Mesleğim dolaysiyle ülkemizin birçok şehrinde kısa veya uzun süreli bulundum: Van’ı tanıdım, sabrı öğrendim, Bursa’da bir başka aleme daldım; Amasya’ya hayran kaldım; Konya beni içine çekti; Adapazarı Akyazı’da gençliğimin inişlerini çıkışlarını ve ilk gurbetin hazan mevsimlerini özümde yaşadım. Ankara’da hüzünler, ayrılıklar bilmem daha neler yaşadım; Burdur’da asker oldum, günleri saydım; Adapazarı merkezi yabancı gibi durdu dört ay bana dayanabildi ve sonra İstanbul. Bu şehirde hayatın iniş çıkışlarını yaşadım ve yaşlandığımı hissetim. Benden çok şey götürdü: Çok ciddi hastalandığım günler oldu ben de kalıcı acılar bıraktı, hasret kaldığım çok şey oldu, çocuklar peşi peşine gelince sevinçler oldu. İstanbul hep yorgunluktu benim için. Bu şehirlerde kendi özel hayatımın yanında şehirlerin de hayatlarının kısa ve uzun süreli değişmelerine şahit olurken bu mekanları gözleme, anlama ve değerlendirme imkanım oldu. Yaşadığım şehirlerde içimde benimle beraber her tarafa götürdüğüm memleketim ise hep vardı.
Yine mesleğim dolaysiyle İngiltere-Banbury’de ve bazı şehirlerinde kısa süreli bulundum. Amerika’nın bazı şehirlerini gezdim. Ülkemde yaşadıklarımı bir kenara bırakıp bu iki ülkenin şehirlerini, ormanlarını, evlerini, kıymet verilen değerlerini kendi ülkem ile kıyaslama imkanım oldu. Meğer biz hep uzun havaların hüznünde oyalanıp durmuşuz. Kıymetlerimiz ne de çokmuş ve biz farkında değilmişiz. Ne de çok yıkmayı severmişiz ve hatta acımasızca yakmayı. Çevremizi kirletmek için nasılda özel gayret sarf edermişiz.
Sorular zihnimde dolaşıp durdu. On iki türden elması yanında bir o kadar çeşit kavunu, çok lezzetli soğanı, cevizi ve muhteşem tarihi değerlendirilmeyen Van neden girdaplar içine sürüklenir? Van’ı kendi tembelliğine terk ederken, her sokağında tarihi yaşanılan Bursa ve Amasya neden dünya çapında tanıtılmaz? Amasya’nın küçük bir şehir müzesi olabileceği nasıl da fark etmemişiz? 1930’lu yıllarının dükkan ve mağaza tabelelerini müzelerde sergileyenlerden milyon kat sergileyeceğimiz malzememiz yok mudur bizim? Hatta köylerin bile büyük bir kıymet olduğunun farkına varmamışız. Bir boş vermişliğin ötesinde gaflet içinde yaşanılan hayatlar ne de çokmuş benim ülkemde. Kısacık tarihine, tabiatına, kendilerince icat ettikleri anneler günü, sevgililer günü gibi özel günlere değer vermelerini görünce bizim düğünümüze, bayramımıza, özel gecelerimize, suyumuza, dağımıza, bağımıza neden gereken değeri vermediğimizin muhasebesini yapamadan duramadım.
Ve Nizip? Dünya çapında sunulacak kıymetleri yok mudur? Neden bir müze açılmaz ve tanıtılmaz. Zeugma’nın bile kıymetini bilemedik. Çarşı Camisi 1900’lü yılların başında yapılmış olmasına rağmen kullanılan taş işçiliği ve mihrab’ı ile nadide bir yere sahip. Ya Nizip Kilisesi? Perişan haliyle sahip çıkacak kahramanlarını beklemektedir. Bu kilise Amerikanın bir şehrinde olsaydı tanıtım üstünü tanıtım yaparlardı. Ya eski evler ve kabaltıları? Her biri birer birer yıkılmaktadır. Bunların birçoğu müze yapılacak türdendir. Ve köyler. Yıkılan değirmeni, evlerinin altında geçen suyu, arkeolojik çalışma yapılmayan Gavur Tepe’si mevkisi, birkaç tane kalmış eski evleri ile tarihi bir yer olan Akçakent Köyü. Barak köylerindeki kerpiç evleri ve insanların kıyafetleri, düğünleri, türküleri kısaca kendilerine has gelenekleri bir turizm faaliyeti için yetmez mi?
Sadece mesele bu mu? Kirlediğimiz akarsularımız. Bir zamanlar balıkların tutulduğu Nizip Çayı defalarca haber konusu olmasına rağmen hala fabrikalardan kirli sular akıtılmasına neden müsaade ediliyor? Akarsuların bir ülkenin can damarı olduğunu bilmeyen ne cahiller varmış bu memlekette. Pınarlara sahip çıkılmıyor. Pınarına dahi vakıf bağı bahçesi bırakın bir ataya sahip bizler şimdilerde kendi evimizin önünü temizlemez olduk. Ya yanı başımızda akan Fırat?
Ağaca hasret boş araziler. Sahipsiz bahçeler. O bahçelerden geçen yollar. Eski yolu yeniden düzeltmek varken yeni bir yol uğruna kesilen binlerce verimli ağaçlara şahitlik etmek acı bir durum değil mi? Bazı köylerin eski özelliği kalmadığı gibi yola yakın bahçelerde eskisi “sahre” yapmak mümkün mü? Kuş seslerine arabaların motor sesi ve frenler karışmakta. Biz neden büyük düşünmüyor ve kıymet bilmiyoruz?
Bu konuların yanında yazılacak dertlenecek o kadar çok mevzu var ki... Yıllardan beri yazılıp çiziliyor. Benim yazım belki hiçbir şey değiştirmeyecek; bilirim. Olsun. Dertlenmek ti bir haldir. Ne zamanki çevrenin, değerlerinin ve özüne kıymet veren yetişmiş insanlar bu işi dertlenir ve idareci olur o zaman bir şeyler değişir. Ne acı ki iş işten geçmekte...
Bu konulara devam edeceğim. Sözü şaire bırakıyorum.
BAŞIBOŞ
Vatanımda sular akar, başıboş;
Herkes, birbirini kakar, başıboş.
Bozkırlardan topal bir tren geçer;
Çocuk, merkep, öküz bakar, başıboş.
Yanmaz da yürekler, güneşe atsan;
Bir kibrit, bir orman yakar, başıboş.
Tarih, kutuplara kaçmış bir fener,
Buz denizlerinde çakar başıboş.
Yirmi dokuz harfte sözde aydınlar,
Yafta yazar, isim takar, başıboş.
Allah’ım sen acı bu saf millete!
Akşam yatar, sabah kalkar, başıboş...
N. Fazıl KISAKÜREK