Çocukluktan gençliğe adım attığım yıllardı. Evimizin yanında boş bir arsa vardı, çoğu zaman buraya traktörle inşaat artıkları ve hatta çöp bile dökülürdü. Bahçeden getirdiğim kavak dallarından birkaçını arazinin kenar kısmına dikeyim de büyüsün dedim. Tam dikerken babam gördü ve müsaade etmedi. Oysa babamla gerektiğinde kaya sertliğinde toprağa çukur açar ve buralara fıstık fideleri dikerdik. Babamın müsade etmemesi boş arazinin bizim olmaması mı yoksa bizim işimize yaramayacak olması konusunu o zamandan beri soramadım. O arazi, senelerce ağaçsız, çöplükler içinde boş kaldı. Sonra da buraya bir ayakkabı fabrikası kondurdular. Ağaç dikmek istediğim yerler ise hala ağaçsız.
Ülkemizin birçok yeri ağaçsız, tarlalar yeterince ekilip biçilmiyor, dağlar yeşilden mahrumiyetin mahzunluğu içinde dertli bir derviş edasında durmakta. Köylümüz bahçesinin, tarlasının yanında boşu boşuna akıp giden suyun akmasını seyretmekte ve eskisi gibi domates, biber, patlıcan, havuç, turp gibi nispeten kolay sebzeleri dahi yetiştirmemektedir. Nasıl olsa şehirde satılıyor diye işin kolay yolunu seçiyorlar.
Sanayide eli iş görenler, bir devlet dairesinde makam edinmiş olanlar veya bir mağaza sahibi olanlar babadan atadan kalma bağlarına bahçelerine sadece piknik bahanesiyle bir misafir edası ile gider oldular. Oysa bir zamanlar bu toprakların bahçelerinde, tarlalarında her türden meyve ve sebze yetiştirilirdi ve şimdi de yetiştirmek mümkün. Beş altı çeşit armut yetişen bahçeler aynen yerinde durmakta. Bir zamanlar bamya ve kabağın her türlüsünü çömertçe yetiştiren tarlalar yıllardan beri nadasa bırakılmış ve insanların sofralarını süsleyecek, burunlarına rayiha, damaklarına tat, midelerine ilaç gibi olacak türlü türlü sebzeyi, yeşilliği tekrar yetiştirebilme hasretini yaşamaktadır. Bakımsızlıktan kuruyan ne çok ağaç ve yabani otların istila edip kuruttuğu nice bahçe gördüm bu şehirde ben.
Oysa mesafeler kısalmıştır. Hemen hemen her evin en alasından motorlu aracı vardır. Kahvehanelerde, dükkan önlerinde oturarak vakit katilliği yapanlar, bağlarında bahçelerinde çalışsalar, ya da dükkanlarını daha nasıl güzelleştirebilirim üzerine kafa yorsalar bu şehirde ve bu ülkede birçok şeyin değişeceğinden emin olabilirsiniz.
İşin en garip tarafını ise doğu şehirlerinde gördüm.
Bir şehrimizde bir zamanlar boy boy ceviz ağaçları arz-ı endam edermiş.
Bu ağaçlar bir bir kesilip Ankara, İstanbul gibi büyük şehirlerden gelen marangozlara satılmış. Ve haliyle yenisi de dikilmemiş. Her tarafından pınarlar fışkıran bu şehrin, çoğu kasaba ve köylerinde bugün bir kavak ağacı bile maalesef yoktur. Ceviz ağaçlarını dikenler mi?
Ve hatta rengi kokusu bambaşka, ışıltılı salkımlarla üzüm bağları varmış. Şimdi onların yerinde sararmış kuru bir ot bile yok.
Ne vardır şimdi o mor sümbüllü bağlarda ve o koyu gölgeli serin bahçelerin yerinde?
Bir kaç sefil koyun ve kaburgaları sayılan birkaç cılız sığır.
Neden bu boşvermişlik ve tembellik diye soramadan edemez insan?
Buralarda herşeyi devletten bekleme anlayışı zihinlere öldürücü bir kene gibi yapışmış, .
Yine bu şehirde Karadeniz’den gelen insanların yerleştiği bir köy var. Peynirlerini, yağlarını, ballarını büyük şehirlere gönderirler. Etraf köyler tezek yakarken bunlar kömür yakarlar. Kendilerine suni bir göl oluşturmuş ve etrafta elektrik yokken jenatörle köyün elektriğini sağlamışlar.
Niyetim ayrımcılık yapmak değil. Sadece ülkemde şahit olduklarımı yazmak isterim.
