Yazları deniz kenarlarında, yazlıklarda; kışları kayak merkezlerinde tatil yapmak veya herhangi bir yere tatile gitmek bizden uzaktı. Şeker Dağı, Kırkdelik, Bozbağ, Taşbaş ve Ağbayır’ın etekleri bizim tatil yerlerimizdi. Bir de çocukluğumuzun ve gençliğimizin en duru zamanlarını geçirdiğimiz Karabağ vardı. Karabağ’da hep iş vardı. Biz o dağın çocuklarıydık ve orada hep çalışırdık. Karabağ’da çukur eşip fıstık şetili* diker, ağaçların etrafına zibil* veya güvercin gübresi dağıtır; bunların olmadığı vakitler ise yağmurun tepelerden getirdiği taşları bir bir toplayıp zeytinliğin ya da fıstıklığın takımına* yığardık. Karabağ evimize uzak olsa da o her daim bizimleydi,bizimdi. Bastık, dilme, pekmez oranın üzüm tiyeklerinden gelirken, kahvaltılık zeytinimiz ve neredeyse bütün yemeklerde kullandığımız zeytin yağımız ve kışlık odunumuzun yanında satımlık fıstığımız da oranın ağaçlarından gelirdi.
Toprağı ve toprakta yapılacakları öğrenmenin yeri de Karabağ’dı. Zeytin budama zamanı eşeğe odun yüklemek için ipe ne şekilde düğüm atılacağını, ipin yere nasıl serileceğini o zaman Karabağ’da babamızdan öğrenmiştik. Bir sanattı ip tutmak. Odun sarmasının dengeli olması için dalları iki taraflı döşemek ve boz eşek üzerinde onca dallı odunu bazen yokuşta, bazen bayır aşağı ve hatta dar yollarda götürmek, bizim için hiç de kolay değildi. Dalın ya da yükün bir tarafının diğer tarafa ağırlık vermeden gitmesi için çocukça eşeğin peşinde çok çaba sarfederdik. Odun sarması yükü yanında zeytin çuvallarını da yere devirdiğimiz ve başında ağlamaklı beklediğimiz günler de olmuştu. Biz çocuktuk. Yük eşek üzerinde idi ama sanki bütün yükü biz taşırdık.
Bu dağda her mevsim iş vardı. Zeytinler kendini göstermeye başlayınca, ağaçların altındaki taşları tırmıkla dışa doğru çeker, geniş bir daire yapardık. Yer düz olunca soğuk günlerde zeytin habbeleri bir bir kolayca toplanır, faalin* işini böylece kolaylaştırmış olurduk. Astarlar düzgün açılır, dalından elle sıyrılan celep* zeytinler, sağa sola kaçışmadan astarın üzerine düşerdi.
Biz nasıl bel belleneceğini, bukçu* ile hangi dalın nasıl kesileceğini, üzüm tiyeklerine nasıl serpene* verileceğini, kurutmalık üzümün nasıl patoslanacağını, sonbaharda fıstık şetillerine nasıl evcik kurulacağını yine o zamanlar öğrenmiştik.
Ortaokul zamanlarımda şayet bel bellemeye yalnız ben gitmişsem (biraz tuhaf gelse de) yanımda birkaç kitapla giderdim. Birkaç ağaç belledikten sonra ikindi serinliğinin gölgesinde aceleyle bir kitaptan birkaç sayfa okur, tekrar işe koyulurdum. Şimdilerde çok aradığım o dağın , o toprağın kokusu sinerdi kitaplara. Hem kitaplar hem de Karabağ’ın ağaçları bana çok şey anlatırdı.
Evimizin damında Karabağ’dan budam sonrası gelen zeytin ve ortut* dalları neredeyse bir yarım duvar boyu olurdu. Bir mutfak ve bir tek odadan oluşan evimizin ince tavanını, yaprakları dalından uzun süre kolay kolay kopmayan zeytin dalları hem sıcak hem de serin tutardı. Kışları teneke sobamızı tutuşturmak için kullandığımız, açma ekmeği yapmak için saç altında yaktığımız bu dallar bereketliydi.
Biz babamızla Karabağ’da iş yaparken nadiren konuşur; hiç yarenlik edemezdik. Sanki kelimeler bitecekmiş gibi korkarak kullanırdık.
