Gidersek Yemeğimizi de Götürürüz*
Vakti zamanında Alamancı olmak için çırpındığımız yıllardı. Oraya gitmek, üç-beş kuruş para biriktirip, havamızla, köyümüzde kasabamızda ev yaptırmak, iş kurmaktı bütün derdimiz. Saban başından, harman yolmasından, demirci kalfalığından kurtulup, müreffeh bir hayata adım atacaktık. Atıkta.Hatta gidip dönmeyenlerimiz de oldu. Benim akrabalardan da gidenler oldu. Hatta iki-üç sene sonra fiyakalı arabası ile yola düşüp gelen Behzat Amcamın yaptığı kazada vefatını duyunca, iki gün boyunca cenaze beklediğimiz o yılların üzerinde onlu küllenmemiş yıllar geçti. Geçti geçmesine de biz hala o yollarda zaman zaman kaza haberleri duyarız. Bir ailenin yok olduğunu gazetelerde okur, Bulgarların yollarda nasıl muamele ettiklerini oraya gidip gelenlerden dinleriz.
Böyle acılı bir misal ile bu yazıya başlamak hiç niyetim değildi. Oldu işte.
O yıllarda iki yakınım da o yollara düşenlerdendi. Valizlerinin yarısını ne ile doldurduklarını tahmin edersiniz: Biber ve domates salçası, ince köftelik ve pilavlık bulgur, kurutmalıklar vesaire. Turşu götürürler miydi? Hatırlamıyorum. Biz oralara giderken kendi yemeğimizi de götürmeliydik. Biz Anadolu çocuklarıyız; acılı çiğ köfte yemeden, domatesli soğanlı bulgur pilav yapmadan, tarhanayı ıslatıp çorbamızı taslarımıza koyup içmeden duramayız.
Gittiğimiz yerlerde, müsait bulduğumuz mekanlarda kebabımızı da elbette yelledik. Bulduğumuz ince ekmeklerle domates dürümünü yaptık. Dürümlerimizle hakiki sandaviçin nasıl yapıldığını ve yenildiğini elin Fransızına, Almanına, Belçikalısına gösterdik. Zaman geldi oralarda bu işin restaurantlarını da açtık. Dönercimiz, kebabçımız, dürümcümüz, lahmacuncumuz oldu. Şimdilerde çiğ köftecilerimiz her tarafta kendini göstermekte; muhteşem kokularını bütün dünyaya hissetirmektedirler. Bununla da kalmadık işin fabrikasyonuna giriştik. Baklavacılarımız pastaya, keke alternatif oldu. Doğum günlerinde dilimlerin üzerine mum dikip üflettirmediğimiz kaldı. Dondurmamız Roma dondurmacılarını alt üst etti ve tabelalardaki isimler değişti Mado oldu. Önceleri sadece ve bes kendimiz için açtığımız bu 'yemekchi' mekânlarında sarışın Hollandalısı, İngilizi bu lezzetleri tadınca "WoW, MaW" dedirttik. Acılı köftemize burun kıvırtanların, sonradan haftada bir evdeki "Mary" sine, "Hadi bir köfte yovurda kendimize gelelim Maryciğim " derler mi bilemem ama bu işyerlerine bizzati uzaklarda, şahit oldum, olmuşsunuzdur.
Vakti zamanında biz gittiğimiz yerlere çok önceleri gizli ajanlarımız dervişlerimizle girermişiz. Cibalı Baba hikayesini bilenleriniz bilmeyenlere anlatsın. Ve hatta M. Necati Sepetçioğlunun 'Kapı-Kilit-Konak…' serisini okuyanlarınız varsa oradaki dervişleri, abdalların neler yaptıklarını iyi bilirler. Efendim şimdilerde öyle dervişlerimiz sanki bir masal gibi olsa da boş durmuyoruz; gittiğimiz yerlere 'mide memnumniyet' ile giriyoruz. Elin Amerikalısı ise McDonald's ile giriyorsa bizim daha fazlamız elbette vardır diye sıra sıra mideci dükkanlarını sıralıyoruz. Sonra gelsin tekstile dönük mağazalar, mobilyacılar….
Yemek Yaptırtma Çilesi
Yukarıdaki meseleye biraz ters olas da bu vesile ile başımdan geçen birkaç anektodu da anlatmalıyım. Güneylilerin en büyük özelliği birçok işi kendi eliyle yapmaları. Mesala çiğ köfte, mesela lahmacun. Kendi memleketinizde bu işler rahat. Gidelim İstanbula, yer Beylikdüzü olsun. Orada Kilisli, Diyarbakırlı lahmacun için fırınlı lokantalar vardır. Evinizde lahmacun içini hazırlar, öncesinden lokantıcıdan ve hatta fırındaki ustadan randevu talep edersiniz. Vakti gelince götürürsünüz. Ee.. lahmacun patlıcansız gitmez, duruma göre beş-altı patlıcanı közlenmesi için poşete koymayı ihmal etmezsiniz. İşyeri sahibi aşinadır size.