Bu şehirde ve bu ülkemizin bütün şehirlerinde en iyi üniversitelerde dört yıl ziraat eğitimi-öğretimi almış mühendisler vardır ve tarımla ilgili birimler kurulmuştur. Ama ne yazık ki daha ne iyi yapılabilinirlik üzerine kafa yoran pek olmuş mudur? Onu da varın siz düşünün.
İsterseniz bir başka şekilde bakalım meselelere.
Dünyanın ikinci büyük suru, sahabe mezarları, onlarca yüzyıllık camileri ve nadide karpuzu olan Diyarbakır ilimiz mahzundur. Tarlalar ekilmeyi, yollar temizlenmeyi beklemektedir. Kayıp olan seneler birbirini takip eder durur. Yani sadece şehrimiz değil birçok şehir varlık içinde yokluk yaşamaktadır.
Balıkesir Altınoluk’ta bir zeytin ürünleri satan mağazaya girmiştim. Zeytin’den reçel yapıldığını görünce şaşırdım. Zeytin yağlarına çeşit çeşit adlar verilip ince uzun, renkli şişelerde pazarlanması, sabunların yine albenisi yüksek paketlenmiş halini görünce bunu yapan aklı içimden alkışladım. Yine zeytinin salamuralık halinin çeşitli şekilde kavanozlarda raflarda yer aldığını görünce gıbta ettim. Bir gün İtalya ya da İspanya ve hatta Yunanistan’a yolum düşünce zeytincilik üzerine yapılanı gördüğüm de hayretimin daha da artacağından eminim. Peki zeytin kebabı duymuş muydunuz?
Ya bizim şehir ne yapar?
Oysa Nizip hiçbir şehirde olmayacak kadar lezzetli bir zeytin potansiyeline sahipken yıllardan beri yerinde saymaktadır. Bir zamanlar dünyanın en gelişmiş zeytin mamülleri fabrikasına sahipken şimdilerde o fabrikanın yolunu bilen yok. Birkaç fabrika kendi gayretleriyle farklı üretim tarzı yapmaktadır. Umarım desteklenir ve daim olur.
Bazı ülkelerin üzümcülüğünü bir televizyon programında seyretmiş ve adamları takdir etmiştim.
Bufalo yakınlarında ucu-bucağı gözükmeyen üzüm bağlarını görünce şaşırmıştım ama esas şaşkınlığım verilen emek, budama, belli bir düzende olması idi. Peki Nizip’in bağlarına ne oldu? Bağları kurudu araştırıp yaraya merhem olan var mı?
İlçemizde başarılı işler yapıldığı doğrudur. Bulgur üzerine ve sanayiide yapılan birkaç çeşit kalem üretimi harici üretimin olup olmadığını bilmiyorum.
Çüzüm yolu mu? Ben ekonomi ve tarım uzmanı değilim. Bu topraklarda yaşayan birisi olarak dertlenmemiz ve kafa yormamız gerektiği düşüncesindeyim.
Parentez içersinde şu hususun da önemli olduğunu düşünüyorum. Bir şehrin kaymakamı veya valisi o şehirin kültürü ile yetişmemişse görev yaptığı bölgenin yarasına, meselesine ne kadar merhem olabilir ve bulunduğu bölge üzerinde ne kadar dertlenir?
Geçmiş yıllarda şunu düşünmüştüm. Bu bölgenin bütün muhtarlarını ve tarımla iştigal edenleri bir uçakla İspanya, Fransa, İtalya, Amerika gibi ülkeleri gezdirmeli dedim. Bu ülkelerde ne göreceklerdi? Üzümcülüğün, zeytinciliğin ve diğer çiftçilik işlerinin nasıl yapıldıklarına şahit olacaklardı. Bir zamanlar görev yaptığım bir okulda öğrencilere, ‘Siz dünyayı kendi şehriniz biliyorsunuz. Oysa bu şehirden öte şehirler ve ülkeler var. Otobüsler, arabalar, ağaçlar var’ demiştim.
Şehrimizi, köyümüzü bir kenara bırakalım.
Sahi biz kendimiz için ne kadar dertleniyoruz?
Mesleğimiz üzerinde ne kadar yoğunlaşıyoruz?
Dükkanımızı, yolumuzu, evimizi, tarlamızı güzelleştirme ve geliştirme adına kaygımız ne kadar?
Yoksa birçok insanımızın dediği gibi ‘Aman dünya işleri bunlar’ diyenlerdeniz miyiz?