Konuşamadık. Kelimeler, harfler sustu. Sen benden savuşup kurtulma derdindeydin; ben kendi içimdeki yoksulluğu ve yokluğu giderme çabasındaydım. Bir hastahane odasına sıkışıp kaldığım günlerdi.
Konuşmadık. Konuşmadın. Sen çoktan yaprak olup savrulmuştun. Ben kendi içimdeki dağıma hapsolmuştum. Olmadı. O hastahane önündeki bankta saatlerce ve günlerce bekledim. Mevsim sonbahardı. Bencileyin sefil bir çınar ağacından dökülmeye yüz tutmuş mevsimin renkli yapraklarını dökülene kadar günlerce saydım. Köyümüzü özlediğimiz günlerdi. Hikayesi uzun akşamların yaşandığı aylardı yani.
Konuşamadık. Konuşmaya gücüm yoktu. Yolum Arifiye Tiren İstasyonuna düştüğü gündü. Utancımın katmerlendiği 1981 yılının kışıydı. Ağaçlarda yaprak yoktu. Gençtim, diriydim. Ama içimde konuşamama hicranı vardı. Oysa o günlerde sen yoktun. Yoktun deyişimde mantığın olmadığını bilirim; o gün de konuşamamıştık işte. Yonca Süt Fabrikası'na rest çekip, 36 saat yolculuğu demini yaşadığım tirende de konuşmadık. Bugün varsın güya. Yine konuşamıyoruz.
Konuşmadık. Ayrılığı acıdan öte bir acıyla yaşadığım günlerde: Bahçelievler Beşinci Cadde Sucu Apartmanı dördüncü kattaki evin balkonunda nefesi kesilmiş duygularımı kendime bile anlatamadığım o gecenin sabahında da konuşamadık. Nefesimi tutup yazdığım bu cümle sonrası da konuşmadık.
Nasıl olsa bu yazı ayaküstü yazılmış bir yazı. Konuşmaya gerek kalmadı gayri.
Erbil... Dışarıda yağmur. Selvi Boylum müziğini dinlerken böyle yazılıyor işte. Konuşmadan, konuşmaya gerek duymadan, konuşmaya hasret kaldığım günlerin hatırına yazılıyor işte.