Kırk yıllık Kilisli fırıncı ustamız lahmacun içinin yanında patlıcanları görünce elinde siğarası ile gözünüzün içine baka baka. "Bu patlıcanlar nereden çıktı, böyle şey olur mu?" der. Yav sen nerelesin kardaş, diyemezsiniz. Senin geldiğin şehirde analarımız bacılarımız bamya yemeğini dahi fırında pişirtirir. Sabahları domates, patlıcan, biber közletirir. O şehrin sabırlı fırıncıları, aman müşterimiz memnun olsun diye* 'gık' demez. Üstelik bu tepsiler fırının yarısından fazlasını işgal eder. Kilisli fırıncımıza birşey diyemezsiniz, çünkü adam kıymetlidir. Hatta siğarısının küllerini bile görmezlikten gelirsiniz. Lokanta sahibinin bu usta karşısında mahkumiyetini ise hemen anlarsınız. Pişirme parasını ise sormayın gitsin.
Mekan biraz uzaklar olsun. Erbil. Türkiyeden gelen lokantaların, mağazaların oldukça bereketli olduğu bir yer. Maşallah civarda 6-7 tane bizden sayılabilinecek fırınlı lokantalar var. Fırınlarda odun kullanılmaz, tepsi sürülen demirden fırınlar yani. Burada ustalar bir kıymetlidir ki sormayın. Arkadaşlar bekar hayatı yaşıyorlar. Dedik kendimizce* birşeyle yaptıralım. Malzemelerin ölçüsünü, az çok biliriz bilmesine bir telefonla pekiştirdik. Kiloya ne kadar domates, biber, sarımsak konulacağını anamızdan babamızdan öğrenip detayla yazdık çizdik. Aman karıştırmayalım diye maydonuzu bakkalın tezgahından dikkatlice seçtik. Burada kereviz yapraklar ile maydonuz
Demetleri arasında fark yok. Taze kırmızı biber *bulmak için ise epeyce manav gezdik. Bulduk bulmasına tazeliğinden eser yok. Özetin özeti et makinesine bütün malzemeleri bir bir çektik. Zırh(ğ) yok mu falan sormayın. Gelelim fırın işine; Şu fırın yapar, bu fırın tanıdık, falanca arkadaş şu zaman şuradaki fırına yaptırmış bilgileri arasında yola düştük. Restaurant sahibi arkadaşın tanıdığıymış. Sık sık yemek yediği bir yer.
-Hoşgeldiniz.
-Hoşbulduk.
-Lahmacun yaptıracağız.
-Ustaya soralım. Usta arkadaşların evci lahmacunu varmış.
Ustanın yüzü değişti.
-Sipariş çok yapamam.
-Araya sıkıştır.
-Yok olmaz yetiştiremem.
İşyeri sahibi bize mahçup olmamak için son hamlesini yapacaktı ki, ustamız kararlı:
-İstersen sen gel yap…
İş değişti. Patronun bu adama mahkum olduğunu anladık.
-Hadi evvallah. Kusura bakmayın rahatsızlık verdik.
Hedefte ikinci fırınımız var. Uzun ramazan pidesi yapan bir yer. Tutulmuş. Akşam ve sabahları epeyce sıra görmeniz mümkün. Gerisin gerisi dönmekten korkuyoruz.
-Usta evci lahmacunumuz var, yapabilir misiniz?
-Hıh!!
-Hiç mi olmaz?
-Beklerseniz saat dokuzda alırsınız.
-Hadi eyvallah.
Civarın son fırını. Adı İstanbul'du, sonra Antep'e çevirdiler. Yeni isimle pek tutulmadı henüz. Yaptıkları lahmacunlarını bir vesile ile yemiştik. Hoşumuza gitti.
-Usta lahmacun yapar mısınız?
-Olur ama siparişimiz çok.
-Tamam da ne zaman olur?
-Sekizde hazır olabilir. Telefon numarasını verin biz sizi çaldıralım.
-Baş göz üstüne.
Usta yerli. Tebesümlü. En sonunda başarmıştık. Hemen karşıdaki Aya Marketten yeni çıkan 'Diyar' yoğurttan bir kase aldık. Eve varıp ayranımızı hazırladık. Teriyelenmiş soğanımız, ayıklanıp yıkanmış maydonuzumuz, semiz ya da pirpirim salatamız da sofrada yerini aldı. Arkadaşlar da tam teşekküllü hazır. Telefon tam sekizde çaldı.
İlgili olanlara not: Bir lahmacun 750 Irak Dinarı yani yaklaşık. 85 kuruş!!!
Ve bir not daha:
MİLYONLAR KURAKTAN KAÇIYOR
Somali’de, kuraklıktan kaçan çok sayıda kişi yolda hayatını kaybetti. Somali halkının dörtte biri evlerini terk etmek zorunda kalırken Afrika Boynuzu’nda kuraklıktan 12 milyon kişinin etkilendiği tahmin ediliyor."
*Bu haberi ve yukarıdaki yazıyı okuyunca her ne hissettiyseniz haklısınız. * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *
Kaynak...