökyüzünde mendil gibi bir bulut peydah oluvermiş.
Ve Arapzâde anlatmaya devam eder: “İşte o mendil büyüklüğündeki bulut gittikçe genişledi, gittikçe çoğaldı, derken gökyüzünü kapladı. O bulut gökyüzünü kaplayıp güneşi kaybederken bir fırtına çıktı ki” derken denizde aynı fırtına başlar.
“Müthiş de bir yağmur başladı” derken aynı yağmur gökten bardaktan boşanırcasına yağmaya başlar. Bu sırada tabi konuşma biter, ortalık kararır. Duman, sis içerisinde gemi bir sağa bir sola sallanır, gökten yağan yağmurlar, geminin içerisini doldurur. Yana yatmalar, içeriye alınan dalgalar derken gemi de Tufan gemisi gibi olur.
Kimsenin kimseden haberi yoktur; feryad figan edenler, denize dökülmemek için oraya buraya tutunanlar derken bu tufan uzun müddet devam eder. Sonra yağmur hafifler, fırtına diner, bulutlar çekilir ve güneş görünmeye başlar. Bayılmış olanlar, kendinden geçen insanlar yavaş yavaş gözlerini açmaya başlarlar. Gemi yine sakin sakin yoluna devam etmeye başlar. Herkes sağma soluna bakar, birbirlerini kontrol ederler. Bakarlar, kimsede birşey yok, herkes ıslanmış, perişan olmuş, korkmuş, ama herkes tutunduğu yerde durmaktadır.
Bir de bakarlar ki, kaptan köşkünün yanında kendine bir yer yaptıran, oradan yolculara hitap eden Arapzade yok. Hem de köşküyle beraber yok. Fırtına Arapzade’yi alıp götürmüştür ve Mısır’a ulaştırmamıştır. Yardımcısı ise durur ve elini açar:
“Ey yolcular,” der, “Girit adasındaki o veli zat ne demişti? ‘Arapzade’nin ruhuna Fatiha’ demişti, değil mi? Ben de şimdi size aynı şeyi söylüyorum. Kaldırın ellerinizi, Arapzade’nin ruhuna el-Fatiha” der ve herkes orada Arapzade’nin ruhuna bir fatiha okur.
Giritli o zatın duası, böylece kabul olmuştur. Evliyanın kerametini inkar eden Arapzade de böylece kerameti inkar etmenin cezasını görmüştür. Kibirli, gururlu olmanın ne demek olduğunu da bu olayla tarihe yazdırmıştır.
Kaynak : http://www.islamuzerine.com/ilim-sah...a-ne-olur.html