Karabağ’da iş yaparken kardeş kavgaları da ettik. Fakat küslüklerimiz bir ağaç sonrasında biterdi. Ayları, yılları bulan dargınlıklara Karabağ sanki hiç müsaade etmezdi. Zaman zaman dostumuzdan, ahbamızdan ihanet görsek de, asla Karabağ’dan, ve onun yan komşu ve karşı komşu dağlarından mesela Taşbaş’tan, Belkıs’tan, Kırkdelik’ten, Curun’dan, Ağbayır ve adını unuttuğum onlarca yerden hiç hainlik görmedik. Bu yerler bize kara kış yaşatmadılar; hep bereket oldular.
Biz hayatın tarifini kitaplardan öğrenmez; vücudumuzun her zerresinde, iliklerimize kadar hayatın kendisini yaşardık. Bir çütçünün* söylediği bir uzun havada gurbete gitmeden gurbeti içimizde duyar, ayrılık acılarını babamızdan duyduğumuz,
“Bağdadın Basra’nın telli turnası,
Turna yardan haber gelde eyle beni.”
türküsünde bilirdik.
Heybemizde hayatın her sayfasında taşıdığımız yokluk günlerinin sancısını bu türkülerle yüreklerimizde yaşadık. Bazen de tertemiz sevdamızın resmini tiyek tiyek dolaştırırdık. O dağ bizi hep dinledi. Hep vakur ve asil durdu; kızmadı, üzmedi.
İşte Karabağın çocukları bizlerin, yaptığı tek iş vardı; o da çokça çalışmaktı. Toprakla hemhal olunca, insanın ekmeğini yediği yere ihanet etmeyeceğini, toprağa, ağaca verilenin boşuna gitmediğini orada öğrenmiştik.
Gençlik günlerime adım attığım zamanlarda tek sığınağım, kitap okumanın derin lezzetini yaşadığım, gidecek biricik yerim olan Karabağ’dan tahnebi üzümlerini bazen kamış bazen de demir sepette omuzumda taşıdığım zamanları artık yaşayamıyorum ve asla da yaşayamayacağımı da biliyorum. Belleme günleri çok uzaklarda kalırken, belim belleme günlerindeki dik durmalara hasret, çeşit çeşit hastalıktan iki büklüm bükülmekte. Saatler boyu masa başında oturmalardan halsiz düştüğümde, Karabağ ile Karşıyaka arası lastik ayakkabı ile koşmalarım gözlerimde tütüp duruyor. Penceremden ufka bakıp yaşanılanları ve biraz da o günlerin muhasebesini yapıyorum.
Karabağ’dan çok uzakta, büyük bir şehrin yollarında, otobüslerinde, ofislerinde, sınıflarında bambaşka işler için koştururken, o dağın serin kayaları üzerinde okuduğum kitapların tadı bir hasret olarak devam ediyor içimde.
Hey gidi öbür alemin misafirhanesinde bizi bekleyen o dağın yiğit adamlarından Halik Sadin! Sarmayı, bel bellemeyi ve zeytin toplarken bize sabrı öğreten hey gidi Ali Emmi; alın teriniz ve terimiz o dağın toprağına eminim çok yakışmıştır.
Ey güzel Karabağ ve onun dostu yakın uzak bütün dağlar. Bunların da ötesinde vefalı insanları üzerinde barındırmış ey Uhud Dağı, şayet sizlerin kıymetini bilmediysek; böylece size hainlik ettiysek bizi af edin! Zira biz insanız; çok hatalar yaparız.
(Fotoğraflar Burhan Yıldırır'ın arşivinden alınmıştır.)
Bizce Haneklerin Anlamları:
bukçu: testere; özellikle budam yapmak için kullanılana verilen ad
celep zeytin: salamuralık zeytin (celep kelimesinin birçok anlamından birisi ise aşılanmamış meyvedir)
cercer: harman döveri. Kökü Cerâcir’dir. Kağnı manasındadır.
çütçü: at ile çift süren
faal: işçi
hanek: söz, kelime, deyim
muğal: ürün
ortut: üzüm bağı dallarına verilen genel isim
serpene: üzüm bağlarının üzümlü dallarının yere değmemesi için dalın altına verilen ucu çatallı bir
metrelik ağaç sopa
şetil: fidan
takım: iki bağ ya da bahçe arasındaki sınır
zibil: hayvan gübresi